İslam akaiDİ ve kelama giRİŞ



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə5/19
tarix12.01.2019
ölçüsü1,4 Mb.
#96331
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

2. KADER VE KAZAYA ÎMAN




a. İnsanın Fiilleri

İnsanın iki tip fiili vardır. Birisi kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı fiillerdir. Diğeri ise, irade ve ihti­yarının dışında meydana gelen fiillerdir. Biz bun­lardan birincisine ihtiyarî (iradeli) fiiller, ikincisi­ne ıztırârî (zorunlu) fiiller adını veriyoruz. Iztırârî fiiller, nefes alışımız, kalb atışlarımız, midemizin sindirimi gibi zarurî (refleks) hareketlerimiz olup, bizim irademizin bu fiillerin oluşumunda en küçük bir tesirinin olmadığı açıktır. Bunlar bizden gayr-ı ihtiyarî sadır olmaktadır. Iztırârî fiillerin yaratıcısı­nın Allah Taâlâ olduğunda, insan iradesinin bun­larda herhangi bir rolünün bulunmadığında bütün İslâm mezhepleri hemfikirdirler. Fakat yazı yaz­mak, kitap okumak, oturup, kalkmak gibi fiillerimiz ise bizim irade ve isteğimizle meydana gelmektedir. İşte kendi irademizle yaptığımız bu fiillere karşılık sevab almaya veya azab görmeye hak kazanırız. Ehl-i Sünnete göre, her ne şekilde olursa olsun, bizi de yaptıklarımızı da yaratan Allah Taâlâdır. Fakat bilerek, irade ve seçme gücümüzü sarfederek yaptıklarımız bizim fülimizdir. Bu fiil irademizi o yöne çevirmekle meydana gelmiştir. Bundan dolayı on­lardan sorumluyuz. Iztırârî fiillerimizden ise, irade­mizi sarfetmediğimiz için sorumlu değiliz. 234


b. İnsan İradesi Ve Fiildeki Rolü (Halk-Kesb)

İnsanlar fiillerinde, gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Zira insan kendi nefsinde bu gerçeği her an müşahede etmekte, yaptığı işlerde hür olduğunu görmektedir. Kişinin hür olması demek, hürriyetine inanması, kendisinin hür olduğu şuuru içinde bulun­ması demektir.

Allah Taâlâ, insanların irade ve ihtiyar sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını takdir buyur­muş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istekleri ve iradeleriyle bir şey yapmak veya yapmamak gücündedirler. İki yön­den birini tercih edip seçebilirler. Sevaba ve azaba hak kazanmaları, belli işlerden sorumlu olmaları, işte bu hür iradeleri sebebiyledir. Kul hür bir ira­deye sahiptir ve bu hür iradenin fiilin meydâna geli­şinde tesiri vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah Taâlâdır. Allah Taâlâ kulların iradeli fiillerini, insanların irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve yaratır. Bunun böyle olması, Allah Taâlâ’nın, fiilleri kulların irade ve seçimlerine göre yaratma­ya mecbur ve zorunlu olduğundan değil, adetullah ve sünnetullah adını verdiğimiz tabiî kanunlarını bu şekilde düzenlediğindendir. O halde fiili seçmek ve tercih etmek (kesb) kuldan, bu seçim ve tercihe uygun biçimde yaratmak (halk) Allahtandır. (Kul kâsib, Allah haliktır). Kul, iyi veya kötü yönden bi­rini seçer, iradesini bu iki yönden hangisine sarfederse Allah onu yaratır. Allanın kendisine vermiş

olduğu irade ve ihtiyar ile herhangi bir işi yapıp yapmamakta hür olan insan, işlediğinden sorumlu olacaktır. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir. İnsanda hür iradenin mevcudi­yetini, bu irade ile yapmış olduğu işlerden sorumlu bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

Andolsun her bir nefse ve onu düzenleyene. Sonra da ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınma­yı ilham edene.” 235

Gerçek biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici (mümin) olsun, ister nankör (ve kâfir ol­sun)” 236

Biz ona iki yol (iyi ve kötü) gösterdik237

Nefsini (günahlardan)' tertemiz yapan kişi, mu­hakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine (günahla) örten kişi de zarara uğramıştır.” 238

Her nefis kazandığı şey karşılığında sorumlu­dur.” 239

Kim iyi amel işlerse kendi lehine, kim de, kötü­lük ederse bu da kendi aleyhinedir. (Yoksa) Rabbin kullarına (zerrece) zulmedici değildir.” 240

Ehl-i sünnete göre kulların fiillerini, onların ira­deleri doğrultusunda yaratanın Allah olduğunu söy­lemiştik. Çünkü

1- Allah Taâlâ Kur'an-ı Kerimde “Allah her şeyin yaratıcısıdır241

Yaratan yarat­mayan gibi midir?” 242 buyurmak suretiy­le, kendisini yaratıcı olmakla methetmiştir. Yaratı­cılık kendisine has olmasaydı, Allanın bu âyetlerle kendini övmesi caiz olmazdı.



2- Bir başka âyette “Bizzat kendinizi de iş iş­lemenizi de Allah yaratmıştır243 buyurularak insanların iradî" fiilleri yaratma yönüyle Allaha nisbet edilmiştir.

3-Yaratma gücüne sahip olmanın şartı, yara­tıcının, henüz yaratılmadan önce yaratılacak şeyin bütün inceliklerini bilmesidir. Zira Cenâb-ı Hak, “Hiç yaratan bilmez mi? O her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olandır.” 244 buyurmuş­tur, insan ise yaptığı ve yapacağı işlerin tafsilatını ve inceliklerini bilememektedir.

O halde insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah’ta onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade eder ve iradesi doğrultusunda yaratır.

İslâm Tarihinde, insanın iradesi ve bu iradenin ihtiyarî fiillerdeki rolü konusunda dört görüş belir­miştir. 245

1. Cebriyye

Cehm b. Safvân (öl. 128/745) in kurmuş olduğu bu mezhebe göre, insanda hiçbir şekilde ifade ve ih­tiyar yoktur, o hür değildir. Allah Taâlâ tarafından önceden takdir edilmiş bulunan belli işleri yapmaya mecburdur. İnsan bir robot gibidir. Kendine ait hiç­bir fiili yoktur. İnsan tıpkı, rüzgârın önünde oraya buraya sürüklenen bir yaprak gibidir. İnsan için bir kudret ve irade hürriyeti tanımayan Cebriyeye göre insanın fiilleri tamamen Allahın yaratmasıyla mey­dana gelir. Fiilin kula nisbet edilmesi mecazîdir. Ha­kiki fail Allahtır. Cebriye Mezhebi, her şeyin Alla­hın ilmi ve iradesi dahilinde meydana geldiğine, her şeyin çizilmiş bir kadere bağlı bulunduğuna delâlet eden âyetleri 246 delil getir­miş, insanda hür iradenin varlığını isbat eden âyetleri tevil cihetine gitmiştir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ve Mutezile, inşam, iradesiz, istitaatsız ve ilâhî ira­denin mecburî bir tatbikçisi olarak gören cebriyeyi bu görüşünden dolayı tenkit etmişlerdir. Çünkü Ceb­riyenin dediği gibi, kul belli şeyleri işlemeye mec­bur olsaydı, işlediği bu fiillerden sorumlu tutulma­ması, sevaba ve azaba müstahak olmaması gerekir­di. Halbuki Allah insanları belli işlerle mükellef kıl­mış, yasakları işlediklerinde ceza göreceklerini bil­dirmiştir. Allah Taâlâ’nın insanları, irade, güç ve kudretlerinin dışında meydana gelen fiillerinden do­layı sorumlu tutması ve cezalandırması ise, zulüm­dür, adaletsizliktir. Halbuki Allah zulümden münez­zehtir:

Rabbin kullarına karşı asla zulmedici değil­dir.” 247

2. Kaderiyye-Mutezüe

Mutezile göre insan hürdür. Kişi fiilini Allahın kendisine verdiği yaratma kudretiyle yaratır. Bu fiillerin yaratılmasında Allahın müdahalesi yoktur. Eğer bu fiilleri hür iradesiyle seçip yaratan kul de­ğil de Allah olsaydı, kulun o fiilden dolayı ceza gör­mesi zulüm olurdu. Halbuki Allah adil-i mutlaktır, zulümden münezzehtir. Mutezile fiilin meydana geli­şinde müessir olan şeyin, insanın iradesi, ihtiyarı ve kudreti olduğunu ileri sürerken, bir kısım Kur'an âyetlerine 248 istinad etmiş, her şeyin ilâhî iradeyle mey­dana geldiğini bildiren âyetleri de tevil etmiştir. Mutezile ve kaderiyyenin “kul fiilinin halikıdır. Bu fiillerin Allah’ın yaratması ile alakası yoktur” şeklinde özetlenebilen görüşleri tenkit edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerimde yegâne yaratıcının kendisi olduğunu bildirmiştir. 249Ayrıca kul fiili yarattığı için değil, kesbettiği, irade ve ihtiyarını o işe yönelttiği için sorumlu olacaktır. 250


3. Eş'ariyye

Mutlak cebir fikri ile mutlak tefviz görüşü ara­sında orta bir yol tutan Eş'arilere göre insanda ha­dis bir kudret ve irade vardır. Fakat hadis olan bu kudretin, insanın yaptığı işler üzerinde bir tesiri yoktur. Sadece iktiranı (yakınlaşması) vardır. Buna kesb denir. İnsan kudreti bir fiili meydana getirmek için, fiile yaklaştığı zaman, daha evvel ilâhi kudret bu fiile yönelir ve onu yaratır. Bunun için kul kâsib Allah haliktır. Kulun fiille alakası, o fiilin mahalli olmasındandır. Yoksa kulun kudretinin fiilde hakiki bir tesiri yoktur. Kul şeklen iradesi ve ihtiyarı olan bir varlıktır. Ama bu irade ilâhî iradeye tabidir. Eş'ariler, insanda bulunan cüz'î iradeyi mahlûk ve ilâhî iradeye tabi kabul ettiklerinden ikinci derece­de bir cebre düşmüşlerdir. Bunun için Eş'ariyyenin görüşüne cebr-i mutavassıt denilmiştir. . 251


4. Mâtürîdîyye

Cebr-i mutavassıt olan Eş'arî düşüncesiyle, tef-vîz-i mutlak olan Mutezile düşüncesi arasında Mâtüridilerin tefvîz-i mutavassıt görüşü vardır. Mâtürîdilere göre de yegane yaratıcı Allahtır, kul ise kaza­nladır. İnsanda mümkin olan fiillerin meydana gel­mesine tesir eden bir kudret vardır. Ayrıca insanda iki türlü irade mevcuttur. Bunlardan küllî irade Allah tarafından kula verilmiş olup, fiil veya terkten birini tercihte vasıtadır. Cüz'î irade ise bu küllî ira­denin iki taraftan birine bilfiil yönelmesinden (azm-i musammem) ibarettir. Îşte bu cüz'î irade, itibarî bir durumdur, hâldir. Zihnin dışında varlığı olan bir şey (obje) değildir.. O sebeple mahluk ta değildir.

İlâhî irade insanın cüz'î iradesine tabidir. Bir başka ifadeyle kulun iradesi, Cenâb-ı Hakkın iradesinin vesile ve sebebidir. Görüldüğü üzere Mâtürîdiler ira­de hürriyeti konusunda Mutezile ile hemfikirdirler. Ancak yaratmanın kula isnad edilmesi konusunda Mutezileden ayrılmışlar, “yegâne yaratıcı Allahtır” demişlerdir. 252

Mutezile, “kul fiilinin yaratıcısıdır” derken buradaki yaratmayı yoktan var etme ve yoktan yaratma, Allanın yaratması manasında almayıp; vardan var etme, Allanın kula verdiği kudretle dolayısıyla ya­ratma, manasına almıştır. Yani yaratmaya özel bir mana vermiştir. Mehmet Akif Ersoy (1876-1936) merhumun da Hakkın Sesi adlı şiirinde yaratmayı vardan var etme manasında kullandığını görüyoruz:

“Âlemde ziya kalmasa halk etmelisin halk Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk” 253

Öyleyse Mâtürîdilerle Mutezile arasındaki ihti­lâf, yaratma kelimesinin matürîdilerde sakıncalı bulunması, mutezilede bulunmamasından ibarettir. 254 Üstelik Mutezile, “Ey İsâ, sen iznimle kuş şeklinde bir şey yar atıyor sun.” 255

Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne mübarektir,” 256 âyetlerini dikkate alarak bu neticeye varmıştır. Çünkü âyetlerde yaratma kula isnad edilmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ise, anılan âyetlerde insana nisbet edilen yaratma kelimesine -Allaha, yaratma­da ortak koşma fikrini zihne getiriyor diye- “tak­dir etme, her şeyi belli Ölçülerde ve muayyen şekil­de meydana getirme” manası vermişlerdir. 257

c. Kader Ve Kazaya Îman

Kader, sözlükte, ölçü, miktar, bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, onu tayin etmek ve belirlemek anlamına gelir. Istılahta ise, Allah Taâlâ’nın ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ne şekilde ve ne zamanda olacaklar­sa onların hepsini ezelde bilip, o şekilde sınırlaması ve takdir etmesine kader denir. Bu tarife göre ka­der, Allah Taâlâ’nın ilim sıfatını ilgilendiren bir ko­nu olmaktadır.

Kader, bu kâinatı ve ondaki her çeşit yaratığı belli bir düzen ve ölçüye göre idare eden ilâhî ka­nundur. Bu konuda Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır:

O'nuri katında her şey bir ölçü iledir258

Hiçbir şey (hariç) olmamak,üzere (hepsinin) hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz onları bilinen bir miktar dışında indirmeyiz.” 259

Şüphesiz ki biz, herşeyi bir takdir ile yarat­tık.” 260

(Allah) her şeyi yaratmış ve her birine belirli bir düzen vererek, onun kaderini tayin ve takdir et­miştir.” 261

Lûgatta, emir, hüküm ve yaratma manalarına gelen kaza; ıstılahta, Cenâb-ı Hakkın ezelde irade etmiş olduğu ve takdir buyurduğu şeylerin, zamanı gelince, herbirisini ezelî ilim, iradesi ve takdirine uygun bir biçimde meydana getirmesi ve yaratma­sıdır. Bu durumda kaza, Allanın tekvin sıfatını ilgi­lendiren bir konu olmaktadır. Bu tarifler mâtürîdilere göredir. Eş'arilere göre kaza, hüküm manasın­da olup, Allanın, eşyayı, sonradan nasıl, olacaksa ezelde öylece irade etmesidir. Kader ise, Cenâb-ı Hakkın her şeyi vakti gelince, ezelî ilmine uygun olarak, irade ettiği şekilde yaratmasıdır.

Kader ve Kazaya iman, Allah Taâlâ’nın ilim, ira­de, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmek demek­tir. Bir diğer ifade ile, bu sıfatlara iman eden kim­se, kader ve kazaya da inanmış demektir. Bu du­rumda kaza ve kadere iman demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsinin Allanın bilmesi, dilemesi, takdiri ye yaratması ile olduğuna, bunların alacakları şekil ve özellikler ne ise hepsini, Âllahın bilip ve öylece ya­ratmış olduğuna, Allahtan başka yaratıcı bulunma­dığına inanmak demektir.

Kader ve kazaya iman, her ne kadar iman esas­larını bildiren âyetlerde 262 ayrıca zikredilmemişse de, yukarıda zikrettiği­miz âyetlerde her şeyin Allanın takdirine yani ka­dere bağlı bulunduğuna işaretle yetinilmiştir. Peygamber Efendimiz de bazı meşhur hadislerinde kaza ve kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır. Cibril hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı üzere Cebrail (a.s.) Peygamberimize, İman nedir? diye sormuş, O da:

Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamber­lerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır, cevabını vermiştir.” 263

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey Allanın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur, yani her şeyin bir kaderi vardır. “Her şeyin bir kaderinin olmasının, her şeyin Allanın ilmiyle, iradesiyle ve yaratmasıyla olmasının” manası itikat­ta mezhep imamımız Mâtürîdî (öl. 333/944) ye göre şöyledir:

İnsanların hür iradeleri ile seçecekleri Şeyleri, nerede ve ne şekilde seçeceklerini Allanın bilmesi, bu bilgisine göre irade etmesi ve bu irade­sine göre takdir buyurup, zamanı gelince, kulun se­çimine göre yaratmasıdır. 264 Bu durumda Allanın il­mi,' kulun seçimine bağlı olup, Allanın ezelde bir şe­yi bilmesinin, kulun iradesi ve tercihi üzerinde zor­layıcı bir etkisi yoktur (İlim malûma tabidir). Bir diğer ifadeyle biz, Allah Taâlâ bildiği için belli işle­ri yapmıyoruz. Biz bu işleri yapacağımız için Allah ezelde biliyor. Buna ait çeşitli misaller verilebilir:

Biz güneşin ve ayın tutulacağını çok önceden, bir ta­kım astronomik ve meteorolojik gözlemlerle bilebili­riz.. Şimdi güneş ve ay biz bildiğimiz için mi tutulu­yor? Yoksa onlar tutulacağı için mi biz biliyoruz?... Bir başka misal de şudur:

Bir insan oğlunun, zeki, çalışkan, derslerine bağlı, ezberleme ve anlama ka­biliyetine sahip olduğunu biliyor. Takat insanın, oğ­lunun böyle olmasını bilmesi, onun başarıya ulaşma­sına ne derece etki edebilir? Oğlunu böyle bilip te oğlu başarısız olan nice babalar vardır. Öyleyse bil­gi (ilim) bilinene (malûma) tabidir, bilinen bilgiye değil.

Yukarıda da görüldüğü üzere Matürîdilikteki “insan iradesine göre Allah tarafından tayin edilmiş bulunan kader” anlayışı ile, “insan ilâhî kadere ta­bi değildir. İnsan kendi kaderini kendisi tayin eder” diyen mutezile anlayışı birbirine yakındır. Bu sebep­le ehl-i sünnet kelâmcıları mutezileyi tekfirden sa­kınmış, onları bid'atçı olmakla nitelemiştir.

Şu noktayı da unutmamak gerekir ki, kader, ma­hiyetini ancak Allanın bilebileceği bir sırdır. İnsa­nın kıt ve aciz aklı, böyle büyük bir problemi çöz­mekten yoksundur. Çözemeyişinin sebebi de, zaman ' kavramıyla yoğrulmuş insan aklı ve beyninin, za­mansızlığın da' söz konusu olduğu ilâhî ilim, irade ve kudreti idrak edip, kavrayabilme güç ve kabili­yetinde olmamasıdır. Bunun için peygamber efendi­miz kader konusunu tartışan ashabına şöyle çıkışmıştır:

Siz bununla mı emrolundunuz. Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu konuda tartışmaya başladıkları zaman helak- olmuş­lardır. Bir, daha sakın ola ki bu konuda tartışmayasınız”.265

Kaza ve kadere inanmak farzdır. Fakat insan­lar, kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan “Allah böyle yazmış bu şe­kilde takdir etmiş” deyip günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da “ben ne yapayım Allanın takdiri böyleymiş, alın yazım buymuş” diyerek ken­dini suçsuz gösteremez, mazeret ileri süremez. Çün­kü insanların işleri ne meydana gelmeden önce, ne de meydana geldikten sonra kadere dayandırılarak mesuliyetten kurtulunamaz. Zira bu fiiller biz öyle tercih ettiğimiz için Allah tarafından yaratılmışlar­dır. Peygamber Efendimiz bir gün yatsı namazın­dan sonra (geceye yakın) Hz. Ali (öl. 40/661) nin ya­nına girdi, onu uykuya hazırlanırken buldu ve şöyle dedi:

Geceleyin teheccüd namazı kılmıyor musun? Hz. Ali şu cevabı verdi.

Ey Allanın elçisi, hayatımız Allahin elinde­dir, dilerse verir, dilerse teslim alır (Allah bizi uyan­dırmak isterse uyandırır). Bunun üzerine Rasûl-i ekrem mübarek elini dizine vurarak,

Genellikle insan ne çok mücadeleci oluyor.” 266 buyurdu, Hz. Ali'nin kaderi ileri sürerek verdiği ce­vaptan memnun olmadı ve odadan çıktı.

Bu konuda zikredebileceğimiz bir başka olay da şudur:

Hırsızlardan biri bir şey çalmış ve Hz. Ömer (öl 23/644) in huzuruna getirilmiştir. Hz. Ömer,

Niçin çaldın? diye sormuş, hırsız,

Allah böyle takdir etti, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer,

Ona otuz kamçı vurunuz, sonra elini kesiniz, diye emretmiştir. Kendisine,

Niçin?, denilince, şu cevabı vermiştir:

Hırsızlık yaptığı için eli kesilir. Allaha karşı yalan söylediği (hırsızlık suçunun sorumluluğunu ka­dere yüklediği için) dövülür. 267

Daha önce de söylediğimiz gibi kaderin mahi­yeti bir sırdır. Allah Taâlâdan başkası bu sırrı kesin olarak bilemez. Bunun içindir ki, kendi arzu ve seçi­mimizle yapmış olduğumuz bir işi, bizce ne şekilde olduğu belli olmayan ezeli takdire bağlamak uygun olmaz. Biz irade ve ihtiyarımızı o yöne yönelterek kaderin bu şekilde ortaya çıkmasına kendimiz se­bep olduğumuzdan dolayı mesul oluruz. Biz irademi­zi o yöne çevirmese idik, ilâhî takdir bu şekilde or­taya çıkmayacaktı.

Kaza ve kadere güvenip te çalışmayı bırakıvermek, herhangi bir işin sebebine yapışmamak, sebep­lere sarılmamak doğru değildir. Allah her şeyi bir takım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri ye­rine getirirse, o sebeplerin sonucunu da Allah yara­tacaktır. Bu bir ilâhî kanundur. 268


d. Tevekkül

Lûgatta, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek manasına gelen tevekkül, ıstılahta, he­defe ulaşmak için gerekli olan maddî ve manevî sebeplerin hepsine yapıştıktan ve yapacak hiç bir şey kalmadıktan sonra, Allaha dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allaha havale etmek demektir. Me­selâ bir çiftçi, önce zamanında tarlasını sürüp eki­me hazırlayacak, tohumunu atacak, sulayacak, za­rarlı bitkilerden arındırıp, ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allaha güvenip dayanacak ve sonucu ondan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan, “ka­der ne ise o olur” tarzında bir anlayışa sahip olmak tembellikten başka bir şey değildir ve İslâmın te­vekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarıhm bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allahı ka­yıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı kimsedir. Fakat ne kadere inanmak, ne de tevekkül etmek, tembellik, gerilik ve miskinlik” demek değildir. Her müslüman, tabiî olayların, ilâhî düzenin ve kanun­ların çerçevesinde, şebeb-sonuç ilişkisi içinde, olup bittiğinin şuurunda olmalıdır. Yere tohum ekilmeden mahsul elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olun­maz. Salih ameller işlenmedikçe cennete girilmez... Bunlar Allanın yaratıklar için takdir ettiği ilâhî düzen ve kaderdir. Öyleyse tevekkül, çalışıp, çabala­mak, çalışıp çabalarken Allahın' bizimle olduğu dü­şüncesini hatırdan çıkarmamak ve neticeyi Allaha bırakmaktır. Bir âyette şöyle buyurulur:

“Bir kere azmettinmi (işin gereklerini yerine getirdinmi) artık Allaha güven (O'na dayan). Muhakkak Allah tevek­kül edenleri sever.” 269

Peygamber Efendimiz de devesini salarak tevek­kül ettiğini söyleyen bedeviye “önce deveni bağla, Allaha öyle tevekkül et270 buyurmuştur. 271

e. İstîtâat

Güç, kuvvet, kudret", takat manasına gelen istitaat, insan fiilinin meydana gelmesini sağlayan kud­retin hakikati, diye tarif edilir. Cebriyeye göre in­san, cansız varlıklar gibi, Allahın yarattığı fiillere sadece sahne teşkil eder. Bu sebeple insanın, fiil­den önce veya fiille beraber bulunan bir istitaatından bahsetmek mümkün değildir.

Mutezileye göre ise kulun istitaatı vardır. Kul dini görenlerle mükellef tutulurken/ihtiyârî bir fiili meydana getirirken, gerekli kudrete, o fiili yapmaya başlamadan önce sahip olmalıdır ki, böylece kul fiilini kendisi yaratmış, bu fiilde Allahın hiç bir müdahelesi bulunmamış olsun.

Ehl-i sünnete göre, iki tip istitaâttan söz edilebi­lir. Birincisi araç ve gereçlerin, organların ve se­beplerin elverişli ve salim olması manasına gelen istitaattır (selâmetül-esbâb ve'1-âlât) ki, fiilden ön­ce insanda bulunur. Dînî mükellefiyete esas olan istitaat çeşidi budur. Kur'an-ı Kerimde “Oraya (Kâbeye) yol bulma gücüne (istitaatına) sahip olana, Allah için Kabeyi haccetmesi, gereklidir” 272 âyetindeki istitaat, âlet ve sebeplerin sâlîm ve arızasız olması manasındaki istitaattır. İkin­ci çeşit istitaat ise, fiili meydana getiren gerçek kudret manasına olandır ki, ehl-i sünnete göre, ihti­yarî bir fiil işleyebilmek için kulda bulunması gere­ken kudret, tam o fiile başlamadan önce onda mev­cut değildir. Ancak kul, işi yapmaya karar verip, azim ve kasdını fiile yönelttiği anda- Allah Taâlâ gerekli kudreti yaratıp ona verir. Çünkü kulda bu­lunduğunu kabul ettiğimiz kudret bir arazdır. Aynı arazın iki an ve iki zamanda bakî kalması düşünü­lemez. 273


f. Hayır Ve Şer

İslâm düşüncesinde, üzerinde tartışılan mesele­lerden biri de hayır ve şer meselesidir. Bütün mez­hepler Allah taâlânın hayrı irade edip, yarattığını, hayrın Allahtan olduğunu kabul ederlerken; Allah’ın şerri irade edip etmediği, şerrin Allaha nisbet edilmeşinin uygun olup olmadığı konusunda ihtilâfa düş­müşlerdir.

Ehl-i sünnete göre, âlemlerin yaratıcısı olan Al­lah Taâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Alemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. Ancak Cenâb-ı Hakkın şerre rızası (teşrîî iradesi) yoktur.

Mutezile mezhebi iradeyi, teşrîî irade, emir ve rıza manasına aldığı için, şerri Allaha izafe etmez. Onlara görü Allah, hayrı irade eder ve yaratırsa da, şerri irade etmez ve yaratmaz. Çünkü şerri (çirkini) yaratmak ve icad etmek çirkin olduğu gibi çirkin ve kötü olan şeyleri irade etmek için çirkin ve kötüdür. Allah Taalâ ise böyle olmaktan münezzehtir. Halbu­ki sünnilere göre, şer işlemek, şerri kazanmak ve şerle muttasıf olmak çirkindir. Fakat şerri yarat­mak böyle değildir. Meselâ usta bir ressam, sanatı­nın bütün inceliklerine riayet ederek çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duy­duğumuz hayranlığı belirtmek için “ne güzel resim yapmış” deriz. Bu durumda resmi yapılan şeyin çir­kin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmez. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk, Hâkim-i mutlaktır. Onun şerri yaratmasında bir takım gizli hikmetler vardır. Her ne kadar insan bu hikmetlerin mahiyeti­ni kavrayamasa da, Allah’ın kudretiyle meydana ge­len her işte, ya kendimiz ya başkaları ya da toplum için bir takım faydalar bulunabilir. O halde bir şe­yin şer olması bizlere göredir. Biz kendi irademizle şerri kazanırız. Allah Taâlâ da o şerri bizim tercihi­mize göre yaratır. Ancak Cenâb-ı Hakkın hayra rızası vardır, şerre yoktur. Hayrı seçenler mükâfat, şerri seçenler ceza görürler. Zira şerrin Allahtan olması, yani O'nun tekvînî iradesi ve yaratmasıyla meydana gelmesi, şerrin gerçek, hak ve doğru olma­sını gerektirmez.

Allah Taâlâ eşyayı, zıtlarıyla birlikte yaratmış­tır. Böylece canlı ölüden, iyi kötüden, hayır serden, hazlar elemlerden ayrılabilsin, aralarındaki farkı insanlar kolayca görebilsinler. Ayrıca Allah bizlere, şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, serden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Eğer dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi.

İnsan yaratılış itibariyle hayra meyillidir, şerri sonradan kazanır. Yetişme tarzı, çevre, gelenek, görenek ve terbiyenin bunda büyük rolü vardır. Al­lah Taâlâ, Bakara suresi, 286. âyetinde, hayrı kazan­mak için kesb, şerri kazanmak için iktisâb kelimesi­ni kullanmıştır. Kesb, kazanmak, iktisâb, külfetle, zorlayarak kazanmaktır. Buna göre insan hayrı fıtraten, tabiî olarak, içinden gelerek kazanır. Şerri ise gayr-ı tabiî, sonradan çeşitli etkilerle, fıtratın bozulması vs. gibi sebeplerle kazanır (iktisâb eder). 274


g. Hidayet-Dalâlet, Saadet-Şekavet

Allah Taâlânın fiillerine temas ederken söyledi­ğimiz gibi, Cenâb-ı Hakkın dilediğine hidayeti, dile­diğine de sapıklığı yaratması caizdir. Allahtan baş­ka insanları hidayete erdiren ve sapıklığa sevkeden hakiki bir fail yoktur. Bu iki fiil de Allahm fiillerindendir. Hidayet ve dalâletin, başka varlıklar nisbet edilmesi 275 mecâzîhir.

Ehl-i sünnet kelâmcılanna göre “Allah dilediği­ni saptırır. Dilediğine de hidayet verir276 mealindeki âyetten kasıt “dilediği kimse için hidaye­ti, dilediği kimse için de sapıklığı o şahısta yara­tır” demektir. Allah Taâlânın bir kul için sapıklığı yaratması, o kulun iradesini kötüye kullanmasındandır. Yoksa kul, sapıklığı tercih etmedikçe, ilâhî ira­de ve kudret, onu sapıklık yoluna zorla sevketmez. Zira Kur'an-ı Kerimde “Sana gelen kötülük kendindendir277 buyurulmuştur.

Mutezileye göre, Allahın hidayet etmesi doğru yolu göstermesi; saptırması (idlâl) da, kulu sapık diye isimlendirmesi, kul kendi nefsinde sapıklığı ya­rattığı zaman, onun sapıklığına hükmetmesi demek­tir. Mutezilenin bu görüşü doğru olsaydı, Peygamber Efendimize hitaben “sen her sevdiğin kimseyi hida­yete erdiremezsin278 buyurulmazdı. Çünkü Hz. Peygamber sevdiğine de, sevmediğine de doğru yolu göstermiş, hidayeti açıklamıştır. Hal böyleyken Allah Taâlâ hidayet etmeyi ondan nefyet­miştir.

Saadet (kurtuluşa erme, bahtiyar olma) ve şe­kavet (bedbaht olma) insanın sıfatıdır. İnsanın sıfa­tının değişikliğe uğrayacağında şüphe yoktur. Mâtüridiler, “ismi Levh-i mahfuzda saîd yazılmış olan şakî, şakî yazılmış olan da saîd olabilir, yoksa şakı saîd olmasaydı, kitaplara, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı” görüşünden hareketle saîd bazen şakî, şakî de bazen saîd olabilir, demişlerdir. Çünkü Alla­hın Levh-i mahfuzda değişiklik yapması caizdir: “Allah dilediğini siler, dilediğini silmeden olduğu gi­bi bırakır. Ümmü'l-kitâb (Levh-i mahfuz) onun ya­nındadır279 buyurulmuştur. Ancak Allah Taâlâ, Levh-i mahfuzda ne değişiklik yapacağını da ezelî ilmi ile bilir.

Eş'ariler ise, saadet ve şekâveti, ezelî ve ilâhî ilim, Allahın kelimeleri diye tefsir ederek, ilm-i ilâ­hîde saîd olarak yazılanın şakî, şakî olarak yazıla­nın said olamayacağı, çünkü Allahın ilminde deği­şikliğin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürmüşler­dir. Görüldüğü üzere ihtilafın sebebi, her iki grubun meseleye değişik açıdan bakmasıdır. Zira Mâtüridilerle Eş'ariler özde aynı sonuca ulaşmaktadırlar. 280



Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin