İslam akaiDİ ve kelama giRİŞ



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə4/19
tarix12.01.2019
ölçüsü1,4 Mb.
#96331
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

2. Fıtrat Delîlî

Selim bir fıtratla yaratılan insan, normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul eder. Allahın varlığına inanmak, insanda tabii bir duygu ve şuurdur (ğarîze-i diniy­le). Bu duygu ve şuur, gaflet, inat, kibir gibi bazı arızî hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok ol­maz.

İnsandaki bu Allah şuurunun oluşumunda beşe­rin gayretinin, nazar ve istidlalin herhangi bir tesi­ri yoktur. İnsan her başı sıkıştığı ve üzüldüğü za­man bir ilâha sığınır, dua eder ve ondan niyazda bulunur. Onun bu davranışı fıtratının gereğidir:

İnsana bir sıkıntı eriştiği zaman, yan üstü yatar­ken veya otururken yahut ta ayakta dururken bize dua eder. Fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman san­ki sıkıntısının defedilmesi için bize dua etmemiş gi­bi geçer gider.” 120

Fıtrat delili, halkın anlayabileceği, iknâî karak­ter taşıyan bir delildir. Biraz sonra göreceğimiz hudûs ve imkân delillerinde doğru bir nazara ihtiyaç olduğu halde, fıtrat delilinde buna ihtiyaç yoktur. 121

3. Hudûs Delili

Kelâmcıların isbât-ı vâcib konusundaki delilleri­nin en meşhuru olan hudûs delili şöyle takrir edilir:

Âlem hadistir (Yokken var edilmiştir, sonradan meydana getirilmiştir, varlığından önce yokluk bu­lunmaktadır.)

Her hadisin bir muhdisi (var edicisi, meydana getiricisi) vardır.

Âlemin muhdisi de Allah Taâlâdır.

Bu delilin birinci mukaddimesi olan “Âlemin ha­dis oluşunu” ele alacak olursak; Âlem cevherlerden (boşlukta bizzat yer tutan), cisimlerden (iki veya daha fazla cevherden teşekkül eden mümkin varlık­lardan) ve arazlardan (kendi başına boşlukta yer tu­tamayan, var olmak için bir cevhere veya cisme muhtaç olan renk, koku, tat ve oluşumlardan) mey­dana gelmiştir. Cevherlerin veya bir cismin araz ol­maksızın var olması düşünülemez (cevherler araz­lardan hâli değildir). Arazlar ve sıfatlar daima ye­nilenmekte ve değişikliğe uğramaktadır. Yenilenen ve değişikliğe uğrayan şeyin ezelî olması mümkin değildir. Bu durumda, cevher, cisim ve arazlardan teşekkül eden ve kendisinde hadis şeyler cereyan etmekte olan (havadise mahal olan) âlemin de ha­dis olması zaruridir.

Âlem hadis olduğuna yani varlığının başlangıcı bulunduğuna göre, onun var olması da olmaması da eşittir. Varlığı ile yokluğu müsavi olan hadisin var olması ve bu varlığın muayyen bir zamana tahsis edilmesi, onun bir tahsis ediciye, bir muhdise muh­taç olduğunu gösterir. Sebeb-sonuç (illiyyet) prensi­bine göre her hadisin bir muhdisinin olması gerekir, îşte bu muhdis, irade ve ihtiyar sahibi, ezelî bir varlık olan Allah Taâlâdır. Hadisi meydana getiren muhdisin bir başka hadis varlık olması düşünüle­mez. Çünkü bu durumda müessirlerin (sebeb ve il­letlerin) sonsuza kadar devam edip gitmesi gerekir ki, akıl böyle bir şeyi caiz görmez. 122

4. İmkân Delili

Âlem mümkindir. Çünkü cüzlerden meydana gel­miştir. Cüzlerden meydana gelen (mürekkeb olan) şey vâcib olamaz. Zira vâcib mürekkeb değildir. Mümkin, varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkin var olduğuna göre, onun varlığını yokluğuna tercih eden bir müessir mevcuttur. Bu müessir (illet) de mümkin olursa, onun da bir müessiri olacaktır. Böy­lece ya devir ve teselsüle 123 düşülecektir, ki bunların ikisi de bâtıldır, veya bir yâcibu'l-vücûda varılacak­tır. O da Cenâb-ı Haktır. Öyleyse mümkin olan âle­min yaratıcısı Allah Taâlâdır. 124


5. Nizâm Delili

Tabiatta ve onda cereyan eden olaylarda büyük bir ahenk, şaşmaz bir düzen vardır. Biz bu nizamı duyularımızla idrak etmekteyiz. Âlemdeki bu nizam, âlim, akıl sahibi bir illetin eseridir. O halde kâinat, âlim ve akıl sahibi olan Allah Taâlânın eseridir. Bu delile gaye, hikmet, inayet ve itkân delili de denir. İmkân ve hudûs delilleri halk için faydalı olamaz­larken, nizâm ve gaye delili, hem avammı hem de bilginleri tatmin eden bir delil mahiyetindedir. Zira hikmet ve kudreti sonsuz olan Ulu Yaratıcının bunca yaratıklarında herkesin görüp sezebileceği nice hikmetler vardır. Kâinata baktığımız zaman, onun ka­nunlar ve gayeler manzumesi olduğunu görüyoruz. Bu ince kanunların ve hesapların kor tesadüften çık­ması mümkin değildir. Onları düzenleyen ve varlık­ların hizmetine sunan akıl, idrak ve hikmet sahibi bir yaratıcının bulunması zaruridir:



Gökte burçlar yar eden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan ayı yaratan Allah yücelerin yücesidir.” 125

Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allahı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler 'Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru' derler.” 126


6. Kaûl-i Âmme (Beşer Tarihi) Delili

İnsanlık tarihi bize göstermektedir ki, yeryüzün­de, ırkları, memleketleri, görüş, din ve mezhepleri farklı olmasına rağmen bütün milletler, bu alemde hikmet sahibi bir yaratıcının eserlerini müşahede ettiklerinden şüphe etmemişler, ezelî ve kadîm bir yaratıcının var olduğunu kabullenmişler ve O'na tapınışlardır. Nereye gidilirse gidilsin -kaba ve ba­sit bir şekilde de olsa- bir din ve tanrı fikrine rast­lanılmıştır. Tarih boyunca çeşitli devrelerde bir ta­kım hurafeler bulunmakla beraber, insanda tanrı fikri daima mevcut olmuştur. Hatta inkârın en aşırı noktasını ulaşmış olan kimseler bile, büyük bir felâ­ketle karşılaştıkları zaman, taşa toprağa, ağaca sı­ğınma yerine, kendinden üstün bir yüce kudrete sı­ğınmayı tercih etmişlerdir. İşte devirleri, memleket­leri ve kültürleri birbirinden farklı olan milletlerde görülen bu ilâh fikri ve din duygusu, Allanın varlı­ğına delâlet etmektedir. 127


7. İhtira Delili

Biz etrafımıza baktığımızda bütün varlıkların yaratılmış olduğunu görüyoruz. Cisimler önce cansızken, onlarda sonradan hayat, akıl ve şuurun yara­tıldığını müşahede ediyoruz. Her yaratılan şeyin bir yaratıcısı (muhteri') nin olması zaruridir. Öyleyse şu varlıkların da ezelî bir yaratıcısı vardır, o da Cenâb-ı Haktır. Şu âyetler ihtira delilini ihtiva etmek­tedir:

Öyleyse insan neden yaratıldığına bir bak­sın. O erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır.” 128

Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün na­sıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” 129

Ey insanlar bir misâl verilmektedir. Şimdi onu iyi dinleyin: Sizlerin Allahı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan birşey kapsa onu kurtaramazlar, is­teyen de istenen de aciz.” 130

8. Hareket Delili

Biz kâinatta hareket eden şeylerin var olduğunu tecrübe ile biliyoruz. Her hareket edenin bir muhar­riki (hareket ettiricisi) vardır. Bu muharrikin ken­disi de hareket halinde ise, onu da harekete geçiren bir başka muharrik vardır. Çünkü birşey kendiliğin­den harekete geçemez. Böylece hareket eden ve et­tirenler zincirini geriye doğru nihayetsiz sürdürmek mümkin değildir. O halde bir ilk muharrik vardır. O da vâcibu'l-vücûd olan Allah Taâlâdır.131


9. Kemâl Delili

Dekart (1596 - 1650) in benimsediği bu delil şöy­le takrir olunur:

Bende bir kemal tasavvuru vardır. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Bu tasavvur bana, ben­den gelemez. Çünkü ben eksik bir varlığını. Bu dü­şünce bana ma'dûm (yok)dan da gelemez. Zira ma' dûm illet olamaz, hiçbir şeyi meydana getiremez. Bi­zi kuşatan âlem de eksik olduğundan, bu kemâl tasavvurunun bana âlem tarafından verilmesi de mümkin değildir. O halde kemâl tasavvuru bana, an­cak en kâmil varlık olan Cenâb-ı Haktan gelir. Bu delili Dekart'tan yıllarca önce yaşamış olan Fârâbî (öl. 339/950) de işlemiş ve adına ekmel varlık delili demiştir. 132

10. Namütenahi Delili

Bende bir sonsuzluk fikri vardır. Ben sonu olma­yan bir varlık düşünüyorum. Bu tasavvur bana ben­den gelmez. Çünkü ben sonluyum. Benim dışımdaki eşyadan gelmez. Zira onlar da sonludurlar. Sonsu­zun illeti sonsuz bir varlık olur. Bu sonsuzluk fik­rini bana telkin eden bir sonsuz varlık vardır. O da Allah Taâlâdır. Namütenahi delili ile kemal delili arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur. 133


11. Ahlâkî Delil Ve Fazilet Delili

Âlemde biri tabiî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki nizam vardır. Tabiî nizâm kuvvetler, ahlâkî nizam iradeler manzumesidir. Ancak kuvvetlerin kanunla­rı ıztırârî, iradelerin kanunları ihtiyarîdir. Âlemdeki ahlâk kanunu, iradeleri yorucu ve ağır gelen bir yo­la zorlamaktadır. İradeleri zorlayan ve belli bir düzene sokan kanunun üstün bir kudretten ve otori­teden sâdır olması gerekir ki, o üstün kudret Ce­nâb-ı Haktır.

Ahlâk kanunu, saadetle faziletin birbirinden ay­rılmadığını gösterir. Saadete erişecek şeyleri yap­mak bize ait ise de, neticenin elde edilmesi sadece bize bağlı değildir. Çünkü saadetin temini, dış dün­ya ile, insanların iradeleriyle de alakalıdır. Halbu­ki vicdanımız, vazifenin tamamen hüküm sürmesini, saadet ve faziletin gerçekleşmesini zarurî kılmaktadır. O halde bunu tahakkuk ettirecek yüce bir irade­ye ihtiyaç vardır. Bu irade tabiatın ve insanların üstünde bir irade olacaktır. İşte bu müessir Allahtır.134

12. Sofiyeye Göre Allahın Varlığı

Sufiler Allah’ın varlığı üzerinde düşünmeyi uy­gun bulmamışlar, bu noktada aklın insanı yanıltaca­ğını ileri sürmüşler, irfan, marifet ve marifetullah denilen ve keşfe dayanılarak ruhî bir tecrübe neti­cesinde edinilen Allahla ilgili bilgilere özel önem vermişlerdir. Sufilere göre, insan tarafından bilinen varlıkların en açık olanı Allahtır. İnsan, Allah hak­kında sahip olduğu bilgilerden daha sarîh ve daha bedihî bir bilgiye malik değildir. Bunun için isbât-ı vacibe ihtiyaç yoktur. Çünkü açık olanı açıklamak için çabalamak beyhude bir gayrettir. Yine sufiler isbât-ı vacibin mümkin olmadığı kanaatındadırlar. İsbât-ı vacibe kalkışılması halinde, müphem varlık­larla sarih ve bedihî bir varlık hakkında bilgi sahibi olmak gibi akıl ve mantık dışı bir duruma düşülmüş olur. Mukayyed, eksik ve sonradan yaratılmış bir varlığa dayanarak, mutlak, kâmil ve ezelî bir var­lık hakkında tam manasıyla gerçek ve doğru bir bil­giye sahip olmak imkânsızdır.135


13. Asrımızda Allahın Varlığına Dair İleri Sürülen Delillerden Bazıları

Asrımızda isbât-ı vacibe dair ileri sürülen delil­ler, genellikle materyalizmin ve tesadüf iddiasının reddini, tekâmülün tabiatta ne derece tesirli olabile­ceğinin izahını hedef almaktadır. Bunlardan bir ka­çını zikretmekle yetinelim.

Mantık kuralları içerisinde kalmak şartıyla, kâi­natın var oluşunda göz önünde bulundurabileceğimiz ancak üç ihtimal vardır:

a) Kâinat kendiliğinden var olmuş, kendi kendi­sini yokluktan varlığa çıkarmış ve yaratmıştır. Kâi­natın var oluşunda böyle bir ihtimalden söz etmek mümkün değildir. Çünkü illiyet (sebeb-sonuç) kanu­nuna göre, her sonucun bir sebebi, her eserin bir müessiri, her yaratılanın bir yaratıcısı vardır. Kâinat ta var olmuş ise, onu da var eden bir sebep bu­lunacaktır., Kâinatın kendi kendine var olması, res­sam olmadan çok güzel bir tablonun ortaya çıkması, pilotsuz ve kumandasız bir jetin havada uçması, kaptansız.bir geminin denizde kazasız yüzüp gitmesi gibi aklın ve mantığın kabul edemeyeceği bir düşünce şeklidir. Üstelik alemin bir bölümünü cansız varlıklar ve arazlar teşkil eder. Halbuki yaratıcının ha­yat ve kudret sahibi olması gerekir. Canlı varlıkla­ra gelince onlar da başlangıçta ölüydü, kendisinden habersizdi. Oysaki yaratıcı hayat sahibi ve alim ol­malıdır. Tabiattaki eşyanın bir kısmının bir kısmını icad etmiş olması da düşünülemez. Çünkü sonradan meydana gelen (hadis) şeyler, birbirine, yokken var edici tarzda bir tesir icra edemez. Şayet eşyada ken­disi gibi bir varlığı icad edici bir kudret olsaydı, her-şeyden önce kendisini icad ederdi. Halbuki az önce alemin kendi kendisini yaratamayacağını söylemiş­tik. 136

Kur'an-ı Kerim, kâinatın kendiliğinden var oldu­ğu, kendi kendisinin yaratıcısı bulunduğu, var ol­mak için başka sebebe, muhtaç olmadığı ihtimalinin ne kadar çürük ve yanlış bir ihtimal olduğunu şu âyetle ortaya koymaktadır: “Yoksa kendileri yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa onlar (kendilerini) ya­ratıcılar mıdır? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı ya­rattılar. Hayır onlar (Allahı) yakînen bilmezler”. 137



b) Kâinatın ve kâinatta görülen nizam ve ahen­gin, kör tesadüfün eseri olarak meydana gelmesi ih­timâli:

Bazı hadiselerin meydana gelişinde tesadü­fün rolü olduğunu inkâr edemeyiz. Fakat yeryüzünü, insanları, hayvan, bitki ve cansızları yaratan; dün­yayı milyonlarca senedir bir milimetre dahi sapma­dığı yörüngesinde döndüren, pek büyük ve pek çok olmalarına rağmen yıldızları ve gezegenleri birbirle­riyle çarpışmadan, bir ahenk içerisinde, dehşet ve­rici bir suretle döndüren, hareket ettiren şeyin kör tesadüf olmasını -hareket noktası inkâr olmayan- hangi akıl ve mantık kabul edebilir? O halde şu akıl­lara hayret veren eşya ve tabiatın teşekkülü ve bunlarda hüküm süren değişmez ve şaşmaz kanun ve ni­zamların kuruluşu ve devamı hiçbir şekilde tesadü­fe bağlanamaz. Kur'an-ı Kerim de tesadüf ihtimali­ni reddeder:

Gökleri ve yeri yaratması, (aynı kökten geldi­ğiniz halde) dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetler indendir.” 138

Yeryüzünde yan yana bulunan arazi parçaları, üzüm bağları, ekin tarlaları, dallı budaklı hurmalık­lar vardır. Hepsi de aynı sudan sulandığı halde biz tatlarını birbirinden farklı ve üstün kıldık. Muhakkakki bunda aklı erenler için ibretler vardır.” 139

Biz, tabiatın ve tabiattaki düzenin açıklanması için, tesadüfün, hiçbir zaman yeter bir sebep olama­yacağı konusunda bilim adamlarının verdikleri mi­sallerden birkaçını zikredelim.

Protein, bütün canlı organizmaların temel mad­delerinden birini teşkil eder. Bilindiği üze're bu albüminli madde, beş elemandan meydana gelmiştir:

Karbon, hidrojen, azot, oksijen ve kükürt. Bir ünite proteinde 40 bin kadar molekül bulunur. Şimdiye ka­dar bilinen yüz civarındaki element tabiat içinde dü­zensiz olarak serpiştirilmiştir. Şimdi düşünelim:

Te­sadüf yoluyla bu beş elemanın bir araya gelerek, sadece bir ünite protein meydana getirmesi acaba yüzde kaç ihtimalle olabilir? Ayrıca bunun için ne kadar zaman ve ne kadar madde gereklidir? Matematikçiler hesap etmişler ve ihtimalin (on üs­tü yüzaltmış) ta bir olduğunu söylemişlerdir. Yani' on rakamı yüz altmış defa kendisiyle çarpılarak meydana gelen sayıya göre bir ihtimal. Biz bu rakamı kelimelerle ifade etme imkânına sahip değiliz. Bu iş için gerekli zaman ise 243 yıl olarak hesap­lanmıştır. Ayrıca bu kimyevî olayın tesadüfen mey­dana gelmesi için, yeryüzünü bir kaç milyon defa doldurup boşaltan maddeye ihtiyaç vardır. 140 Akıl için böyle küçük bir ihtimali (tesadüf ihtimalini) kabul etmektense, kâinatın bir yaratıcı ve devam ettirici­sinin varlığına inanmak hem daha kolay, hem de da­ha akılcı bir yoldur.

Tesadüf ihtimalinin reddi için verilen bir başka misal şudur:

Cebimize birden ona kadar numaralan­mış on tane marka koyalım ve iyice karıştıralım. Sonra bu markaları, teker teker birden ona kadar numara sırasıyla çekmeye çalışalım. Her aldığımız markayı tekrar cebimize koyup, markaları yeniden iyice karıştıralım. Matematikteki ihtimal hesapları­na göre, ilk çekişte bir numaralı markayı çekme ih­timali onda birdir. Arka arkaya bir ve iki numaralı markaları çekme ihtimali ise yüzde birdir. Bir, iki ve üç numaralıları peşipeşine çekme ihtimali ise binde birdir ve bu böylece devam eder gider. Bu markaların hepsini sırasıyla birden ona kadar çek­mek ise, inanılmayacak kadar uzak bir ihtimal, on milyarda bir ihtimaldir.

Bu konudaki bir başka misalde belirtildiği üze­re, dünya ekseni etrafında saatta bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp ta saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün bitki na­mına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun gece­ler de eğer kalırsa geri kalanını dondurup mah­vedecekti.

Bütün bunlar ve benzeri misallerden anlaşılmak­tadır ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Bu­na milyonda bir bile ihtimal yoktur.141



c) İlk iki ihtimalin. yanlışlığı ortaya konulunca, artık akıl için üçüncü ihtimali kabullenmekten baş­ka doğru ve çıkar yol kalmamaktadır:

Bu kâinatı yaratan ve ondaki nizamı sağlayan bir yaratıcı var­dır. O da Allahtır. Allah Taâlâ buyurur ki:

Gökle­rin ve yerin yaratıcısı olan Allahın (varlığında) şüp­he mi vardır?”142.

Tabiatta tekâmül faktörünün rol oynadığını in­kâr edemeyiz. Fakat bu, mahdut ve malûm sınırlar dahilindedir. Tekâmül yoluyla ne ilk yaratılış, ne de önemli değişiklikler izah edilebilir. Tekâmülcüler izahlarının çoğunu istihaleye (başkalaşmaya) da­yandırırlar. Halbuki yapılan incelemeler sonunda başkalaşma ve sıçrayışların, yeni tür canlı meydana getirmesinin mümkin olmadığı anlaşılmıştır. İstiha­leler çoğu zaman ölüme veya dejenerasyona götü­rür. Alimler başkalaşma ve sıçrayışlarla yeni bir sı­fatın bir türe yayılabilmesi için bu sıfatın aynı tür­den tahminen bir milyon nesil üzerinde tekrarlanma­sının gerektiğine kanidirler. Bu tempo ile bugünkü canlılar aleminin meydana gelmesi akla sığmayacak bir şeydir. Canlının tekâmül kabiliyetine sahip olu­şu, bizzat bu özellik bile, onun kendi dışında bir ya­ratıcı tarafından yaratıldığının bir başka delilidir. 143

Hareket noktası peşin inkâr olmayan ve bilimde objektif davranabilen pozitif bilimciler, Allahın var­lığını kabul ederler. Bilimin keşfettiği kanunlarda, Allah Taâlânın kudretini müşahede ederler. Newyork İlimler Akademisi eski başkanı A. Cressy Mor­rison diyor ki:

“Dişi, erkek bütün hücrelerde kromozomlar ve genler bulunur. Kromozomun içinde geni kapsayan küçük bir çekirdek vardır. Genler her canlı varlığın, bu arada insanın özelliklerine etki yapan baş faktör­dür. Üreme hücresindeki stoplazma ise, kromozomu da geni de çevreliyen ve çeşitli kimyasal bileşikler­den meydana gelen fevkalâde bir maddedir. Yeryü­zünde yaşayan bütün insanların ferdî özellikleri, psi­kolojileri, renkleri ve ırklarından sorumlu olan bu genlerin tümü o kadar küçüktür ki, bir araya getiril­se bir yüksüğü bile doldurmaz. Pekâlâ öyleyse gen denilen bu şey nasıl olur da bir sürü ecdadın özel­liklerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da inanılma­yacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı herbirinin psikolojisini muhafaza edebiliyor? "Mikroskopla bile görülmeyen küçücük bir gen içinde hapsedilen bir kaç milyon atomun böyle yeryüzündeki hayatı, kat'î olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece bir bilgin­den sadır olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir. Başka hiçbir nazariyeye imkân yok­tur.”144 Kur'an-ı Kerim bu hakikati şöyle açıklar:

Gökleri ve yeri yaratması, (aynı kökten geldiğiniz halde) dillerinizin ve renklerinizin birbirine uyma­ması da O'nun âyetlerindendir.” 145

c. Allahın İsimleri

1. “Allah” Özel İsmi

İster arabça olsun, ister diğer herhangi bir dil­den olsun, başka bir kelimenin “Allah” özel isminin yerini tutamayacağı konusunda alimler fikir birliği­ne varmışlardır. Çünkü Allah kelimesi özel isimdir. Özel isimler diğer dillere terceme edilemezler. Hat­ta arabça olan diğer bir kelime de onun yerini tuta­maz. Fakat Kur'anda Allah kelimesinin işaret ettiği zat için, İlâh, Mevlâ, Rabb gibi isimler kullanılmış­tır. Bu sebeple Farsçadaki Hüdâ ve Yezdan, Türkçedeki Tanrı ve Çalab... gibi isimler her ne kadar Allah özel isminin yerine geçemezse de ilâh, mevlâ ve rabb gibi âyet ve hadislerde geçen, Allanın öbür isimlerinin, yerine kullanılabilir. 146


2. Îsmi A'zam (Allahın En Büyük İsmi)

Bir grup İslâm alimi, Allah Taâlânın isimlerinin hepsinin büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise, hadis­leri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerle­rinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü be­nimsemişlerdir. Bu grupta olanlar “Allah”, “el-Hayyu'1-kayyûm-diri ve yaratıkları ayakta tutan”, “Zü'l-celâli ve'1-ikrâm-yücelik ve ikram sıfatlarına sahip) isimlerinden hangisinin Allahın en büyük ismi oldu­ğu konusunda değişik görüşlere sahip olmuşlar­dır. 147


3. Esmâ-i Hüsnâ (Allah'ın Güzel İsimleri)

Allah Taâlânın ism-i fail ve sıfat sîğasıyla varid olan isimleri “de dahil olmak üzere bütün isimlerine esmâ-i hüsnâ denilir. En güzel isimler Allaha mah­sustur. Çünkü bütün kemâllerin sahibi O'dur. Onun isimleri en ulvî ve mutlak kemâl ifade eden mukad­des kelimelerdir. “Allah ki O'ndan başka tapacak yoktur. Onun güzel isimleri vardır.” 148

En güzel isimler onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hep Onu tenzih ederler. O azizdir, hakimdir.”149.

Esmâ-i hüsnâya, esmâ-i ilahiyye de denir.

Allah Taâlânın Kur'an-ı Kerimde ve sahih ha­dislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allahı tanır. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Ke­rimde “Allahın güzel isimleri vardır. O halde Alla­ha o güzel isimlerle dua edin.” 150 buyu­rarak, esmâ-i hüsnâ ile dua ye niyazda bulunmamızı emretmiştir.

Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, delâlet et­tiği zatın da birden çok olmasını gerektirmez. Bü­tün İsimler O bir zata delâlet eder:

De ki, ister Al­lah deyip dua edin, ister rahman deyip dua edin, hangisi ile dua ederseniz edin, O'nun güzel isimleri vardır.” 151

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle bu­yurmuştur:

Allah Taâlânın 99 ismi vardır. O isim­leri kim sayarsa (ezberler, manasını anlar ve ken­disi için şiar edinirse) cennete girer. Şüphesizki Allah tektir ve tek olmayı sever.” 152

Esmâ-i İlâhiyye 99 isimden ibaret değildir. O'nun âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Burada 99 sayısının söylenmesi hasr için değildir. Yani “Allanın ancak 99 ismi vardır. Bunlardan başka yoktur” manasına değildir. Bu isimlerin Allanın en meşhur isimleri ol­ması hasebiyledir. Yukariki hadiste geçen ihsâ (saymak) kelimesi sebebiyle Allah’ın 99 ismine “ihsâ isimleri” de denilmiştir. Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadiste bu 99 isim teker teker sa­yılmıştır. Bu isimler şunlardır: 153

“Allah, Rahman (esirgeyen), Rahîm (bağışla­yan), Melik (emirleri tutulan), Kuddûs (noksanlık­lardan arınmış), Selâm (yaratıklarını selâmette kı­lan, ayıplardan arınmış), Mü'min (müminleri azabtan emin kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Azîz (ulu, gâlib), Cebbar (dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip), Mütekebbir (tek büyük), Halik (ya­ratıcı), Bârî (eksiksiz yaratan), Musavvir (herşeye şekil veren), Ğaffâr (günahları örtücü, mağfireti bol olan), Kahhâr (isyankârları kahreden), Vehhâb (karşılıksız veren), Rezzâk (rızıklandıran), Fettan (hayır kapılarını açan), Alîm (herşeyi bilen), Kâbız (ruhları kabzeden, can alan), Bâsıt (rızkı genişle­ten, ömrü uzatan), Hâûd (kâfirleri alçaltan), Râfi' (müminleri yükselten), Mu'iz (yücelten), Müzill (düşmanlarını değersiz kılan), Semî (sonsuz işitici), Basîr (sonsuz görücü), Hakem (hükmedici, iyiyi kö­tüden ayırdedici), Adl (adaletli), Latîf (kullarına lütfeden), Habîr (herşeyden haberdar olan), Halîm (gerçek hilim sahibi, cezada ne acele eden ne de ihmalkâr davranan), Azîm (zat ve sıfatlarında aza­metli), Ğafûr (çok affedici), Şekûr (az amele bile çok sevab veren), Aliyy (yüce, yüceltici), Kebîr (zatı ve sıfatları büyük), Hafız (koruyucu), Mukıt (rızıkları yaratıcı), Hasîb (hesaba çeken), Celîl (yücelik sıfatları bulunan), Kerîm (çok cömert), Rakîb (gözeten), Mücîb (duaları kabul edici), Vâsi' (ilmi ve rahmeti geniş), Hakim (hikmet sahibi), Vedûd (müminleri seven), Mecîd (şerefi yüksek), Bâ' is (Öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehîd (her şeye şahit olan), Hakk (hakkın kendisi), Vekîl (kulların işlerini yerine getiren), Kavi (güçlü, kuvvetli), Metîn (güçlü, kudretli), Velî (müminlere dost ve yardımcı), Hamîd (övgüye layık), Muhsî (herşeyi sayıcı), Mübdî (herşeyi yokluktan çıkaran), Mu'îd (öldürüp yeniden dirilten), Muhyî (dirilten, hayat veren), Mümît (öldüren), Hayy (diri), Kayyûm (her şeyi ayakta tutucu), Vâcid (istediğini is­tediği anda bulan), Mâcid (şanı ve keremi çok), Vâhid (bir), Samed (muhtaç olmayan), Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini istediği şekilde öne süren), Muahhir (ge­ri bırakan), Evvel (başlangıcı olmayan), Âhir (sonu olmayan), Zahir (varlığı açık olan), Bâtın (zat ve mahiyyeti gizli olan), Vâlî (sahip), Müteâlî (noksan­lıklardan yüce), Berr (iyiliği çok), Tevvâb (tevbeleri kabul edici), Müntakım (asilerden intikam alan), Afüvv (affedici), Rauf (şefkati çok), Mâlikü'1-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü'1-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi), Müksıt (adaletli), Cami' (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebileni, Ğaniyy (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Mugnî (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran), Manî' (iste­diği şeylere engel olan), Zârr (dilediğini zarara so­kan), Nâfi' (dilediğine bol fayda veren), Nûr (her şeyi ışıklandıran), Hâdî (dilediğini hidayete sevkeden), Bedî' (çok güzel yaratan), Bakî (varlığı sü­rekli olan), Vâris (mülkün gerçek sahibi), Reşîd (yol gösterici), Sabûr (çok sabırlı).

Allah Taâlânın Kur'an-ı Kerim ve hadislerde ge­çen isimlerinden başka, ğayb ilminde kendisine tah­sis ettiği veya bir takım seçkin kullarına bildirdiği isimleri de vardır. Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurur:

“(Allahım) sana ait olan her isimle senden dilerim. O isim ki, onunla kendini adlandır­dın veya kitabında indirdin. Yahut yaratıklarından birine öğrettin, yahut ta yalnız senin katında bulu­nan ğayb ilminde onu zatına tahsin ettin.”154

Esmâ-ı İlâhiyyeyi çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür:



a) Allanın varlığına delâlet eden isimler: Şey, zât ve nefs gibi.

De ki: 'Şahit olmak bakımından hangi şey da­ha büyüktür.' De ki: 'Allah' 155

Nef­simde olan her şeyi sen bilirsin. Fakat ben senin nefsinde (zâtında) olanı bilmem.” 156

b) Varlığının keyfiyetine delâlet eden, kadîm, ezelî, ebedî, bakî, dâim gibi isimler.

c) Hakiki sıfatlara delâlet eden isimler: Âlim, kadir, hayy, semi', basîr gibi.

d) İzafî sıfatlara delâlet eden isimler: Evvel, âhir, zahir, bâtın gibi.

e) Selbî (tenzihi) sıfatlara delâlet edenler: Kuddûs, selâm gibi.

f) Zâtından sadır olan fiillerinden türetilen isimler: Halik, rezzâk gibi. 157

İlâhî isimlerin tevkifi olup olmaması ihtilaflıdır. “Allahı isimlendirmede ölçü nakil midir, yoksa akıl mıdır?” sorusuna bir kısım mutezile kelâmcısı; O'nun hakkında aklen caiz olan isimler O'na verile­bilir, demişlerdir.158 Çünkü bu kelâmcılara göre, söz­lükte belli bir manası olan herhangi bir kelimenin Allah Taâlâya ad olarak verilmesi, aynı dilden veya başka bir dilden bu kelimenin eş anlamlısı olan veya o manayı ihtiva eden bir başka ismin Allaha veril­mesinin de caiz olabileceğini gösterir. Bu sebeple kitap ve sünnette geçmediği halde Allaha, vâcibu'l-vücûd, vücûd-ı mutlak, vâcib taâlâ, sâni' taâlâ gibi isimler verilebilir. Ehl-i sünnete göre ise, Allah’ın isimleri tevkifidir. Şâriin iznine, âyet-i kerimede ve­ya sahih hadislerde bildirilmeğe bağlıdır. Akim caiz gördüğü, kıyasın hükmettiği her ismi Allaha vermek caiz değildir. Nasslarda geçmeyen ismin Allaha ve­rilmesi yasaktır. 159 (Nassların tevkif ettiği yerde tavakkuf etmek gerekir). Fakat zamanla ehl-i sünnet kelâmcıları da nasslarda varid olmayan, mevcûd, kadîm, vâcib gibi bazı kelimeleri Allaha isim olarak vermişler, bu konuda icmaın vukua geldiğini ileri sürmüşlerdir. 160 Esmâ-i ilâhiyyenin tevkîfî olduğuna dair görüş, ihtiyatî bir görüştür. 161


d. Allahın Sıfatları

Allah Taâlâya iman etmek demek, O'nun zatı hakkında vacib olan kemal sıfatlarıyla, caiz sıfatları bilip, öylece inanmak, zatını noksan sıfatlardan mü­nezzeh tutmaktır. Allah, şanına lâyık olan bütün ke­mal sıfatlarıyla muttasıftır. Allanın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır. Onun sıfatlarının baş­langıcı da sonu da yoktur. Allanın sıfatları diğer varlıkların sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isim­lendirmede bir benzerlik varsa da, Allanın ilmi, ira­desi, hayatı, kelâmı; bizim ilim, irade, hayat ve ke­lâmımıza benzemez. Biz Allanın zatını ve mahiyetini bilemediğimiz ve idrak edemediğimiz için Allahı isim ve sıfatları ile tanırız ve öylece inanırız. Kur'an-ı Kerim “O'nu gözler idrak edemez. Fakat o gözleri idrak eder. O lutfedicidir, her şeyden haberdardır.” 162 buyurarak, Allanın zatını idrak etme­nin imkânsız olduğunu açıklamıştır. Peygamber Efendimiz de bu konuda “Allahın yaratıkları hak­kında düşününüz. Fakat Allanın zatı hakkında dü­şünmeyiniz. Gerçekten siz buna hiç güç yetiremezsiniz.163 buyurmuştur.

Allahın sıfatları beş kısma ayrılır:

1- Sıfat-ı nefsiyye (vücûd sıfatı)

2- Cenâb-ı Hakkın kendisiyle vasıflanması im­kânsız olan sıfatlar. Bunlara selbî sıfatlar veya tenzîhât denir.

3- Varlığı zarurî olan, Allah Taâlânın kendi­siyle nitelenmesi vacib olan sıfatlar. Bu sıfatlara sübûtî sıfatlar adı verilir.

4- Allah Taâlânın kendisiyle muttasıf olması da olmaması da caiz olan sıfatlarına sıfât-ı caize ve­ya fiilî sıfatlar denir.

5- Nasslarda varid olan, zahiren bakıldığında insanı teşbih ve tecsîm fikrine götüren sıfatlar (haberî sıfatlar). 164

1-Vücüd Sıfatı (Sıfat-ı Nefsiyye)

Vücûd, var olmak demektir. Allah vardır. O'nun varlığı başkasından değil, zatının gereğidir, varlığı zaruridir. Vücûdun zıddı olan adem (yokluk), Allah taâlâ hakkında düşünülemez. Sünnî kelâmcıların ço­ğunluğuna göre vücûd sıfatı, zât-ı bârı üzerine zâid, ezelî, müstakil bir sıfattır. Vâcib taâlânın zatı vücudsuz düşünülemez. Vücud bütün sıfatların aslı ve merciidir. Vücûdu zatın aynı kabul eden İslâm filo­zofları, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (öl. 324/936) ve Mute­zile kelâmcısı Ebu'l-Huseyn el-Basrî (öl. 436/1044) ye göre vücûd, zât üzerine zâid müstakil bir sıfat de­ğildir. 165


2. Selbi Sıfatlar (Tenzihât)

Allah Taâlâyı noksan sıfatlardan münezzeh kı­lan sıfatlara tenzîhî sıfatlar denir. Cenab-ı Hakkın ne olmadıklarını bildirdiklerinden bu sıfatlara selbî sıfatlar adı da verilir. Kelâm kitaplarımızda “baş­langıcı ve sonu yoklur; Allah araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, musavver (şekil sahibi) değildir, mahdûd (sınırlı), ma'dûd (sayılabilir), müteba'iz (bölünebilir), mütecezzî (parçalanabilir), müterekkib (bileşik), mütenâhî (sonlu) değildir. Mahiyet ve keyfiyet Allahın vasfı olamaz. Allah için mekân söz konusu değildir, zamanla mukayyed de­ğildir, hiçbirşey O'na benzemez, havadise mahal 'de­ğildir...” şeklinde hep olumsuz (selbî) ifadelerle an­latıları sıfatlar bunlardır. Tenzihi sıfatları belli bir sayıya hasretmek mümkin değildir. Ancak bunların en mühimleri beş tanedir.166


a) Kıdem

Ezelî olmak, başlangıcı olmamak demektir. Hiç bir zaman düşünülemez ki, bu zamanda Allah henüz var olmamış olsun. Ne kadar geriye gidersek gide­lim, O'nun var olmadığı bir zamanı tasavvur edeme­yiz. Allah sonradan meydana gelmiş (hadis) bir var­lık değil, kadîm (ezelî) bir varlıktır. Eğer hadis bir varlık olsaydı bir muhdise muhtaç olurdu. Bir muhdise muhtaç olan da vâcibu'l-vücûd olamaz- Nitekim vâcib lizâtihînin özelliklerini sayarken, O'nun ka­dîm olduğunu söyleyeceğiz. Kıdem, vâcib mefhumun­da zımnen mevcut olan, ondan ayrılmaz bir vasıf­tır. Kıdem sıfatının zıddı olan hudûs (sonradan mey­dana getirilmiş olmak) Allah Taâlâ hakkında düşü­nülmesi muhal olan bir sıfattır. 167


b) Beka

Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak demek­tir. Allanın sonu yoktur. Beka da vâcib lizâtihînin özelliklerindendir. Ezelî olanın ebedî olması zarurî­dir. Bekanın zıddı olan fena (sonlu olmak) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an-ı Kerimde “O evvel­dir (kadîmdir), âhir (ebedî)dir.” 168

Allahın vechinden (zatından) başka her şey yok olucu­dur” 169

Yeryüzündeki her şey fanîdir. Yücelik ve ikram sahibi olan rabbinin vechi (zatı) bakîdir.” 170 buyurulmuştur. Kelâmcılar Allah Taâlânın bakî olduğunda ittifak et­melerine rağmen, bekanın nasıl bir sıfat olduğunu ihtilaf etmişlerdir. Eş'arî ve tâbileririden çoğu beânın, Allanın zatı ile kâim, zat üzerine zâid, diğer sıfatlar gibi bir sıfat olduğunu söylerken, Mâtürîdî Allanın zatı ile bakî olduğunu kabul etmişlerdir. Bu durumda beka zâtın mevcudiyette devam etmesi demektir.171


c) Muhalefetün lil-havâdis

Sonradan olan şeylere benzememek demektir. Allahtan başka her şey sonradan olmuştur. Allah sonradan olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. Allah, kendisi hakkında hatırımıza getir­diklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Havadise mümâselet (sonradan olanlara benzemek) Allah Taâlâ hakkında imkânsızdır. O, hadis varlıkların özelliği olan, cisim, cevher, araz, şekil, zaman, mekân, sa­yı, mahiyet ve organ gibi özelliklerden münezzehtir. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:

O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.” 172 Allah Taâlânın nasslarda geçen isim ve sıfatları, yaratıkların isim ve sıfatlarına benze­mez. Allanın isim ve sıfatları teşbihsiz ve temsilsiz bir şekilde isbat olunur. Allanın zatında, sıfatların­da ve fiillerinde bir misli yoktur. 173

d) Kıyam Binefsihî

Allahın varlığının bizzat kaim olması, var olmak için başka bir varlığa ihtiyaç duymaması demektir. Allah Taâlâ kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir. Çünkü ihtiyaç mefhumu, vücûb mefhumu­na aykırıdır. Kıyam binefsihî sıfatının zıddı olan Kı­yam biğayrihî (başkasına muhtaç olmak), Allah hakkında düşünülemez. Kur'an-ı Kerimde buyurulur ki:

De ki: 'Allah birdir. O Allahtır samedtir (baş­kasına muhtaç olmayandır)...” 174

Ey iman edenler, siz (hepiniz) Allaha muhtaçsınız. Al­lah ise müstağni (muhtaç değil) dir, öğülmeye lâyık olandır.” 175


e) Vahdaniyet

Allah Taâlânın zâtında, sıfatlarında ve fiillerin­de bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bu­lunmaması demektir. Vahdaniyetin zıddı olan taad-düd (birden fazla olmak) ve şirk (ortağı olmak) Al­lah Taâlâ hakkında müstahîldir.

İslâm inancına göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle değil, O'nun zatında, sıfatla­rında ve fiillerinde eşi ve benzeri olmayışı yönüyledir. Ondan başka yaratıcı ve Ondan başka tapılacak varlık yoktur. Kur’an-ı Kerimin pek çok yerinde Al­lanın birliğinden, eşi ve benzerinin bulunmadığından bahseden âyetler vardır:

O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allahtır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir ve herşeye hâkimdir.176

De ki: 'O Allah bir tektir. O Allahtır, samedtir, O doğurmamış tır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi değildir.” 177

Allah hiçbir evlat edinmemiştir. Onunla birlik­te hiçbir tanrı da yoktur. (Öyle olsaydı) bu durum­da her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir.” 178

De ki: 'Allah ile beraber söyleyegeldikleri gi­bi (başkaca) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte olduk­ları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, bü­yüktür'

Burhân-ı Temânü': Âlemin yaratıcısı birdir. Çünkü Kur'an-ı Kerimde

Eğer göklerde ve yerde Allahtan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de fesada uğrardı (düzenleri bozu­lurdu).” 179 buyurulmuştur. Halbuki yer­le gökler fesada uğramadığına, onların nizamı bozulmadığına göre birden çok ilâh yoktur. Kelâmcılar arasında Burhân-ı temânü' (irade çatışması esasına dayanan delil) adıyla meşhur olan ve Allanın birli­ğini isbat eden delil bu âyetten çıkarılmıştır. Bur­hân-ı Temânü' şöyle takrir olunur.

Âlemde her bakımdan birbirine eşit olan iki ilâhın varlığını farz etsek, bunlardan biri Alinin hare­ketini, diğeri sükûnunu irade edebilir. Çünkü ilâh hür iradeye ve tam bir kudrete sahiptir. Bu durum­da ortaya şu üç ihtimal çıkar:



i) Ya her iki ilâhın dediği olacaktır. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı anda, aynı mekânda (Alinin za­tında) hareket ve sükûn gibi iki zıd şeyin birleşme­si (ictimâ-ı zıddeyn) imkânsızdır.

ii) Veya her iki ilâhın dediği de olmaz. Bu ih­timâl de yanlıştır. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz ise ilâh olamaz. Zira acz, hudûs ve imkân alâ­metidir.

iii) İlâhlardan birinin dilediği olacak, diğerinin ki olmayacaktır. Bu da yanlış bir ihtimaldir. Çünkü dilediği olmayan acizdir, aciz ise ilâh olamaz. Öbür ilâh ta her bakımdan buna eşit olduğundan, onun da aciz olması, dolayısıyla ilâh olmaması gerekir. Bu durumda âlemin yaratıcısının iki olması ihtimâli imkânsız olunca, İlâhın bir ve tek olması zarurî ola­caktır. 180

Burhân-ı Tevârüd: Kelâmcılar yukarıda zikret­tiğimiz âyet-i kerime ile Allanın birliğine şu şekilde de istidlal ederler.

Yerde ve gökte Allahtan başka bir kaç ilâh ol­sa, eşya;

i) Ya bütün ilâhların kuvvet ve kudretiyle mey­dana gelmiştir. Bu ihtimale göre ilâhlardan herbirinin güç ve kudreti eşyayı tek başına yaratmaya ye­terli olmamış, yaratma hepsinin gücü ile müştere­ken olmuştur. Bu ise acizliktir, ulûhiyyetle bağdaşa­maz.

ii) Veya eşya, her biri tarafından, müstakil ola­rak, ayrz ayrı yaratılmıştır. Bu durumda eser, ek­siksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olur. Yani bir malûl üzerine iki illetin tevârüdü gerekir ki bu da imkânsızdır. Zira hâsılı tahsildir.

iii) Yahut eşya, ancak birinin güç ve kudretiyle yaratılır. Eğer- eşya, ilâhlardan birinin kuvvet ve kudretiyle meydana gelir, diğerlerinin yaratmada tsarrufu olmazsa, tercih 'bîlâ müreccih (tercih edi­ci olmadan tercihin bulunması) neticesine ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gere­kir. Bu üç ihtimalin yanlışlığı anlaşılınca, Cenâb-ı Hakkın vahdaniyeti sabit olur. 181

Allahın birliği konusunda zikredebileceğimiz bir başka delilde şudur:

Kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve birbirine her yö­nüyle eşit iki ilâhın varlığını farzetsek, bu iki ilâh âlemi yaratma konusunda, aralarında,

i) Ya ittifak ederler.

ii) Ya da ihtilâf ederler. İhtilâf ederlerse irade çatışması (temânü') meydana gelir. O zaman da ya ictimâ-i zıddeyn, ya ilâhlardan birinin veya her ikisinin aczi gerekir ki, bu üç ihtimalin de yanlışlığını daha önce isbat etmiştik.

Eğer iki ilâh ittifak ederlerse;

Bu ittifak ya zarurî olur. Bu durumda her iki ilâh iradesiz ve aciz olur. İradesiz ve aciz ilâh ola­maz.

Yahut ihtiyarî olur. Yani ilâhlardan biri diğeri­ne hür iradesiyle tabi olur. Bu durumda da tabi olan diğerine,

Ya itiraz edebilir, ederse irade çatışması mey­dana gelir.

Ya da edemez. O zaman da aciz olur. Diğer ilâh ta buna her yönüyle eşit olduğundan o da aciz olur. Aciz ise ilâh olamaz. Bu ihtimallerin hepsi imkânsız olunca, Allah Taâlânın vahdaniyeti zarurî olur. 182


3. Sübüti Sıfatlar

Varlığı zaruri olan, Allah Taâlânın kendisiyle Vasıflanması vacib olan sıfatlarına sübûtî sıfatlar denir. Allah Taâlânın bu sıfatları zatı ile kaim, eze­lî ve ebedî sıfatlardır, yaratıkların sıfatları gibi son­radan olmuş değildir. O sonsuz kemal sıfatlarına sa­hiptir. Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre ister hayy, alîm, kadîr gibi sıyga bakımından sıfat olan kelime­ler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar sıyğasındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar Allaha izafe edilir. Ancak Mutezile, Ehl-i sünnetin Allaha izafe ettiği sübûtî sıfatları iki gruba ayırır. Bi­rinci grup sıyga bakımından da sıfat olan hayy, alim, kadir gibi müştak (türetilmiş) kelimelerdir. Mutezile bu sıfatları Allaha izafe eder. Bunlara ma' nevî sıfatlar denilmiştir. İkinci grup ise manevî sıfatların köklerini teşkil eden hayat, ilim, kudret... gibi masdar sıyğasındaki kelimelerdir. Bunlara da maânî sıfatları denilir. Mutezile bu sıfatları Allah’a izafe etmez. Buna göre mutezile “Allah alimdir” hükmünü kabul eder, fakat “Allah ilim sahibidir” hükmünü benimsemez. Mutezileye göre Allah zatıyla alîm kabul edilmeyip “İlim sahibidir, onun ezelî bir ilim sıfatı vardır” denilirse, onun zatından başka bir de ilim diye müstakil bir mana tasavvur edilmiş olur. Allahın sıfatı olarak kabul edilen bu mana da onun zatı gibi kadîm olacaktır. Bu durumda Allahın zatından başka kadîm manalar isbat edilmiş olacak­tır ki, bu bizi taaddüd-i kudemâ'ya (ezelî varlıkların çoğaltılmasına) götürür. Taaddüd-i kudemâ ise İs­lâm dininin tevhid prensibine aykırıdır. Bu açıkla­madan anlaşılacağı üzere, manevî sıfatların Allaha izafe edilmesi noktasında Mutezile ile ehl-i sünnet kelâmcıları arasında bir ihtilaf yoktur. İhtilâf maâ­nî sıfatların Allaha izafe ve nisbet edilip edilemeye­ceği konusundadır.

Ehl-i sünnet kelâmcıları, hayat, ilim, irade, kud­ret, sem', basar, kelâm, tekvin sıfatlarını Allahın zatı ile kaim ezelî sıfatlar kabul etmişlerdir. Çünkü,

a) Allah Taâlâ Kur'an-ı Kerimde kendisini, hayy, alim, kadir olmakla nitelemiştir. Bu kelimeler arap dilcileri tarafından belli manalardan türetil­miş isimlerdir. Bu isimler bir zata nisbet olunduğun­da, bunların kökleri de zımnen o zata nisbet edilmiş, olur. Nasıl ki biz “Ali alimdir” dediğimizde, Alide bir ilim arazının varlığını isbat ediyorsak, “Allah alim­dir” dediğimizde de O'nda bir ilim sıfatının varlığı­nı isbat etmiş oluruz.

b) Mutezilenin taâddüd i kudemâ iddiasına ge­lince; eğer maânî sıfatları zattan ayrı ezelî sıfatlar( kabul edilirse ezelî varlıklar çoğaltılmış olur. Halbuki Allahın sıfatları, zatından ayrı değildirler. Çünkü iki şeyin birbirinden ayrı ve başka (gayr) olması de­mek, birinin yokluğu halinde diğerinin varlığı düşünülebilen iki mevcud olmaları demektir. Allah Taâlânın zatı ve sıfatları hakkında böyle bir şey dü­şünülemez.

c) Bu sıfatlar Allahın zatının aym da değildir. Çünkü ayniyet, iki varlığın anlam ve kavram yönüy­le bir olması demektir. Bu sebeple ehl-i sünnete gö­re Allahın sıfatları, zatının ayrı da değildir, gayrı da değildir (Lâ hiye aynuhû velâ hiye ğayruhû). Yani bu sıfatlar, zihinde cenâb-ı hakkın zatından ay­rı birer mefhumdur (zatının aynı değildir). Fakat bunların dış âlemde, zatından ayrı ve başka, müs­takil bir varlık olarak düşünülmesi mümkin değildir (zâtının ğayrı da değildir). 183

Şimdi sübûtî (maânî) sıfatları teker teker ele alalım. 184


a) Hayat

Diri ve canlı olmak demektir. Allah Taâlâ diri­dir ve canlıdır. Herşeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Hayat, Allahın zatından asla ayrılmayan bir kemal sıfatıdır. Zira varlığın kemali onun diri olması ile mümkindir. İlim, irade, kudret gibi sıfatlara sahip olan varlığın hayy olması zaruridir. Hayatın zıddı olan memat (ölü olmak) Allah hakkında muhaldir.

Ölmek şanından olmayan O bakî (taâlâ)ya güvenip dayan185

“(Artık bütün) yüzler (ezel­de ve ebedte) diri ve her şeye bihakkın hakim olan Allaha baş eğmiştir.” 186


b) İlim

Bilmek demektir, Allah her şeyi bilendir. Olmu­şu, olanı; olacağı, geleceği, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. Allah’ın ilmi yaratıkların ilmine benzemez, art­maz eksilmez. O, herşeyi ezelde bilir. Ancak Allah her şeyi olacağı için bilir. Yoksa her şey Allah bildi­ği için olmaz (ilim malûma tabidir). İlim sıfatı Al­laha vacib, zıddı olan cehl (bilgisizlik) ise muhaldir.. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:

Karada ve de­nizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” 187

Görmedin miki, göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah şüphe­siz (hepsini) bilir.” 188

Âlemde görü­len bu güzel nizam, tertib ve şaşmaz ahenk, O'nun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en büyük deli­lidir., Allah Taâlânın ilim sıfatı, vacibe, müstahîle, var olsun veya yok olsun bütün mümkin varlıklara taalluk eder. O, vacibi, müstahili ve mümkini bilir. Allahın ilminde değişiklik söz konusu değildir. 189

c) İrade

Dilemek demektir. Allah Taâlâ mürîd (dileyen, irade eden) dir. Allah, bir şeyin şöyle olup ta böyle olmamasını, şu zamanda ve şu yerde olup ta bu za­man ve bu yerde olmamasını tercih ve tayin eden­dir. Allahın dilediği olur, dilemediği olmaz. 190 İrade­nin zıddı olan îcâb bi'z-zât (iradesizlik) Allah hak­kında düşünülemez. Meşîet te irade manasına gelen bir kelimedir. Bir şeyin olması veya olmaması, ola­caksa ne zaman, nerede ve nasıl olacağı kudret sıfa­tına göre eşittir. Bunlardan birini tahsis ve tercih eden irade sıfatıdır. İrade sıfatı yalnız aklen caiz ve mümkin olan şeylere taalluk eder, vâcib ve muhale etmez. Çünkü vacib ve muhal zarureten var ve yok­tur. Kur'andaki “De ki: 'Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun değerini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın...” 191

Göklerin ve yerin mülkü Allah dır. O, ne dilerse yaratır192 âyetleri ira­de sıfatının naklî delillerinden birkaçıdır.

Allah Taâlânın, iki türlü iradesi vardır.



i) Tekvini irade: Bütün yaratıkları kapsamına alan iradedir. Bu çeşit bir ifade herhangi bir şeye taalluk ederse, o şey derhal meydana gelir. “Bir şeyin (olmasını) dilediğimiz zaman, sözümüz ona an­cak “ol” dememizden ibarettir. O da derhal oluve­rir.193 âyetinde belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.

ii) Teşrîî irade: Dinî irade de denilir. Cenâb-ı Hakkın bir şeyi sevmesi ve hoşnut olması (mahabbet ve rıza) demektir. Allahın bu manadaki iradesi ile bir şeyi dilemiş olması, o. şeyin meydana gelme­sini gerekli kılmaz. “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyili­ği ve akrabaya, vermeyi emrediyor (irade ediyor)...” 194 âyetindeki irade bu çeşit bir iradedir. Tekvînî irade, hayra, şerre, taata ve masiyete taal­luk ettiği halde, teşrîî irade yalnız hayra ve taate taalluk eder. 195

d) Kudret

Allah taâlânın sonsuz güç ve kudret sahibi olması demektir. Allah bu sıfatı ile, kâinatta tesir ve ta­sarruf eder. Kudretin zıddı olan acz (acizlik), O'nun hakkında düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta her şey Allanın güç ve kudretiyle olmaktadır:

“... Allah gece ile gün­düzü evirip çeviriyor. (Bütün) bunlarda (görür) göz­lere sahip olanlar için elbette birer ibret vardır. Al­lah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor. Kimi dört (ayağı) üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye gerçekten kadirdir.” 196

Kudret sı­fatı, irade sıfatı gibi ancak mümkin varlıklara taal­luk eder.

Mâtüridilerle Eş'ariler kudret sıfatının, Allahın zatı ile kaim, ezelî sıfat oluşunda ittifak etmişler­dir. Fakat Eş'arilere göre kudret, mümkinleri yok­luktan varlığa çıkarmakta da müessir olan bir sıfat­tır. Zira kudretin biri ezelî, diğeri hadis olmak üze­re iki taalluku vardır. Kudretin ezelî taalluku ile mümkin şeyler yaratılmağa hazır olur, hadis taallu­ku ile de yaratılırlar. 197 Matürîdîlere göre ise, kud­retin sadece bir taalluku vardır. O da ezelîdir. Müm­kin şeylerin yoktan var edilmelerinde müessir değil­dir. Bu tekvin sıfatının görevidir. 198

e) Sem

İşitmek demektir. Allah semî' (işitici) dir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle, yüksek sesle ne söylenirse Allah işitir, duyar. Onun bir şeyi duyma­sı, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel değildir. Allah, işitmek için herhangi bir alet ve organa muh­taç değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah Taâlâ hak­kında düşünülemez. 199


f) Basar

Görmek demektir. Allah her şeyi görücü (basîr) dür. Hiçbir şey Allahın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür. Âmâlık (görmemek) O'nun hakkında muhaldir. Kur'an’da Allahın işitici ve görücü olduğunu bildiren pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle buyurulur:

(Allah) gözlerin hain bakışını, göğüslerin gizleye­ceği her şeyi bilir. Allah hak (ve adaletle) hükme­der. Onu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, O, (bunların sözlerini) hakkıyla işiten (yaptıklarını) görendir.” 200

g) Kelâm

Konuşmak demektir. Allah konuşan bir varlıktır. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indir­miş, bazı peygamberleri ile de konuşmuştur. Kelâm sıfatı Allahın zatı ile kaim ve ezelîdir. Bu sıfat bir kemâl sıfatı olduğu için Allah Taâlânın onunla va­sıflanması vaciptir. Kelâmın zıddı olan sükût (ko­nuşmamak) ve âfet (dilsizlik) ise onun hakkında mu­haldir. Cenâb-ı Hakkın kelâm sıfatının mahiyeti biz­ce bilinemez. Ses ve harflerden meydana gelmiş de­ğildir. Kelâm sıfatı ilim sıfatı gibi vacibe, caize, müstahîle, vara (mevcuda), yoka (madûma) taalluk eder. Allah Taâlâ bu bir tek kelâm sıfatı ile emre­der, yasaklar ve haber verir.

Kur'anda şöyle buyurulur:

Mûsâ tayin ettiği­miz vakitte geldiğinde Rabbi O'na (ilâhî sözünü) söyledi.” 201

Rabbimin sözleri(ni yaz­mak) için (bütün) deniz (lerin suyu) mürekkeb olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden, o deniz (ler) tükenir.” 202

Bütün mezhepler Allah Taâlânın mütekellim ol­duğunda ittifak etmişler, fakat Allahın kelâmına de­lâlet eden Kur'anın mahluk olup olmadığında ihtilâ­fa düşmüşlerdir.

Selefe göre Kur'an, Allah kelâmıdır, mahlûk (yaratılmış) değildir. Allahla kâimdir. O'ndan ayrı değildir. Kur'an yalnız harflerden ve lafızdan veya yalnız manadan ibaret değildir. Hem harflerden hem de manadan müteşekkildir. Bu sebeple Kur'an’ın harfleri de lâfızları da mahlûk değildir.

Mutezile ise, Kur'an’ın, ses, harf, âyet, sûre ve cüzlerden müteşekkil olduğunu, te'lîf, tanzim, tenzîl, inzal gibi hudûs alâmetleriyle muttasıf bulundu­ğunu söyleyerek, onun mahlûk olduğunu iddia etmiş­tir. Mutezileye göre Allahın mütekellim olması de­mek, kelâmı mahallinde yani Cebrâîlde, peygam­berde, levh-i mahfuzda, şahsın okuyuşunda yarat­ması demektir. Halbuki ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, Allah Taâlâ kelâmı yarattığı için değil, kelâm sıfatıyla muttasıf olduğu için mütekellimdir. Zira Mutezilenin iddiası doğru olsaydı, Allah Taâlânın, yarattığı arazlarla muttasıf olması, meselâ, beyaz­lığı yarattığı için O'na beyaz denmesi gerekecekti. Halbuki Allah böyle olmaktan münezzehtir.

Sünnî kelâmcılar selefle Mutezilenin görüşü ara­sında bir yol takip ederek, kelâmı, nefsi ve lafzî ke­lâm olmak üzere ikiye ayırmıştır. Nefsî kelâm, Al­lahın zatı ile kaim, mahiyetini idrak edemediğimiz ezelî bir sıfattır. Allah bu kelâm ile mütekellimdir. Lâfzı kelâm ise, nefsî kelâma delalet eder., ses ve harflerden müteşekkil olan Kur'an’ın lafzıdır. İşte bu lâfzî kelâm ezelî değildir. Çünkü hadis özelliklere sahiptir. 203 Kelâm kitaplarımızda hadis olarak riva­yet edilen 204 “Allah Taâlâ’nın kelâmı olan Kur'an ya­ratılmış değildir. Kim onun yaratılmış olduğunu söy­lerse Allah’ı inkâr etmiş olur” sözü uydurmadır. 205

Allahın sıfatı olan ezelî ve kadîm mana (nefsî kelâm) Eş'arî (öl. 324/936) ye göre işitilebilir. Zira var olan bir şeyin işitilmesi de mümkindir. Allah Taâlâ da Kur'anda “Eğer müminlerden biri senden eman talep ederse, ona eman ver. Taki Allahın ke­lâmını işitsin” 206 buyurmuştur. Mâtürîdî (öl. 333/944) ye göre ise nefsî kelâm işitilemez. Âyet­te geçen “Allahın kelâmını işitsin”, ifadesi, “Allahın kelâmına delâlet eden şeyi (lafzî kelâmı) işitsin” demektir. 207


h) Tekvin

Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkar­mak demektir. Fiil, halk, tahlîk, îcâd, ihdas ve ihti­ra, kelimeleri de tekvin karşılığıdır. Allah Taâlâ yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip, dilediği her şeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Kâi­natta Allahın yaratmadığı hiç bir şey yoktur. Yarat­mak, 'rızık vermek, diriltmek, öldürmek, nimet ver­mek, azab etmek ve şekil vermek tekvin sıfatının sonuçlarıdır. Bir âyette “O Allahtır, yaratandır...” 208 buyurulur.

Tekvin, Allahın zatı ile kaim ezelî bir sıfattır.

Bu sıfat, kudret, ilim, irade sıfatlarından başka bir sıfattır. Çünkü ilim ile malûmat bilinir, kudret ile mümkinin fiil (yaratılması) veya terki geçerli olur, irade ile fiil veya terk şıklarından biri tercih olunur. Yaratmada bilfiil tesir eden sifat ise tekvindir. Tek­vin de kudret ve irade gibi caiz olan şeylere taalluk eder.

Tekvin sıfatı, Mâtürîdîlere göre müstakil, Allahın zatı ile kaim, ezelî ve sübûti bir sıfat kabul edi­lirken, sıfat konusunda mâtüridilere en yakın olan Eş'arilere göre, tekvin, ilim ve kudret gibi hakiki bir sıfat olmayıp izafi ve itibaridir, diğer fiilî sıfat­lar gibi hadistir, Allanın zatı ile kaim değildir. Tek­vin sıfatına verilmek istenen rol yaratmaktır. Halbuki kudret sıfatına iradenin katılmasıyla aynı neti­ce hasıl olmakta ve başka bir sıfata lüzum göster­memektedir.

Eş'arilerin bu konudaki müşkilleri şundan doğ­maktadır:

Tekvin, müstakil ve ezelî bir sıfat kabul edilirse, mükevven (mahlûk) de ezelî olur. Çünkü yaratılan olmadan, yaratmayı düşünmek mümkün değildir (tekvin mükevvenin aynıdır). Mâtürîdîler ise, tekvinin mükevvenin aynı değil, gayrı olduğunu, birincisinin kadîm, ikincisinin hadis bulunduğunu söyleyerek, tekvinin ezelî bir sıfat oluşunu şöyle isbata çalışırlar:

i) Eğer tekvin'hadis bir sıfat kabul edilirse, ha­dis şeylerin Allanın zati ile kaim olması iddia edil­miş olurki, Cenâb-ı Hak bundan münezzehtir.

ii) Allah Taâlâ, ezelî kelâmında kendisini hâlık (yaratıcı) diye nitelemiştir. Eğer Allah ezelde yara­tıcı (tekvin sıfatı ezelî) olmasaydı, ya Allah’ın ya­lancı olması veya kelimenin hakiki manasının bıra­kılarak, “Allah gelecekte yaratıcıdır” veya “yarat­maya kadirdir” şeklinde bir mecazi manaya gidilmesi gerekir ki, bütün bu ihtimaller Allah hakkında düşünülemez. Eğer “hâlık” tan kasıt yaratmaya ka­dir olmak olsaydı, siyahlığı yaratmaya kadir olduğu için Allahı siyah diye nitelememiz mümkin olurdu.

iii) Tekvin hadis olsaydı, bunun ya bir başka tekvinle yaratılması gerekirdi. Bu ise bizi batıl olan teselsüle götürür. Neticede de âlemin var olmaması gerekirdi. Veya bu hadis tekvinin, bir icad edici ve sebebe muhtaç olmadan var olması demektir ki, hu da bizi “ta'tü-l sâni'-Alem Allahsız vücuda gelebilir” neticesine götürürdü.

iv) Daha önce zikredilen ilini, irade, kudret... gibi sübûtî sıfatların da hadis şeylerle (mükevvenle) bağlantısı vardır. Meselâ ilim sıfatı bilinen şeylere, irade sıfatı irade edilen şeylere taalluk ederken, bu ikisinin hadis olması gerekmiyor da, niçin tekvin sı­fatı taalluk ederken, tekvinin hadis olması gereki­yor? O halde onun da hadis olması gerekmez. 209

4. Fiilî Sıfatlar

Allah Taâlânın kendisiyle nitelenmesi de, nite­lenmemesi de caiz olan, bir başka ifadeyle menfî olarak ta müsbet olarak ta kullanılabilen sıfatlara fiilî sıfatlar veya sıfât-ı caize denir. Fiilî sıfatlar, Allanın zatının gereği değildir, yani zatından zaru­rî olarak sadır olmaz. O'nun kudret, irade ve ihti­yarıyla meydana gelir. Tekvin sıfatı fiilî sıfatların merciidir. 210

Fiilî sıfatlar beş kısımda ele alınabilir. 211

a) Tahlîk (Yaratma)

Allah Taâlâ herşeyin yaratıcısıdır. Allanın, var­lığını aklen düşünebileceğimiz her şeyi yaratması caizdir, 'dilerse yaratır, dilerse yaratmaz. O hayrı (iyiliği) da şerri (kötülüğü) de yaratandır. Fakat o hayrı seçmemizden hoşnut olur, şerri seçmemize ra­zı olmaz. Yarattığı şeyler ne olursa olsun, onun ilim, hikmet ve adaletinin neticesidir. Her yarattığında bir hikmet vardır. Fakat biz bu hikmetleri her za­man idrak edemeyebiliriz. Belli şeyleri yaratmak Allaha vacib değildir. Vacib olsaydı, O dilediğini yapabilir bir varlık olmazdı. Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur:

Allah dilediğini yaratır...” 212

b) Hidayet Etmek Ve Dalâlete (Sapıklığa) Sevketmek

Cenâb-ı Hakkın dilediğine hidayet, dilediğine sapıklık yaratması caizdir. Allah’tan başka insanları hidayete erdiren, sapıklığa düşüren gerçek bir fail yoktur. Her ikisi de Allah’ın bir fiilidir. Ancak. Allah Taâlâ’nın bir kul için sapıklığı yaratması, o külün tercihini kötü bir şekilde yapmasından, cüz'î irade­sini kötüye kullanmasındandır. Yoksa insan kendi tercihini ve iradesini -sapıklığa yöneltmedikçe ilâhî irade ve kudret onu sapıklığa zorla sevketmez. Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre, “Allah dilediğini saptı­rır, dilediğine de hidayet verir213 mealin­deki âyetten kasıt, “Allah dilediği kimse için hida­yeti, dilediği kimse için sapıklığı yaratır” demek­tir. 214


c) Peygamber Göndermek, Kitap İndirmek

Allah Taâlâ kullarını gözeten bir varlık olduğu, rahmeti ve lutfu her varlığı kuşattığı için, insanlara doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiş, ba­zen de peygamberlerden bir kısmına indirdiği kitap­lar aracılığıyla doğruyu ve gerçeği açıklamıştır. Al­lah’ın peygamberler göndermesi ve kitaplar indirme­si de bütün fiillerinde olduğu gibi, O'na vacib değil­dir, caizdir. Dilerse peygamber göndermeyebilir, ki­tap indirmeyebilirdi. O kullarına merhametli olduğu için lütfetmiş, peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir:

Biz seni sadece âlemlere rahmet ola­sın diye gönderdik215

d) Ba's ve Haşr

Ba's, Cenâb-ı Hakkın, kullarını öldürdükten son­ra tekrar diriltmesi, haşr ise, onları hesaba çekmek için bir araya toplamasıdır. Kur'an-ı Kerimde “Son­ra siz kıyamet günü diriltileceksiniz216

De ki: 'Onu (ölü cesetleri), onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir.” 217

Bir de bakmışsın ki, onlar kabirlerinden rablerine doğ­ru akın ediyorlar218 buyurularak, Allahın insanları tekrar diriltip bir araya toplayacağı belirtilmektedir. Fakat kulları tekrar diriltip bir araya toplamak Allah üzerine vacib ve zarurî değil, caizdir. 219


e) Ten'îm Ve Ta'zîb (Nimet Vermek Ve Azab Et­mek)

Allah Taâlâ kullarından dilediğine nimet- verir, azabı hak kazananlardan da dilediğine azab eder. Dilerse en küçük bir günahı cezasız bırakmaz, diler­se -küfür ve şirk dışındaki- bir büyük günahı bile bağışlar. 220 Nimet vermek ve azab etmek, O'na vacib değildir. Bir âyet-i kerime­de şöyle buyurulur:

O kimi dilerse mağfiret eder, kimi dilerse azaba uğratır. Göklerin, yerin ve arala­rında ne varsa hepsinin mülkü Allahındır.” 221

5. Haberi Sıfatlar

Sadece nasslarda geçen, yalnız sem' ve haberle, sabit olan sıfatlara haberi sıfatlar denir. Haberi sı­fatların bir kısmı yalnız Kur'an-ı Kerimde, bir kısmı hem Kur'an hem sahih hadislerde, bir kısmı da sa­dece sahih hadislerde geçer. Bu sıfatlar zahirî ma­naları ile anlaşılırsa bizi teşbih, tecsîm, tekyîf ve temsil fikrine götürür. Bunların en meşhurlarını şöy­le sıralayabiliriz:



a) Yed:Allanın yedi (eli) onların ellerinin üze­rindedir.” 222

Ey İblîs, iki elimle yarattı­ğıma secde etmekten alıkoyan nedir?”223



b) Vech:Ancak yüce ve cömert olan rabbinin vechi (yüzü) bakîdir.” 224

c) Ayn:Ey Mûsâ aynımın (gözümün) önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.” 225

d) İstiva: Rahman arşa istiva etmiştir(karar kılmıştır)” 226

e) Mecî,:Melekler sıra sıra dizilip, Rabbin ge­lince227

f) İtyân:Onlar bulut gölgelen içinde Allanın ve meleklerin kendilerine gelip işin bitmesini mi bekliyorlar?” 228

g) Nüzul:Gecenin son üçte birlik kısmı geldiği zaman, Rabbimiz dünya semasına nüzul eder (iner)” 229

Yukarıda saydığımız veya benzeri âyet ve hadislerde geçen haberi sıfatların nasıl anlaşılacağı konu sunda fikir beyan edenleri dört grupta ele alabilriz.



a) Müşebbihe, Mücessime ve Haşeviyyeye göra nasslarda geçen ayrı, vech, istiva gibi sıfatlar zahirî manasıyla anlaşılır. Bu sıfatlar varlıkların sıfatları­na benzer (teşbih) ve Allah bir cisimdir (tecsîm;. Bu mezhepler “O'nun (benzeri) gibi (dahi) hiçbir şey yoktur” 230 âyeti ile benzeri âyetlerde 231 ortaya konulan tenzih akidesini dikkate almamışlardır.

b) Cehmiyye, Kaderiyye ve Mutezileye göre teş­bih ve tecsim ifade eden nasslar, zahirî manalarıyla anlaşılmaz, imkân olursa te'vil edilir, tevilden aciz kalınırsa nefy (inkâr, tatîl) cihetine gidilir. Meselâ Mutezile istiva ve yedi tevil ederken, Aîlahın ahirette görülmesini (ru'yetullahı) inkâr etmiştir.

c) Selef haberi sıfatlara iman etmiş, bunları za­hiri üzere bırakmış, tevile yeltenmemiş, fakat teşbi­he de düşmemiştir. Selefe göre Allah taâlânın ken­dine nisbet ettiği bu sıfatların mahiyetini, hakikatini ancak kendisi bilir. İnsan aklı bunları idrak edemez. Âl-i İmrân suresinin 7. âyetinde ortaya konulduğu gibi tevili ancak Allah bilir. İlimde otorite olanlar ise “Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek teslimiyetçi davranırlar. Selefe göre “Allah’ın eli vardır. Fakat bu el bizim elimize benzemez. Elden kasıt nimet ve kudrettir, denilemez.” Selefin haberi sıfatlar konusundaki anlayışı şöyle özetlenebilir:

İsbât bilâ temsil, tenzih bilâ ta'tîl-teşbihe düşmeden isbat etmek, nefy ve inkâr etmeden tenzîh etmek.”



d) İmam Mâtürîdî (öl. 333/944) ve Eş'ari (öl. 324/936) gibi ilk sünnî kelâmcılar da selefin izinde yürüyerek haberi sıfatları tevil etmemişlerdir. Fa­kat îmamu'l-harameyn Ebu'l-maâlî el-Cüveynî (öl. 478/1085) den itibaren tevil ehl-i sünnet kelâmına da girmiştir. Müteahhir kelâmcılara göre bu sıfatlar zat-ı bârînin şanına uygun bir biçimde tevil edilme­lidir. Zira Âl-i İmrân suresi 7. âyetinde, kitabın tevi­lini Allanın ve râsihlerin (ilimde otorite olanların) bileceği açıklanmıştır. Ancak tevil yaparken, yapı­lan tevilin, Allanın muradı olduğuna kesinlikle hükmetmemek gerekir. Buna göre yukarıda zikrettiği­miz haberi sıfatlardan; yed: nimet ve kudret, vech: zat ve vücûd, ayn: basar, hıfz ve gözetim, istiva: is­tilâ, hakimiyet ve yücelik, mecî':

Allah’ın emrinin gelmesi, ityân: Allahın azabının gelmesi, nüzul: Al­lah’ın rahmetinin inmesi... manasına tevil edilmiş­tir. 232

Ehl-i sünnet kelâmcıları, haberi sıfatları anlama konusunda, ehl-i sünnetin takip ettiği yolun iki olduğunu belirtmişlerdir. Bunlardan birincisi, daha emin ve daha salim olan selef yoludur, ikincisi ise, halefin (müteahhir kelâmcıların) yoludur. Bu yol ise daha sağlamdır. 233


Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin