Emirül-Mü'minin: 7 Emr-i Bi'l-Ma'ruf Ve'n-Neh-Yi Ani'l Münker: 7



Yüklə 1,14 Mb.
səhifə3/40
tarix12.01.2019
ölçüsü1,14 Mb.
#95669
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

Emval-ı Bâtına:

Sözlükte, "Gizli mallar" demektir. Terim olarak, "Zekâ­ta tabi olan nakit paralar ile ev ve mağa­zalarda bulunan ticaret mallardır.

Bunların zekâtını sahipleri diledikleri fakirlere verebilirler. Bunlara resmen müdahele edilmez. 6

Emvâl-ı Zahire:

Sözlükte, "Açık mallar" demektir. Terim olarak, "Zekâ­ta tabi olan ve Saİme denilen hayvanlar" demektir ki bunlar, senenin yarısından fazla otlak ve kırlarda sütleri üremeleri ve sem izlenmeleri için otlayan koyun, keçi, sığır, manda, at ve develerdir. Bir kısım arazi ürünleri, madenler, ye­raltındaki hazineler, ithal veya ihraç edilen ticaret malları, altın ve gümüş pa­ralar da emval-i zahiredendir. Bunların hepsi de belirli bir oranda zekata tabi olup İslâm devleti tarafından sahiple­rinden alınıp verilmesi gereken ihtiyaçlar yerlerine dağıtılır.



En'am Sûresi:

En'am sûresi, sırala­nış itibariyle 6. sûredir. Bütünüyle bir defada Mekke'de nazil olan bu sûre, 165 ayettir.

Ancak İbn-i Abbas (r.a) ile Katade'ye göre 91. ve 141. âyetleri Medi­ne'de nazil olmuştur. Bu iki âyetten birincismin Yahudilerden Malik b. Sayf ile Kâb b. Eşref; ikincisinin ise Ensar'dan Sabit b. Kays hakkında nazil olduğu edilmektedir.

Kur'an'da hamdele ile başlayanbeş sûrevardır. Bunlar:



1- Fatiha sûresi,

2- En'am süresi,

3- Kehf sûresi,

4- Sebe' sûresi,

5- Fatır sûresi'dir.

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz bu sûre hakkında şöyle buyuruyor:

En'am sûresi bana (topluca) bir defada indirildi yetmişbin melek teş­bih ve tahmidde seslerini yükseltip ona eşlik ederek uğurluyor ve aziz tu­tuyorlardı.”7

Her kim, sabah namazını cemaat­le kılar ve namazı kıldığı yerde otura­rak En'am sûresinin başından üç âyet okursa, Cenab-i Hak'ı bu saye­de (onun için) yetmiş melek görevlen­dirir. Bunlar kıyamete kadar Allah'ı teşbih (ve tenzih) ederler ve (bu sûreyi) okuyan kimseye de istiğfarda bulunurlar.8

En'am sûresinin ilk üç âyeti:

1- Hamdolsun o Allah'a ki, gökle­ri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rabb'lerine (başkalarını) denk tutu­yorlar."

2- O, sizi çamurdan yaratıp, sonra (da hayatınıza) bir süre koymuştur. Belli bir süre (kıyamet süresi) de ken­di katında vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe ediyosunuz."

3- O, göklerde de, yerde de (tek) Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığınızı bilir."

Enbiya:

Nebî" kelimesinin çoğulu­dur. Nebî ise, "peygamber" demektir. 9



Enbiya Sûresi:

İlk nazil olan sûre­lerden biri olan Enbiya sûresi, Kur'an-s Kerim'de sıra itibariyle 21. sûredir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. 111 âyetten ibarettir. Bu sûre-i celilede; İbrahim (a.s), Davud (a.s), Süleyman (a.s), Nuh (a.s), Musa (a.s), Harun (a.s), Lut (a.s). İsmail (a.s), İdris (a.s), Zülkif (a.s), Zekeriyya (a.s), Yalıya (a.s), İsa (a.s) in kıssaları yer aldığı için "peygamberler" anlamına gelen "Enbiya" adını almıştır.

Bu sûre-i celile, Mekke-i Mükerre me'de nazil olan sûrelerin özelliğini taşımaktadır. Tevhid inancı, Peygamberler ve öldükten sonra dirilme gibi hu­suslar beyan edilmektedir. Bu sûre-i celileyi okuyan bir mü'min, bu hususları bir bir tefekkür edeceği gibi her harfin karşılığında on sevab kazanmış ola­caktır.

İlk 9 âyeti, kıyameti inkâr edip Resulullahın başarılı olmayacağını iddia eden veya zannedenlere güzel bir cevaptır.

İşte Enbiyâ sûresinin ilk 9 âyet-i keri­mesi:

İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı; onlar hâlâ gaflet içinde (Hak’tan) yüz çevirirler."

Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı mutlaka eğlenerek din­lerler.”

Kalpleri (iyice) oyun ve eğlenceye dalmıştır. O zulmedenler gizli gizli görüşüp fısıldaşırlar: " Bu da sizin gibi ancak bir insandır. Siz görüp dur­duğunuz halde sihre-büyüye mi gidi­yorsunuz?" (derler)."

(Onların bu tutumuna karşı Pey­gamber de şöyle) dedi:

"Rabbim, gökte ve yerde söylenileni bilir; O, her şeyi işiten ve bilendir."

Onlar, "hayır, (Kur'an ve Muhammed'in dedikleri) olsa olsa (şuur altında biriken) rüya saçmalarıdır. Hayır, o bunları uydurmuştur; hayır o şâirdir; değilse, bize önceki pey­gamberlere gönderildiği gibi bir mu­cize getirsin" derler."

Onlardan önce yok ettiğimiz hiç­bir kasaba halkı imân etmemişti, bunlar mı inanacaklar?"

Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz bir takrnı erkekleri peygamber olarak gönderdik. (Ka­dınlardan peygamber gönderme­dik). Eğer bilmiyorsanız ilim ehlin­den sorun."

Biz, peygamberleri yemek yemeyen bir ceset kılmadık ve onlar (dün­yada) ebedi de değildirler."



"Sonra da onlara verdiğimiz sözü doğrulukla yerine getirdik. Onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. (İn­kârda, sapıklık ve azgınlıkta) aşırı gi­denleri ise yok ettik."

Endülüs:

İspanya'nın güneyinde 8 yüzyıl yaşamış bir medeniyet, coğrafya ve imparatorluğun adıdır.

Bu ad, İslam'ın hakim olduğu dönem­lerde Müslümanlarca, İspanya ve Por­tekiz'i içine alan; Wadiyyü'l-kebir nehri ve Segura çayının güneyinde kalan böl­geye verilmiştir.

Önceleri bir devletin adıydı, sonralan bir davanın adı oldu. Kuruluşundaki azim ve kararlılığın, yaşayışındaki me­deniyet ve ihtişarrun,yıkılışındaki tefri­ka ve hüzünün adıdır o... Muhammed İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi, Müslümanların dertlerini kendisine dert edinmiş nice bağn yanıklar ağıtlar yakmış onun için... Fethinden yıkılış kadar her safhasında binbir ibret levhası taşıyan bir semboldür Endülüs...

Dilerseniz zaman tünelinden geriye doğru bir yolculuk yaparak, Endülüs'ü fetheden ruhu ve İslâm mefkuresinin engin medeniyetini birlikte seyretmeye çıkalım...

Yediyüz onbir yılının ilkbaharıydı... Çiçeği burnunda bir delikanlı 19 ya­şındaki İslâm ordusu komutanı Tarık bin Ziyad, 12.000 kişilik bir kuvvetle Septe (Cebel-i Tarık) boğazını geçip Vizigotların hakim olduğu Endülüs'e ulaştı.

Düşman kuvvetleri sayı, silâh ve cep­hane bakımından kat kat üstündü. Tarık bin Ziyad emir vererek, askerlerini taşı­yan gemilerin hepsini yaktırdı. Böylece geri dönme ümidini ortadan kaldırmış­tı. Sonra da askerlerine dönerek seslen­di:

“Askerlerim!... Karşımızda düş­man, arkamızda deniz var. Bizim için geriye dünüş imkânı kalmadı. Önümüzde bulunan düşmandan ka­çarsak bizi de deniz yutar, yok yere ölürüz. Tek çare düşmanla kahra­manca savaşıp kazanmak ve İslâm bayrağını şerefle dalgalandırmak... Ya başarır zafere ulaşırız; ya da şehid düşer cennete gideriz. Ya şehadet, ya zafer. İnanıyorum ki, Allah'ın izniyle zafer bizim olacaktır."

Askerler hep bir ağızdan:

"Zafer bizimdir" diye haykırdılar. Günlerce süren mücadeleden sonra Vi­zigotların Kralı Roderick ve yüzbin kişilik ordusu bozguna uğratıldı ve İslâm sancağı İspanya burçlarına dikil­di.

Müslümanlar, kısa zaman içerisinde İspanya'da muhteşem bir medeniyet kurdular. İkiyüzbin hanelik ve bir milyon nüfuslu Kurtuba şehrinde 80.000 saray ve konak, 600 cami, 80 mektep, 50 hastane, 900 hamam, 600 han yapılmıştı. Yalnız Kurtuba Kütüpha­nesinde 600.000 cilt kitap toplandı. Bunların katalogu ise 44 cilt tutuyordu. İlmi gelişmeler öylesine ilerlemişti ki, dünyanın her tarafından, öğrenim yap­mak için Endülüs'e talebeler geliyordu. Pek çok Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan asıllı öğrenciler Endülüs Üni­versitelerinde eğitim görmüşlerdir. Bu öğrenciler ülkelerine döndüklerinde yeni kurulan üniversitelerde hoca olu­yorlardı. Endülüs ve Sicilya'da gördük­leri İslâm medreselerindeki mimarî, ders programlan, öğretim metodlanna uygun olarak bu üniversiteleri genişle­tip sayılannı çoğalttılar. Fransa'da Bologne, Montpellier ve Paris Üniversite­si; İngiltere'de Oxford, Almanya'da Köln Üniversiteleri İslâm medreseleri­ni takliden; İslâm ilim, kültür ve mede­niyetinin Batı'ya aktanlması gayesiyle kurulmuş okullardır.

Endülüs'te yetişen âlimler, İbni Sina ve İbni Rüşt'ün eserlerinin tesirleriyle kilisenin dünyaya bakışını etkiledi. Bunun üzerine Papa IX. Gergoire 1231 yılında bir kararla İbni Sina ve İbni Rüşt'ün eserlerinin okutulmasını yasakladı.

1071'de Anadolu'nun Türkler tarafın­dan fethinden sonra, 1453'te İstanbul'­un fethi, Hristiyanları çileden çıkartmıştı.

İslâm dünyasının aralarındaki siyasi mücadelelerle zayıf duruma düşmesi, Endülüs'ü yeniden Hristiyanlaştırmak isteyen Avrupalılara cesaret verdi. 9 aylık bir muhasaradan sonra, "1942 Ocak'ının ikinci günü sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayı'run Alcazaba denilen baş kulesi­ne gümüş haçı dikerek İspanya'da Müslüman egemenliğinin sona erdiğini ilân etti."

"Papa'nın müsadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hristiyanlığı ka­bul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya'da tek bir Müslüman bırakılmadı. Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000 den fazla Müslümana idam kararı vermiş­tir."

"Endülüs sadece insanı ile değil; tari­hi, sanat ve ilmî eserleriyle, zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten siliniyordu. Engi­zisyon Mahkemesinin kararıyla Girnata'da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı. Kardinal imenes, 80 bin el yazması eseri bizzat eliyle yakmıştı."

Tarih, vazifelerini yapmayanların acı ve ibretli sonlarını göstermektedi r. Endülüs Emevilerinin son devleti olan Gırnata'nın son hükümdarı Ebû Abdul­lah Muhammed ez-Zogoybi (Biçare Adam) şehri bırakıp giderken mazi ile hâl'in muhasebesini belki de hayatında ilk defa yaparak, manzaradan hüzünlenir ve ağlamaya başlar. Olayı M. Akif şöyle dile getiriyor.

“Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara,

Savuşurken o güzel mülkü veripte ağyara,

Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar;

Bırakıp çıktığı Cennet gibi zümrüt ovalar,

Başlar ağlatmaya biçâreyi hüngür hüngür!

Karşıdan Valide Sultan bunu pek haklı görür,

Der ki:" Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;

Şimdi hiç yoksa, kadınlar gibi ağla!"

"Endülüs'ün yıkılışında en büyük faktör tefrika olmuştur. Çünkü yeşil yarımadanın fethiyle birlikte Arabis­tan'ın muhtelif bölgelerinden getirilen-Araplar değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Yemenliler, Şamlılar ve değ­işik Arap kabileleri arasında sürekli bir rekabet yaygındı. Güçlü Emevi hakimi­yetiyle birlikte bu rekabet İslâm'ın yayılması için bir unsur olarak kul­lanılırken, daha sonra çöküş dönemin­de bu rekabet İslâm devletinin yıkıl­ması için bir vasıta olmuştur."

Emevi prenslerinden Abdurrahman 756'da "Endülüs Emiri" ilan edildi. İslâm Hilafet İmparatorluğundan ayrılan ilk devlet Endülüs Emevi Devleti­dir, 929 yılında II. Abdurrahman zama­nında "emir" unvanı bırakılarak "hali­fe" unvanı kullanıldı. 1031 yılında "Tevaîf-i Mülûk" denen 14 küçük krallık kuruldu. Her eyalette ayrı bir Arap kralı ortaya çıkmıştı. Daha sonra Murabıtlar ve Muvahhidler işbaşına geçti. Ama devleti yönetenlerin lüks ve sefahata dalmaları, aralarındaki taht kavgaları devletin gücünü günden güne azaltı­yordu.

Nihayet 2 Ocak 1492'de 500 bin nüfusu ile Avrupa kıtasının en büyük şehri olan Gırnata İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçmayan Müslümanlar da kitle halinde öldürül­dü. Halbuki taraflar arasında imzalanan ahidnâme gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama Kral şehre girdiği gün, daha ahidnâmenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğne­mişti.

Endülüs Medeniyeti tarihe karışır­ken, bir bağrı yanık Endülüs Şairi, İstanbul'a geldiğinde, II. Beyazıt'a taktim ettiği meşhur şiirinde diyordu ki:

Felaket çöktü, amansız, mustarip Endülüs'e Yıkıldı Şehlân, Uhud yandı garip Endülüs'e Bugün camilere haç koymuşlar, olmuş kilise, Bugün çan sesleri dolmakta garip Endülüs'e (Salih b. Şelf, Endülüs'e Ağıt'tan)

Kurtuba Cordoba, Gırnata Granada, Cebel-i Tank Cibraltar, Endülüs de İspanya olmuş. Aslında hadise, sadece

bir vatanın işgali deği, bir miletin ve medeniyetin topyekün imhası idi.

Endülüs, Hristiyan Avrupa'nın kıya­mete kadar silinmeyecek yüz karasıdır. Halbuki Avrupa, Endülüs'e çok şey borçludur. İlmi ve sanatı orada tanı­mıştı. Tıp, kimya, astronomi, biyoloji, coğrafya vb. ilimleri Kurtuba ve Gımatamedreselerinde tahsil eden bin­lerce Avrupalı talebe, bu ilimleri kendi ülkelerine aktannışlardı. O meşhur Rönesansın, dolayısıyla bugünkü Av­rupa ilim ve tekniğinin temelinde Endülüs Medeniyeti yatmaktadır.

Granada (Gırnata) şehrine hakim bir tepede inşâ edilmiş olan El-Hamra Sarayı, kalesi, müştemilatı ve İspan yolların " Generalife" dedikleri, bahçe mimarisinin en muhteşem örneği, "Cennetül-Arif' bahçesiyle Endülüs İslâm Medeniyetinin ihtişa- mini sergi­liyor. Yazıyla anlatmak veya resimle canlandırmak imkânsız gibi bir şey. Kırmızı (hamrâ) kil kullanılarak yapıl­dığı için bu kaleye " El Hamrâ" denil­miş.

"Eyvanları, sarayın köşe bucağını, "serayyo" denilen bölümün haşmet ve lüks dekorasyonlarını seyredenler, bir yandan seccade gibi işlenmiş bir mima­ri zenginlik, bir yandan da havalarda uçarmış gibi bir incelik, zerafet ve ha­fiflik intibaı alıyor." Sarayın hayranlık veren mimari harikası yanında insanı asıl cezbeden şey, sihirli havası, koyu kadife yeşil ağaçların gölgesindeki renk ve koku cümbüşü bahçeleri, şadır­vandan büyüleyici şıkırtılarıyla akan suları...

İslâm zevkinin inceliği ve zengin­liğinden duyduğum huzur, saray içeri­sinde camiden kiliseye çevrilmiş bir yapıyı, yani "Santa Maria" kilisesini gördükten sonra hüzne dönüşüyor. Ca­minin orjinal yapısına dokunulmamış ama içerisi heykellerle ve haça gerilmiş İsa tasvirleriyle doldurulmuş. Hele köşede aslî ihtişamıyla dimdik duran kürsü'nün alnına takılmış kocaman ha­çı görünce yüreğimden vurulmuştum.

Sadece burası değil elbet... Endülüs'­ün her yerinde bu hazin manzarayı görmeniz ve içinizi çekerek sızlanma­nız mümkün. Sadece Granada'da 365 adet cami kiliseye dönüştürülmüş. Malaga'da Sevilla'da, Cordoba'da aynı ezikliği hissedersiniz.

Kurtuba zaptedildiğinde, papazlar ünlü caminin yıkılarak yerine büyük bir kilise yapılmasını istemişler. Katolik Krallar camiyi yıkmaktansa, olduğu gibi koruyup kiliseye tahvil etmenin Müslümanlardan intikam almak için daha uygun olacağını düşünmüşler ve kilise mensuplarını da ikna etmişler. Böylece caminin tam orta yerine bir ayin mahalli yapıp çeşitli eklerle kilise­ye dönüştürmüşler. Gerçekten de bir Müslüman için böylesi daha ağır ve zor oluyor. Girnata'nın dağ kısmında El-Hamra'nın arkasında yüksek bir tepe var: Padul tepesi. İspanyollar bu tepeye "Ultimo Suspiro del Moro" , yani" Arabın âh ettiği yer" adını koymuşlar. Hükümdar Ebû Abdullah, şehrin anah­tarını Ferdinand ile İzabelle'ye teslim ettikten sonra, tepeden Gırnata'ya bakıp kalbinin derinliklerinden kopan hıçkı­rıklarım bu tepeye gömmüştü.

Sadece Ebû Abdullah değil, Orayı zi­yaret eden Müslümanlar için Padul te­pesi, hala bir ağlama duvarı...

Son zamanlara kadar İspanyol hükü­meti tarafından herhangi bir kısıtlama olmadığı için, pek çok Arap asıllı Müs­lüman gelip bu bölgeden mesken ve işyeri satın alarak buraya yerleşmiş. Kendi kültürlerini burada da yaşatma mücadelesi veriyorlar. Granada'daki "Takva Mescidi" yanında tamamen şark usulü tefriş edilmiş bir kahvehane­de içeceğiniz bir fincan kahve ile günün yorgunluğunu atabilir, kendinizi Tunus veya Fas'ta hayal edebilirsiniz.

Hükümet ve halk tarafından yakın za­mana kadar sürdürülen sistemli baskı­lara rağmen geçen beş asır, İspanya'da İslâmı yok edememiş. Mimari eserleri, su kanalları, camileri ve kültür kalıntı­larıyla İslâm hala yaşıyor bu ülkede. "Mezar taşı" olsun diye bıraktıkları eserler, İslâm Medeniyetinin ihtişamını haykırıyor. İslâm halâ fanatik Hristiyanların korkulu rüyası. Müslüman­ların İspanya'dan atılışı heryıl kilisenin en büyük bayramı olan "haç" bay­ramında kutlanıyor. Böylece Müslü­manlar üzerindeki kamuoyu baskısı ve kini canlı tutulmaya çalışılıyor. Ayak topuklarını yere vurarak yaptıkları meşhur danslarda "Allah" kelimesinin tahrif edilmiş şekli "Ole" sözcüğünü kullanıyorlar.

Bir AT üyesi olan İspanyol Hüküme­tinin son dönemlerde Müslümanlara bakış tarzı yumuşamış. İslâm Dini bu ülkede 1987'den beri resmî din olarak kabul ediliyor. Söylenildiğine göre hükümet şu anda oradaki Müslümanlara, "birliğinizi kurun, sayınızı öğrene­lim ona göre eğitimimizde, radyo tele­vizyondaki dinî yayınlarda sizlere de yer verelim" teklifinde bulunmuş. Ha­len İspanya'da 500 bin civarında Müslümamn olduğu sanılıyor. Müslüman­lar Granada'da kendi kolejlerini kur­muşlar. İbnür Rüşd İslâm Koleji'nde çocuklarına dinlerini öğretiyorlar.

Kurtuba Ulu Camiinin etrafı eğlence ve gece hayatının odaklaştığı merkez haline getirilmiş. Mescid kelimesini İspanyollaştınp "Mazcita" dedikleri caminin etrafı küçük meyhaneler, lo­kanta ve eğlence merkezleriyle dolu. Yahya Kemal bu sıcak ülkenin sıcak in­sanlarını anlatırken "zil, şal ve gül" de­mişti. Herhalde bugün bu manzarayı görseydi "haç, şarap ve zevk" derdi. Şarabın sudan daha ucuz olduğu ülke sadece İspanya olsagerektir.

Tıpkı diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, İslâm dini İspanya'da daha hızla yayılıyor. Kilisenin muharref kitaplarının tatminsizliği yanında, Ortadoğu ve Afrika'nın biçare insanlarının Hristiyanlarca sömürgeleştirilmesi, ezilmesi, vicdanlı batılı aydınlan mazlumların yanında yer almaya zorluyor.

Müslümanlar bu ülkeden kanla, kılıç­la, ateşle çıkarılmış ve yok edilmişti. İslâm bugün İspanya'ya tekrar dönüyor. Ama sevgiyle, ilimle, barışla..

Enfâl Sûresi:

Kur'an-ı Kerim'de 8. sûredir. Medine-i Münevverede nazil olan bu sûre, 75 âyetten ibarettir. Bu sûre Bakara sûresinden sonra nazil olmuştur. 30. âyetten 37. âyete kadar 7 âyet Mekke'de nazil olmuştur.

Enfal sûresinden Mekke'de nazil olan âyetler şunlardır:

İnkar edenler, seni tutup bağla­maları, öldürmeleri, ya da (Yurtla­rından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar­ken Alİah da tuzak kuruyordu. Alİah tuzak kuranların en iyisidir. (O, ken­disine karşı tuzak kuranların tuzak­larını başlarına çevirir)."

Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman "işittik" dediler. "İstesek, biz de bunun gibisini söyleriz. Bu, evvel­kilerin masallarından başka bir şey değildir!"

Ve: Allah'ın eğer bu, senin yanın­dan gelmiş gerçekse başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!" demişlerdi.

Oysa sen onların içinde bulun­dukça Allah, onlara azab edecek de­ğildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler varken) de Allah, onlara azab edecek değildi. (Senin ve içlerinde bulunan mü'minlerın yüzü hürmetine Allah onlara azab etmedi. Yoksa onların meziyet­lerinden dolayı değil)."

Onlar, (insanları, peygamberi ve mü'minleri) Mescid-i Haram'dan geri çevirdikleri ve onun velisi, (ba­kıcısı, koruyucusu) olmadıkları hal­de neden Allah onlara azab etmesin? Onun velileri, (bakıcıları, koruyucu­ları) sadece muttakiler (günahlardan korunan)dır. Fakat çokları (bu­nu) bilmezler."

Onların Beyt(ullah) yanındaki na­mazları da, ıslık çalmadan ve el çırp­madan başka bir şey değildi" o halde inkârınızdan dolayı azabı tadın (şim­di)!"

İnkâr edenler, Allah yolundan (in­sanları) men etmek için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Son­ra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihayet yenilecekler ve inkâr edenler cehenneme sürüleceklerdir.

Enfal kelimesi, "Nefel" kelimesinin cem'idir. Farz üzerinde zaid olan na­mazlara da bu itibar ile "nafile" denilmiştir. Bu sûreye isim olan "enfal" keli­mesi ise, harb ganimetleri, anlamına gelmektedir.

Bedir muharebesinin müslümanlar lehine zaferle sonuçlanmasından sonra elde edilen ganimet mallarının taksimi konusunda Ashab-ı Kiram arasında ih­tilaf vuku bulmuştu. Ganimet mallarının nasıl taksim edileceğini, hüküm muhacirin mi, yoksa Ensarın mı ya da hepsinin mi olduğu hususunu Resulullah'a sormuşlardı, bu sure-i celile nazil oldu. Sebeb-i nüzulünün tafsilatında ih­tilaf varsa da esas itibariyle Bedir har­binde ve ganimetler meselesi sebebiyle nazil olduğunda ihtilaf yoktur.

İbn-i Cerir, İbn-i Hibban ve Taberî'nin rivayetlerine göre Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s)ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç çakıl taşı alıp kafirlere doğru atmış, bu atış onların dağılma­larına ve mağlub olmalarına sebeb olmuştur.

Bu sûre-i celilede, Bedir muharebesi esnasında savaşan mü'minlerin morali­ni yükseltmek cesaretlerini artırmak, onlara yardım etmek için meleklerin geldiği de haber verilmektedir.

Hz. Ömer (r.a)den rivayet edil­diğine göre şöyledemiştir:

Resulullah (s.a.s), müşriklere baktı, sayılan bin kişi; ashabına baktı, onlarsa üç yüz kişi idi. Derhal kıbleye yöneldi veellerini kaldırdı, şöyle dua etti:

Allahım, bana ettiğin va'di yerine getir. Allahim, bu cemaati helak edersen artık yeryüzünde sana iba­det edecek kimse kalmayacak." Bu duayı mütemadiyen tekrar ediyordu. Hatta rıdası yere düştü. Hz. Ebu Bekir (r.a) onu alıp omuzlarının üzerine örttü.

Bu sûreyi okuyan bir mü'min, bütün hususları görecek, tefekkür edecek, ders ve ibret alacak, imanım tahkim edecektir. Allah'a karşı kulluk görevini daha dikkatli ve tam olarak yerine getir­meye çalışacaktır.



Enfûs:

Nefs kelimesinin çoğuludur. Nefisler, canlılar, ruhlar demektir. Te­rim olarak iç, iç dünya anlamlarında da kullanılmıştır. Bu anlamda genellikle afak ve enfus olarak geçer. Bu anlamda afak, dış, dış dünya, var olan her şey, enfus ise insanın iç dünyası, psikolojik yapısı şeklinde değerlendirmek gere­kir. Kur'an-ı Kerim'de:



"Onlara ayetle­rimizi afakta ve enfusta göstereceğiz. Ta ki Kur'an'ın hak olduğu onlar için açıklığa kavuşsun"10 buyurulmaktadır. Buradaki enfus kavramı bazı müfessirler tarafindan Bedir zaferi, bazıları tarafından ise Mekke'nin fethi veya ölüm şeklinde yorum­lanmıştır. Yaygın bîr başka yoruma göre ise Afak Allah'ın dış dünyadaki, evrendeki ayetleri (delilleri), enfus ise, bir küçük alem olan insanın içindeki ayetleridir. Dış dünyadaki deliller, gözlem, akıl ve tecrübe ile kavranabilir­ken, iç dünyadaki ayetlerin kavranması basiret ister. Afak ve enfus kavramları Kur'an'ın zahiri ve batini anlamları şeklindeki yorumlara da yol açmıştır.

Ensâr:

Sözlükte, "yardımcılar" de­mektir. "Sevgili Peygamberimizin (s.a.s), milâdi 622 yılında Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde Medine'de bulunan müsmülanlara verilen bir isim"dir. Mekke'den göç edip Medi­ne'ye gelen müslümanlara çok yardım etmelerinden dolayı kendilerine bu isim verilmiştir.

Peygamberimiz, hicretten birkaç gün sonra Mekke'den göç eden müslümanlarla Medine'li müslümanlar arasında bir kardeşlik sözleşmesi yapmıştır. Buna göre, Medine'li müslüman aileler­den her biri, Mekke'li bir aileyi yanına alacak, birlikte çalışacak ve kazançları bölüşeceklerdi. Hatta birbirlerine varis bile olabileceklerdi. Her iki taraf da sözleşmeye uymakta son derece titiz davrandılar.

Kazanç ve mirasla ilgili hükümler sonra kaldırıldı. Din kardeşliği, sadece yardım etme, yedirip içimıe ve öğüt verme şeklinde sınırlandırıldı.

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de En-sar hakkında şöyle buyuruyor:

"Muhacirler gelmeden önce Medi­ne'yi yurt edinenler ve imanı kalple­rine sindirmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler, onlara veri­len şeylerden dolayı içlerinde bir ha-sedlik hissetmezler; kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerin­den önce tutarlar. Kim nefsini mal hırsından korunursa, işte asıl kurtu­luşa erenler bunlardır."

Erbain:

Kırk demektir. Halk ara­sında kış mevsiminin en soğuk günleri olarak 21 Aralıktan itibaren gelen kırk gün için erbain denilir. Tasavvufta ise, tarikate bağlanan dervişin her şeyden el etek çekip kırk gün süreyle çilehaneye kapanmasına erbain çıkarmak denir.



Erkam'ın Evi:

Mekke'de müslümanlığı kabul eden ilk sahabilerden biri olan Erkam bin Ebi'l-Erkam'a ait, Pey­gamber Efendimiz'e ve ilk müslüman­lara İslam'ın ilk yıllarında adeta bir sığınak görevi yapmış olan ev. Mekke'­nin zengin ve itibarlı ailelerinden Mahzumoğullarına mensup olan Erkam bin Ebi'l-Erkam, Hz. Ebu Bekir'in tebliği sonucu, kaynaklara göre müslüman olan ilk on beş kişiden birisi olarak İslamiyeti kabul etmiştir. Peygamber Efendimizle birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Medine'ye ilk hicret eden­lerden olan Erkam, İslam tarihindeki ününü daha çok 'evi'nden almaktadır. Erkam'ın, Kabe'nin batısında, Safa ile Merve arasında, Safa tepesinin etekle­rinde bulunan evi İslam tarihinde özel ve önemli bir yere sahiptir. İlk müslümanların en sıkıntılı zamanlarında evini Peygamber Efendimiz'in ve İslam'ın hizmetine sunmuştur. Hz. Peygamber, İslam'ı tebliğ için elverişli ve emin bir yer olan Erkam'ın evine taşınmış ve bir süre buradan tebliğ görevini yerine ge­tirmiştir. Resulullah'ın Erkam'ın evinde ne kadar kaldığı konusu tartışmalı ol­makla baraber, 615-617 yılları arasında kendi evini terk ederek buraya yerleş­tiği yaygın olarak kabul edilmektedir. İslam'a gönül verenler bu evde bir araya gelir, cemaatle namaz kılar ve nazil olup, Peygamberimiz tarafından kendi­lerine okunan Kur'an ayetlerini öğrenirlerdi. Anlaşılıyor ki, pek çok kişinin hem müslüman olmasına, hem de İslamiyeti öğrenmesine Erkam'ın evi sahne olmuştur. Bunlardan en önemlisi ise, şüphesiz Hz. Ömer'in İslam'ı kabu­lüdür. Müslümanlarla çarpışmak için Erkam'ın evine gelen Ömer, burada ilahi hakikate boyun eğince, İslam tebliği bir dönüm noktasına ulaşmış oldu. Zaten bu olaydan sonra da Hz. Peygamber Erkam'ın evinden ayrıldı. Çünkü artık müslümanlar Hz. Ömer'le güç kazanmış ve açık açık tebliğ dö­nemi başlamıştır. Müşriklerin amaasız baskı ve işkencelerinin sürdüğü dönemde müslümanlar için bir merkez ve karargah olmuş olan Erkam'ın evi müslümanlar tarafından Darü'l İslam, Beytü'l-İslam gibi saygılı ifadelerle anılmıştır. Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesinde yıkılmış ve arsa­sı Harem'e katılmıştır.



Esatirü'l-Evvelin:

Evvelkile­rin uydurmaları, öncekilerin hikayele­ri, masalları anlamına gelen bu terkip, Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Yüce Allah bu ayetlerde, kafirlerin Kur'an-ı Kerim'i böyle iddialarla küçük düşür­meye kalkıştıklarını belirtmektedir:



"... Kafirler de (Kur'an-ı Kerim hakkında) "bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.11 "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman:

“İşittik, istesek biz de bunun aynısını söyleyebiliriz. Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” de­diler.12 "Onlara 'Rabbiniz ne indirdi?” diye soruldu­ğunda,

“Öncekilerin efsanelerini” dedi­ler.13 Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde de bu ifade kafirlerin dilinden aktarılmaktadır. Edebiyatta ve dili kullanmakta çok usta olan Arap müşrikler, Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü anlatımı, mucize özelliği dolayısıyla önce şaşırmışlar, ardından da onun bu özelliklerini ve Allah ke­lamı oluşunu örtbas etmek için, Pey­gamberimize şair, sihirbaz vb. sıfatlarla iftira atmışlar, Kur'am da işte böyle ifa­delerle küçük düşürmeye kalkışmışlar­dır. Fakat yüce Allah onlann bu iddia­larına karşı pek çok ayette meydan oku­yarak, Kur'an'ın bir benzerini, hatta bir suresinin bir benzerini getirmelerini is­temiş ve getiremeyeceklerini ifade etmiştir. Nitekim getirememişlerdirde. Böylece Kur'an-ı Kerim'in, esatirü'l-evvelin (öncekilerin uydurması) değil, geçmiş toplumların başına gelenleri ibret için etkileyici bir dille anlatan ve gelecek zamana doğru yaşayacak olan bütün insanların ders alarak kendisine uymaları gereken bir ilahi kitap olduğu açıkça ispatlanmıştır.

Esbâb-ı Nüzul:

Kur'an-ı Kerim âyetlerinin iniş sebepleri" demektir. Sebeb-i nüzul, "Hz. Peygambere sorulan bir soru veya bir olay dolayisıyle bir veya birden fazla âyetin indirilmesine sebep olan şey"dir. Esbâb-ı nüzul ise bunun çoğuludur.

Değişik sebeplerle ve çeşitli olaylara göre inen âyetler, ayrı ayn hükümleri kapsadığından bilhassa tefsir ve fıkıh ilimlerinde sebeb-i nüzulün, âyetlerin açıklanmasında büyük bir rolü olmuş­tur. Bu konuda İbn Teymiyye "Âyetle­rin iniş sebeplerini bilmek, onların anlaşılmasını kolaylaştırır" demiştir.

Esbâb-ı İlim:

İlmi elde etme yol­ları" dernektir. Bunlar üç kısma ayrılır: 1- Akıl, 2- Beş duyu: Görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama vasıtaları. 3- Haber-i sâdık: Gerçek veya gerçeğe uygun olan haberdir. Haber-i Sadık, ikiye ayrılır:



a) Haber-i Mütevatir: Yalan üzerinde birleşmelerini aklın almayacağı bir gru­bun söylemiş oldukları haberdir.

b) Haber-i Resul: Peygamberlerin bil­dirdikleridir.

Eser:

Bir nesnenin varlığına delalet eden şey, iz, belge, bir nesnenin yerinde kalan bakiyesi, kılıç yarası, yürüyen bir kimsenin ayaklarının yerde bıraktığı şekil veya iz" gibi manalara gelir. Hadis anlamında da kullanılmaktadır. 14



Esfel-i Safilin:

En aşağı yer. Ce­hennemin en aşağısı. 15

ESİR: Savaşta düşmana tutsak olan kimse. Kur'an-ı Kerim'de yüce Allah kafirlerle yapılan savaşta onlardan yakalananların esir edilmesini emretmek. Savaştan sonra ise bunların ya bir lütuf olarak, ya da fidye karşılığı salıverilebileceğini belirtmiştir.16Peygamber Efendimiz ise düşmana tutsak olan müslümanlar hakkında, "Düşman elindeki esirlerini­zi hazineden para vererek olsa bile kur­tarınız" buyurmaktadır.

Esmâ-i Hüsnâ:

İki kelimeden mey­dana gelmiş olan bir terimdir. Esma, "İsimler"; Hüsnâise, "en güzel" demek­tir. Esmâ-i Hüsna, "En güzel isimler" anlamına gelir. Bu terim, yalnız Al­lah'ın 99 ismi için kullanılır.

Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde siz onu o güzel isimleriyle çağı­rın (dua ve ibadet edin)..17

Allah'ın isimleri, Allah tarafından belli sayıda tutulmuş, belirtilmiş ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Bu isimlerin ve sıfatların ayrı ayn hikmetleri ve sırlan vardır. Ele aldığımız bir cismi, incelediğimiz bir canlıyı veya baktığımız bir sistemi ancak Esmâ-i Hüsnânın ondaki tecelli ve tezahürleri­ni görebildiğimiz nisbette onu anlamış ve kavramış oluruz. Sevgili Peygambe­rimiz (s.a.s)in sık sık Cenab-ı Hak'tan kendisine eşyanın hakikatini gösterme­sini istemesinin hikmeti de bu olsa gerek.

Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayn yerlerde geçen ve hadis-i şeriflerde ise topluca zikredilen Esma-i Hüsna'yı okuyan, ez­berleyen ve bunlardan biriyle Cenab-ı Hak'ka dua ve niyazda bulunan mü'minlere büyük mükafat vadediliyor.

Bakınız bu hususta Sevgili Peygam­berimiz (s.a.s)ne buyuruyor:

"Şüphesiz Allah'ın doksan dokuz (yani) yüz eksi bir ismi vardır. Kim bu isimleri (tamamen sayarsa cenne­te girer." 18

"Şüphesiz Allah'ın doksan dokuz (ya­ni) yüz eksi bir ismi vardır. Allah, şüphesiz (zat ve sıfatlarında) tekdir (yani eşi, ortağı ve benzeri yoktur), tek olanı sever. Kim o doksan dokuz ismi hıfzedip ezberlerse cennete girer. O isimler şunlardır.



Allah: İbadete yegane layık ve müs-tehak olan, eşi ve benzeri olmayan, nok­san sıfatlardan münezzeh, kemal sıfat­larla muttasıf, ezeli ve ebedi olan Zat-i Bâri'nin özel ismidir. Diğer isimlerin anlamlarını kendisinde toplamıştır. Bazı alimlere göre bu lafız, İsm-i A'zam'dır.

er-Rahman: Dünyada bütün canlılara merhamet eden.

er-Rahim: Ahiret hayatında yalnız mü'minlere merhamet eden.

el-Melik: Mülkün mutlak sahibi.

el-Kuddus: Ayıplardan, kusurlar­dan, noksan sıfatlardan münezzeh olan.

el-Latif: Her türlü noksanlıklardan selamette olan veya kullarını tehlikeler­den selamete çıkaran.

el-Mü'min: Kullarına verdiği va'di yerine getiren, mü'minleri ahirette azaptan emin kılan.

el-Müheymin: Yarattıkların her türlü hallerini gözetleyen ve onları himayesi altında bulunduran.

el-Aziz: Mağlubiyet bilmeyen, daima galip ve güçlü olan.

el-Cebbâr: Hükmünü bütün varlıklar üzerinde yürüten, dilediğini zorla yaptırabilen.

el-Mütekebbir: Azamet ve kibriya sahibi, yüce ve ulu.

el-Hâlık: Yoktan vareden, yaratan.

el-Bâri: Bir örneğe, bir modele ihti­yaç duymadan yaratan.

el-Musavvir: Her şeye bir şekil ve suret veren.

el-Gaffar: Günahtan bağışlayan, af­feden.

el-Kahhar: Bütün güçleri yenen, is­yankarları kahreden, mağlub eden.

el-Vehhab: Karşılıksız veren, bağışta bulunan.

er-Rezzak: Rızık veren, rızıklandıran.

el-Fettâh: Kullarına, rahmet, hayır ve rızık kapılarını açan.

el-Alîm: Gizli ve açık olan herşeyi hakkıyla bilen.

el-Kaabıd Ruhları kabzeden, canları alan.

el-Bâsit: Ruhu rahatlatan, ömrü uza­tan, rızka yayan.

el-Hâftd: Dilediğini alçaltan.

el-Râfi: Dilediğini aziz, güçlü kılan.

el-Müzill: Dilediğini zelil kılan, hor ve hakir kılan,

es-Semi': Her şeyi hakkıyla işiten.

el-Basir: Her şeyi hakkıyla gören.

el-Hakem: İyiyi kötüden, hakkı batıldan tam olarak ayıran.

el-Adi: Adaletle hükmeden, mutlak adalet sahibi.

el-Latif: Sonsuz lütuf sahibi, lütfükar.

el-Habir: Her şeyden haberdar olan ve her şeyin iç yüzünü bilen.

el-Halim: Hilm sahibi olan,

el-Azîm: İnsan aklının erişemeye­ceği derecede büyük olan

el-Gafur: Çok bağışlayıcı olan.

eş-Şekûr: İtaatkar kullarını öven, birazıcık iyi amele karşılık çok sevap veren.

el-Aİiyy: Yüksek ve yüce olan.

el-Kebir: Zâtı ve sıfatları büyük olan.

el-Hafız: Varlıkları koruyan, muha­faza eden.

el-Mukit: Rızıklan, bedeni küvetleri yaratan.

el-Hasib: Hesaba çeken.

el-Celîl: Büyük ve yüceolan.

el-Kerim: Çok cömert olan.

el-Rakib: Gözeten.

el-Mucib: Duaları kabul eden.

el-Vâsi: İlmi ve rahmeti geniş olan.

el-Hâkim: Her şeye hakim olan, her şeyi yerli yerinde yapan. Hikmet sahibi.

el-Vedüd: Mü'minleri seven ve mü'minlertarafından çok sevilen.

el-Mecid: Lutfu ve keremi bol olan.

el-Bâis: Öldükten sonra dirilten.

eş-Şehid: Hazır ve nazır olan, her şeyi hakkıyla gören şahid.

el- Hakk: Varlığı gerçek olan.

el-Vekil: Dilediği kulların işlerini ve menfaatlerini tekeffül eden.

el-Kaviyy: Gücü her şeye yeten gerçek güçlü.

el- Metin Çok güçlü olan, sağlam, sarsılmayan.

el-Veliyy: Yardımcı, gerçek dost.

el-Hamid: Her dille övülen. Övülme­ye en layık olan.

el- Mühsi Bütün eşyayı kavrayan ve sayılarını bilen.

el-Mübdi: Her şeyi bir örneğe ihti­yaç duymadan yoktan vareden, ilk defa yaratan.

el-Muîd: Bütün varlıkları öldürdük­ten sonra tekrar dirilten.

el-Muhyi Dirilten, hayat verip yaşa­tan.

el-Mümit: Öldüren.

el-Hayy: Her zaman diri olan, sonsuz hayat sahibi.

el-Kayyum: Bütün varlıkları muha­faza eden ve ayakta tutan.

el-Vacid: İstediğini istediği anda bulan, zenginliğinden hiç bir şey eksil­meyen varlıklı.

el-Mâcid: Sınırsız şan ve şeref sahibi olan.

el-Vâhid: Ortağı ve benzeri olmayan, tek olan.

Es-Samed: Hiçbirşeye muhtaç olma­yan, bütün ihtiyaçlann giderilmesi için başvurulan tek merci.

el-Kadir: Kudretli, herşeye gücü yeten.

el-Muktedir: Mutlak iktidar sahibi.

el-Mukaddim: İstediğini istediği şekilde önesü ren.

el-Muahhir: Geri bırakan.

el-Evvel: Ezelden beri var olan, başlangıcı olmayan, ilk.

el- Âhir: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.

ez-Zâhir: Varlığı apaçık olan.

el- Bâtın: Yaratıkların gözlerinden gizli olan.

el-Vâlî: Bütün eşyada tasarruf sahibi.

el-Müteâlî: Şanı yüce olan.

el-Berr: Kullarına karşı atıfetli, çok iyilikte bulunan.

et-Tevvâb: Tövbeleri kabul eden.

el-Müntakım: İstediği kimselerden intikam alan.

el-Afüvv: Çok affeden.

er-Raûf: Çok merhametli olan. Mâlikü'1-Mülk: Mülkün gerçek sa­hibi.

zü'1-Celal ve'1-İkrâm: Celâl (büyüklük) ve ikram (kerem) sahibi.

el-Muksit: Âdil, adalet sahibi.

el-Câmi: Hesap günü için kullarını toplayan, biraraya getiren.

el-Ğaniyy: Zengin, hiçbir şeye ihti­yacı olmayan.

el-Muğni: İstediğine zenginlik vererek muhtaç olmaktan kurtaran.

el-Mâni: İstediği şeylere engel olan.

ed-Dârr: Dilediğine zarar veren.

en-Nâfi: Dilediğine fayda veren, iste­diğini menfaatlendiren.

en-Nur: Aydınlatan ışık. Yolunu şa­şıranlar, O'nun gösterdiği hidayet yolu ile aydınlanır.

el-Hâdi: Dilediğini doğru yolaileten.

el-Bedi1: Eşsiz ve örneksiz olarak ya­ratan, icad eden.

el-Bâkî: Devamlı olan, fani olmayan.

el-Vâris: Mülkün gerçek sahibi.

er-Reşid: Kullarına doğru yolu gösteren.

Es-Sabûr: Aceleci olmayan, çok sabırlı olan. 19

Esmâ-i Hüsnâ Hakkında Görüşler:

Hattabi, Esmâ-i Hüsnâ hakkında şöy­le diyor:

Allah'ın isimlerini saymak birkaç şekilde olabilir. Bunlar:

1- Allah'ın isimlerinin tamamını say­maktır. Yani Allah'ı bu isimlerle anmak ve övmektir. Mü'min, Allah'ın isimleri­nin bir kısmını saymakla yetinmez, tamanını zikreder ve böylece âyet ve hadislerde işaret edilen müjdeye nail olur.

2- Allah'ın doksan dokuz isimlerinin manalarını birbir tefekkür etmek, muktezasıyla amel etmektir. Allah'ın isimlerinin manalarını bir bir düşünen bir mü'min, yalnız Allah'a dayanır, yalnız O'na inanır ve yalnız O'na güvenir. Ve yanlız O'na sığınır. Allah'ın Rezzak'ı hakiki olduğuna inandığı için rızık ındişesinede kapılmaz.

3- Allah'ın doksan dokuz ismini manalarıyla birlikte öğrenmektir.

İbn-i Cevzi, yukarıdaki hususları sıra­ladıktan sonra şöyle diyor:

Allah'ın isimlerini saymak, Kur'an-ı Kerim'i hatmetmekle olur. Çünkü Al­lah'ın doksandokuz ismi Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur.

Netice itibariyle Esma-i Hüsnâ'yı ez­berleyen, okuyan, okudukça manalarını tefekkür eden, tefekkür ettikçe de muk-tezasıyla amel eden bir mü'min büyük sevap kazanır ve büyük mükafatlara na­il olur.



Eş'ariyye:

Ehl-i sünnetin itikâdî mezheplerinden birine verilen isimdir. Kurucusu olan Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'ye nisbete bu isim verilmiştir. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin asıl ismi Ali, baba­sının adı da İsmail'dir. 873 yılında Basra'da doğmuş, 935'te de Bağdat'ta vefat etmiştir. Hocası Cubbâî ile ara­sında geçen bir münakaşadan sonra Mutezile mezhebinden çıkmış Ehl-i Sünnet mezhebini savunmaya başla­mıştır. Maturidî mezhebinden başlıca onbeş meselede aynlıyorsa da hedef bir olduğu için ikisi de haktır. Mâliki, Şâfıî ve bir kısım Hanbelî'ler, itikatta Eş'aif-dirler. Bu mezhep daha çok Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'da yayılmıştır. 20


Eşratü's-Saa: 21




Eşref-i Mahlukat:

Yaratılmışların en şereflisi, en değerlisi anlamına gelen bu söz insanoğlu hakkında kul­lanılır. Kur'an'ın ifadesiyle Allah'ın "en güzel bir şekilde yarattığı insan", eğer Allah'akarşı kulluğunu bilip, bunun ge­reklerini yerine getirirse bu sıfatı kaza­nır.



Evamir-i Aşere:

On emir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya Tur dağında bil­dirdiği ve İsrailoğullarının uymaları gereken on kural. Buna göre yahudilere puta tapmamaları, tek bir Allah'a inan­maları; Allah'ın adını saygı ile anma­ları; Altı gün çalışıp yedinci gün (cu­martesi) dinlemeleri; ana-babaya saygı göstermeleri; Adam öldürmemeleri; zina etmemeleri; Yalan söylememe­leri; Hırsızlık yapmamaları; Komşula­rının ırzına, malına canına göz dikme­meleri ve haram olan kurbanı kesme­meleri emredilmiştir.



Evlenmek:

Kadın ve erkeğin ni­kah bağı ile birleşmesi, yuva kurması" demektir. Evliliğin huzur içinde devam edebilmesi için sağlam temeller üzeri­ne oturması lazımdır. Sağlam temeller üzerine kurulmayan aile yuvaları uzun ömürlü olmaz. Günün birinde yıkılma­ya ve dağılmaya mahkumdur.

Yüce Rabhimiz; bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyuruyor:

İçinizden bekarları ve köleleri­nizden, cariyelerinizden salih (mü'­min) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları (evlenmeleri saye­sinde) fazl(ü kerem)iyle zengin ya­par. Allah(ın lütfü) boldur, (o, her şeyi) hakkıyla bilendir. Nikaha (ev­lenmeye) çare bulamayanlar, Allah kendilerini fazl(u kerem) inden zen­gin kılıncaya kadar (zinaya karşı) if­fetlerini korusunlar." 22

Cihan tarihinin en büyük sultanı Sev­gili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde meâlen şöyle buyuruyor:

Ey gençler topluluğu, kimin evlen­meye gücü yeterse evlensin. Zira evli­lik gözü (harama) daha çok yuman, ırzı daha çok koruyan (bir yol)dur. Kimin de buna gücü yetmezse oruç tutsun.”

İslâmi manada evlenmek, sıcak bir aile yuvasına sahip olmak, anne ve baba hüviyetini kazanmak sünnettir. Fahri âlem (s.a.s)in sünneti. Evlenmek, insa­nı olgunlaştırır. Gençliğin vermiş oldu­ğu taşkın hareketlerden kurtarır. Bir so­rumluluk yükler insana. Aile yuvası kurmanın şerefini kazandırır. Evlen­mek, aile saadeti ve mutluluğuna erdirir insanı. İşte bunun içindir ki, Fahr-i âlem (s.a.s) bu hususa işaret ederek şöyle bu­yuruyor:

"Kim benîm fıtratımı severse sün­netimle amel etsin. Nikah (evlilik) de benim sünnetimdir." 23

Biriniz şükredici bir kalp, zikredici bîr dil ve ahiret işine yardımcı mümine bir zevce edinmeye baksm."

Allah kime saliha bir kadın (ile ev­lenmek) nasip ederse, dininin yarı­sında ona yardım etmiştir. Geri kalan yarı(sı için) de Allah'dan kork­sun."

"Evli bulunan kimsenin kılacağı iki rekat (namaz) bekarın (kılacağı) seksen iki rekat(ın)dan hayırlıdır."

"Evleniniz çoğalınız. Zira ben, kı­yamet günü sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere (karşı) iftihar ederim."

Evlenmek, Allah ve Resulünün rıza­sına uygun olmalıdır. Peygamberimi­zin sünnetine uygun olmalıdır. Öz ifa­de ile evlilik İslâmi olmalıdır. İslâmi ol­mayan evlilik kısa ömürlüdür. İslâmi olmayan evlilik kısa bir zaman sonra bir takım huzursuzluklar sonunda yıkılma­ya mahkûmdur. İslâmi temellere da­yanmayan bir evlilikte bereket olmaz. Böyle bir evlilikte saadet ve mutluluk, huzur ve rahatlık hep maddeye dayanır. Madde bitince huzurda biter. Saadet ve mutluluk kaybolur. Yuva yıkılır. İslâmi olmayan evlilikte erkek ve kadının göz­leri maddeden başka bir şey görmez. İşte bunun içindir ki sevgili Peygambe­rimiz (s.a.s) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde;



"Kadınları yalnız güzellikleri için nikahlamayın. Muhtemeldir ki gü­zellikleri onları ahlakça alçaltabilir. Onlarla mallarının hatırı (zengin­liği) için de evlenmeyin. Belki mal­ları kendilerini azdırır. Kadınlarla dindarlıkları yüzünden evlenin. Mu­hakkak, yırtık elbiseli siyah fakat dini bütün ahlakı güzel bir kadın da­ha kıymetlidir." 24Evlenecek kadın ve erkeğin birbirle­rini görmeleri dinimizde caizdir. Ev­lenmek niyetiyle bakılır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde meâlen:

Sizden biriniz bir kadını istemek dilediğinde ona (yüzüne) bakmasın­da vebal yoktur. Bu bakış, ancak (o kadını) istemeye karar verdiği için (caiz) olur. Her ne kadar kadın (bu­nu) bilmemiş olsa bile." 25

Evlenecek erkeğin, alacağı kadının yüzüne bir defa bakması, kurulacak aile yuvasının ileride sarsıntı geçirmemesi, bir takım huzursuzlukların meydana gelmemesi karı-koca arasındaki sevgi­nin azalmaması bakımından caiz görül­müştür.

İslâmi nikah, velinin ve iki şahidin huzuruda yapılır. İki erkek şahidin bu­lunması, erkek yoksa bir erkek yerine iki kadın şahidin bulunması yeterlidir.

Bu konuda Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

"Nikah, ancak velinin izni ve iki şahid hazır olması) ile (sahih) olur."

Nikahta erkeğin açıkça, kızı veya kadını zevceliğe kabul ettiğini ifade et­mesi; buna karşılık evlenecek kadın dul ise açıkça söylemesi, eğer kız ise o zaman sükut ederek başını öne eğmesi gerekir. Yine bu konuda sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz:

Dul olan (kadın) içinden geleni (konuşarak) açıklar. Bakire (kızın evlenmeye) rızası ise sükut etmesi­dir." buyuruyor.

Evlenirken nikahın teşhir edilmesi, duyrulması; eşe, dosta, akrabalara, ta­nıdıklara komşulara haber verilmeside sünnettir.

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde:

"Nikah aktini teşhir ediniz." buyuruyor

Kainatın eşsiz sultanı Fahri âlem Peygamber Efendimiz (s.a.s), nikahta mihir konusuna da dikkatimizi çekerek



"Mehrin hayırlısı (ödenmesi) ko­lay olanıdır." buyuruyor.

Evlilik için yapılan düğün, İslâmi, Allah ve Rasulünün rızasına uygun ve sade olmalıdır.

Evlenen çiftler o gece abdest almalı ve iki rekat namaz kılmalıdır. Ellerini Evliliklerinin hayırlı olması, yuvalarının devamlı olması, huzur, saadet ve mutluluk içinde yaşamaları, aralarında hiçbir zaman fitne ve vesvese rüzgar­larının esmemesi kem bakışlardan ko­runmaları ve doğacak çocuklarının salihlerden olması için Allah'a dua ve ni­yazda bulunmalıdırlar.

Evlilikte Erkekte Bulunması Gere­ken Şartlar:



1) Takva sahibi olmalıdır. Yani inan­cı bütün, ameli salih olmalıdır.

2) Ahlaken mükemmel olmalıdır. Resullüllah (s.a.s)

"Dini ve ahlakından hoşnut olduğunuz biri size geldiğin­de kızınızı ona nikahlayınız" buyur­muş, fakir olursa da mı diye soranlarada yine aynı cevabı tekrarlamıştır...

Evlilikte Kadında Bulunması Gere­ken Şartlar:

1) Dindar olmalıdır. Peygamberimiz

"Bir kadın dört özelliğinden dolayı nikah edilir: Malından, güzelliğin­den, nasehinden, dininden. Sen bun­ların dini bütün olanını seç, Allah malını çoğaltır,” buyurmuşlardır.

2) Mal ve güzellik ilk şart olarak aran­mamalıdır. Peygamberimiz kadının seçimi ile ilgili olarak şöyle buyuruyorlar.

"Kadınları yalnız malı ve güzelli­ği için nikahlayan kimse, onun mal ve güzelliğinden mahrum olur."

3) Hayırlı biri olmalıdır. Hayırlı kadı­nın ölçüsünü de Peygamberimiz şöyle bildiriyor:

"Baktığı zaman onu sevin­diren, emrine itaat eden, kocasının mal, can ve namusunu emniyetle tes­lim edebildiği kadındır."

Huzurlu bir evlilik için yapılan ön hazırlıklar şunlardır:



1) Evlenmeden önce kız ve oğlanın birbirini görmeleri: Resulüllah Muğire b. Şube'y'e "Evlenmek istediğin kadına bak, çünkü evlenmeden önce gör­men aile yuvanı daha sağlam kılar." diye tavsiyede bulunmuştur.

Şüphesiz ki görmeninde bir sınırı var­dır.



2) Dünürün gidip Allah'ın emri ile is­temesi.

3) Düğün merasimi: İsraftan, göste­rişten, kibirden, gururdan kıskançlığa yol açacak davranışlardan kaçınmak, İslamın emir ve yasaklarına dikkat et­mek suretiyle meşru eğlenceler ile dü­ğün yapmak.

Huzurlu bir aile yuvası için karı-kocanın aile içerisindeki görevlerini bilmeleri gerekir: Kocanın görevleri şunlardır:



1) Ailenin geçimini temin etmek,

2) Hanımına karşı iyi davranmak,

3) Mihrini ödemek,

4) Karısına dinini öğretmek,

5) Anasını, babasını ziyaret etmesine izin venııek,

Kadının görevleri:



1- Kocasına itaat etmek Kur'an'da Allah'a itaatten sonra kocaya itaat zik­redilmiştir. Peygamberimiz de

"Alla­h'a yemin olsun ki kadın kocasının hakkını tam olarak yerine getirme­dikçe Rabbinin hakkını tam olarak ifa etmiş olamaz." buyurmuştur.

Kocaya itaat şekli Ahkam-ı Nur'aniyede şöyle açıklanıyor;

"Allah'ın emir ve yasaklarına ters düşmeyecek şekilde kocanın emir ve yasaklarına uyması, yanında yüksek sesle konuşmaması, adıyla seslenmeyip ona saygı ifade eder bir tarzda hitap etmesi, iftirada bulun­maması, sözünü kesip önüne geçme­mesi, başkalarının yanında küçük düşü­rücü, onur kırıcı söz ve davranışlardan sakınması..."

Kadına kocasına karşı bu örnek itaatından dolayı cennet vadedilmiştir. Peygamberimiz böylesi kadınlara şu müjdeyi veriyor:



"Kadın beş vakit namazını kılar, kendisini yabancılara karşı korur ve kocasına itaat ederse ken­disine hangi kapısından isterse cennete gir denir."

2- Yatağını terk etmek,

3- Kocası için süslenmek,

4- Kocasına eziyet etmemek

5- Ev işlerini görmek,

6- Kocasından fazla bir şey isteme­mek,

7- Namusunu ve evini korumak,

8- Kocasından izinsiz nafile ibadet et­memek,

9- Kocasının izni olmadan çalışma­maktır.

Aile yuvasının kurulmasında takip edilmesi gereken yol şudur:

Evlenecek eşler dinin belirlediği öl­çüler içerisinde birbirini görmeli ve tanımalıdırlar.

Evlenmeye karar verdiklerini anne ve babalarına bildirdikten sonra erkeğin ailesinden; anne, baba ve yakınlarından oluşan bir "görücü heyeti" kızın ailesini ziyaret ederek, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere kızlarına talip olduk­larını bildirirler. Bu görüşmeye, "dünür gitme" denir.

İki tarafın aileleleri birbirlerini daha önceden tanımıyorlarsa, araştırma için izin isterler. Tanıyorlarsa hemen karar verebilirler.

Aileler de uygun görür ve evlenmele­rine karar verilirse, yeni bir aile yuvası için ilk adım atılmış olur. Herkes duru­mu bilir ve o kıza başkaları dünür olarak gitmez.

Bundan sonra düğün hazırlıkları baş­lar... Nikah kıyılır. Böylece, evlenen çiftlere bazı sorumluluklar yüklenmiş olur.

Düğün, evliliğin geniş çapta ilanıdır. Masraflı olabilir. Fakat, hayatlarının çok önemli bir dönüm noktası olan evli­liklerinin tatlı bir hatırası olarak, israf ve gösterişten kaçınmak şartıyla, düğün yapılması gençler için de önemlidir. Zira her genç kız rüyülanndaki gelin­liği giymek, kına yakmak ister. Deli­kanlı da damat elbiselerini giymek, damat traşi olmak ister...

Nikah Merasimi:

Evlilik akdini gerçekeştiren dini ni­kahtır. Nikah akti erkek ile kadın ara­sında bir takım haklar tesis eder ve birbirlerinden meşru bir şekilde istifade etmek hakkı doğurur.

İslam'da nikahsız evlilik mümkün değildir.

Nikahta insan nesline saygı vardır. Nikahsız meydana gelmiş çocuklar­dan oluşan toplumlarda nesep karışık­lığı olur. Karışık nesiller arasında fiziki ve ruhi çarpıklıklara yol açan yasak ev­lilikler çoğalır. Bunun sonucunda ise bunalımlı birtoplum meydana gelir.

Nikahsız evlilikler, toplumları ayakta tutan ahlaki değerlerin yok olmasına sebep olur. Bu ise, toplum için en büyük felakettir...

Nikahsız evliliklerde kadın, gerçek değerini ve toplumdaki saygıdeğer ye­rini kaybeder. Karı-koca sorumluluğunda güvence kalmaz.

Nikah, yerine getirilmesi gereken basit bir formalite değildir. İnancın bir gereğidir. Zira nikahla Allah'ın emrine uyulmuş, O'nun şahadetiyle karşılıklı sorumluluk yüklenmiş olur. Nikah sıra­sında karşılıklı verilen sözlerle Allah'ın şahitliğinin ağırlığı vardır. Dolayısıyla nikah kıyıhrken verilen sözler aynen yerine getirilir.

Bu inanç ve anlayış içerisinde evlen­meye karar vermiş olan gençler abdest alıp temizlenerek hocanın karşısına otu­rurlar. Dini emirler uyarınca, şahitlerin huzurunda MEHİR'in (erkeğin kadına vereceği maddi kıymeti ölçüye uygun para, mal vb.) tesbitinden sonra icap ve kabulle (eşlerinin kendi rızasıyla evlilik isteklerini belirten kesin ifade) nikah kıyılır. Merasimin başında ve sonunda yapılan hitabe, tevbe, istiğfar ve hayır dualarla nikah tamamlanır, taraflar kut­lanır.


Evliya:

Aslında veli kelimesinin çoğulu olan ve veliler demek olan bu kelime Türkçede tekil gibi kullanılır. Allah'a yakın olan, keramet sahibi kimse, Allah dostu, eren, ermiş demek­tir. Tasavvufta Allah'a kavuşan, arif, aşık, Allah'ın has kulu anlamındadır. Dini hükümleri yerine getirme konu­sunda son derece titiz davranan ve kalp gözü açık olan bukimselerde keramet görülebilir.26 Kelam alimlerine göre ise, Allah'ı tanı­yan, ibadetlerini sürekli yapan, günah­lardan kaçınarak nefsiyle cihat eden, bayağı arzu ve zevklere dalmayarak ru­hunu arıtan kişiler Allah'a yakın veli kullardır.



Evrad:

Virdler demektir. Ayet ve ha­dislerden derlenen ve daha çok tarikat mensuplarınca belli zamanlarda oku­nan dualar. Tarikatlerin kendilerine göre ayrı ayrı evradı vardır.



Evs:

Ensarın bir kısmını oluşturan Medineli bir kabile. Daha önce Yemen bölgesinde yaşamakta olan Evs kabile­si mensupları, Hazrec ile birlikte kuze­ye Medine'ye göçtüler. Burada bulunan yahudilerle bir süre barış içinde yaşadıktan sonra, özellikle yahudilerin kış­kırtmaları üzerine, kardeş kabile Haz­rec ile reislik ve kan davaları sebebiyle birbirlerine düştüler. Yıllar süren bu kavgalar özellikle daha az sayıda olan Evs'i iyice yıpratmıştı. Tam bu sırada Mekke'ye giden bir gurup Hazredinin müslüman olmaları onların da İslama yönelmelerine sebep oldu. Nitekim I. Akabe beyatmda on Hazredi ile birlik­te iki de Evsli bulunuyordu. II. Akabe'de ise daha kalabalık bir şekilde katıldılar ve Hz. Peygamber'e eğer şehirlerine hicret ederse kendisini, mal­larından, canlarından, yakınlarından daha çok koruyacaklarına dair söz ver­diler. Gerçekten de hicretten sonra Hazrecliler gibi onlar da Peygamber'e ve Mekkeli Müslümanlara can-ı gönülden kucak açtılar. Öylece 'ensar’ yardım­cılar sıfatına hak kazandılar. Üstelik bundan sonra Hazreclilerle olan cahiliye dönemi kavgalarınıda bıraktılar. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hazreclilerin Sa'd bin Ubade'yi aday göster­melerine karşılık, Evsliler Hz. Ebu Bekir'i desteklemişler, zaten kısa bir tartışmadan sonra Hazrecliler de Hz. Ebu Bekir'in halifeliğini kabul etmişlerdi.



Evtad:

Direkler anlamına gelen bu kelime, ricalü'1-gayb denilen dört bü­yük veli hakkında kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de ise evtad kelimesi zatü'l-ev­tad (direkler kazıklar sahibi anlamında) şeklinde Firavun için kullanılmıştır. Müfessirlere göre Kur'an'ın bu ifadesi, kazıklar çakıp ordusuna çadırlar kurdu­ğu veya insanları kazığa oturttuğu için veya köklü mülk sahibi, büyük ordu sa­hibi olduğu için Firavun, zatü'l-evtad diye anılmıştır: "(Rabbinin) Güç ve kudret sahibi (zatü'l-evtad) Firavun'a ne yaptı? Ki o firavun ve kavmi ülkelerin­de azgınlık yapmışlar, bozgunculuğu artırmışlardı. 27



Evtas Olayı:

Huneyn gazvesinden sonra (h.8.yıl) müslümanlann başına gelen olay. Mekke'nin fethinden sonra, İslam'a düşmanlık besleyen Nasr oğul­lan kabilesi lideri Malik bin Avf, Hevazin ve Sakif kabilelerini de yanma ala­rak müslümanlara savaş açmış ve ordu­sunu Huneyn'e getirmişti. Hz. Peygam­ber de İslam ordusunu hazırlayarak bunların üzerine yürüdü. Fakat müslüman askerler sayılarının çokluğuna güvenerek gururlanmış ve tedbiri elden bırakmışlardı. İşte bu sırada düşman, müslümanlann gafil durumundan ya­rarlanarak, ok yağmuruna başlamış ve bozguna uğratmıştı. Savaş alanında Hz. Peygamber ile birlikte en yakın ashabı kalmış, ordudaki askerlerin çoğu kaç­maya başlamıştı. Bu arada bazı müna­fıklar da aradıkları fırsatı bulmuş gibi, "artık büyü bozuldu" şeklinde sözler söyleyerek, Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olmadığını ileri sürmeye bile kalkıştılar. Hatta daha önceki savaşlarda öldürülen akrabalannın inti­kamını almak için Peygamber Efendi­mize saldıranlar bile oldu. Fakat bizzat yüce Allah tarafından korunmakta olan Resulullah'a bir şey yapamadılar. Çok geçmeden, Hz. Peygamber'in ve yanın­daki sadık ashabının cesaretiyle müslümanlar tekrar toparlandılar ve kafirleri bozguna uğrattılar. Malik bin. Avf Taife kaçtı. Müşrik kabilelerden bir kısmı da Nahle ve Evtas ovalanna çekildiler. Hz. Peygamber, Malik bin Avf ı izleyerek Taif i kuşattı ise de Ha­ram aylar girdiğinden sonuç alınamadı. Bu arada İslam ordusunun bir kısmını da Evtas ovasına kaçan müşiklerin üzerine gönderdi. Ebu Musa el-Eşari komutasındaki müslümanlar burada asileri yenerek pek çok ganimet ve esir ele geçirdi. Bunlar arasında Hz. Pey­gamber'in sütkardeşi Şeymabinti Haris de bulunuyordu. Efendimiz onun gön­lünü aldı, hediyelerle kabilesine gön­derdi. Bu savaştan sonra ele geçirilen ganimet taksimi sırasında Resulullah (a.s) İslam'a yeni giren bazı kimselerin kalplerini ısındırmak için daha fazla pay verince, ensardan bazıları buna gücendi. Hz. Peygamber durumu izah ederek, ensarı bütün Arap kabilelerin­den daha fazla sevdiğini ve kendisinin de onlardan olduğunu söyledi. Bunun üzerine onlar da "Biz, payımıza Allah Resulünün düşmesine razıyız..." diye­rek sevinç gözyaşı döktüler. Evtas olayı ve o gün müslümanlann durumu hak­kında Kur'an-ı Kerim'in Tevbe suresi 26. ayetinde bilgi verilmektedir.



Evvabin Namazı:

Akşam nama­zından sonra kılınan altı rekattık nafile namaz.



Evvel:

Başlangıcı olmayan, öncesi olmayan, herşeyden önce. Kur'an-ı Ke-rim'de Allah'ın güzel isimlerinden birisi olarak geçer.28Hadid suresinde:

"O evveldir (kendisin­den önce hiç bir varlık yoktur), ahirdir, zahirdir, batındır. O her şeyi bilendir.”

Eyke:

Hz. Şuayb Peygamberi yalan­layan bir halkın bulunduğu yer. Kur'­an'da 'ashabü'1-Eyke1 (Eyke halkı, Eykeliler) şeklinde geçmektedir: "Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Bir zamanlar Şuayb onlara şöyle demişti : 'Allah'tan korkmaz mısınız? Şüp­hesiz ben size gönderilen 'emin' bir pey­gamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak alemlerin Rabbine aittir.29 Eykeİ'iler, Kaf suresinin 12-14. ayetle­rinde de Nuh kavmi, Ress halkı, Semud kavmi, Ad kavmi, Firavun, Lut kavmi ve Tubba kavmi ile birlikte peygamber­lerini yalanlayıp, Allah'ın azabına uğrayan bir topluluk olarak anılırlar.



Eyvallah:

Sözlük anlamı 'evet, Allah'a yemin olsun ki! demek olan bu kelime ıstılahta çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Buna göre eyvallah sözü Türkçede, evet, peki öyle olsun an­lamlarının yanında Allah'a ısmarladık, teşekkür ederim şeklindeki anlamlara da gelmektedir. Aynca kendisini Al­lah'a adamış, başka bir şeye aldırış etmeyen manasına da kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de bu sözü çağrıştırabilecek nitelikte kullanılan tek ifade 'iyverabbi'dir: "De ki: 'iyverabbi' Rabbime yemin ederim ki, O haktır.30



Eyyam-ı Ma'dude:

Sözlük anla­mı sayılı günler demektir. İslam kültü­ründe özellikle Ramazan ayı ve Kurban bayramının teşrik tekbiri alınan günleri için söylenir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:



"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de Allah'tan korkmanız için sayılı günler olarak oruç farz kı­lındı.”31

Müfessirlere göre bu ayetlerdeki sayılı günler (eyyam-ı madude) ifade­sinden kasıt, orucun istenildiği zaman değil, yılın belirlenmiş olan günlerinde, yani Ramazan ayında tutulması gerek­tiğidir. Bundan başka kurban bayramı arafesinin sabahından dördüncü günün akşamına kadar olan günler için de (ki bu günlerde teşrik tekbirleri alınır) eyyam-ı madude denilir. Ayrıca Bakara suresinin 80. ayetinde, bu ifadenin Yahudiler tarafından, Hz. Musa'nın Tur'da bulunduğu ve İsrailoğulları'nın buzağı­ya taptıkları günler kadar bir süre ce­hennemde bulunacaklarını belirtmek üzere kullanıldığı da bildirilmektedir.


Eyyam-ı Teşrik: 32




Eyyub (a.s):

Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerden birisidir. Yüce Allah Kur'an'ın Enbiya suresi 83-84. ayetlerinde ve Sad suresinin 41-42. ayetlerinde zorluklara ve hastalıklara sabırla katlandığını ve bu yüzden ailesi ile birlikte ödüllendiril diğini bildir­mektedir.



Ezan:

Sözlükte, "mutlak olarak bil­dirmek" demektir.

Terim olarak ezan, "namaz vaktinin girdiğini belirli (zikri mahsus) olan lâ­fızlar ile bildirmek"tir. Ezanın meşru kılınması Kitap, Sünnet ve icmâ ile sa­bittir. Kur'an-ı Kerim'de meal olarak:

Ey iman edenler Cuma günü na­maz için ezan okunduğu zaman Al­lah'ın zikrine koşunuz."

Hadisi şerifte meal olarak:

Namaz vakti geldiğinde içiniz­den biriniz size ezan okusun." buyu­rulmuştur.

Ezan Hicret'in birinci yılında Medine-i Münevvere'de meşru kılınmıştır. Ezan (zarurâtı diniyyeden) olarak bilindiği için inkâr eden din dışı kalır.

Ezanın dini hükmü, sünneti müekkededir. Ancak ezanı terk eden vacibi terk etmiş gibi günahkâr olur.

Hazerde ve seferde beş vakit namaz için ezan okunması sünnettir. Ancak bir mahalde ezan okunmuş ise o semt sa­kinlerinin münferit namaz kılmaları ha­linde teker teker ezan okumaları gerek­mez. Okunan ezan hepsi için yeterlidir. Ezanın vakit içinde lâfızlannda tertibe riayetedilerek okunması gerekir.

Ezan Şeklinin Tesbiti:

Müslümanlar Mekke'de iken namaz­larını gizli kılıyorlardı. Bunun için na­maz vakitlerini açıktan duyurmak üze­re bir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Medi­ne'ye hicretten sonra açıktan açığa iba­det yapmak serbestliğine kavuştukla­rından, namazlarını daha açıkça ve top­lu halde kılmaya başladılar. Bunun için de namaz vakitlerinde müslümanlan bi r araya toplayacak bir vasıtaya ihtiyaç duyuldu.

Namaz vakti yaklaşınca, müslüman­lar toplanır namaz vaktinin gelmesini beklerdi. Ancak namaz vaktim bildirir bir işaretleri olmadığından, bir kısmı çok erken, bir kısmı da geç gelirdi. Ba­zen de namaz vaktini iyi tayin edeme­diklerinden cemaate yetişemezlerdi.

Mescit yapıldıktan sonra, Peygambe­rimiz, bir gün, müslümanlan namaza toplamak için ne yapmak lazım geldiği hususunu Ashabı ile istişare etti. Boru çalınması, Çan çalınması, ateş yakıl­ması, sancak çekilmesi gibi bir takım işaretlerle namaz vakitlerinin duyurul­ması teklif edildi. Fakat bunlardan herbiri Musevi, Hristiyan ve Mecusî adet­lerine benzediği için Peygamberimiz hiçbirini uygunbulmadı.

Hz. Ömer'in teklifi ile namaz vakitle­rinde "Es-Salât-ü Camia" diye nida olunması kabul edildi. Bilal-i Habeşi de, çevrede yüksek ev olan Nevâr bint-i Malik'in evinin üzerine çıkıp bu şekilde nida ederek müslümanlara namaz va­kitlerini duyurmaya başladı. Bu usul, bir müddet devam etti.

Ensar'dan Abdullah b. Beyd, bir sabah, Peygamberimize geldi.

"Ya Resûlellah! Bu gece ben uyurken üzerinde iki parçadan yeşil elbise bulunan, elinde bir çan taşıyan bir adam yanıma uğra­yıp beni dolaştırdı. O'na

"Ey Allah'ın kulu! bu çanı satar mısın?" dedim.

"Ne yapacaksın onu" dedi.

"Onunla müslümanlan namaza davet edece­ğiz" dedim.

"Ben sana ondan hayırlı olan birşey öğreteyim mi?" dedi.

"Olur! Nedir o" dedim.

“Arkasından (bugünkü) ezan ve kamet şeklini öğretti" dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz:



"İn­şallah bu hak rüyadır. Kalk Bilâl'e gördüğün rüyanı anlat. O da, ezanı oku­sun" Çünkü onun sesi seninkinden daha yüksek (daha gür)" buyurdu.

Bundan sonra da Bilal-i Habeşi, gür ve etkili sesiyle öğretildiği şekilde ezanı okuyup müslümanlan mescide topladı.

Bilal-i Habeş'i, bir gün sabah namazı vaktini bildirmek üzere gelmiş, Pey­gamberimizin uyanmadığını görünce, "Essalâtü hayrün minennevm! Essalâtü hayrün minennevm!" demiştir. Bu Pey­gamberimizin çok hoşuna gitmiş ve sabah ezanında bu lafzın her zaman tek­rarlanmasını emretmiştir.

Ezel:

Sonsuz geçmiş zaman, zama­nın geçmişine doğru sonu olmayan sü­re, başlangıcı olmayan geçmiş (bkz. evvel). Bunun zıddı olan ebed ise son­suz gelecek zaman demektir. Kelam alimleri, Allah'ın önceliği, herşeyden önce oluşu açısından sonsuzluğunu ev­vel, sonralık yönünden sonsuzluğunu ise ebed terimleri ile anlatırlar. Ezeli ve ebedi oluş yalnızca Allah'a ait bir sıfattır, başka hiç bir şey için kullanıla­maz.



Ezlam:

Arapça birkelimedir. Kumar oku, hayvan tırnağı, cahiliyye devrinde Arapların fal açmak veya uğur belirle­mek gibi amaçlarla kullandılan oklar ve zarlar. Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:



"Ey inananlar! İçki, kumar, putlar, ezlam (üzerine yazılar yazılmış fal okları, şans okları çekmek ve bunlara göre hareket etmek) şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.33 dikili taşlar (putlar) için kesilen hayvanlar ve ezlam (fal okları) ile şans aramanız size haram kılınmıştır. Bunları yapmak yoldan çıkmaktır.”34Konuyla ilgili ola­rak ayrıca bkz. Falcılık maddesi.

Ezvâc-ı Tâhirat:

Peygamberi­mizin ismetli ve iffetli, temiz zevceleri; Peygamberimize hanım olma şerefine ermiş olan kadınlar" demektir.


Peygamberimizin Zevceleri:



1- Hz. Hatice: Hüveylid b. Eset'in kı­zıdır. Nesebi, Peygamberimizin 4. ced­di Kusay'a dayanır. Peygamberimizle evlendiğinde 40 yaşında bir duldu. İbrahim hariç diğer çocukları Hz. Hati­ce'dendir. Resûlullah'a ilk imân eden kadın olma şerefine ermişti.

2- Hz. Aişe: Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın kızıdır. Peygamberimizle hicretten üç sene sonra evlenmiştir. Resûlullah'ın vefatına kadar 9 sene evli kalmışlar. Hz. Aişe, hicretin 59. yılında vefat etmiştir.

3- Hz. Şevde: Zem'a'nın kızıdır. İlk müslümanlardandır. Amcası Serkan b. Amr'ın yanında kalıyordu. Habeşistan'a hicret ettiler. Dönüşte kocası ölünce dul kaldı. Resûllulah ile evlenip Medi­ne'ye hicret ettiler. Hicretin 54, yılında Medine'de vefat etti.

4- Hz, Hafsa: Hz. Ömer (r.a)ın kızı­dır. 60seneyaşadı. Hicretin45. senesin­de vefat etti.

5- Hz. Ümmü Habibe: Ebu Süfyan'ın kızıdır. Asıl adı, Remle'dir. Hicretin 7. senesinde Peygamberimizle evlendi. Hicretin 44. senesinde vefat etti.

6- Hz. Safiye: Haruniyye kabilesin­den Ahtab oğlu Huyeyy'in kızıdır. Hayber savaşında esir edildi. Müslüman olduktan sonra Resûlullah onu azat etti ve onunla evlendi. Hicretin 50. senesin­de vefat etti.

7- Hz. Meymune: Hilâliye kabilesinden Hâris'in kızıdır. Resûlullah (s.a.s), hicretin 7. yılında evlendi. Hz. Meymune, Resulullah'ın son zevcesidir. Hicre­tine 1. senesinde vefat etti.

8- Hz. Ümmü Seleme: Mahzumlu Ebû Ümeyye'nin kızıdır. Asıl adı Hind'dir. Peygamberimizle hicretin 4. senesinde evlendi. 84 yıl yaşadı. Hicretin 5. yılında vefat etti. Baki mezarlığına def­nedildi.

9- Hz. Zeynep Binti Cahş: Asıl adı, Berre'dir. Resûlullah (s.a.s) bu ismi Zeynep olarak değiştirdi. Resûlullah (s.a.s) Zeynep Binti Cahş ile hicretin beşinci senesinde evlendi. 53 sene ya­şadı. Hicretin 20. yılında vefatetti.

10- Hz. Zeynep: Huzeymeb. el-Hâ-ris'in kızıdır. Resûlullah (s.a.s) ile hic­retin 31. Ramazan ayında evlendi. 8 ay evli kaldılar. Hicretin 39. ayı olan Rebiülevvelin sonunda vefat etti ve Bâki mezarlığına defnedildi.

11- Hz. Reyhane: Amr oğlu Zeyd'in kızıdır. Resûlullah (s.a.s) ile hicretin 6. senesinde evlendi. Resûlullah (s.a.s) Veda Haccından döndüğünde vefat etmiş ve Baki mezarlığına defnedilmistir. Vakidiye göre; Hz. Reyhane hicretin 1. senesinde vefat etmiş ve nama­zını Hz. Ömer kıldırmıştır.

12- Hz. Cüveyriye: Huzaa'lı el-Haris b. Ebî Dırar'ın kızıdır. Beni Müstalik savaşında esir edildi. Belli bir para kar­şılığında serbest bırakılması için söz­leşme yapıldı. O parayı da Resûlullah (s.a.s) verdi. Hz. Cüveyriye esaretten kurtuldu ve Resûlullah (s.a.s) ile evlendi.

Yüklə 1,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin