2. Fıtrat Delîlî
Selim bir fıtratla yaratılan insan, normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul eder. Allahın varlığına inanmak, insanda tabii bir duygu ve şuurdur (ğarîze-i diniyle). Bu duygu ve şuur, gaflet, inat, kibir gibi bazı arızî hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok olmaz.
İnsandaki bu Allah şuurunun oluşumunda beşerin gayretinin, nazar ve istidlalin herhangi bir tesiri yoktur. İnsan her başı sıkıştığı ve üzüldüğü zaman bir ilâha sığınır, dua eder ve ondan niyazda bulunur. Onun bu davranışı fıtratının gereğidir:
“İnsana bir sıkıntı eriştiği zaman, yan üstü yatarken veya otururken yahut ta ayakta dururken bize dua eder. Fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki sıkıntısının defedilmesi için bize dua etmemiş gibi geçer gider.” 120
Fıtrat delili, halkın anlayabileceği, iknâî karakter taşıyan bir delildir. Biraz sonra göreceğimiz hudûs ve imkân delillerinde doğru bir nazara ihtiyaç olduğu halde, fıtrat delilinde buna ihtiyaç yoktur. 121
3. Hudûs Delili
Kelâmcıların isbât-ı vâcib konusundaki delillerinin en meşhuru olan hudûs delili şöyle takrir edilir:
Âlem hadistir (Yokken var edilmiştir, sonradan meydana getirilmiştir, varlığından önce yokluk bulunmaktadır.)
Her hadisin bir muhdisi (var edicisi, meydana getiricisi) vardır.
Âlemin muhdisi de Allah Taâlâdır.
Bu delilin birinci mukaddimesi olan “Âlemin hadis oluşunu” ele alacak olursak; Âlem cevherlerden (boşlukta bizzat yer tutan), cisimlerden (iki veya daha fazla cevherden teşekkül eden mümkin varlıklardan) ve arazlardan (kendi başına boşlukta yer tutamayan, var olmak için bir cevhere veya cisme muhtaç olan renk, koku, tat ve oluşumlardan) meydana gelmiştir. Cevherlerin veya bir cismin araz olmaksızın var olması düşünülemez (cevherler arazlardan hâli değildir). Arazlar ve sıfatlar daima yenilenmekte ve değişikliğe uğramaktadır. Yenilenen ve değişikliğe uğrayan şeyin ezelî olması mümkin değildir. Bu durumda, cevher, cisim ve arazlardan teşekkül eden ve kendisinde hadis şeyler cereyan etmekte olan (havadise mahal olan) âlemin de hadis olması zaruridir.
Âlem hadis olduğuna yani varlığının başlangıcı bulunduğuna göre, onun var olması da olmaması da eşittir. Varlığı ile yokluğu müsavi olan hadisin var olması ve bu varlığın muayyen bir zamana tahsis edilmesi, onun bir tahsis ediciye, bir muhdise muhtaç olduğunu gösterir. Sebeb-sonuç (illiyyet) prensibine göre her hadisin bir muhdisinin olması gerekir, îşte bu muhdis, irade ve ihtiyar sahibi, ezelî bir varlık olan Allah Taâlâdır. Hadisi meydana getiren muhdisin bir başka hadis varlık olması düşünülemez. Çünkü bu durumda müessirlerin (sebeb ve illetlerin) sonsuza kadar devam edip gitmesi gerekir ki, akıl böyle bir şeyi caiz görmez. 122
4. İmkân Delili
Âlem mümkindir. Çünkü cüzlerden meydana gelmiştir. Cüzlerden meydana gelen (mürekkeb olan) şey vâcib olamaz. Zira vâcib mürekkeb değildir. Mümkin, varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkin var olduğuna göre, onun varlığını yokluğuna tercih eden bir müessir mevcuttur. Bu müessir (illet) de mümkin olursa, onun da bir müessiri olacaktır. Böylece ya devir ve teselsüle 123 düşülecektir, ki bunların ikisi de bâtıldır, veya bir yâcibu'l-vücûda varılacaktır. O da Cenâb-ı Haktır. Öyleyse mümkin olan âlemin yaratıcısı Allah Taâlâdır. 124
5. Nizâm Delili
Tabiatta ve onda cereyan eden olaylarda büyük bir ahenk, şaşmaz bir düzen vardır. Biz bu nizamı duyularımızla idrak etmekteyiz. Âlemdeki bu nizam, âlim, akıl sahibi bir illetin eseridir. O halde kâinat, âlim ve akıl sahibi olan Allah Taâlânın eseridir. Bu delile gaye, hikmet, inayet ve itkân delili de denir. İmkân ve hudûs delilleri halk için faydalı olamazlarken, nizâm ve gaye delili, hem avammı hem de bilginleri tatmin eden bir delil mahiyetindedir. Zira hikmet ve kudreti sonsuz olan Ulu Yaratıcının bunca yaratıklarında herkesin görüp sezebileceği nice hikmetler vardır. Kâinata baktığımız zaman, onun kanunlar ve gayeler manzumesi olduğunu görüyoruz. Bu ince kanunların ve hesapların kor tesadüften çıkması mümkin değildir. Onları düzenleyen ve varlıkların hizmetine sunan akıl, idrak ve hikmet sahibi bir yaratıcının bulunması zaruridir:
Gökte burçlar yar eden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan ayı yaratan Allah yücelerin yücesidir.” 125
“Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allahı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler 'Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru' derler.” 126
6. Kaûl-i Âmme (Beşer Tarihi) Delili
İnsanlık tarihi bize göstermektedir ki, yeryüzünde, ırkları, memleketleri, görüş, din ve mezhepleri farklı olmasına rağmen bütün milletler, bu alemde hikmet sahibi bir yaratıcının eserlerini müşahede ettiklerinden şüphe etmemişler, ezelî ve kadîm bir yaratıcının var olduğunu kabullenmişler ve O'na tapınışlardır. Nereye gidilirse gidilsin -kaba ve basit bir şekilde de olsa- bir din ve tanrı fikrine rastlanılmıştır. Tarih boyunca çeşitli devrelerde bir takım hurafeler bulunmakla beraber, insanda tanrı fikri daima mevcut olmuştur. Hatta inkârın en aşırı noktasını ulaşmış olan kimseler bile, büyük bir felâketle karşılaştıkları zaman, taşa toprağa, ağaca sığınma yerine, kendinden üstün bir yüce kudrete sığınmayı tercih etmişlerdir. İşte devirleri, memleketleri ve kültürleri birbirinden farklı olan milletlerde görülen bu ilâh fikri ve din duygusu, Allanın varlığına delâlet etmektedir. 127
7. İhtira Delili
Biz etrafımıza baktığımızda bütün varlıkların yaratılmış olduğunu görüyoruz. Cisimler önce cansızken, onlarda sonradan hayat, akıl ve şuurun yaratıldığını müşahede ediyoruz. Her yaratılan şeyin bir yaratıcısı (muhteri') nin olması zaruridir. Öyleyse şu varlıkların da ezelî bir yaratıcısı vardır, o da Cenâb-ı Haktır. Şu âyetler ihtira delilini ihtiva etmektedir:
“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır.” 128
“Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” 129
“Ey insanlar bir misâl verilmektedir. Şimdi onu iyi dinleyin: Sizlerin Allahı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan birşey kapsa onu kurtaramazlar, isteyen de istenen de aciz.” 130
8. Hareket Delili
Biz kâinatta hareket eden şeylerin var olduğunu tecrübe ile biliyoruz. Her hareket edenin bir muharriki (hareket ettiricisi) vardır. Bu muharrikin kendisi de hareket halinde ise, onu da harekete geçiren bir başka muharrik vardır. Çünkü birşey kendiliğinden harekete geçemez. Böylece hareket eden ve ettirenler zincirini geriye doğru nihayetsiz sürdürmek mümkin değildir. O halde bir ilk muharrik vardır. O da vâcibu'l-vücûd olan Allah Taâlâdır.131
9. Kemâl Delili
Dekart (1596 - 1650) in benimsediği bu delil şöyle takrir olunur:
Bende bir kemal tasavvuru vardır. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Bu tasavvur bana, benden gelemez. Çünkü ben eksik bir varlığını. Bu düşünce bana ma'dûm (yok)dan da gelemez. Zira ma' dûm illet olamaz, hiçbir şeyi meydana getiremez. Bizi kuşatan âlem de eksik olduğundan, bu kemâl tasavvurunun bana âlem tarafından verilmesi de mümkin değildir. O halde kemâl tasavvuru bana, ancak en kâmil varlık olan Cenâb-ı Haktan gelir. Bu delili Dekart'tan yıllarca önce yaşamış olan Fârâbî (öl. 339/950) de işlemiş ve adına ekmel varlık delili demiştir. 132
10. Namütenahi Delili
Bende bir sonsuzluk fikri vardır. Ben sonu olmayan bir varlık düşünüyorum. Bu tasavvur bana benden gelmez. Çünkü ben sonluyum. Benim dışımdaki eşyadan gelmez. Zira onlar da sonludurlar. Sonsuzun illeti sonsuz bir varlık olur. Bu sonsuzluk fikrini bana telkin eden bir sonsuz varlık vardır. O da Allah Taâlâdır. Namütenahi delili ile kemal delili arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur. 133
11. Ahlâkî Delil Ve Fazilet Delili
Âlemde biri tabiî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki nizam vardır. Tabiî nizâm kuvvetler, ahlâkî nizam iradeler manzumesidir. Ancak kuvvetlerin kanunları ıztırârî, iradelerin kanunları ihtiyarîdir. Âlemdeki ahlâk kanunu, iradeleri yorucu ve ağır gelen bir yola zorlamaktadır. İradeleri zorlayan ve belli bir düzene sokan kanunun üstün bir kudretten ve otoriteden sâdır olması gerekir ki, o üstün kudret Cenâb-ı Haktır.
Ahlâk kanunu, saadetle faziletin birbirinden ayrılmadığını gösterir. Saadete erişecek şeyleri yapmak bize ait ise de, neticenin elde edilmesi sadece bize bağlı değildir. Çünkü saadetin temini, dış dünya ile, insanların iradeleriyle de alakalıdır. Halbuki vicdanımız, vazifenin tamamen hüküm sürmesini, saadet ve faziletin gerçekleşmesini zarurî kılmaktadır. O halde bunu tahakkuk ettirecek yüce bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu irade tabiatın ve insanların üstünde bir irade olacaktır. İşte bu müessir Allahtır.134
12. Sofiyeye Göre Allahın Varlığı
Sufiler Allah’ın varlığı üzerinde düşünmeyi uygun bulmamışlar, bu noktada aklın insanı yanıltacağını ileri sürmüşler, irfan, marifet ve marifetullah denilen ve keşfe dayanılarak ruhî bir tecrübe neticesinde edinilen Allahla ilgili bilgilere özel önem vermişlerdir. Sufilere göre, insan tarafından bilinen varlıkların en açık olanı Allahtır. İnsan, Allah hakkında sahip olduğu bilgilerden daha sarîh ve daha bedihî bir bilgiye malik değildir. Bunun için isbât-ı vacibe ihtiyaç yoktur. Çünkü açık olanı açıklamak için çabalamak beyhude bir gayrettir. Yine sufiler isbât-ı vacibin mümkin olmadığı kanaatındadırlar. İsbât-ı vacibe kalkışılması halinde, müphem varlıklarla sarih ve bedihî bir varlık hakkında bilgi sahibi olmak gibi akıl ve mantık dışı bir duruma düşülmüş olur. Mukayyed, eksik ve sonradan yaratılmış bir varlığa dayanarak, mutlak, kâmil ve ezelî bir varlık hakkında tam manasıyla gerçek ve doğru bir bilgiye sahip olmak imkânsızdır.135
13. Asrımızda Allahın Varlığına Dair İleri Sürülen Delillerden Bazıları
Asrımızda isbât-ı vacibe dair ileri sürülen deliller, genellikle materyalizmin ve tesadüf iddiasının reddini, tekâmülün tabiatta ne derece tesirli olabileceğinin izahını hedef almaktadır. Bunlardan bir kaçını zikretmekle yetinelim.
Mantık kuralları içerisinde kalmak şartıyla, kâinatın var oluşunda göz önünde bulundurabileceğimiz ancak üç ihtimal vardır:
a) Kâinat kendiliğinden var olmuş, kendi kendisini yokluktan varlığa çıkarmış ve yaratmıştır. Kâinatın var oluşunda böyle bir ihtimalden söz etmek mümkün değildir. Çünkü illiyet (sebeb-sonuç) kanununa göre, her sonucun bir sebebi, her eserin bir müessiri, her yaratılanın bir yaratıcısı vardır. Kâinat ta var olmuş ise, onu da var eden bir sebep bulunacaktır., Kâinatın kendi kendine var olması, ressam olmadan çok güzel bir tablonun ortaya çıkması, pilotsuz ve kumandasız bir jetin havada uçması, kaptansız.bir geminin denizde kazasız yüzüp gitmesi gibi aklın ve mantığın kabul edemeyeceği bir düşünce şeklidir. Üstelik alemin bir bölümünü cansız varlıklar ve arazlar teşkil eder. Halbuki yaratıcının hayat ve kudret sahibi olması gerekir. Canlı varlıklara gelince onlar da başlangıçta ölüydü, kendisinden habersizdi. Oysaki yaratıcı hayat sahibi ve alim olmalıdır. Tabiattaki eşyanın bir kısmının bir kısmını icad etmiş olması da düşünülemez. Çünkü sonradan meydana gelen (hadis) şeyler, birbirine, yokken var edici tarzda bir tesir icra edemez. Şayet eşyada kendisi gibi bir varlığı icad edici bir kudret olsaydı, her-şeyden önce kendisini icad ederdi. Halbuki az önce alemin kendi kendisini yaratamayacağını söylemiştik. 136
Kur'an-ı Kerim, kâinatın kendiliğinden var olduğu, kendi kendisinin yaratıcısı bulunduğu, var olmak için başka sebebe, muhtaç olmadığı ihtimalinin ne kadar çürük ve yanlış bir ihtimal olduğunu şu âyetle ortaya koymaktadır: “Yoksa kendileri yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa onlar (kendilerini) yaratıcılar mıdır? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar. Hayır onlar (Allahı) yakînen bilmezler”. 137
b) Kâinatın ve kâinatta görülen nizam ve ahengin, kör tesadüfün eseri olarak meydana gelmesi ihtimâli:
Bazı hadiselerin meydana gelişinde tesadüfün rolü olduğunu inkâr edemeyiz. Fakat yeryüzünü, insanları, hayvan, bitki ve cansızları yaratan; dünyayı milyonlarca senedir bir milimetre dahi sapmadığı yörüngesinde döndüren, pek büyük ve pek çok olmalarına rağmen yıldızları ve gezegenleri birbirleriyle çarpışmadan, bir ahenk içerisinde, dehşet verici bir suretle döndüren, hareket ettiren şeyin kör tesadüf olmasını -hareket noktası inkâr olmayan- hangi akıl ve mantık kabul edebilir? O halde şu akıllara hayret veren eşya ve tabiatın teşekkülü ve bunlarda hüküm süren değişmez ve şaşmaz kanun ve nizamların kuruluşu ve devamı hiçbir şekilde tesadüfe bağlanamaz. Kur'an-ı Kerim de tesadüf ihtimalini reddeder:
“Gökleri ve yeri yaratması, (aynı kökten geldiğiniz halde) dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetler indendir.” 138
“Yeryüzünde yan yana bulunan arazi parçaları, üzüm bağları, ekin tarlaları, dallı budaklı hurmalıklar vardır. Hepsi de aynı sudan sulandığı halde biz tatlarını birbirinden farklı ve üstün kıldık. Muhakkakki bunda aklı erenler için ibretler vardır.” 139
Biz, tabiatın ve tabiattaki düzenin açıklanması için, tesadüfün, hiçbir zaman yeter bir sebep olamayacağı konusunda bilim adamlarının verdikleri misallerden birkaçını zikredelim.
Protein, bütün canlı organizmaların temel maddelerinden birini teşkil eder. Bilindiği üze're bu albüminli madde, beş elemandan meydana gelmiştir:
Karbon, hidrojen, azot, oksijen ve kükürt. Bir ünite proteinde 40 bin kadar molekül bulunur. Şimdiye kadar bilinen yüz civarındaki element tabiat içinde düzensiz olarak serpiştirilmiştir. Şimdi düşünelim:
Tesadüf yoluyla bu beş elemanın bir araya gelerek, sadece bir ünite protein meydana getirmesi acaba yüzde kaç ihtimalle olabilir? Ayrıca bunun için ne kadar zaman ve ne kadar madde gereklidir? Matematikçiler hesap etmişler ve ihtimalin (on üstü yüzaltmış) ta bir olduğunu söylemişlerdir. Yani' on rakamı yüz altmış defa kendisiyle çarpılarak meydana gelen sayıya göre bir ihtimal. Biz bu rakamı kelimelerle ifade etme imkânına sahip değiliz. Bu iş için gerekli zaman ise 243 yıl olarak hesaplanmıştır. Ayrıca bu kimyevî olayın tesadüfen meydana gelmesi için, yeryüzünü bir kaç milyon defa doldurup boşaltan maddeye ihtiyaç vardır. 140 Akıl için böyle küçük bir ihtimali (tesadüf ihtimalini) kabul etmektense, kâinatın bir yaratıcı ve devam ettiricisinin varlığına inanmak hem daha kolay, hem de daha akılcı bir yoldur.
Tesadüf ihtimalinin reddi için verilen bir başka misal şudur:
Cebimize birden ona kadar numaralanmış on tane marka koyalım ve iyice karıştıralım. Sonra bu markaları, teker teker birden ona kadar numara sırasıyla çekmeye çalışalım. Her aldığımız markayı tekrar cebimize koyup, markaları yeniden iyice karıştıralım. Matematikteki ihtimal hesaplarına göre, ilk çekişte bir numaralı markayı çekme ihtimali onda birdir. Arka arkaya bir ve iki numaralı markaları çekme ihtimali ise yüzde birdir. Bir, iki ve üç numaralıları peşipeşine çekme ihtimali ise binde birdir ve bu böylece devam eder gider. Bu markaların hepsini sırasıyla birden ona kadar çekmek ise, inanılmayacak kadar uzak bir ihtimal, on milyarda bir ihtimaldir.
Bu konudaki bir başka misalde belirtildiği üzere, dünya ekseni etrafında saatta bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp ta saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün bitki namına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de eğer kalırsa geri kalanını dondurup mahvedecekti.
Bütün bunlar ve benzeri misallerden anlaşılmaktadır ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.141
c) İlk iki ihtimalin. yanlışlığı ortaya konulunca, artık akıl için üçüncü ihtimali kabullenmekten başka doğru ve çıkar yol kalmamaktadır:
Bu kâinatı yaratan ve ondaki nizamı sağlayan bir yaratıcı vardır. O da Allahtır. Allah Taâlâ buyurur ki:
“Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allahın (varlığında) şüphe mi vardır?”142.
Tabiatta tekâmül faktörünün rol oynadığını inkâr edemeyiz. Fakat bu, mahdut ve malûm sınırlar dahilindedir. Tekâmül yoluyla ne ilk yaratılış, ne de önemli değişiklikler izah edilebilir. Tekâmülcüler izahlarının çoğunu istihaleye (başkalaşmaya) dayandırırlar. Halbuki yapılan incelemeler sonunda başkalaşma ve sıçrayışların, yeni tür canlı meydana getirmesinin mümkin olmadığı anlaşılmıştır. İstihaleler çoğu zaman ölüme veya dejenerasyona götürür. Alimler başkalaşma ve sıçrayışlarla yeni bir sıfatın bir türe yayılabilmesi için bu sıfatın aynı türden tahminen bir milyon nesil üzerinde tekrarlanmasının gerektiğine kanidirler. Bu tempo ile bugünkü canlılar aleminin meydana gelmesi akla sığmayacak bir şeydir. Canlının tekâmül kabiliyetine sahip oluşu, bizzat bu özellik bile, onun kendi dışında bir yaratıcı tarafından yaratıldığının bir başka delilidir. 143
Hareket noktası peşin inkâr olmayan ve bilimde objektif davranabilen pozitif bilimciler, Allahın varlığını kabul ederler. Bilimin keşfettiği kanunlarda, Allah Taâlânın kudretini müşahede ederler. Newyork İlimler Akademisi eski başkanı A. Cressy Morrison diyor ki:
“Dişi, erkek bütün hücrelerde kromozomlar ve genler bulunur. Kromozomun içinde geni kapsayan küçük bir çekirdek vardır. Genler her canlı varlığın, bu arada insanın özelliklerine etki yapan baş faktördür. Üreme hücresindeki stoplazma ise, kromozomu da geni de çevreliyen ve çeşitli kimyasal bileşiklerden meydana gelen fevkalâde bir maddedir. Yeryüzünde yaşayan bütün insanların ferdî özellikleri, psikolojileri, renkleri ve ırklarından sorumlu olan bu genlerin tümü o kadar küçüktür ki, bir araya getirilse bir yüksüğü bile doldurmaz. Pekâlâ öyleyse gen denilen bu şey nasıl olur da bir sürü ecdadın özelliklerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı herbirinin psikolojisini muhafaza edebiliyor? "Mikroskopla bile görülmeyen küçücük bir gen içinde hapsedilen bir kaç milyon atomun böyle yeryüzündeki hayatı, kat'î olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece bir bilginden sadır olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir. Başka hiçbir nazariyeye imkân yoktur.”144 Kur'an-ı Kerim bu hakikati şöyle açıklar:
“Gökleri ve yeri yaratması, (aynı kökten geldiğiniz halde) dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir.” 145
c. Allahın İsimleri 1. “Allah” Özel İsmi
İster arabça olsun, ister diğer herhangi bir dilden olsun, başka bir kelimenin “Allah” özel isminin yerini tutamayacağı konusunda alimler fikir birliğine varmışlardır. Çünkü Allah kelimesi özel isimdir. Özel isimler diğer dillere terceme edilemezler. Hatta arabça olan diğer bir kelime de onun yerini tutamaz. Fakat Kur'anda Allah kelimesinin işaret ettiği zat için, İlâh, Mevlâ, Rabb gibi isimler kullanılmıştır. Bu sebeple Farsçadaki Hüdâ ve Yezdan, Türkçedeki Tanrı ve Çalab... gibi isimler her ne kadar Allah özel isminin yerine geçemezse de ilâh, mevlâ ve rabb gibi âyet ve hadislerde geçen, Allanın öbür isimlerinin, yerine kullanılabilir. 146
2. Îsmi A'zam (Allahın En Büyük İsmi)
Bir grup İslâm alimi, Allah Taâlânın isimlerinin hepsinin büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise, hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bu grupta olanlar “Allah”, “el-Hayyu'1-kayyûm-diri ve yaratıkları ayakta tutan”, “Zü'l-celâli ve'1-ikrâm-yücelik ve ikram sıfatlarına sahip) isimlerinden hangisinin Allahın en büyük ismi olduğu konusunda değişik görüşlere sahip olmuşlardır. 147
3. Esmâ-i Hüsnâ (Allah'ın Güzel İsimleri)
Allah Taâlânın ism-i fail ve sıfat sîğasıyla varid olan isimleri “de dahil olmak üzere bütün isimlerine esmâ-i hüsnâ denilir. En güzel isimler Allaha mahsustur. Çünkü bütün kemâllerin sahibi O'dur. Onun isimleri en ulvî ve mutlak kemâl ifade eden mukaddes kelimelerdir. “Allah ki O'ndan başka tapacak yoktur. Onun güzel isimleri vardır.” 148
“En güzel isimler onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hep Onu tenzih ederler. O azizdir, hakimdir.”149.
Esmâ-i hüsnâya, esmâ-i ilahiyye de denir.
Allah Taâlânın Kur'an-ı Kerimde ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allahı tanır. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerimde “Allahın güzel isimleri vardır. O halde Allaha o güzel isimlerle dua edin.” 150 buyurarak, esmâ-i hüsnâ ile dua ye niyazda bulunmamızı emretmiştir.
Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, delâlet ettiği zatın da birden çok olmasını gerektirmez. Bütün İsimler O bir zata delâlet eder:
“De ki, ister Allah deyip dua edin, ister rahman deyip dua edin, hangisi ile dua ederseniz edin, O'nun güzel isimleri vardır.” 151
Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah Taâlânın 99 ismi vardır. O isimleri kim sayarsa (ezberler, manasını anlar ve kendisi için şiar edinirse) cennete girer. Şüphesizki Allah tektir ve tek olmayı sever.” 152
Esmâ-i İlâhiyye 99 isimden ibaret değildir. O'nun âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Burada 99 sayısının söylenmesi hasr için değildir. Yani “Allanın ancak 99 ismi vardır. Bunlardan başka yoktur” manasına değildir. Bu isimlerin Allanın en meşhur isimleri olması hasebiyledir. Yukariki hadiste geçen ihsâ (saymak) kelimesi sebebiyle Allah’ın 99 ismine “ihsâ isimleri” de denilmiştir. Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadiste bu 99 isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır: 153
“Allah, Rahman (esirgeyen), Rahîm (bağışlayan), Melik (emirleri tutulan), Kuddûs (noksanlıklardan arınmış), Selâm (yaratıklarını selâmette kılan, ayıplardan arınmış), Mü'min (müminleri azabtan emin kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Azîz (ulu, gâlib), Cebbar (dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip), Mütekebbir (tek büyük), Halik (yaratıcı), Bârî (eksiksiz yaratan), Musavvir (herşeye şekil veren), Ğaffâr (günahları örtücü, mağfireti bol olan), Kahhâr (isyankârları kahreden), Vehhâb (karşılıksız veren), Rezzâk (rızıklandıran), Fettan (hayır kapılarını açan), Alîm (herşeyi bilen), Kâbız (ruhları kabzeden, can alan), Bâsıt (rızkı genişleten, ömrü uzatan), Hâûd (kâfirleri alçaltan), Râfi' (müminleri yükselten), Mu'iz (yücelten), Müzill (düşmanlarını değersiz kılan), Semî (sonsuz işitici), Basîr (sonsuz görücü), Hakem (hükmedici, iyiyi kötüden ayırdedici), Adl (adaletli), Latîf (kullarına lütfeden), Habîr (herşeyden haberdar olan), Halîm (gerçek hilim sahibi, cezada ne acele eden ne de ihmalkâr davranan), Azîm (zat ve sıfatlarında azametli), Ğafûr (çok affedici), Şekûr (az amele bile çok sevab veren), Aliyy (yüce, yüceltici), Kebîr (zatı ve sıfatları büyük), Hafız (koruyucu), Mukıt (rızıkları yaratıcı), Hasîb (hesaba çeken), Celîl (yücelik sıfatları bulunan), Kerîm (çok cömert), Rakîb (gözeten), Mücîb (duaları kabul edici), Vâsi' (ilmi ve rahmeti geniş), Hakim (hikmet sahibi), Vedûd (müminleri seven), Mecîd (şerefi yüksek), Bâ' is (Öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehîd (her şeye şahit olan), Hakk (hakkın kendisi), Vekîl (kulların işlerini yerine getiren), Kavi (güçlü, kuvvetli), Metîn (güçlü, kudretli), Velî (müminlere dost ve yardımcı), Hamîd (övgüye layık), Muhsî (herşeyi sayıcı), Mübdî (herşeyi yokluktan çıkaran), Mu'îd (öldürüp yeniden dirilten), Muhyî (dirilten, hayat veren), Mümît (öldüren), Hayy (diri), Kayyûm (her şeyi ayakta tutucu), Vâcid (istediğini istediği anda bulan), Mâcid (şanı ve keremi çok), Vâhid (bir), Samed (muhtaç olmayan), Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini istediği şekilde öne süren), Muahhir (geri bırakan), Evvel (başlangıcı olmayan), Âhir (sonu olmayan), Zahir (varlığı açık olan), Bâtın (zat ve mahiyyeti gizli olan), Vâlî (sahip), Müteâlî (noksanlıklardan yüce), Berr (iyiliği çok), Tevvâb (tevbeleri kabul edici), Müntakım (asilerden intikam alan), Afüvv (affedici), Rauf (şefkati çok), Mâlikü'1-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü'1-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi), Müksıt (adaletli), Cami' (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebileni, Ğaniyy (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Mugnî (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran), Manî' (istediği şeylere engel olan), Zârr (dilediğini zarara sokan), Nâfi' (dilediğine bol fayda veren), Nûr (her şeyi ışıklandıran), Hâdî (dilediğini hidayete sevkeden), Bedî' (çok güzel yaratan), Bakî (varlığı sürekli olan), Vâris (mülkün gerçek sahibi), Reşîd (yol gösterici), Sabûr (çok sabırlı).
Allah Taâlânın Kur'an-ı Kerim ve hadislerde geçen isimlerinden başka, ğayb ilminde kendisine tahsis ettiği veya bir takım seçkin kullarına bildirdiği isimleri de vardır. Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurur:
“(Allahım) sana ait olan her isimle senden dilerim. O isim ki, onunla kendini adlandırdın veya kitabında indirdin. Yahut yaratıklarından birine öğrettin, yahut ta yalnız senin katında bulunan ğayb ilminde onu zatına tahsin ettin.”154
Esmâ-ı İlâhiyyeyi çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür:
a) Allanın varlığına delâlet eden isimler: Şey, zât ve nefs gibi.
“De ki: 'Şahit olmak bakımından hangi şey daha büyüktür.' De ki: 'Allah' 155
“Nefsimde olan her şeyi sen bilirsin. Fakat ben senin nefsinde (zâtında) olanı bilmem.” 156
b) Varlığının keyfiyetine delâlet eden, kadîm, ezelî, ebedî, bakî, dâim gibi isimler.
c) Hakiki sıfatlara delâlet eden isimler: Âlim, kadir, hayy, semi', basîr gibi.
d) İzafî sıfatlara delâlet eden isimler: Evvel, âhir, zahir, bâtın gibi.
e) Selbî (tenzihi) sıfatlara delâlet edenler: Kuddûs, selâm gibi.
f) Zâtından sadır olan fiillerinden türetilen isimler: Halik, rezzâk gibi. 157
İlâhî isimlerin tevkifi olup olmaması ihtilaflıdır. “Allahı isimlendirmede ölçü nakil midir, yoksa akıl mıdır?” sorusuna bir kısım mutezile kelâmcısı; O'nun hakkında aklen caiz olan isimler O'na verilebilir, demişlerdir.158 Çünkü bu kelâmcılara göre, sözlükte belli bir manası olan herhangi bir kelimenin Allah Taâlâya ad olarak verilmesi, aynı dilden veya başka bir dilden bu kelimenin eş anlamlısı olan veya o manayı ihtiva eden bir başka ismin Allaha verilmesinin de caiz olabileceğini gösterir. Bu sebeple kitap ve sünnette geçmediği halde Allaha, vâcibu'l-vücûd, vücûd-ı mutlak, vâcib taâlâ, sâni' taâlâ gibi isimler verilebilir. Ehl-i sünnete göre ise, Allah’ın isimleri tevkifidir. Şâriin iznine, âyet-i kerimede veya sahih hadislerde bildirilmeğe bağlıdır. Akim caiz gördüğü, kıyasın hükmettiği her ismi Allaha vermek caiz değildir. Nasslarda geçmeyen ismin Allaha verilmesi yasaktır. 159 (Nassların tevkif ettiği yerde tavakkuf etmek gerekir). Fakat zamanla ehl-i sünnet kelâmcıları da nasslarda varid olmayan, mevcûd, kadîm, vâcib gibi bazı kelimeleri Allaha isim olarak vermişler, bu konuda icmaın vukua geldiğini ileri sürmüşlerdir. 160 Esmâ-i ilâhiyyenin tevkîfî olduğuna dair görüş, ihtiyatî bir görüştür. 161
d. Allahın Sıfatları
Allah Taâlâya iman etmek demek, O'nun zatı hakkında vacib olan kemal sıfatlarıyla, caiz sıfatları bilip, öylece inanmak, zatını noksan sıfatlardan münezzeh tutmaktır. Allah, şanına lâyık olan bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Allanın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır. Onun sıfatlarının başlangıcı da sonu da yoktur. Allanın sıfatları diğer varlıkların sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da, Allanın ilmi, iradesi, hayatı, kelâmı; bizim ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez. Biz Allanın zatını ve mahiyetini bilemediğimiz ve idrak edemediğimiz için Allahı isim ve sıfatları ile tanırız ve öylece inanırız. Kur'an-ı Kerim “O'nu gözler idrak edemez. Fakat o gözleri idrak eder. O lutfedicidir, her şeyden haberdardır.” 162 buyurarak, Allanın zatını idrak etmenin imkânsız olduğunu açıklamıştır. Peygamber Efendimiz de bu konuda “Allahın yaratıkları hakkında düşününüz. Fakat Allanın zatı hakkında düşünmeyiniz. Gerçekten siz buna hiç güç yetiremezsiniz.” 163 buyurmuştur.
Allahın sıfatları beş kısma ayrılır:
1- Sıfat-ı nefsiyye (vücûd sıfatı)
2- Cenâb-ı Hakkın kendisiyle vasıflanması imkânsız olan sıfatlar. Bunlara selbî sıfatlar veya tenzîhât denir.
3- Varlığı zarurî olan, Allah Taâlânın kendisiyle nitelenmesi vacib olan sıfatlar. Bu sıfatlara sübûtî sıfatlar adı verilir.
4- Allah Taâlânın kendisiyle muttasıf olması da olmaması da caiz olan sıfatlarına sıfât-ı caize veya fiilî sıfatlar denir.
5- Nasslarda varid olan, zahiren bakıldığında insanı teşbih ve tecsîm fikrine götüren sıfatlar (haberî sıfatlar). 164
1-Vücüd Sıfatı (Sıfat-ı Nefsiyye)
Vücûd, var olmak demektir. Allah vardır. O'nun varlığı başkasından değil, zatının gereğidir, varlığı zaruridir. Vücûdun zıddı olan adem (yokluk), Allah taâlâ hakkında düşünülemez. Sünnî kelâmcıların çoğunluğuna göre vücûd sıfatı, zât-ı bârı üzerine zâid, ezelî, müstakil bir sıfattır. Vâcib taâlânın zatı vücudsuz düşünülemez. Vücud bütün sıfatların aslı ve merciidir. Vücûdu zatın aynı kabul eden İslâm filozofları, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (öl. 324/936) ve Mutezile kelâmcısı Ebu'l-Huseyn el-Basrî (öl. 436/1044) ye göre vücûd, zât üzerine zâid müstakil bir sıfat değildir. 165
2. Selbi Sıfatlar (Tenzihât)
Allah Taâlâyı noksan sıfatlardan münezzeh kılan sıfatlara tenzîhî sıfatlar denir. Cenab-ı Hakkın ne olmadıklarını bildirdiklerinden bu sıfatlara selbî sıfatlar adı da verilir. Kelâm kitaplarımızda “başlangıcı ve sonu yoklur; Allah araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, musavver (şekil sahibi) değildir, mahdûd (sınırlı), ma'dûd (sayılabilir), müteba'iz (bölünebilir), mütecezzî (parçalanabilir), müterekkib (bileşik), mütenâhî (sonlu) değildir. Mahiyet ve keyfiyet Allahın vasfı olamaz. Allah için mekân söz konusu değildir, zamanla mukayyed değildir, hiçbirşey O'na benzemez, havadise mahal 'değildir...” şeklinde hep olumsuz (selbî) ifadelerle anlatıları sıfatlar bunlardır. Tenzihi sıfatları belli bir sayıya hasretmek mümkin değildir. Ancak bunların en mühimleri beş tanedir.166
a) Kıdem
Ezelî olmak, başlangıcı olmamak demektir. Hiç bir zaman düşünülemez ki, bu zamanda Allah henüz var olmamış olsun. Ne kadar geriye gidersek gidelim, O'nun var olmadığı bir zamanı tasavvur edemeyiz. Allah sonradan meydana gelmiş (hadis) bir varlık değil, kadîm (ezelî) bir varlıktır. Eğer hadis bir varlık olsaydı bir muhdise muhtaç olurdu. Bir muhdise muhtaç olan da vâcibu'l-vücûd olamaz- Nitekim vâcib lizâtihînin özelliklerini sayarken, O'nun kadîm olduğunu söyleyeceğiz. Kıdem, vâcib mefhumunda zımnen mevcut olan, ondan ayrılmaz bir vasıftır. Kıdem sıfatının zıddı olan hudûs (sonradan meydana getirilmiş olmak) Allah Taâlâ hakkında düşünülmesi muhal olan bir sıfattır. 167
b) Beka
Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak demektir. Allanın sonu yoktur. Beka da vâcib lizâtihînin özelliklerindendir. Ezelî olanın ebedî olması zarurîdir. Bekanın zıddı olan fena (sonlu olmak) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an-ı Kerimde “O evveldir (kadîmdir), âhir (ebedî)dir.” 168
“Allahın vechinden (zatından) başka her şey yok olucudur” 169
“Yeryüzündeki her şey fanîdir. Yücelik ve ikram sahibi olan rabbinin vechi (zatı) bakîdir.” 170 buyurulmuştur. Kelâmcılar Allah Taâlânın bakî olduğunda ittifak etmelerine rağmen, bekanın nasıl bir sıfat olduğunu ihtilaf etmişlerdir. Eş'arî ve tâbileririden çoğu beânın, Allanın zatı ile kâim, zat üzerine zâid, diğer sıfatlar gibi bir sıfat olduğunu söylerken, Mâtürîdî Allanın zatı ile bakî olduğunu kabul etmişlerdir. Bu durumda beka zâtın mevcudiyette devam etmesi demektir.171
c) Muhalefetün lil-havâdis
Sonradan olan şeylere benzememek demektir. Allahtan başka her şey sonradan olmuştur. Allah sonradan olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. Allah, kendisi hakkında hatırımıza getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Havadise mümâselet (sonradan olanlara benzemek) Allah Taâlâ hakkında imkânsızdır. O, hadis varlıkların özelliği olan, cisim, cevher, araz, şekil, zaman, mekân, sayı, mahiyet ve organ gibi özelliklerden münezzehtir. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:
“O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.” 172 Allah Taâlânın nasslarda geçen isim ve sıfatları, yaratıkların isim ve sıfatlarına benzemez. Allanın isim ve sıfatları teşbihsiz ve temsilsiz bir şekilde isbat olunur. Allanın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir misli yoktur. 173
d) Kıyam Binefsihî
Allahın varlığının bizzat kaim olması, var olmak için başka bir varlığa ihtiyaç duymaması demektir. Allah Taâlâ kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir. Çünkü ihtiyaç mefhumu, vücûb mefhumuna aykırıdır. Kıyam binefsihî sıfatının zıddı olan Kıyam biğayrihî (başkasına muhtaç olmak), Allah hakkında düşünülemez. Kur'an-ı Kerimde buyurulur ki:
“De ki: 'Allah birdir. O Allahtır samedtir (başkasına muhtaç olmayandır)...” 174
“Ey iman edenler, siz (hepiniz) Allaha muhtaçsınız. Allah ise müstağni (muhtaç değil) dir, öğülmeye lâyık olandır.” 175
e) Vahdaniyet
Allah Taâlânın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir. Vahdaniyetin zıddı olan taad-düd (birden fazla olmak) ve şirk (ortağı olmak) Allah Taâlâ hakkında müstahîldir.
İslâm inancına göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle değil, O'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşi ve benzeri olmayışı yönüyledir. Ondan başka yaratıcı ve Ondan başka tapılacak varlık yoktur. Kur’an-ı Kerimin pek çok yerinde Allanın birliğinden, eşi ve benzerinin bulunmadığından bahseden âyetler vardır:
“O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allahtır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir ve herşeye hâkimdir.” 176
“De ki: 'O Allah bir tektir. O Allahtır, samedtir, O doğurmamış tır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi değildir.” 177
“Allah hiçbir evlat edinmemiştir. Onunla birlikte hiçbir tanrı da yoktur. (Öyle olsaydı) bu durumda her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir.” 178
“De ki: 'Allah ile beraber söyleyegeldikleri gibi (başkaca) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, büyüktür'
Burhân-ı Temânü': Âlemin yaratıcısı birdir. Çünkü Kur'an-ı Kerimde
“Eğer göklerde ve yerde Allahtan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de fesada uğrardı (düzenleri bozulurdu).” 179 buyurulmuştur. Halbuki yerle gökler fesada uğramadığına, onların nizamı bozulmadığına göre birden çok ilâh yoktur. Kelâmcılar arasında Burhân-ı temânü' (irade çatışması esasına dayanan delil) adıyla meşhur olan ve Allanın birliğini isbat eden delil bu âyetten çıkarılmıştır. Burhân-ı Temânü' şöyle takrir olunur.
Âlemde her bakımdan birbirine eşit olan iki ilâhın varlığını farz etsek, bunlardan biri Alinin hareketini, diğeri sükûnunu irade edebilir. Çünkü ilâh hür iradeye ve tam bir kudrete sahiptir. Bu durumda ortaya şu üç ihtimal çıkar:
i) Ya her iki ilâhın dediği olacaktır. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı anda, aynı mekânda (Alinin zatında) hareket ve sükûn gibi iki zıd şeyin birleşmesi (ictimâ-ı zıddeyn) imkânsızdır.
ii) Veya her iki ilâhın dediği de olmaz. Bu ihtimâl de yanlıştır. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz ise ilâh olamaz. Zira acz, hudûs ve imkân alâmetidir.
iii) İlâhlardan birinin dilediği olacak, diğerinin ki olmayacaktır. Bu da yanlış bir ihtimaldir. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz ise ilâh olamaz. Öbür ilâh ta her bakımdan buna eşit olduğundan, onun da aciz olması, dolayısıyla ilâh olmaması gerekir. Bu durumda âlemin yaratıcısının iki olması ihtimâli imkânsız olunca, İlâhın bir ve tek olması zarurî olacaktır. 180
Burhân-ı Tevârüd: Kelâmcılar yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerime ile Allanın birliğine şu şekilde de istidlal ederler.
Yerde ve gökte Allahtan başka bir kaç ilâh olsa, eşya;
i) Ya bütün ilâhların kuvvet ve kudretiyle meydana gelmiştir. Bu ihtimale göre ilâhlardan herbirinin güç ve kudreti eşyayı tek başına yaratmaya yeterli olmamış, yaratma hepsinin gücü ile müştereken olmuştur. Bu ise acizliktir, ulûhiyyetle bağdaşamaz.
ii) Veya eşya, her biri tarafından, müstakil olarak, ayrz ayrı yaratılmıştır. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olur. Yani bir malûl üzerine iki illetin tevârüdü gerekir ki bu da imkânsızdır. Zira hâsılı tahsildir.
iii) Yahut eşya, ancak birinin güç ve kudretiyle yaratılır. Eğer- eşya, ilâhlardan birinin kuvvet ve kudretiyle meydana gelir, diğerlerinin yaratmada tsarrufu olmazsa, tercih 'bîlâ müreccih (tercih edici olmadan tercihin bulunması) neticesine ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gerekir. Bu üç ihtimalin yanlışlığı anlaşılınca, Cenâb-ı Hakkın vahdaniyeti sabit olur. 181
Allahın birliği konusunda zikredebileceğimiz bir başka delilde şudur:
Kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve birbirine her yönüyle eşit iki ilâhın varlığını farzetsek, bu iki ilâh âlemi yaratma konusunda, aralarında,
i) Ya ittifak ederler.
ii) Ya da ihtilâf ederler. İhtilâf ederlerse irade çatışması (temânü') meydana gelir. O zaman da ya ictimâ-i zıddeyn, ya ilâhlardan birinin veya her ikisinin aczi gerekir ki, bu üç ihtimalin de yanlışlığını daha önce isbat etmiştik.
Eğer iki ilâh ittifak ederlerse;
Bu ittifak ya zarurî olur. Bu durumda her iki ilâh iradesiz ve aciz olur. İradesiz ve aciz ilâh olamaz.
Yahut ihtiyarî olur. Yani ilâhlardan biri diğerine hür iradesiyle tabi olur. Bu durumda da tabi olan diğerine,
Ya itiraz edebilir, ederse irade çatışması meydana gelir.
Ya da edemez. O zaman da aciz olur. Diğer ilâh ta buna her yönüyle eşit olduğundan o da aciz olur. Aciz ise ilâh olamaz. Bu ihtimallerin hepsi imkânsız olunca, Allah Taâlânın vahdaniyeti zarurî olur. 182
3. Sübüti Sıfatlar
Varlığı zaruri olan, Allah Taâlânın kendisiyle Vasıflanması vacib olan sıfatlarına sübûtî sıfatlar denir. Allah Taâlânın bu sıfatları zatı ile kaim, ezelî ve ebedî sıfatlardır, yaratıkların sıfatları gibi sonradan olmuş değildir. O sonsuz kemal sıfatlarına sahiptir. Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre ister hayy, alîm, kadîr gibi sıyga bakımından sıfat olan kelimeler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar sıyğasındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar Allaha izafe edilir. Ancak Mutezile, Ehl-i sünnetin Allaha izafe ettiği sübûtî sıfatları iki gruba ayırır. Birinci grup sıyga bakımından da sıfat olan hayy, alim, kadir gibi müştak (türetilmiş) kelimelerdir. Mutezile bu sıfatları Allaha izafe eder. Bunlara ma' nevî sıfatlar denilmiştir. İkinci grup ise manevî sıfatların köklerini teşkil eden hayat, ilim, kudret... gibi masdar sıyğasındaki kelimelerdir. Bunlara da maânî sıfatları denilir. Mutezile bu sıfatları Allah’a izafe etmez. Buna göre mutezile “Allah alimdir” hükmünü kabul eder, fakat “Allah ilim sahibidir” hükmünü benimsemez. Mutezileye göre Allah zatıyla alîm kabul edilmeyip “İlim sahibidir, onun ezelî bir ilim sıfatı vardır” denilirse, onun zatından başka bir de ilim diye müstakil bir mana tasavvur edilmiş olur. Allahın sıfatı olarak kabul edilen bu mana da onun zatı gibi kadîm olacaktır. Bu durumda Allahın zatından başka kadîm manalar isbat edilmiş olacaktır ki, bu bizi taaddüd-i kudemâ'ya (ezelî varlıkların çoğaltılmasına) götürür. Taaddüd-i kudemâ ise İslâm dininin tevhid prensibine aykırıdır. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, manevî sıfatların Allaha izafe edilmesi noktasında Mutezile ile ehl-i sünnet kelâmcıları arasında bir ihtilaf yoktur. İhtilâf maânî sıfatların Allaha izafe ve nisbet edilip edilemeyeceği konusundadır.
Ehl-i sünnet kelâmcıları, hayat, ilim, irade, kudret, sem', basar, kelâm, tekvin sıfatlarını Allahın zatı ile kaim ezelî sıfatlar kabul etmişlerdir. Çünkü,
a) Allah Taâlâ Kur'an-ı Kerimde kendisini, hayy, alim, kadir olmakla nitelemiştir. Bu kelimeler arap dilcileri tarafından belli manalardan türetilmiş isimlerdir. Bu isimler bir zata nisbet olunduğunda, bunların kökleri de zımnen o zata nisbet edilmiş, olur. Nasıl ki biz “Ali alimdir” dediğimizde, Alide bir ilim arazının varlığını isbat ediyorsak, “Allah alimdir” dediğimizde de O'nda bir ilim sıfatının varlığını isbat etmiş oluruz.
b) Mutezilenin taâddüd i kudemâ iddiasına gelince; eğer maânî sıfatları zattan ayrı ezelî sıfatlar( kabul edilirse ezelî varlıklar çoğaltılmış olur. Halbuki Allahın sıfatları, zatından ayrı değildirler. Çünkü iki şeyin birbirinden ayrı ve başka (gayr) olması demek, birinin yokluğu halinde diğerinin varlığı düşünülebilen iki mevcud olmaları demektir. Allah Taâlânın zatı ve sıfatları hakkında böyle bir şey düşünülemez.
c) Bu sıfatlar Allahın zatının aym da değildir. Çünkü ayniyet, iki varlığın anlam ve kavram yönüyle bir olması demektir. Bu sebeple ehl-i sünnete göre Allahın sıfatları, zatının ayrı da değildir, gayrı da değildir (Lâ hiye aynuhû velâ hiye ğayruhû). Yani bu sıfatlar, zihinde cenâb-ı hakkın zatından ayrı birer mefhumdur (zatının aynı değildir). Fakat bunların dış âlemde, zatından ayrı ve başka, müstakil bir varlık olarak düşünülmesi mümkin değildir (zâtının ğayrı da değildir). 183
Şimdi sübûtî (maânî) sıfatları teker teker ele alalım. 184
a) Hayat
Diri ve canlı olmak demektir. Allah Taâlâ diridir ve canlıdır. Herşeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Hayat, Allahın zatından asla ayrılmayan bir kemal sıfatıdır. Zira varlığın kemali onun diri olması ile mümkindir. İlim, irade, kudret gibi sıfatlara sahip olan varlığın hayy olması zaruridir. Hayatın zıddı olan memat (ölü olmak) Allah hakkında muhaldir.
“Ölmek şanından olmayan O bakî (taâlâ)ya güvenip dayan” 185
“(Artık bütün) yüzler (ezelde ve ebedte) diri ve her şeye bihakkın hakim olan Allaha baş eğmiştir.” 186
b) İlim
Bilmek demektir, Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı; olacağı, geleceği, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. Allah’ın ilmi yaratıkların ilmine benzemez, artmaz eksilmez. O, herşeyi ezelde bilir. Ancak Allah her şeyi olacağı için bilir. Yoksa her şey Allah bildiği için olmaz (ilim malûma tabidir). İlim sıfatı Allaha vacib, zıddı olan cehl (bilgisizlik) ise muhaldir.. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:
“Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” 187
“Görmedin miki, göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah şüphesiz (hepsini) bilir.” 188
Âlemde görülen bu güzel nizam, tertib ve şaşmaz ahenk, O'nun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en büyük delilidir., Allah Taâlânın ilim sıfatı, vacibe, müstahîle, var olsun veya yok olsun bütün mümkin varlıklara taalluk eder. O, vacibi, müstahili ve mümkini bilir. Allahın ilminde değişiklik söz konusu değildir. 189
c) İrade
Dilemek demektir. Allah Taâlâ mürîd (dileyen, irade eden) dir. Allah, bir şeyin şöyle olup ta böyle olmamasını, şu zamanda ve şu yerde olup ta bu zaman ve bu yerde olmamasını tercih ve tayin edendir. Allahın dilediği olur, dilemediği olmaz. 190 İradenin zıddı olan îcâb bi'z-zât (iradesizlik) Allah hakkında düşünülemez. Meşîet te irade manasına gelen bir kelimedir. Bir şeyin olması veya olmaması, olacaksa ne zaman, nerede ve nasıl olacağı kudret sıfatına göre eşittir. Bunlardan birini tahsis ve tercih eden irade sıfatıdır. İrade sıfatı yalnız aklen caiz ve mümkin olan şeylere taalluk eder, vâcib ve muhale etmez. Çünkü vacib ve muhal zarureten var ve yoktur. Kur'andaki “De ki: 'Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun değerini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın...” 191
“Göklerin ve yerin mülkü Allah dır. O, ne dilerse yaratır” 192 âyetleri irade sıfatının naklî delillerinden birkaçıdır.
Allah Taâlânın, iki türlü iradesi vardır.
i) Tekvini irade: Bütün yaratıkları kapsamına alan iradedir. Bu çeşit bir ifade herhangi bir şeye taalluk ederse, o şey derhal meydana gelir. “Bir şeyin (olmasını) dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak “ol” dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” 193 âyetinde belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.
ii) Teşrîî irade: Dinî irade de denilir. Cenâb-ı Hakkın bir şeyi sevmesi ve hoşnut olması (mahabbet ve rıza) demektir. Allahın bu manadaki iradesi ile bir şeyi dilemiş olması, o. şeyin meydana gelmesini gerekli kılmaz. “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya, vermeyi emrediyor (irade ediyor)...” 194 âyetindeki irade bu çeşit bir iradedir. Tekvînî irade, hayra, şerre, taata ve masiyete taalluk ettiği halde, teşrîî irade yalnız hayra ve taate taalluk eder. 195
d) Kudret
Allah taâlânın sonsuz güç ve kudret sahibi olması demektir. Allah bu sıfatı ile, kâinatta tesir ve tasarruf eder. Kudretin zıddı olan acz (acizlik), O'nun hakkında düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta her şey Allanın güç ve kudretiyle olmaktadır:
“... Allah gece ile gündüzü evirip çeviriyor. (Bütün) bunlarda (görür) gözlere sahip olanlar için elbette birer ibret vardır. Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor. Kimi dört (ayağı) üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye gerçekten kadirdir.” 196
Kudret sıfatı, irade sıfatı gibi ancak mümkin varlıklara taalluk eder.
Mâtüridilerle Eş'ariler kudret sıfatının, Allahın zatı ile kaim, ezelî sıfat oluşunda ittifak etmişlerdir. Fakat Eş'arilere göre kudret, mümkinleri yokluktan varlığa çıkarmakta da müessir olan bir sıfattır. Zira kudretin biri ezelî, diğeri hadis olmak üzere iki taalluku vardır. Kudretin ezelî taalluku ile mümkin şeyler yaratılmağa hazır olur, hadis taalluku ile de yaratılırlar. 197 Matürîdîlere göre ise, kudretin sadece bir taalluku vardır. O da ezelîdir. Mümkin şeylerin yoktan var edilmelerinde müessir değildir. Bu tekvin sıfatının görevidir. 198
e) Sem
İşitmek demektir. Allah semî' (işitici) dir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle, yüksek sesle ne söylenirse Allah işitir, duyar. Onun bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel değildir. Allah, işitmek için herhangi bir alet ve organa muhtaç değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah Taâlâ hakkında düşünülemez. 199
f) Basar
Görmek demektir. Allah her şeyi görücü (basîr) dür. Hiçbir şey Allahın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür. Âmâlık (görmemek) O'nun hakkında muhaldir. Kur'an’da Allahın işitici ve görücü olduğunu bildiren pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle buyurulur:
“(Allah) gözlerin hain bakışını, göğüslerin gizleyeceği her şeyi bilir. Allah hak (ve adaletle) hükmeder. Onu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, O, (bunların sözlerini) hakkıyla işiten (yaptıklarını) görendir.” 200
g) Kelâm
Konuşmak demektir. Allah konuşan bir varlıktır. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberleri ile de konuşmuştur. Kelâm sıfatı Allahın zatı ile kaim ve ezelîdir. Bu sıfat bir kemâl sıfatı olduğu için Allah Taâlânın onunla vasıflanması vaciptir. Kelâmın zıddı olan sükût (konuşmamak) ve âfet (dilsizlik) ise onun hakkında muhaldir. Cenâb-ı Hakkın kelâm sıfatının mahiyeti bizce bilinemez. Ses ve harflerden meydana gelmiş değildir. Kelâm sıfatı ilim sıfatı gibi vacibe, caize, müstahîle, vara (mevcuda), yoka (madûma) taalluk eder. Allah Taâlâ bu bir tek kelâm sıfatı ile emreder, yasaklar ve haber verir.
Kur'anda şöyle buyurulur:
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte geldiğinde Rabbi O'na (ilâhî sözünü) söyledi.” 201
“Rabbimin sözleri(ni yazmak) için (bütün) deniz (lerin suyu) mürekkeb olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden, o deniz (ler) tükenir.” 202
Bütün mezhepler Allah Taâlânın mütekellim olduğunda ittifak etmişler, fakat Allahın kelâmına delâlet eden Kur'anın mahluk olup olmadığında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Selefe göre Kur'an, Allah kelâmıdır, mahlûk (yaratılmış) değildir. Allahla kâimdir. O'ndan ayrı değildir. Kur'an yalnız harflerden ve lafızdan veya yalnız manadan ibaret değildir. Hem harflerden hem de manadan müteşekkildir. Bu sebeple Kur'an’ın harfleri de lâfızları da mahlûk değildir.
Mutezile ise, Kur'an’ın, ses, harf, âyet, sûre ve cüzlerden müteşekkil olduğunu, te'lîf, tanzim, tenzîl, inzal gibi hudûs alâmetleriyle muttasıf bulunduğunu söyleyerek, onun mahlûk olduğunu iddia etmiştir. Mutezileye göre Allahın mütekellim olması demek, kelâmı mahallinde yani Cebrâîlde, peygamberde, levh-i mahfuzda, şahsın okuyuşunda yaratması demektir. Halbuki ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, Allah Taâlâ kelâmı yarattığı için değil, kelâm sıfatıyla muttasıf olduğu için mütekellimdir. Zira Mutezilenin iddiası doğru olsaydı, Allah Taâlânın, yarattığı arazlarla muttasıf olması, meselâ, beyazlığı yarattığı için O'na beyaz denmesi gerekecekti. Halbuki Allah böyle olmaktan münezzehtir.
Sünnî kelâmcılar selefle Mutezilenin görüşü arasında bir yol takip ederek, kelâmı, nefsi ve lafzî kelâm olmak üzere ikiye ayırmıştır. Nefsî kelâm, Allahın zatı ile kaim, mahiyetini idrak edemediğimiz ezelî bir sıfattır. Allah bu kelâm ile mütekellimdir. Lâfzı kelâm ise, nefsî kelâma delalet eder., ses ve harflerden müteşekkil olan Kur'an’ın lafzıdır. İşte bu lâfzî kelâm ezelî değildir. Çünkü hadis özelliklere sahiptir. 203 Kelâm kitaplarımızda hadis olarak rivayet edilen 204 “Allah Taâlâ’nın kelâmı olan Kur'an yaratılmış değildir. Kim onun yaratılmış olduğunu söylerse Allah’ı inkâr etmiş olur” sözü uydurmadır. 205
Allahın sıfatı olan ezelî ve kadîm mana (nefsî kelâm) Eş'arî (öl. 324/936) ye göre işitilebilir. Zira var olan bir şeyin işitilmesi de mümkindir. Allah Taâlâ da Kur'anda “Eğer müminlerden biri senden eman talep ederse, ona eman ver. Taki Allahın kelâmını işitsin” 206 buyurmuştur. Mâtürîdî (öl. 333/944) ye göre ise nefsî kelâm işitilemez. Âyette geçen “Allahın kelâmını işitsin”, ifadesi, “Allahın kelâmına delâlet eden şeyi (lafzî kelâmı) işitsin” demektir. 207
h) Tekvin
Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak demektir. Fiil, halk, tahlîk, îcâd, ihdas ve ihtira, kelimeleri de tekvin karşılığıdır. Allah Taâlâ yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip, dilediği her şeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Kâinatta Allahın yaratmadığı hiç bir şey yoktur. Yaratmak, 'rızık vermek, diriltmek, öldürmek, nimet vermek, azab etmek ve şekil vermek tekvin sıfatının sonuçlarıdır. Bir âyette “O Allahtır, yaratandır...” 208 buyurulur.
Tekvin, Allahın zatı ile kaim ezelî bir sıfattır.
Bu sıfat, kudret, ilim, irade sıfatlarından başka bir sıfattır. Çünkü ilim ile malûmat bilinir, kudret ile mümkinin fiil (yaratılması) veya terki geçerli olur, irade ile fiil veya terk şıklarından biri tercih olunur. Yaratmada bilfiil tesir eden sifat ise tekvindir. Tekvin de kudret ve irade gibi caiz olan şeylere taalluk eder.
Tekvin sıfatı, Mâtürîdîlere göre müstakil, Allahın zatı ile kaim, ezelî ve sübûti bir sıfat kabul edilirken, sıfat konusunda mâtüridilere en yakın olan Eş'arilere göre, tekvin, ilim ve kudret gibi hakiki bir sıfat olmayıp izafi ve itibaridir, diğer fiilî sıfatlar gibi hadistir, Allanın zatı ile kaim değildir. Tekvin sıfatına verilmek istenen rol yaratmaktır. Halbuki kudret sıfatına iradenin katılmasıyla aynı netice hasıl olmakta ve başka bir sıfata lüzum göstermemektedir.
Eş'arilerin bu konudaki müşkilleri şundan doğmaktadır:
Tekvin, müstakil ve ezelî bir sıfat kabul edilirse, mükevven (mahlûk) de ezelî olur. Çünkü yaratılan olmadan, yaratmayı düşünmek mümkün değildir (tekvin mükevvenin aynıdır). Mâtürîdîler ise, tekvinin mükevvenin aynı değil, gayrı olduğunu, birincisinin kadîm, ikincisinin hadis bulunduğunu söyleyerek, tekvinin ezelî bir sıfat oluşunu şöyle isbata çalışırlar:
i) Eğer tekvin'hadis bir sıfat kabul edilirse, hadis şeylerin Allanın zati ile kaim olması iddia edilmiş olurki, Cenâb-ı Hak bundan münezzehtir.
ii) Allah Taâlâ, ezelî kelâmında kendisini hâlık (yaratıcı) diye nitelemiştir. Eğer Allah ezelde yaratıcı (tekvin sıfatı ezelî) olmasaydı, ya Allah’ın yalancı olması veya kelimenin hakiki manasının bırakılarak, “Allah gelecekte yaratıcıdır” veya “yaratmaya kadirdir” şeklinde bir mecazi manaya gidilmesi gerekir ki, bütün bu ihtimaller Allah hakkında düşünülemez. Eğer “hâlık” tan kasıt yaratmaya kadir olmak olsaydı, siyahlığı yaratmaya kadir olduğu için Allahı siyah diye nitelememiz mümkin olurdu.
iii) Tekvin hadis olsaydı, bunun ya bir başka tekvinle yaratılması gerekirdi. Bu ise bizi batıl olan teselsüle götürür. Neticede de âlemin var olmaması gerekirdi. Veya bu hadis tekvinin, bir icad edici ve sebebe muhtaç olmadan var olması demektir ki, hu da bizi “ta'tü-l sâni'-Alem Allahsız vücuda gelebilir” neticesine götürürdü.
iv) Daha önce zikredilen ilini, irade, kudret... gibi sübûtî sıfatların da hadis şeylerle (mükevvenle) bağlantısı vardır. Meselâ ilim sıfatı bilinen şeylere, irade sıfatı irade edilen şeylere taalluk ederken, bu ikisinin hadis olması gerekmiyor da, niçin tekvin sıfatı taalluk ederken, tekvinin hadis olması gerekiyor? O halde onun da hadis olması gerekmez. 209
4. Fiilî Sıfatlar
Allah Taâlânın kendisiyle nitelenmesi de, nitelenmemesi de caiz olan, bir başka ifadeyle menfî olarak ta müsbet olarak ta kullanılabilen sıfatlara fiilî sıfatlar veya sıfât-ı caize denir. Fiilî sıfatlar, Allanın zatının gereği değildir, yani zatından zarurî olarak sadır olmaz. O'nun kudret, irade ve ihtiyarıyla meydana gelir. Tekvin sıfatı fiilî sıfatların merciidir. 210
Fiilî sıfatlar beş kısımda ele alınabilir. 211
a) Tahlîk (Yaratma)
Allah Taâlâ herşeyin yaratıcısıdır. Allanın, varlığını aklen düşünebileceğimiz her şeyi yaratması caizdir, 'dilerse yaratır, dilerse yaratmaz. O hayrı (iyiliği) da şerri (kötülüğü) de yaratandır. Fakat o hayrı seçmemizden hoşnut olur, şerri seçmemize razı olmaz. Yarattığı şeyler ne olursa olsun, onun ilim, hikmet ve adaletinin neticesidir. Her yarattığında bir hikmet vardır. Fakat biz bu hikmetleri her zaman idrak edemeyebiliriz. Belli şeyleri yaratmak Allaha vacib değildir. Vacib olsaydı, O dilediğini yapabilir bir varlık olmazdı. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:
“Allah dilediğini yaratır...” 212
b) Hidayet Etmek Ve Dalâlete (Sapıklığa) Sevketmek
Cenâb-ı Hakkın dilediğine hidayet, dilediğine sapıklık yaratması caizdir. Allah’tan başka insanları hidayete erdiren, sapıklığa düşüren gerçek bir fail yoktur. Her ikisi de Allah’ın bir fiilidir. Ancak. Allah Taâlâ’nın bir kul için sapıklığı yaratması, o külün tercihini kötü bir şekilde yapmasından, cüz'î iradesini kötüye kullanmasındandır. Yoksa insan kendi tercihini ve iradesini -sapıklığa yöneltmedikçe ilâhî irade ve kudret onu sapıklığa zorla sevketmez. Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, “Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir” 213 mealindeki âyetten kasıt, “Allah dilediği kimse için hidayeti, dilediği kimse için sapıklığı yaratır” demektir. 214
c) Peygamber Göndermek, Kitap İndirmek
Allah Taâlâ kullarını gözeten bir varlık olduğu, rahmeti ve lutfu her varlığı kuşattığı için, insanlara doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiş, bazen de peygamberlerden bir kısmına indirdiği kitaplar aracılığıyla doğruyu ve gerçeği açıklamıştır. Allah’ın peygamberler göndermesi ve kitaplar indirmesi de bütün fiillerinde olduğu gibi, O'na vacib değildir, caizdir. Dilerse peygamber göndermeyebilir, kitap indirmeyebilirdi. O kullarına merhametli olduğu için lütfetmiş, peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir:
“Biz seni sadece âlemlere rahmet olasın diye gönderdik” 215
d) Ba's ve Haşr
Ba's, Cenâb-ı Hakkın, kullarını öldürdükten sonra tekrar diriltmesi, haşr ise, onları hesaba çekmek için bir araya toplamasıdır. Kur'an-ı Kerimde “Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz” 216
“De ki: 'Onu (ölü cesetleri), onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir.” 217
“Bir de bakmışsın ki, onlar kabirlerinden rablerine doğru akın ediyorlar” 218 buyurularak, Allahın insanları tekrar diriltip bir araya toplayacağı belirtilmektedir. Fakat kulları tekrar diriltip bir araya toplamak Allah üzerine vacib ve zarurî değil, caizdir. 219
e) Ten'îm Ve Ta'zîb (Nimet Vermek Ve Azab Etmek)
Allah Taâlâ kullarından dilediğine nimet- verir, azabı hak kazananlardan da dilediğine azab eder. Dilerse en küçük bir günahı cezasız bırakmaz, dilerse -küfür ve şirk dışındaki- bir büyük günahı bile bağışlar. 220 Nimet vermek ve azab etmek, O'na vacib değildir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“O kimi dilerse mağfiret eder, kimi dilerse azaba uğratır. Göklerin, yerin ve aralarında ne varsa hepsinin mülkü Allahındır.” 221
5. Haberi Sıfatlar
Sadece nasslarda geçen, yalnız sem' ve haberle, sabit olan sıfatlara haberi sıfatlar denir. Haberi sıfatların bir kısmı yalnız Kur'an-ı Kerimde, bir kısmı hem Kur'an hem sahih hadislerde, bir kısmı da sadece sahih hadislerde geçer. Bu sıfatlar zahirî manaları ile anlaşılırsa bizi teşbih, tecsîm, tekyîf ve temsil fikrine götürür. Bunların en meşhurlarını şöyle sıralayabiliriz:
a) Yed: “Allanın yedi (eli) onların ellerinin üzerindedir.” 222
“Ey İblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir?”223
b) Vech: “Ancak yüce ve cömert olan rabbinin vechi (yüzü) bakîdir.” 224
c) Ayn: “Ey Mûsâ aynımın (gözümün) önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.” 225
d) İstiva: Rahman arşa istiva etmiştir(karar kılmıştır)” 226
e) Mecî,: “Melekler sıra sıra dizilip, Rabbin gelince” 227
f) İtyân: “Onlar bulut gölgelen içinde Allanın ve meleklerin kendilerine gelip işin bitmesini mi bekliyorlar?” 228
g) Nüzul: “Gecenin son üçte birlik kısmı geldiği zaman, Rabbimiz dünya semasına nüzul eder (iner)” 229
Yukarıda saydığımız veya benzeri âyet ve hadislerde geçen haberi sıfatların nasıl anlaşılacağı konu sunda fikir beyan edenleri dört grupta ele alabilriz.
a) Müşebbihe, Mücessime ve Haşeviyyeye göra nasslarda geçen ayrı, vech, istiva gibi sıfatlar zahirî manasıyla anlaşılır. Bu sıfatlar varlıkların sıfatlarına benzer (teşbih) ve Allah bir cisimdir (tecsîm;. Bu mezhepler “O'nun (benzeri) gibi (dahi) hiçbir şey yoktur” 230 âyeti ile benzeri âyetlerde 231 ortaya konulan tenzih akidesini dikkate almamışlardır.
b) Cehmiyye, Kaderiyye ve Mutezileye göre teşbih ve tecsim ifade eden nasslar, zahirî manalarıyla anlaşılmaz, imkân olursa te'vil edilir, tevilden aciz kalınırsa nefy (inkâr, tatîl) cihetine gidilir. Meselâ Mutezile istiva ve yedi tevil ederken, Aîlahın ahirette görülmesini (ru'yetullahı) inkâr etmiştir.
c) Selef haberi sıfatlara iman etmiş, bunları zahiri üzere bırakmış, tevile yeltenmemiş, fakat teşbihe de düşmemiştir. Selefe göre Allah taâlânın kendine nisbet ettiği bu sıfatların mahiyetini, hakikatini ancak kendisi bilir. İnsan aklı bunları idrak edemez. Âl-i İmrân suresinin 7. âyetinde ortaya konulduğu gibi tevili ancak Allah bilir. İlimde otorite olanlar ise “Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek teslimiyetçi davranırlar. Selefe göre “Allah’ın eli vardır. Fakat bu el bizim elimize benzemez. Elden kasıt nimet ve kudrettir, denilemez.” Selefin haberi sıfatlar konusundaki anlayışı şöyle özetlenebilir:
İsbât bilâ temsil, tenzih bilâ ta'tîl-teşbihe düşmeden isbat etmek, nefy ve inkâr etmeden tenzîh etmek.”
d) İmam Mâtürîdî (öl. 333/944) ve Eş'ari (öl. 324/936) gibi ilk sünnî kelâmcılar da selefin izinde yürüyerek haberi sıfatları tevil etmemişlerdir. Fakat îmamu'l-harameyn Ebu'l-maâlî el-Cüveynî (öl. 478/1085) den itibaren tevil ehl-i sünnet kelâmına da girmiştir. Müteahhir kelâmcılara göre bu sıfatlar zat-ı bârînin şanına uygun bir biçimde tevil edilmelidir. Zira Âl-i İmrân suresi 7. âyetinde, kitabın tevilini Allanın ve râsihlerin (ilimde otorite olanların) bileceği açıklanmıştır. Ancak tevil yaparken, yapılan tevilin, Allanın muradı olduğuna kesinlikle hükmetmemek gerekir. Buna göre yukarıda zikrettiğimiz haberi sıfatlardan; yed: nimet ve kudret, vech: zat ve vücûd, ayn: basar, hıfz ve gözetim, istiva: istilâ, hakimiyet ve yücelik, mecî':
Allah’ın emrinin gelmesi, ityân: Allahın azabının gelmesi, nüzul: Allah’ın rahmetinin inmesi... manasına tevil edilmiştir. 232
Ehl-i sünnet kelâmcıları, haberi sıfatları anlama konusunda, ehl-i sünnetin takip ettiği yolun iki olduğunu belirtmişlerdir. Bunlardan birincisi, daha emin ve daha salim olan selef yoludur, ikincisi ise, halefin (müteahhir kelâmcıların) yoludur. Bu yol ise daha sağlamdır. 233
Dostları ilə paylaş: |