FASIL
YARDIMCININ HUYUNUN VE SIFATLARININ TAFSÎLİ BEYÂNINDADIR
Allah Teâlâ sana rahmet eylesin! Bilesin ki, muhakkak adâlet onun şahsıdır; ve himmet başıdır; ve cemâl yüzüdür; ve muhafâza onun kaşlarıdır; ve hayâ gözleridir; ve açık dil alnıdır; ve izzet burnudur; ve sıdk ağzıdır; ve hikmet lisânıdır; ve hayran olmak boynudur; ve genişlik ve ezâya tahammül onun göğsüdür; ve cesûrluk bâzûsudur; ve tevekkül dirseğidir; ve mâsûmluk bileğidir; ve kerem avuç içidir; ve îsâr ya’nî tercîh parmaklarıdır; ve cömertlik elidir; ve bereket sağıdır; ve kolaylık soludur; ve vera‘ karnıdır; ve iffet fercidir; ve istikâmet bacağıdır; ve ümîd ve korku ayaklarıdır; ve zekâ kalbidir; ve ilim rûhudur; ve emânet hayâtıdır; ve zühd giysisidir; ve tevâzu' tâcıdır; ve yumuşaklık yüzüğüdür; ve üns evidir; ve hüdâ yoludur; ve şerîat kandilidir; ve anlayış cübbesidir; ve nasîhat işâretidir; ve firâset ya’nî sezgi ilmidir; ve fakr kazancıdır; ve akıl ismidir; ve hak onun işitmesidir. Şimdi sen onun hakkında bu vasıfları gördüğün zaman, onu yardımcın ve gecen için arkadaş edin! Ve ne zamanki firâset bu bahsedilen yardımcının ilmi ve hâtırâların mümkünlükleri ve işlerin gayb ile ilgili oluşuna onun vâkıf olma ve onun keşif mahalli oldu, biz bu bölümün arkasından bakışı başlı başına bir bölüm olarak onun hikmetselliğine ve şer'iyyetine bağlamaya muhtaç olduk, inşâallahü Teâlâ, vallâhü a‘lem!
Ya'nî bu fasıl yardımcı olan aklın huyunun ve sıfatlarının ayrıntılı olarak beyânına dâirdir. Ey okuyucu, Allah Teâlâ sana rahîmî rahmetiyle tecellî buyursun! Bilesin ki, muhakkak adâlet insânî vücûdda aklın şahsıdır. Ya‘nî bir insanın fiillerinde ve sözlerinde i’tidâl gördüğünde bil ki, o kimsede akıl hükümrândır. Çünkü aklın şahsiyyeti eserleriyle mümkün olur. Ve adâlet aklın kendisine şahsiyyet verecek olan bir huyudur.
Ve himmet onun başıdır. Çünkü yüksek ve derin düşüncelere yönelmek aklın zâtının gereğidir. Ve bir kimsenin yüksek himmet sâhibi olması aklının kemâlindendir. Nitekim “Kuşlar kanatlarıyla ve insan himmetiyle uçar” denilmiştir.
Ve cemâl aklın yüzüdür. Çünkü cemâl görenlerin hoşuna giden bir şeydir. Ve aklın adâletle kemâli gözüktüğü zaman, bu adâlet ve kemâl herkesin bakışında sevilir ve beğenilir.
Ve muhafâza aklın iki kaşıdır. Ya‘nî insanın kaşları, başından ve alnından gözünün üzerine akıp gelen terlerin, nasıl ki gözüne akmasına engel olur ve onu muhafâza ederse, akıl bir şeye himmet ettiği ve kastettiği zaman, bakışı üzerinde bulunan muhafâza da, onun gözüne bâtıl şeylerin akıp girmesine engel olur.
Hayâ aklın iki gözüdür ki, insânî vücûdda onun gözüktüğü yer his gözleridir. Nitekim insan âr ve hayâ gerektiren bir şeye rastladığı zaman, ona bakış atmaktan hayâ eder. Ve böyle bir şeye pervâsızca bakan ve onda mahzûr görmeyen kimsenin akıl gözü kör olup kendisi hayâ denilen ma'nevî cevherden mahrûmdur.
Ve açık dil ve açık beyân aklın alnıdır. Ya‘nî akıl vasıflarıyla açık bir şekilde gözükür; ve onun beyânında aslâ anlaşılmazlık bulunmaz. Kasdı ne ise onu belirsizlik ve anlaşılmazlık olmaksızın ortaya koyar.
Ve izzet onun burnudur. Ya‘nî akıl bütün beşer ferdleri arasında izzet mevki’inde bulunur. Ve aklın kemâli ile vasıflanmış olan kimse herkes tarafından azîz kılınır. Hiç bir zaman aşağılanmaya ve hakarete ma‘rûz kalmaz. Her ne kadar noksan akıllı olan ilâhî hakîkatlere karşı câhiller, ona karşı hürmette kusûr etseler bile, hakîkatte bu hâl aklın izzetine zarar vermez. Çünkü ilâhî hakîkatlere karşı câhil olanlar hayvan zümresine dâhildirler. “Ulâike kel en’âmi bel hüm edallu” ya’nî “Onlar hayvanlar gibidir. Hattâ daha çok dalâlettedirler” (Arâf, 7/179).
Ve sıdk ve doğruluk onun ağzıdır. Çünkü aklın ma'nevî ağzından çıkan her bir husûs doğruluğun aynıdır. Ve yukarıda beyân edildiği üzere Hak Teâlâ hazretleri onun görüşüne doğruluğu yerleştirmiştir. Her hangi bir mes’eleye olan hükümde insandan çıkan hatâ akıldan değil, belki vehimdendir.
Ve hikmet aklın lisânıdır. Ya'nî akıl her bir şeyin hakîkatini söyler; aslâ bâtıl şey söylemez.
Ve hayran olmak aklın boynudur. Çünkü akıl, hakîkatlere olan ilmi ile berâber ilâhî sırlarda hayrandır. Ve bu hayret ilme dayalı olan bir hayret olduğundan övülmüş hayrettir. Ve (Sav) Efendimiz bu hayrete işâret olarak “Yâ Rab, senin hakkındaki hayretimi arttır!” buyurmuşlardır. Cehâlete dayalı olan hayret ise zemmedilmiştir. Aklın hayreti bu türden değildir.
Ve genişlik ve ezâya tahammül onun göğsüdür. Ya'nî akılda genişlik vardır. Ve bu genişliği, câhillerin ve noksan akıl erbâbının türlü ezâlarına tahammül etmesine sebep olur. Ve bu ma‘nevî yükü yüklenip sabreder. Nitekim (Sav) Efendimiz “Hiç bir nebiye benim gibi ezâ edilmedi” buyururlar. Ve cenâb-ı Fahr-i âlemin yüklendikleri ezâ, ma'nevî ezâ idi. Çünkü kendileri küllî akıl sâhibi olduklarından, etrâfındaki insanların kendi akıllarına uyarak yaptıkları işlerden ezâ duyarlar ve onlara karşı sabır buyurup, tam bir güleryüz ve yumuşaklık ile sözlü olarak ve fiilen onlara doğru yolu gösterirlerdi. Bu ezâya tahammül göstermenin ne gibi bir şey olduğunu, câhilleri ve çocukları terbiyeye me’mûr olan öğretmenler bizzât yaşayarak idrâk ederler.
Ve cesûrluk aklın bâzûsudur. Ya'nî akıl görüşünde ve hükmünde cesûrdur. Korkaklık onun şânından değildir.
Ve tevekkül dirseğidir. Ya'nî insan bâzûsunu nasıl dirseğine dayayıp oturursa, akıl da cesûrluk bâzûsunu tevekkül dirseği üzerine dayandırır.
Ve mâsûmluk aklın bileğidir. Ya'nî akıl yapacağı ve yöneleceği her hangi bir işi, bu işte vebâl ve isyân var mıdır, yok mudur diye ma'nevî eliyle yoklar, hayır sezerse işler; şer hissederse çekinir.
Ve kerem aklın avucunun içidir. Ya'nî keff-i akıldan dâimâ kerem zâhir olur.
Ve îsâr ya’nî tercîh aklın parmaklarıdır Ya'nî akıl ikrâm ve ni’metlendirme husûsunda başkalarını kendisinin önüne geçirir ve tercih eder.
Ve cömertlik aklım elidir.
Ve bereket sağı ve kolaylık soludur. Ya'nî aklın sağı bereket ve solu kolaylıktır. Ve her iki tarafı faydalarla doludur.
Ve vera‘ karnıdır. Ya'nî akıl perhîzkâr olduğundan onun ma'nevî gıdâsı temizdir. Bundan dolayı onun karnı ma'nevî temizlikler ile doludur.
Ve iffet fercidir. Ya'nî akıllı olan kimse fercini meşrû' olmayan bir şekilde kullanmaz. Çünkü akıl buna engeldir. Bundan dolayı zinâ, noksan akıl erbâbının kârıdır.
Ve istikâmet aklın bacağıdır. Ya'nî akıl doğrulukta sâbittir.
Ve ümîd ve korku ayaklarıdır. Ya'nî akıl işlerde güzel bir sonu ümîd etmekle berâber kötü sondan da emîn olmayıp korkar.
Ve zekâ kalbidir. Ya'nî akıl zekâ kaynağıdır. Ahmaklık aslâ onun şânından değildir.
Ve ilim rûhudur; ve emânet hayâtıdır. Ya'nî akıl ilim ile kâim olup hayâtı ve yaşaması emânet dâiresindedir. Cehâlet ve hiyânet onun şânından değildir.
Ve zühd giysisidir. Ya'nî akıl nefsânî heveslere meyletmez; ve bu hâl onun giysisidir.
Ve tevâzu’ tâcıdır. Ya'nî akıl kibirlenmekten ve gururdan berîdir. Bu kadar güzel vasıflarının olmasıyla berâber kendisini beğenip kibirlenmez ve övünmez.
Ve yumuşaklık yüzüğüdür. Ya'nî hükmünde öfkeli değildir.
Ve üns evidir. Ya'nî akılda kanâatsizlik sebebiyle olan ıztırâb yoktur. Kendi güzel vasıfları içerisinde sâkinlik ve râhat içindedir.
Ve hüdâ yoludur. Ya'nî doğru yola irşâd onun alışılmış yoludur.
Ve şerîat kandilidir. Ya'nî tabîat karanlığı içinde alışılmış yolunu şerîat kandilinin yaydığı ışık ile kat' eder.
Ve anlayış cübbesidir. Ya'nî aklın zühd elbisesi üzerine giydiği cübbe anlayıştır. Çünkü akıl nefsânî hevesleri idrâk etmede çok serîdir.
Ve nasîhat işâretidir. Ya'nî nasîhat ile hayırlı işlere teşvik onun işâreti ve alâmetidir.
Ve firâset ya’nî sezgi ilmidir. Ya'nî ilim aklın rûhu ve firâset de onun ilmi olduğundan firâset aklın rûhunun rûhu olur.
Ve fakr kazancıdır. Ya'nî akıl bu bölümde daha önce îzâh edildiği üzere halîfe olan rûha ihtiyâç duymaktan hâlî değildir. Çünkü onun kazandıkları kendisine rûh halîfesinden ulaşır.
Ve akıl ismidir. Ve akıl denilmesinin sebebi yukarıdaki metin ve şerhlerde îzâh edildi.
Ve hak onun işitmesidir. Ya'nî akıl bâtıl olan işlere aslâ kulak asmaz, ancak hak ve doğru olan şeyleri dinler.
Şimdi ey okuyucu, sen kendisinde bu vasıflara sâhip olarak vücûdunda gördüğün şeyi yardımcı edinip, her bir işi onunla istişâre et! Ve nefsânî karanlık içinde onu gecen için arkadaş edin! Ve bu anlatılan ve sayılan vasıfların zıddını taşıyan vehmin aktardığı şeylere asla bakma ve ondan sakın!
Ve ne zamanki firâset ya’nî sezgi, bu anlatılan yardımcının ilmi ve hâtırâların mümkünlükleri ve işlerin gayb ile ilgili oluşu üzerine onun keşif ve vâkıf olma mahalli oldu ya'nî bu yardımcı kalbe gelip yerleşen bir takım hâtıraların mâhiyyetlerini ve hissedilebilir olmayan bir takım işleri firâset vâsıtasıyla bildi ve firâset onun keşif mahalli oldu, biz bu yedinci bölümün arkasından aklî bakışı başlı başına bir bölüm olarak o firâsetin hikmetlere âit ve şer'î kısımlarını bağlamaya muhtaç olduk. İnşâallâhü Teâlâ, vallâhü a'lem!
SEKÎZİNCİ BÖLÜM
Hikmetlere âit ve Şer‘î Firâsetin Beyânındadır
Allah (azze ve celle) “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) ya'nî “Muhakkak bunda ibretle bakanlar için alâmet vardır.” Ve (Sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o Allâh’ın nûruyla bakar” buyururlar. Allah sana ikrâm eylesin! Şimdi firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin nurlarından bir nûrdur ki, kullarını ona hidâyet eyler. Ve halkın zâhirinde onun için delîller vardır ki, ilâhî hikmet o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder; ve ba'zen istisnâlar olur; velâkin hikmetlere âit firâsette nâdirdir. Çünkü o, sıradan ve zayıf delîller üzerinde durmaktadır. Ve şer'î olana gelince istisnâlar olmaz. Çünkü o, ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ, bunun Allah Teâlâ’nın emriyle olduğunu beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Şimdi o, onun ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri bununla kâim olan kimsenin kendisindedir. Hikmetlere âit olanın tersinedir. Çünkü onun delîlleri idrâk edilmek istenen şeydedir. Şimdi biz bu bölümde iki firâseti birlikte mümkün olan şeyin en husûsîsi ve onun mükemmeli üzerine sevk ettiğimizi gördük.
Ya'nî Allah azze ve celle hazretleri sûre-i Hicr’de “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurur. “Mütevessimîn,” “müteferrisîn” ma'nâsınadır. Ya'nî “Bu âlâmetlerden ibret alanlar ancak firâset sâhibleridir” demek olur. Ve (Sav) Efendimiz “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o mü’min Allah’ın nûruyla bakar” buyururlar. İşte Kitâb ve Sünnet’ten firâsetin delîli bunlardır.
Şimdi ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri sana firâset nûrunun ihsânıyla ikrâm eylesin! Firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin muhtelif nurlarından bir nûrdur ki, “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” ya’nî “Allah dilediğini nûruna hidâyet eder” (Nûr, 24/35) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, kullarından dilediği kimseleri o nûra hidâyet eyler. Ve bu nûr sebebiyle o kimsenin basîreti açılıp, eşyâyı zâhir gözü ile görüşünden daha mükemmel olarak görür.
Ve halkın zâhirinde, ya‘nî kesîf eşyâda ve hissedilebilir maddesel sûretlerde, o firâset için bir takım delîller vardır ki, ilâhî hikmet, o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder. Örneğin:
Hak Teâlâ hazretleri geçmiş ümmetlerden bir kısmını, peygamberlerinin getirdiği hükümlere muhâlefet ettikleri için, bir takım tabiî hâdiseler ile helâk etti. Ve peygamberleri, eğer muhâlefetten vaz geçmezlerse, bu gibi hâdiselerin gerçekleşeceğini ümmetlerine evvelce haber verdiler. Bu hâdiselerin işâretleri ve öncüsü olan belirtileri ortaya çıkınca, onlar bunu sıradan gerçekleşen hâdiselerden zannedip hallerin âkıbetini anlayamadılar. Ve halkın zâhiri olan bu tabîî hâdislerdeki aşırılık, onun delîl olduğu şey olan helâke delîl iken, bu delîli o kendisine delîl olunan şeye bağlayamadılar. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Lût kavminin helâkini beyândan sonra Kur’ân-ı Kerîm’de ümmet-i Muhammed’e hitâben: “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurdu. Ya'nî “Ey ümmet-i Muhammed, eğer sizler de indirilen hükümlere muhâlefet ederseniz, size de böyle tabîî hâdiseler musallat ederim” demektir.
Ve tabîî hâdiselerdeki aşırılık, hiç şübhe yok ki eziyetlere alâmettir. Örneğin hiç yağmur yağmaması sebebiyle ekinlere ve meyvelere ve sebzelere noksan gelmesi; veyâhut aşırı derecede yağmur yağmasıyla ekinlerin ve meyvelerin ve sebzelerin ve evlerin harâb olması; ve yeryüzünde peşpeşe depremlerin olması; ve yokluk ve genel olarak fakîrlik ve bulaşıcı hastalıkların yayılması bir takım delîllerdir ki, onların delîl oldukları şeyler çeşitli kötü ahlâkların cezâsıdır. Mesnevi:
Tercüme:
“Zekât verilmez olunca yağmur bulutları gelmez olur. Ve zinâdan da her tarafta vebâ ve bulaşıcı hastalıklar yayılır.”
Şimdi firâset nûru sahibleri bunları idrâk eder. Ve firâsetten uzak ve hayvânî hisler ile dolu olanlar ise, firâset ehlinin bu isâbetli idrâklerini onların cehâletine ve ahmaklıklarına yükleyerek alay ederler. Nitekim Nûh kavmi de başta böyle alay etmiş; ve Sâlih kavmi de azâbın öncüsü olarak ortaya çıkan kara bulutu gördüklerinde “hâzâ âridun mumtırunâ” (Ahkâf, 46/24) ya'nî “Bu bize yağmur getiren bir buluttur” diyerek, daha önce kendilerine haber verilen azâbı uzak bir ihtimâl olarak görmüşler; ve daha sonra hepsi helâki hâkederek serilmiştir.
Bu anlattığımız genel bir beyândır. Firâset bütün özel işlerde ve muâmelelerde de cereyân eder. Örneğin bir firâset sâhibi, arkadaşı olan kimsenin sözlerinden ve fiillerinden onun ne istediğini anlar. Ve bu fiiller ve sözler delîl; ve o kimsenin istediği şey ise kendisine delîl olunan olur. Ve delîl ile kendisine delîl olunan arasında da irti’bât bulunması çok doğaldır. Buna hikmetlere âit firâset derler.
Ve hikmetlere âit firâsette ba'zen delîlin kendisine delîl olunan şeye irtibâtında istisnâlar olur, velâkin nâdirdir. Çünkü hikmetlere âit fîrâset sıradan ve zayıf olan delîller üzerine durmaktadır. Örneğin Zeyd Amr’a sohbet sırasında acı bir söz söyler veyâ karşısında suratı asık bir şekilde durur. Amr bu sözden ve bu duruştan Zeyd’in kendisine düşmanlığı ve kini olduğuna hükmeder. Oysa gerçekte Zeyd’e karşı böyle bir düşmanlığı olmayabilir. Bundan dolayı kendisine delîl olunan düşmanlığa delîl sayılan o söz ve fiilin irtibâtı olmamış olur. İşte hikmetlere âit fîrâsette ba’zen böyle istisnâlar olur. Ve ileride geleceği şekilde hakîmler indinde kişilerin şeklinden ve huylarından delîl olarak getirilen ahlâk dahi böyledir.
Şer’î firâsete gelince bunun istisnâsı yoktur; ve bu firâset aslâ değişmez. Çünkü o zâhirî delîl vâsıtasıyla olmayıp doğrudan doğruya ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm)’ın aralarında olan kıssayı beyânen Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Hızır’dan naklen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Oğlan çocuğunu öldürmeyi ve gemiyi delmeyi ve duvarı tâmir etmeyi ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Ve bu kıssa tefsîr kitaplarında bulunduğundan burada ayrıntılı olarak anlatılması sözü gereğinden fazla uzatmak olur.
Şimdi o şer’î firâset bu firâsetin ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri, ilâhî emir ile kâim olan kimsenin kendisindedir. Ve bu kimsenin kalbi mâsivâ nakışlarından temizlenmiş olduğu için, idrâk edilmek istenen halk edilmişlerin zâhirinden delîl elde etmeye muhtaç değildir. Onun kalbi ilâhî ilhâmların iniş yeri ve ilâhî emirlerin varış yeridir. Bundan dolayı böyle bir kimse, bütün işlerinde ilâhî emir içerisinde hareket eder. Ve onun nefsi ancak ilâhî emir ile kâim olur.
Bu hâl hikmetlere âit firâsetin tersinedir. Çünkü hikmetlere âit firâset sâhiblerinin bakışından halkın zâhiri örtülmediğinden, onların delîlleri idrâk edilmek istenen mâsivâ nakışlarındadır. Ve delîllerini halkın zâhirinden elde ederler. Şimdi biz bu sekizinci bölümde bu iki firâseti ya'nî hikmetlere âit firâseti ve şer'î firâseti, mümkün olduğu kadar beyânda en husûsi ve mükemmel bir biçimde sevk ettiğimizi gördük.
FASIL
HİKMETLERE ÂİT FÎRÂSET
Allah Teâlâ seni azîz eylesin! Bu kitapta tefekkürden hâsıl olan bilgilere ve bakıştan hâsıl olan ilimlere ve tecrübeye dayalı hükümlere lüzûm görüldü. Çünkü Allah Teâlâ herkese yakîn nûrunu hîbe etmedi ve onun basîret gözünden perdelerin örtüsünü kaldırmadı ki, şer’î firâset ehli ipinde dizilmiş olsun. Şimdi bu, Allah Teâlâ tarafından hîbe edilmesinden dolayı, her bir kişiye mahsûs olmayınca, onun kullarından ancak seçkinler ona erer. Oysa bizim bu kitabımız, muhtaç oldukları şey hakkında seçkinler ve avâm için mevzû'dur. Ve bu bölüm kendisine ihtiyâç duyulan şeyleri içine almaktadır ve ona âiddir. Çünkü insan diğer insanlarla berâber yaşamaya ve onların dostluğuna mecbûrdur. Ve her insan kendi sınıfında ve kendi âlemindedir. Ne zamanki bu mecbûriyet mevcûd oldu ve onun indinde şer’î firâsetten, çevresindekilerin arasını onunla ayırt edecek şey olmadı, işte bundan dolayı biz insanın onun indinde vâkıf olması ve mühimmâtında tasarruf eylemesi ve tââtın aksâmı ile meşgûl olması için hikmetlere âit firâsetten yeteri kadar bir faslı sevk ettik. Belki Allah Teâlâ ona kendi indinden yakîn nûruna ve melekût-i a‘lânın tetkîkine bir kapı açar.
Şimdi ey birâder! Bilesin ki, Allah Teâlâ bizi ve seni görünüş özelliklerinin en güzeline ve oluşumların en i’tidâl üzere olanına muvaffak eylesin! Sana öyle bir kimseyi halîl ya’nî dost ve gecen için arkadaş ve mülkün için yardımcı edinmek yakışır ki, o kimse uzun olmaya, kısa da olmaya. Eti sertlik ve yumuşaklık arasında mülâyim ve nâzik ve mâsûmâne şefkâtli ve solukluk ile beyaz-meşreb ola. Ve saçının uzunluğu normal olup düz ve kısa kıvırcık olmaya. Saçında kızıllık olup bununla berâber siyâhlık olmaya, ya'nî kumral ola. Gözleri geniş ve gözbebeği büyük olup normal bir çukurluğa ve sîyâha meyilli ola. Baş büyücek ola. Omuzları boynunda ne pek yüksek ve ne de düşük ola. Ve kaynakları ya’nî sırt etlerinin but etlerine yapıştığı yer ve onların arası şişman olmaya. Alçak sesle konuşan ola. Parmaklarının uzunluğu, inceliği i'tidâlde olmakla berâber kalınlık ve incelikten sâf olup kalınlığı ve inceliği makbûl olan türden ola. Eli dörtgen ve ortası biraz tümsek ola. Konuşması ve gülmesi az olup ancak ihtiyâç kadar ola. Tabîatının meyli safrâya ve sevdâya ola. Bakışında ferah ve sevinç ola. Mala hırsı az ola. Senin üzerine hükmetmeyi istemeye ve gösteriş yapar olmaya. Aceleci ve çok yavaş olmaya. İşte hakîmlerin hilkatin en dengelisi ve en sağlamı olarak dediği budur. Ve Efendi’miz Muhammed Resûlullah (Sav), kendisinin zâhiren ve bâtınen kemâlinin sâbit olması için, bu hilkatte halk edildi. Şimdi eğer sen bunun benzerinin dışında arkadaş edinmemeye gücün yeterse onu yap! Ve Allah Teâlâ senin basîretini nûrlandırmadığı zaman, şehvetinle vâkıf olma! Eğer ilâhî nûr seni rızıklandırırsa, sen bu vakitte iki âlemin sultânı ve iki hakîkatin sâhibi olursun. Varlık senin kahrın ve reîsliğin ve emrin altında olur.
Ey birâder! Bilesin ki, muhakkak hakîmler firâset hakkındaki sözlerinde zanda bulundular. Ben ise bunu tecrübe ile gördüm ki, muhakkak halkın en dengelisinin vasfının misâli yukarıdaki gibidir; ve onların sözlerinde bahsedilen şeydir.
Muhakkak GÖZ’ün pek mâvî ve saçın kızıl ile siyâh karışık renkte olması hîleye ve hâinliğe ve günâh işlemeye ve aklın hafifliğine delîldir. Ve eğer bununla berâber alnı geniş, çenesi dar ve köse ve yanakları etli ve başında saçı çok olursa, hakîmler der ki, bu sıfatı taşıyan kimseden öldürücü engerek yılanlarından korunur gibi korunmak lâzımdır.
KIL: Bilesin ki, hakîmler derler ki, sert saç cesûrluğa ve beynin sıhhatine ve yumuşak saç korkaklığa ve beynin soğukluğuna ve kavrayışın azlığına işâret eder. Ve omuzların üzerinde ve boyunda çok kıl olması anlayış kıtlığına ve cür’ete delîldir. Ve göğsünde ve karnında çok kıl olması tabîatının vahşi oluşuna ve anlayışın azlığına ve cefâya muhabbete delîldir. Ve kılların siyâh ve kızıl renkte karışık olması anlayış kıtlığına, gazabın çokluğuna ve sür‘atine ve sataşmaya delîldir.
ALIN: Hakîmler derler ki, kendisinde buruşukluk olmayan açık alın husûmete ve insanlar arasında fesatlığa ve kibre ve haddini aşmaya işâret eder. Ve genişlikte alnı normal olan ve onda buruşukluklar bulunan kimse doğru sözlü, sevgi dolu, âlim, uyanık, tedbirli ve mahâretlidir.
KULAKLAR: Kulakları büyük olan kimse câhildir. Ancak onun hâfızası kuvvetli olur. Ve kulakları küçük olan taklîdçi anlayışı kıttır.
KAŞ: Kılların çokluğu âcizliğe ve sözünün bozukluğuna işâret eder. Eğer kaşlar şakaklara kadar uzarsa onun sâhibi kibirli ve anlayışı kıttır. Ve kaşların uzunluğu ve kısalığı normal ve ince ve siyâh olan kimse anlayışta uyanıktır.
GÖZ: Muhakkak gözün en fenâsı mâvîdir. Ve mâvinin en fenâsı da fîrûze rengindedir. Şimdi kimin gözleri büyük ve fırlak olursa o kimse hâlis hasedçidir, tenbeldir, güvenilmezdir. Ve eğer mâvi de olursa en şiddetli olur. Ve ba‘zen de hâin olur. Ve kimin gözleri normal çukurluğa ve kudretten sürmeli ve siyâha meyilli olursa o kimse anlayışta uyanıktır, güvenilirdir, sevimlidir. Eğer beden boyu keskin olursa (ya'nî küçüklüğü ve uzunluğu ile berâber bakışı keskin olursa) onun sâhibi fenâdır. Ve kimin gözü donuk, hareketi az ve hayvanlar gibi ölü bakışlı olursa o câhildir, kaba tabîatlıdır. Ve kimin gözünde sür'atle hareket ve bakışında keskinlik olursa o hîlekâr, hayırsız, vefâsızdır. Ve kimin gözü kırmızı olursa o yiğit, gâyet cesûrdur. Eğer çevresinde küçük noktalar olursa onun sâhibi insanların şerlisi ve onların en fenâsıdır.
BURUN: Eğer ince olursa sâhibi çeviktir. Ve eğer uzun olup ağzına girmeye yakın olursa o kimse cesûrdur. Eğer burnu enli olursa, o kimse cinsel ilişkiye çok düşkündür. Ve kimin burnunun deliği büyük ise o gazablıdır. Ve ortası kalın ve enliliğe meyilli olursa o kimse çok yalancı ve boş söz söyleyicidir. Ve burunların en dengelisi, boyu iri olmayandır. Ve kimin burnunun kalınlığı vasat ve tümsekliği aşırı olmazsa, o akıla ve anlayışa delîldir.
AĞIZ: Kimin ağzı geniş olursa o cesûrdur. Ve kimin dudakları kalın olursa o anlayışı kıttır. Ve kimin dudakları çok kırmızı olmakla berâber kalınlıkta vasat olursa o mu'tedildir.
DİŞ: Kimin dişleri birbirine dolaşık ve çıkık olursa o kimse düzenbaz ve hîlekâr, güvenilmezdir. Ve kimin dişleri hafif olarak açık ya’nî araları açık olursa, o akıllı, idrâkli, güvenilir, tedbirlidir.
YÜZ: Kimin yüzü şişman ve yanakları şişkin olursa o câhil, kaba tabîatlıdır. Ve kimin yüzü çelimsiz ve çok sarı olursa o fenâ, düzenbaz, cimridir. Yüzü uzun olan kimse hayâsızdır. Ve sen kimin yüzüne bakıp da o kızarır ve utanır ve ekseriyâ gözleri sulanır veyâhut istemediği bir tebessümle tebessüm ederse o kimse senin için dostluk gösterendir; nefsinde senin içindir, senin hakkında dosttur.
Yüksek SES’in heybetli oluşu cesûrluğa delîldir. Acz ile teenni ve kalınlık ile incelik arası akla ve tedbîre ve doğruluğa delîldir. İnce ses ile hızlı konuşma hîleye ve yalan söylemeye ve cehâlete delîldir. Sesin kalınlığı gazaba ve kötü huya delîldir. Sesin genizden gelmesi anlayış kıtlığına ve kavrayışın azlığına ve nefsin kibrine delîldir. Hareketin çokluğu kibir ve anlayış kıtlığına ve ma‘nâsızlığa ve düzenbazlığa delîldir. Toplantılarda ağırbaşlılık ve söz ve konuşma tedâriki sırasında elini hareket ettirmesi aklın tamâm oluşuna ve tedbîre ve sözünde durmaya delîldir.
BOYUNun kısalığı fenâlığa ve hîleye delîldir. Ve boynun uzunluğu ve inceliği anlayışının zayıflığına ve ürkekliğe delîldir. Ve başın küçüklüğü belirgin olduğu vakit, bağırmak hamlığa ve akılsızlığa delîldir. Ve boynun kalınlığı cehâlete ve çok yemek yemeye delîldir. Ve uzunlukta ve kalınlıkta boynun normal olması akıl ve tedbîre ve dostluğunun hâlis oluşuna ve itimâda ve sadâkate delîldir.
Dostları ilə paylaş: |