İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə21/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   45

Ve bu acâip bir sırdır; ve bu, kendisinde dolaşılacak yer ve genişlik bulunan çok büyük bir kapıdır. Ve onda kalb sâhipleri için dürülme ve açılma arasında i'tibâr vardır. Çünkü hikmet, üçe üç olarak onun sırlarından haberdâr kılmak husûsunda garîbdir. Ve biz bu sırrı bu yerin dışında, Müsellesât kitâbımızda yeterli derecede anlattık. Ve onun azîz Kitâb’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/1-3)’dır. Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)e muhammedî tecellî indinde vücûd sırrı ancak “meliki’n-nâs” makāmında hâsıl oldu. Ve bunun için Kur’ân’dan “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) sûresini gösterir idi. Ve “ilâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ve bundan dolayı Ebû Medyen âlemde mevcûd olan iki imâmın birisidir. Daha sonra geriye dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ o aklın beyânlarını îcâd eyledi; ve onun cevherini tesviye etti; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve kendi makāmından, idâresi altındakilerden en aşağıdaki mevcûda varıncaya kadar, memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu doğru yol üzerine geldi. Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ onun zâtının cevheresinde, bütün ilimleri nakşetti. Bundan dolayı o onların nereden tasarruf olunduklarını ve onları tasarruf eden halleri bilmediği halde, ilimler için mahal oldu. Ve bu halîfeye mecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından bir hikmettir. Nitekim halîfe hakkında, nefsine ve değerine ârif olması ve kendisi tarafından onun vücûda getirildiğini bilmesi için, daha önce bahsettiğimiz şeyi yapmış idi. Daha sonra Hak Sübhânehû halîfeyi vahdâniyyet arşı üzerine oturttu. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Ve onu ilâhî sıfatlarıyla cilâladı. Bundan dolayı ona büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve onlardan bir şeyi, eğer iğne deliği kadarı, şehâdet âlemi için gözükseydi, onlar hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten za‘fa düşerler idi; ve nefislerinden kaldırılırlar idi. Şimdi halîfenin makāmı işte budur. Bundan dolayı kerâmet yurdunda Hak Sübhânehû’nun müşâhedesiyle ne hâl olur? Allah seni muvaffak eylesin! Âhiret yurdunda, Celle Celâluhû hazretlerine nazar indinde bizim idrâkimizdeki bu acâip kudret ne büyüktür ki, Allah Teâlâ onu bize îcâd eyledi!

Ya‘nî yukarıda îzâh edilen Hakk’ın zâtının, rûhu halîfe kılması ve aklı halîfeye yardımcı yapması ve bunlardan birinin zuhûrunda diğerinin onda dürülerek tasarrufunun gitmesi ve bunların dışarıdaki güneş ve ay misâli acâip bir sırdır. Ve bu acâip sır da, gâyet geniş ve enine ve boyuna istenildiği kadar dolaşmaya müsâid olan büyük bir kapıdır. Ve çok büyük bir kapı olan bu sırda maddiyâtın dar arsasında mahbûs kalanlar için değil, ma‘nânın geniş sahasında kanat açan kalb sâhipleri için, bahsedilen dürülme ve açılma ya‘nî gizlenme ve açığa çıkma husûsları arasında dışsal ve içsel olarak ibret alınacak bir çok şeyler vardır. Çünkü bu dürülme ve açılmanın, gerek dışsal olarak ve gerek içsel olarak üçe karşılık üç olarak olan sırlarının kudret ve azametine hakîkate tâlip olanları haberdâr ve vâkıf kılmak husûsundaki hikmet garîb ve acâiptir. Ve biz üçe karşılık üç olarak olan bu sırrı bu yerden başka yerlerde yanî başka eserlerimizde ve özellikle Müsellesât ismindeki kitabımızda, yeterli derecede anlattık. Fakîr şerh edici der ki: “Biz üçe karşılık üç olarak gerçekleşen” bu sırlara bağlı hikmeti, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin rûhâniyyetlerinden yardım istemekle aşağıda biraz îzâh ederiz. Şöyle ki:



Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fass’ında beyân buyrulduğu üzere, var etmenin esâs üçlü ferdiyyet üzerine dayanmaktadır. Bu üçlü ferdiyyet, vücûda getirici Hakk tarafından ilk olarak “zât,” ikinci olarak “irâde,” üçüncü olarak “söz”dür. Ve vücûda getirilen şey tarafından da, ilk olarak onun ilâhî ilimde sâbit olan “şey’ oluş”u, ikinci olarak “Kün-Ol!” ilâhî sözünü işitmesi, üçüncü olarak kendi vücûdunun îcâdında var edicisi ve vücûda getiricisi tarafından olan “emre uymasıdır.” Çünkü vücûda getirici zâtın üçlü ferdiyyetine karşılık, şeyin de üçlü ferdiyyeti olmasa idi, ilâhî ferdiyyetin te’sîri olmaz idi. Çünkü te’sîr edicinin karşısında bir te’sir alıcı olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz. Bundan dolayı te’sîr edicideki te’sîrin sâbitliği, te’sir alanın vücûdu ile olur. Bundan anlaşıldı ki, var etme işinde “üçe karşılık üç” sâbittir. Şimdi var etme esâsı böyle olunca, bu üçlü ferdiyyet bütün ilâhî mertebeleri içine alır. Ve dışsal ve içsel olarak bu sır zâhirdir.

Nitekim bu üçlü ferdiyyet ma’nâları îcâd etmede de geçerlidir. Örneğin bir mantıkî kıyâs yapıp: “Âlem değişkendir; her değişken sonradan olmadır; öyle ise âlem sonradan olmadır” desek, burada birisi “Âlem değişkendir,” diğeri “Her değişken sonradan olmadır” tarzında iki önerme vardır. Bu önermelerin her birinde ikişer tek mevcûddur ki, bunlar: “âlem, değişken,” “değişken, sonradan olma” kelimeleridir. Fakat ikinci önermede “değişken” kelimesi tekrârlanmıştır. Bu tekrârın sebebi de iki önermeyi birdîğerine bağlamaktır. Bu tekrâr edileni terk edince “âlem, değişken, sonradan olma” kelimelerinden ibâret üç tek kalır. Ve kıyâsın netîcesi ma‘nânın var edilmesinden ibâret olup, bu üç tek üzerine binâ edilmiş olur ki, bu da üçlü ferdiyyettir. Ma'nânın var edilmesinde bu üçe karşılık olarak onun vücûda getiricisi ve var edicisi olan insanda da üçlü ferdiyyet mevcûddur ki, o da “rûh” ve “akıl” ve “söz”dür. Bu bahsin ayrıntısını isteyenler Sâlih Fass’ını incelesinler.

“Dürülme” ve “açılma”ya gelince, bunun da örnekle îzâhı şöyledir ki: Üç sayısı sayı mertebelerinin ilk ferdidir. Çünkü onun altı “iki” ile “bir”dir. “İki” çift sayıdır. Ve “bir” ise sayılardan sayılmayıp, bütün sayıların kaynağıdır. Nitekim matematik âlimleri indinde bu hakîkat sâbittir. Ya'nî bütün sayı mertebeleri “bir”den oluşur. Çünkü sayı mertebeleri “bir”in tekrârlanmasından başka bir şey değildir. Meselâ 1 + 1 = 2 olur. Ve “iki” mertebesinde “bir” bulunmakla berâber âşikâr ve zâhir değildir, onda gizlidir. Ve aynı şekilde 1 + 1 + 1 = 3 olur. Ve “üç” tek olan sayı mertebelerinin birincisidir. Şimdi “üç” zâhir olunca “bir” gizlenir. Ve 1 + 1 + 1 - 1 = 2 şeklinde “üç” mertebesi bozulur, “iki” mertebesi kalır. Ve 1 + 1 - 1 = 1 şeklinde de “iki” mertebesi bozulup “bir” kalır. Bundan dolayı “iki” sayı mertebesi, aslı olan “bir”e döner. Ve bu zamanda o mertebeler için “bir”de dürülme ve “bir” için de “açılma” sâbit olur.

Şimdi dışta ve içte olan bu üçlü ferdiyyetin özeti ve özü budur ki, vücûd mertebelerinin hepsinde muhtelif te’sîr ediciler ve te’sîr alıcılar vardır. Ve her bir te’sîr edicide üçlü ferdiyyet mevcûd olduğu gibi, te’sîr alıcılarda da buna karşılık üçlü ferdiyyet vardır. Bunların örneği sonsuzdur. Bir örneği şudur ki, çocuğun oluşmasında erkek te’sîr edici ve kadın te’sîr alıcıdır. Ve çocuk te’sîr edici ile te’sîr alıcının netîcesidir. Erkekteki üçlü ferdiyyet kadındaki üçlü ferdiyyete karşılık gelir. Çocuktan önce babanın vücûdu ortadadır. Ve çocuk babanın nutfesinden olur. Ve nutfe babanın vücûdunun aynıdır. Ne zamanki nutfe çocuk olur, çocuk zâhir ve âşikâr olur. Babanın vücûdunun aynı olan nutfesi onda “dürülür.” Çekirdek ile ağaç dahi bu misâle uygundur. İyice düşün ve incele! Bu kanudaki diğer ayrıntılar Fusûsu’l-Hikem’de “ferdiyye hikmeti”ne ilişkin olan Muhammedî Fassı’ndadır. Burası fazla ayrıntıya müsâid değildir. Bu kadar îzâhât yeterlidir.

Ve bu hikmetin azîz Kitâb olan Kur’ân’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/l-3)’dır. Ve bu, vücûdun üçlü mertebelerini gösterir. Ya'nî “insanların Rabb’i,” “insanların Melik’i,” “insanların İlâh’ı” mertebelerini haber verir. “Rabb’ün-nâs” sıfatlar mertebesi; ve “Meliki’n-nâs” isimler mertebesi; ve “İlâhi’n-nâs” mutlaklık mertebesini bildirir.

Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)’e muhammedî tecellî indinde, vahdet-i vücûd sırrı, ancak “Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Ya'nî muhammedî zevklerin ya’nî yaşantıların açılması esnâsında vahdet-i vücûd sırrı ancak isimler ve fiiller mertebesi olan ‘'Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Çünkü vahdet mertebeleri üçtür: Zâtî vahdet, sıfâtî vahdet, fiilsel vahdettir. Bunun için Hz. Ebû Medyen’in okumaya devâm ettiği Kur’ân sûresi “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) idi. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ya'nî bu makām ancak kutba mahsûstur. Ve “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olduğu için, Ebû Medyen hazretleri âlemde mevcûd olan “iki imâm”ın birisidir.

Bilinsin ki, bu kitabın başlarında geçtiği üzere, âlemde ilâhî tasarruflar yeryüzü için Allâh’ın halîfesi olan “kutub” vâsıtasıyladır. Onun bakış mahalli ancak Hak Sübhânehû hazretleridir. Ve bütün ilâhî feyizler âleme onun vâsıtasıyla iner. Ve onun ma'nevî ismi “Abdullâh”dır. Bundan dolayı o, “İlâhi’n-nâs” makāmında kâimdir. Ondan sonra “iki imâm” vardır ki, birisi kutbun sağında olup, bakışı mülk âleminin bâtını olan melekût âleminedir. Ve mülk âlemi isimlere âit taayyünlerden ibâret olup ilâhî fiillerin tecellî-gâhıdır. İsimlerin bâtını ise sıfatlardır. Bundan dolayı melekût âlemi sıfatlar âlemidir. Ve bu imâm “Rabbü’n-nâs” makamında kâim olup ma'nevî ismi “Abdü’r-Rab”dır. Ve imâmın diğeri kutbun solundadır. Bakışı mülk âleminedir. Onun için “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olmuştur. Ve ma'nevî ismi “Abdü’l-Melik”tir. Ve bu imâm mertebede “Abdü’r-Rab”den daha üstündür. Çünkü mülk âleminde melekût âlemi bulunmaktadır. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmında kâim olan “kutub” ise bütün mertebeleri taşıdığından hepsinden daha üstündür. Şimdi üçlü ferdiyyet âlemin tasarruf emrindeki te’sîr edicilerde de sâbit oldu ki, onlar “kutub” ile “iki imâm”ın vücûdudur. Ve onların nisbetleri zât, sıfât ve isimleredir. Ve bu üçlü ferdiyyete karşılık te’sîr alıcılarda da üçlü ferdiyyet sâbittir ki, onlar da rûhlar mertebesi, melekût mertebesi, mülk mertebesidir.

Bu îzâhları verdikten sonra konumuza geri dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ aklın ma'nevî bünyesini îcâd etti; ve onun nûrânî cevherini tesviye eyledi; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve insan vücûdunda kendi makāmı olan beyinden i'tibâren, onun idâresi altında ve tâbi’si olan kuvvetlerin ve a‘zânın en aşağısına varıncaya kadar, insan memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu aklın doğru yolu üzerine geldi. Çünkü şerîatte aklın kabûl etmeyeceği bir şey yoktur. Ancak aklın, küllî akla varıncaya kadar bir çok mertebeleri vardır. Noksan akıllılardan ba'zılarının hikmetini idrâk edemediği şerîat hükümlerini kabûl etmemeleri, o hükümlerin aklın doğru yolu üzere olmadığına hüküm vermek için kâfî sened değildir. Bunun hikmetini ancak o noksan akıllar idrâk edememiştir. Onun üstündeki akıllar idrâk edebilirler.

Daha sonra o aklın nûrânî cevherinde bütün ilimleri nakş eyledi. Bundan dolayı o akıl, o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını, ya‘nî kendisine devamlı olarak nereden verildiğini ve o ilimlere ne gibi hallerin tasarruf edici olduğunu bilmediği halde, o ilimlerin nakış mahalli oldu. Ve aklın bunu bilememesi, aklın bu rûh dediğimiz halîfeye karşı mecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından kendisine bir hikmettir. Çünkü cehâlet aczi ve kendisinin üstündekine ihtiyâcı gerektirir. Nitekim halîfe hakkında da Hak Teâlâ hazretleri, o halîfenin nefsine ve değerine ârif olması ve onu kendisi için vücûda getirmiş olduğunu bilmesi için, daha önce anlattığımız şekilde kendi nikâhlı hür eşi olan nefsi hevâ emîrine kapılmış kılmış ve rûh onu kendi tarafına çekmeye bir çâre bulamayıp, kendi mûcidi olan Hak Teâlâ’ya dönmüş ve niyâz etmiş idi.

Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri halîfe olan rûhu insan vücûdunda vahdâniyyet arşı ve tahtı üzerine oturttu. Çünkü vücûdun bütün hareketlerine ve sükûnetine etki edici olan ancak rûhdur. Ve bu husûsta onun ortağı yoktur. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Çünkü insan vücûdunda zât olarak ve sıfat olarak ve fiil olarak onun benzeri ve onun ikincisi yoktur. Rûh bu husûsta ferd ve tektir.

Ve o rûhu insan vücûdunun mülkünde ilâhî sıfatlarıyla açığa çıkardı. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı onun sıfatlarını taşımak lâzım gelir. Böyle olunca Hak Teâlâ ona kendi sıfatlarından büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve eğer bu sıfatlardan, iğne deliği kadar az bir şey, şehâdet âlemi ehline gözükseydi, akılları başlarından gidip hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten akılları za'fa düşer idi; ve nefislerinden kaldırılırlar, ya‘nî kendilerinin kendiliklerini kaybederler idi. İşte halîfenin makāmı budur.

Şimdi halîfenin sıfatlarının açığa çıkışıyla hâl böyle olursa, kerâmet yurdu olan âhiret âleminde o halîfeyi halîfe kılıcı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin müşâhedesiyle bize ne hal olacağını artık sen düşün! Allah Teâlâ hazretleri seni bu ma‘nânın idrâkine muvaffak etsin! Âhiret yurdunda Hak (celle celâlühû) hazretlerinin, bizim kendisine nazarımız indinde, idrâkimizde vücûda getirdiği bu acâip kudret ne büyüktür! Biz bu acâip kudret sâyesinde âhiret âleminde Hak Teâlâ hazretlerini müşâhede ederiz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vücûhun yevme izin nâdıreh; İlâ rabbihâ nâzıreh” ya’nî “Kıyâmet günü pırıl pırıl yüzler vardır; Rabb’larına nazar eden” (Kıyâmet, 75/22-23).



Şimdi halîfe bu makamda kâim olduğunda ona akıl dâhil edildi. Ne zamanki ona dâhil oldu, aklın sûreti ve onun cevherliği, halîfenin zâtında tecellî etti. Şimdi ona kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, kendilerinde olan o şeyi hâriçten talep ederler. Bundan dolayı zahmet çekerler. Ve eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/21) ya'nî “Nefislerinizde dahi vardır, görmüyor musunuz?” sözü indinde vâkıf olsa idiler, onun için rahatlık duyarlardı.

Kişi isteği için sefer eder; oysa isteğinin sebebi sefer edendedir.

Şimdi akıl mülkün idâresi ve onun ıslâh edilmesi hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bunun indinde imâmın müşâhedesine muhtâc olur. Müşâhede indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Şimdi onun için tecellî, melikten yardımcısına hitâb menzilesinde kâim olur. Çünkü istek ilmin oluşmasıdır. Ve buna “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir. Çünkü onlar kendisinde sesler ve harfler olan cisimler ile değildirler. Ve delîllerden sesler ve harfler ve rakamlar ve sâire mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden olan bu delîllerin kendisine sebep olan şeye bakman sana lâzımdır. O da ma'nânın oluşmasıdır. Ve hitâp edenden kelâmın eseridir. Şimdi böylece akıl için, onun kalbinde, küllî rûh feyzinden ilimlerin eserleri oluştuğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta'bîr ederiz. Ne zamanki Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdi, onun meskenini memleketin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı. Ve köylerin vergilerinin karargâhı olan hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı yakın olarak yaptı, tâ ki bütün mühimmâtına bakmak ona yakın olsun.

Ya'nî halîfe yukarıdaki şerh de îzâh edilen makāmda kâim olduğunda, onun huzûruna akıl dâhil edildi. Ve dâhil olma vaktinde aklın sûreti ve onun cevherliği halîfenin zâtında tecellî etti.

Bilinsin ki, gerek rûh ve gerek akıl, her ikisi de ma'nâdır. Ve ma'nâların hissedilebilir sûretleri olmadığından, onların vücûdları sûretler âlemi üzerindeki te’sîrleriyle bilinir. Hissedilebilir sûretlerde ayrım olduğu gibi, ma'nâ âleminde de her ma'nânın birdîğerinden ayrımı vardır. Bundan dolayı ma'nâ i’tibâriyle rûh ile akıl birdîğerinden ayrılırlar. Ve akıl rûha bir sıfat olarak dâhil olur. Ve bu sıfatın da ma'nâ âleminde bir cevherliği ve kendisine mahsûs ayırt edici duyuları vardır. İşte akıl bu cevherliği ve kendisinin sûreti olan vasıfları ile halîfe olan rûhun zâtında tecellî eder. Çünkü bedenden rûh ayrılınca akıl da kalmaz. Ve fakat aklın bağlantı mahalli olan beyin bozulunca, bedende rûh kâim olduğu halde, akıl gider. Bu hâl, aklın rûhdan başka bir ma'nevî cevherlik sâhibi olduğuna delîldir.

Şimdi halîfenin zâtında tecellî eden akla, işin aslında kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, aslında kendilerinde mevcûd olan o sırları ve ilimleri, hâriçten talep ederler; boş yere zahmet çekerler. Eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fîl ardı âyâtün lil mûkınîne; Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/20-21) ya'nî “Yeryüzünde yakîn hâsıl edenler için alâmetler vardır. Ve nefsinizde de vardır; görmez misiniz?” sözü indinde durup onun ma'nâsını iyice araştırıp inceleyerek anlamış olsaydılar, o sırların ve ilimlerin öğrenilmesi için zahmet çekmeyip rahatlık duyarlardı. Nitekim şâir aşağıdaki beyitte bu ma‘nâya işâret eder.

Bu beyti Cenâb-ı Şeyh (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk cildinde İbrâhîm b. Mes‘ûd el-Elberî nâmındaki zâttan nakl eder. Ya'nî “Herkesin sefer zahmetini seçmesi, isteği olan bir şeyi öğrenmek içindir. Oysa o istenilen şey, o kimsede bir sebep altında istenilen olmuştur. Ve o sebep de sefer eden kimsenin kendi zâtında bulunmaktadır ki, o da istenilene muhabbetten ibârettir. Bundan dolayı sevk eden aşk ve muhabbettir; ve o da tâlibin kendisindedir.”

Bilinsin ki, ilim öğrenmek görünüşte hâriçten olmuş gibi görünür. Oysa hakîkatte böyle değildir. Örneğin şimdiye kadar âlemde ortaya çıkan keşifler ve tabîî sırlara âit ilimler ve fenler, hep akılların mahsûlüdür. Bunların varlığı, daha önce ortaya çıkmış değil idi ki, akıl bunları hâriçten alabilsin. Bu ilimler ve sırlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş idi. Muhtelif sebeblerin etkileriyle ortaya çıktı. Fakat her zaman mevcûd olan akıllarda, bunların birdenbire keşfedilmeyip yavaş yavaş ve zamân içinde keşfedilmesinin sebebini akıl idrâk edemez. Ve o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını ve o ilimlere ne gibi hâllerin tasarruf edici olduğunu bilemez.

Şimdi o ilimler göğüslerden satırlara ve daha sonra yine satırlardan göğüslere intikâl eder. Ve bunlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş ilimlerden ve sırlardan ibârettir. Ve bütün ilimler Hak Teâlâ hazretlerinin “Alîm” mübârek isminin hazînesinden, Hakk’ın halîfesi olan rûha iner. Bundan dolayı akıl mülkün idâresi ve onun ıslâhı hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bu isteği indinde, imâm ve halîfe olan rûhun müşâhedesine muhtaç olur. Çünkü akıl rûhun sıfatıdır. Aklın rûhu müşâhedesi indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Ya‘nî akıl rûha Alîm ismi hazretinden inen ve kendisinin isteği olan ilmi, rûhdan alır. Bundan dolayı akıl için tecellî, melikten ve hükümdardan yardımcıya hitâb mesâbesinde olur. Her ne kadar burada harf ve ses mevcûd değil ise de, istek ancak ilim oluşmasıdır. Bu da harfsiz ve sessiz olur. Onun için bu hâle “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir.

Ve ma'nâya işâret eden sesler ve harfler ve rakamlar ve diğer hissedilebilir işâretler mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden hâsıl olanın kendisine sebep olan ma‘nâya bakman lâzımdır. Ve hitâp eden tarafından çıkan kelâmın eseri ma'nâdır. Ve mâdemki bu ma’nâ harfsiz ve sessiz rûhdan akla ulaşıyor, elbette melikten yardımcısına hitâb menzilesinde olur. İşte böylece akıl için, onun kalbinde küllî rûh feyzinden, ya'nî hakîkat-i muhammediyye mertebesinden, ilim eserleri hâsıl olduğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta’bîr ederiz.

Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdiğinde, o aklın meskenini insan vücûdu memleketinin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı; ya‘nî akla mesken olmak üzere beyni tahsîs etti. Ve insânî memleketin bütün işlerine ve mühimmâtına yakından bakabilmek için, a'zâ ve organlardan açığa çıkan şeylerin karar kıldığı hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı beyne yakın yaptı. Nitekim beynin ve hayâl hazînesinin ve fikir hazînesinin ve hafızanın insân vücûdundaki yerleri ve vazîfeleri yukarıda ayrıntılı olarak îzâh edildi.

Ey kerem sâhibi halîfe! Senin için yardımcın üzerine muhâfız olmak ve onu idâre etmek ve ona muhabbet etmek gerekir. Çünkü mülkünün ve şehrinin iyiliği onun devamlılığındadır. Görmez misin? Akıl bir şeye tesâdüf ettiği ve onun mahalli bir bozukluk ile helâk olduğu zaman, cisim şehri nasıl harâb olur? Ve rûh onu derleyip toparlamaya kādir olamaz. Şimdi yardımcın üzerine muhâfız ol ki, seni nefsin üzerinde korusun. Bundan dolayı o, senin elindir ki sen onunla tutarsın; ve gözündür ki onunla görürsün. Şimdi her ne zaman mülkünde bir işin icrâsına girişirsen, aklı yaklaştır ve onunla berâber tefekkür et; ve onu danışman kıl! O iş hakkında ondan çıkan şeye bak; ve sana işâret ettiği şeyi işle! Çünkü Allah Teâlâ onun görüşünde doğruluğu verdi. Ve vehimden sakın! Çünkü vehim öyle bir mevcûddur ki, nefse akıl sûretinde görünür. Böyle olunca sende tereddüt olur. Ve o, kendisine itâat edilen bir yardımcıdır ki, insanda çok büyük te’sîri vardır. Ve o insanlar üzerine istilâ etmiştir; ve fenâ fikirlere sebep olur; ve o, vesvese verir. Bundan dolayı ondan sakın! Ve yardımcını aynen ve ismen ayırt et; ve nefsin ile yalnız kalma! Aklın idâre etmediği bir işte ve mülkte hayır yoktur. Ve ne zamanki yardımcı, hepsinde değil, birçok yönde ve sıfatlarında ona benzedi, kâmil nitelikler ile onu nitelendirmeye mecbûr olduk ki, kemâl üzere vehmin ona benzemesi mümkün değildir. Şimdi inşâallahü Teâlâ benim sana beyân edeceğim niteliklere dikkat et! Bundan dolayı her hangi bir mevcûdda onun kâim olduğunu gördüğün zaman, bil ki, bu senin yardımcındır; ve istenen ancak odur. Onu muhafaza et ve onu öğren ve onu sapasağlam et ki mutlu olasın! Vallâhü’l-hâdî.

Ey kerem sâhibi halîfe olan rûh! Sana lâyık olan şey budur ki, yardımcın olan akıl üzerine muhâfız olasın; ve onu güzel idâre edesin ve ona muhabbet eyleyesin! Çünkü akıl senin sıfatındır. Bakışın dâimâ bu sıfatın üzerine olursa, insânî vücûdunda onun eserleri ortaya çıkmaya başlar. Ve mülkün ve şehrin olan insânî vücûdunun iyiliği o aklın devamlılığındadır.

Görmez misin? Akıl bir şeye tesâdüf edip onun mahalli olan beyin bir bozukluk ile helâk olduğu zaman, cisim şehri nasıl harâb olur? Örneğin nefis içkiye mübtelâ olsa, onun te’sîriyle aklın meskeni olan beyin bozulur. Ve bu durumda a‘zâ ve organlardan çıkan fiiller ve hareketler ve sözler akıl düzeninden uzak olur. Ve esrar ve afyon gibi diğer keyif verici şeyler de böyledir. Bundan dolayı şerîat aklın meskeni olan beyni tahrîb eden her şeyi men’ etmiştir. Bunlar beyni tahrîb eden maddî sebeblerdir. Ma‘nevî sebeblerden birisi vehim veren kuvvetin harekete geçirmesiyle nefsin hevâya olan meylidir. Ve beyni vehim veren kuvvetin istilâsı bozduğu zaman, maazallah cinnet hâli ortaya çıkar. Ve cinnet, vehim veren kuvvetin aklı örtmesinden başka bir şey değildir.

Şimdi bu sebepler ile insan vücûdu harâb olduğu zaman, rûh bedende kâim olduğu halde onu derleyip toparlamaya ve ıslâhına kādir olamaz. Böyle olunca sen yardımcın üzerinde muhâfız ol ki, o da seni nefsin üzerinde koruyabilsin! Bundan dolayı o akıl, senin elindir ki sen tuttuğun şeyi onunla tutarsın; ve senin gözündür ki gördüğün şeyi onunla görürsün.

Şimdi her ne zaman mülkünde bir işin icrâsına girişsen ve yönelsen, aklı yaklaştırıp ona mürâcaat et; ve o iş hakkında onunla berâber tefekkür et ve iyice düşün; ve onunla istişâre et! O iş hakkında akıl ne hüküm verirse, o hükme bak! Ve sana işâret ettiği o hüküm ile amel et! Çünkü Allah Teâlâ hazretleri aklın görüşünde doğruluğu verdi. Ya‘nî akıl verdiği hükümlerde dâimâ doğruluk ve hak üzeredir; onun hükümlerinde eğrilik bulunmaz.

Ve vehimden sakın; ve onun te’sîrlerinden kendini koru! Çünkü vehim öyle bir mevcûddur ki, nefse akıl sûretinde görünür.Ve insana bir takım husûsları akla ve mantığa uygun gibi gösterir. Fakat onun gösterdiği şeylerin aslı ve esâsı yoktur. Böyle olunca sende tereddüt olur. Ya'nî her hangi bir mes’elede bir şekilde hükmeden akıl mıdır, yoksa vehim midir? diye sende tereddüd ortaya çıkar.

Ve o vehim kendisine itâat edilen bir yardımcıdır ki, insânî vücûdda büyük bir te’sîri vardır. Ya'nî akıl rûhun yardımcısı olduğu gibi vehim de şehvet gibi, hevânın yardımcısıdır; ve nefsânî kuvvetler üzerine musallattır. Nefis hevâ emîrine kapılınca insânî vücûd vehim vezîrinin hükmü altında zebûn olur; ve bu zamanda akıl geri durur. Ve vehmin tasarrufunun te’sîrleriyle sonuçta insânî memleket harâb olur.

Ve dünyâ âlemi nefsânî neş’e üzere mahlûk olduğundan o vehim insanların üzerine istilâ etmiştir. Ve onun istilâsı ve tasarrufu fenâ fikirlere sebep olur. Ve şânı dâimâ vesvese vermektir. Bundan dolayı bu zararlı yardımcının tasarrufundan kendini koru! Ve yardımcın olan aklı aynen ve ismen vehimden ayırt et! Ve aklın danışmanlığını terk edip nefsin ile yalnız kalma! Çünkü aklın idâre etmediği bir işte ve mülkte hayır yoktur.

Ne zamanki yardımcı olan akıl, hepsinde değil, bir çok yönde ve sıfatlarda vehme benzedi. Bundan dolayı kâmil niteliklerle biz onu nitelendirmeye, ya'nî aklı kâmil güzel vasıflarla nitelendirmeye ve vasıflandırmaya mecbûr olduk. Çünkü bu güzel vasıfların kemâli üzere vehmin akla benzemesi aslâ mümkün değildir. Böyle olunca inşâallâhü Teâlâ aşağıda benim sana anlatacağım ve beyân edeceğim bu güzel vasıflara dikkat et! Kendi yardımcın olan aklı aynen ve ismen vehimden ayırt etmeye muvaffak olasın. Şimdi her hangi bir mevcûdda bu bahsettiğimiz güzel niteliklerin ve vasıfların kâim olduğunu görürsen, bil ki bu akıldır; ve senin yardımcındır; ve istenen ve murâd olan ancak odur. Onu güzelce muhafaza; ve onu öğrenmeye çalış; ve onu kuvvetlendir ki, insânî vücûddaki idârelerin en güzel şekilde cereyânını görüp mutlu olasın! Ve doğru yola irşâd eden Allah Teâlâ hazretleridir.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin