İslam’in etrafindaki ŞÜpheler


Din Milletlerin Afyonudur!



Yüklə 0,89 Mb.
səhifə26/31
tarix27.12.2018
ölçüsü0,89 Mb.
#87561
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

Din Milletlerin Afyonudur!

Bu Kari Marks'm sözüdür...

Komünizmin dâvetçileri, Marks'ın ardından İs­lâm ülkelerinde bu sözü aynen tekrarlıyorlar, İslâm iri aleyhine onun tatbikini de istiyorlar.

Komünizmin ilk dâvetçilerinden Kari Marks v» başkaları, yaşadıkları zamanda karşılarına dikilen özel münasebetler sebebile dme ve din adamlarına karşı isyanda mazur sayılabilirler. Çünkü o zaman Avrupa'da, özellikle Rusya'da feodalite en çirkin rol­lerini göstermekte devam ediyordu. Öyle ki, her sene açlıktan binlerce insan ölüyor ve çeşitli hastalıklar se­bebile milyonlar can veriyordu. Ayrıca soğuk ve iş­kence, bir o kadar kimseyi telef ediyordu. Hal böyle iken yine ağalar, halkın hayatını, kanlarını ve hak­kını hiçe sayıyor, akla gelen her türlü zevk vasitala-riyle hakir bir lüks içinde eğlenmekte devam ediyor­lardı. Halkın başkaldırması ihtimali belirince veya çekmekte oldukları zulmü hissettikleri anlaşılırsa der­hal din adamları harekete geçer ve şöyle seslenirdi: «Her kim senin sağ yanağına bir tokat vurursa ona sol yanağını çevir. Her kim senin ceketini elinden alırsa, oha gömleğini de ver.» Böylece, zulma karşı sabredenlere, yorgunluk ve eziyete razı olanlara vadedilmiş olan âhiret nimetlerile onları kandırarak zu­lüm ve haksızlığa karşı harekete geçen isyan duygu­larını uyuşturuyorlardı.

Eğer bu uzun vadeli vaadler fayda vermezse, o zaman tehdit geçer akçe oluveriyordu. Bu sefer pa­pazlar şöyle diyorlardı: «Her kim ağası bulunan efen­disine isyan ederse, o kimse Allah'a, kiliseye ve din adamlarına birden isyan etmiş sayılır.» Hatırlatalım İti, bizzat kilise arazi sahibi ağalardandı. Kilisenin mil­yonlarca arazi kölesi vardı. Kilise bu kadar insanı kendi hesabına çalıştırırdı. Bu yüzden kilisenin, çalı­şan zümreye karşı kralların ve ağaların yanında yer alması gayet tabii idi. Çünkü bütün mal ve arazi sa-^ hipleri, çalışanların karşısında bir cephe halinde idi­ler. Bunun sebebi şu idi ki, korktukları ihtilâl kopun-ca, zenginlerden veya din adamlarından kan emicile­rin hiç birisi affedilmeyecekti.

Ne vaadîer ve ne de tehditler hiç birisi fayda ver­mediği zaman, fiilen bir takım cezaların tatbiki zaru­ret halini alırdı. îşte bu cezalar, Allanın âyetlerini in­kâr ettikleri ve böylece din dairesinin dışına çıktık­ları, gereköçesiyle uygulanırdı.

îşte bu anlattığımız şeyler sebebiyle oralarda din hakikaten o milletlerin gerçek düşmanı idi. Böylece Kari Marks'ın söylemiş olduğu «Din Milletlerin Af­yonudur» sözü o zaman için Avrupadaki Hıristiyanlık hakkında yerinde idi. Komünistler, İslâm ülkelerinde halkın zulüm ve işkenceye rıza göstermesini, müc­rimlerin emniyet içinde zevk ve safalanna devam edebilmeleri için, sabredenlere hazırlanmış cennetler­le onları oyalamaya, halktan çalışan zümre aleyhine sulta sahiplerini ra'zî etmeye bağlarlar. Meselâ Kral Faruk zamanında, Faruk'un elini öpen, onu melik-i salih diye isimlendiren, onun için dualar eden, kendi nıizacına göre Kur'ân âyetlerini te'vil eden, bu yaptıklarının hepsiyle Faruk'un saltanatını kuvvetlendir­meyi ve halkın ona isyan etmesini önlemeyi kasdeden, bu yollardan bir fayda sağlayamadığı takdirde, «Ara­nızdan ülül - emre itaat ediniz.» 156âyeti mucibin­ce, Faruk'a karşı isyan edecekleri Allah'a ve dine is­yan etmiş sayan bazı din adamlarının durum ve tu­tumlarını şahit olarak almak isterler!..

Bundan başka komüıusiî&r, bu hakikatle, anlamı şu mealde olan bir ; şüpheyi de karıştırırlar ve şöyle derler: Bu aşırı derecedeki kötülüğü bizzat İslâm em­reder Çünkü, Kur'an'm bir âyetinde «Allahü Teâlânın, bazınızı bazınıza üstün kıidığı şeyleri temenni etme­yiniz.» 157veya «Dünya hayatına ait ziynet ve deb­debeden insanların bir kısmına, sırf fitneye düşürmek için verdiğimiz nimetlere göz dikme sakın. Zira, Rab-binin rızkı hem daha hayırlı ve hem de daha sürekli­dir.» 158buyurmuştur. İşte böylece İslâm, her din gibi, çalışan enerjileri uyuşturup, âtıl hale getiren bir afyondur!.. Bizim de söz konusu yapmak istediğimiz şüphe burasıdır.

Araştırmak istiyoruz, acaba din sahasını meslek edinmiş din adamlarından zuhur eden o kötülük örne­ği davranışları bizzat din mi vahyetmiştir? Yoksa on­ların o tutumları, dinin doğru emirlerinden uzak ken­di gayr-i ahlakî davranışları mıdır? Onların bu tutum ve durumları tıpkı, haram bir şeye vasıta ve âlet ol­mak bir tarafa, geçici zevklerden bir şeyler elde et­mek maksadile, kendi temiz yüzlerini çamurlayan, şeref ve haysiyetlerini pislikler içine atarak kirleten, şâir, yazar ve gazetecilerden herhangi fasık bir kim­senin durumu gibi midir?..

Ben kafi olarak inanıyorum ki, bu şekilde davra­nan din adamlarının suçu, mesleklerini kazanç va­sıtası yapan, ahlaken düşük şâir, yazar ve gazetecile­rin cürmünden daha büyük ve daha çirkindir. Çünkü Allah'ın kitabı onların elindedir. Onlar, Allahın kita­bını okurlar, böylece hem dinin hakikatim, hem de kendi mes'uliyetlerini bilirler. Onlar az bir fiatla Al­lah'ın âyetlerini satıyorlar, demektir. Hadd~i zatında onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyor-lar, demektir.

Lâkin ben bütün bu söylediklerimden sonra dö­ner, tekraren derim ki, İşlâmda din adamları diye bir şey yâni bir sınıf yoktur. Hiç bir zaman din adamı hüviyetini kullanarak konuşanların söyledikleri İs-lâmm aleyhine bir hüccet olamaz. Bu milletin musi­beti dinin hakikatini bilmemesinden gelmektedir. İs­lâm dinine isnat edilmek istenen uyuşturuculuk töh­metini çürütmeğe şu hakikat kâfidir: Mısır'daki zu­lüm idaresini deviren hareket, hakikatte sabık meli­kin, kendi saltanatı için tehlikesini sezdiği, bu yüz­den baş davetçisini Öldürttüğü dini harekettir. Fakat o, bu cinayeti işlemeden ve kendisi ortadan kaldırıl­madan önce hareketin önüne geçmek maksadile ha­pishanelerin kapılarını açmıştı. Halbuki Allah onun arzuladığından başkasını murad etlemiştir.

İşte bu durum cahilce ortaya atılan o şüpheyi de­fetmeye kâfidir. Bunun gibi şarktaki bütün istiklâl hareketlerinin dinin ilhamiyîe meydana geldiğini söy­leyebiliriz. Fransız işgaline karşı Mısır milletinin hareketi, hadd-i zatında din âlimlerinin hareketi idi. Muhammed Ali'nin zulmüne karşı yapılan ayaklan­manın başında dini önder olan Ömer Mükrim vardı. Sudan'da İngilizlere karşı yapılan ayaklanmanın ön­deri Mehdî El - Kebir dinî bir önderdi, İtalyan'lara karşı Libya'daki hareket, Fransızlara karşı Cezayir'­deki hareket, bunların hepsi dini hareketlerdir. Kâşâ-ni'nin İngilizlere karşı hareketi din adile ve din esası­na dayanan bir hareketti.

Her yerde, bu dinin bir hürleştirme hareketi ol­duğuna delâlet eden ihtilâller vardır. İslâmiyet hiç bir vakit kölelik ve zulme razı olmağa davet değildir. Fa­kat biz burada dalâleti açık olan vakıalarla iktifa etmiyeceğiz. îslâmin çalışanlar zümresinin âdil ve sosyal adalet isteyen duygularını uyutmakla ilgili açıkça uydurulmuş olan şüpheyi münakaşaya devam edeceğiz. Bu şüphe komünistlerin ağızlarına doladık­ları şüphelerin en çirkinidir.

«Allahu Teâlanın, bazınıza üstün kıldığı şeyle­ri temenni etmeyiniz.» âyeti hakkında müfessirler derler ki, bu âyet, «Niçin, Allah yolunda cihada er­kekler tahsis edilir de bundan kadınlar mahrum bı­rakılır?» diye soran bir sahabînin sorusu ile ilgili ola­rak nazil olmuştur. Bunun için denilmiştir ki, bu âyet, yapılması gerekli işi yapmadığı halde boş temennide bulunmağı yasak eder. Müfessirlere göre, muvafık olan budur. Çünkü, böyle bir hareket, topluma amali bir faydası olmayan sapık ve şuursuz bir hasede gö­türür. Yâni o, insanların oturdukları yerden temenni edeceklerine, faziletlere ulaşma vesilesi olan çalışma­ya insanları davet etmektir.

Diğer «Dünya hayatına ait ziynet...» âyetine ge­lince, bunun mânâsı, âyette zikri geçen nimetlerin mahrum olanların nazarında, sahiplerinin büyük ad­dedilmesini telkin eden maddi kıymetlerin üstüne yük­selmeğe bir davettir.

Muteber kavle göre âyetteki hitap, ellerinde ha­yatın zevk verici metalarmdan çok şey bulunan kâfir­lerin durumlarını küçümsemesi, onlara kıymet ver­memesi için Resûlüllaha ve müminlere tevcih edilmiş­tir. Çünkü o, kendine verilmiş hak ile daima onlar­dan daha üstündür. Bu cihet, basit görüşlülerin anla­dıkları mânâ dışında bambaşka bir vadidir.

Görülüyor ki, sadr-ı Isâmdaki o müfessirler, bin yıl sonra komünizmin zuhur edeceğini ve onun çığırt­kanlarının İslâmı kötüleyeceklerini sanki biliyorlar­dı. Böylece ta o zamandan itibaren îslâmdan töhmeti uzaklaştırmağa ve hakkı müdafaa edecek tefsirleri yapmağa koyuldular, böylece komünistlere ve başka­larına yetecek cevabı havi olan bu görüşlerini izhar ettiler!

Bununla beraber bir münakaşa mevzuu olarak farzedeîim ki, bu ve benzeri âyetler, elde mevcut ola­na rıza göstermeğe ve başkaiannm elindeki mala göz dikmemeğe davet eder. Böyle olsa bile, bu türlü da­vet ne zaman doğru bir davet olur? Ona itaat etmek ne zaman takarrür eder?

Muhakkak olan şudur ki, îslâmın ya tamamı alı­nır veya tamamı terkedilir. Yine îslâmın bütün davet­leri ya kabul edilir veya hepsi reddedilir.

Sabretmek ve zenginlerin ellerindeki mallara göz dikmemek şeklindeki fakir ve mahrumlara ait bu da-Tet, terazinin sadece iki kefesinden biridir. Diğer ta­raftan bu davete karşı onun gibi veya ondan daha şiddetli bir davet ile de zenginlere hitap edilerek malla-riyle üstünlüjc taslamamaları, bunun yerine Allah yo­lunda bolca infak etmeleri gerektiği, aksi halde baş­kalarının kin ve adavetim ceibedici bu harekete kar­şılık âhirette çokça azab görecekleri, bundan başka dünyada da büyük bir kötülükle karşılaşacakları bil­dirilir.

Meseleye bu yönden bakacak olursak görürüz ki, terazinin iki kefesi de birbirine denk vaziyettedir. Bir taraftan infak; diğer taraftan, kinlerden gönülleri te­mizlemek, kendilerine bakacak gözlerin hasedinden korunmak var. Böylece îslâm, âdil bir usul ile servet­leri herkese tevzi eder ve hayat yolunda iktisadi bir emniyetle, gönül selâmeti içinde yürür. Binaenaleyh orada bir mahrum, burada aşırı bir zengin bulunmaz. Bundan önce «İNFAK» tan ve ondan ihsan sıfatını kal­dıran, onu temiz insanı yardımlaşma müessesesine dahil eden ve çağımızda tatbik edilmesi mümkün olan şekillerinden bahsetmiştik. Şu anda yeniden bu me­seleye dönmeğe ihtiyacımız yoktur. Lâkin yine biz de­riz ki, cemiyet bu şekil üzere yaşamağa başladığı za­man, orada elbette ki, mazlumların razı olmaları iste­necek bir zulüm veyahut boyun eğmeleri emroluna-cak iktisadi bir mahrumiyet bulunmayacaktır.

Fakat zenginler topluma ait infaktan, içtimaî hiz­metlerin masrafını yüklenmekten kaçınırlar ve böy­lece vazifelerini yapmazlarsa, o zaman fakir ve yok­sulları, içinde bulundukları mahrumiyet dolu du­rumlarına razı olmağa çağıracak olan nedir?.. Bunu yapacak olan îsiâm mı?.. Zulme rıza gösterenleri ve ona karşı savaşmaktan uzak duranları dünyada ve âhirette kötü akibetle tehdit eden îslâm mı?.. «Kendilerine zulm ederken canlarını alacağı kimselere me­lekler derler ki, ne işte idiniz? Onlar, biz yeryüzünde dinin emirlerini tatbikten âciz kimselerdik, derler. Melekler de, Allanın arzı geniş değil miydi, siz de hic­ret etseydiniz ya, derler. İşte onlar var ya* onların ba­rınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Bu du­rumdan, erkek, kadın ve çocuklardan acz içinde bı­rakılıp da hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yol bu­lamayanlar müstesna. İşte onlar umabilirler ki, Allah onları affeder. Allah çok affedici ve çok yargılayıcı­dır.»159

O halde bu durum, özrün fayda vermiyeceği bir cürümdür. O, dünyada kendisinin zayıf olduğu gerek­çesi ile zulme razı olma cürmüdür. Allaü Teâlânın in­sanlar için murat ettiği, güçlerinin yettiği :her vasıta ile onu gerçekleştirmeğe çağırdığı normal durumun dışında zulme rıza gösterenleri Kur'ân-ı Kerim : «Ken­dilerine zulm edenler.» diye isimlendirir.

Hicrete davet ise, özel bir münasebetle ilgilidir. I Hicret, zulme karşı koymanın tek yolu değildir. Zul-| mün içinde bulunan cemaatler için, beyanı ileride ge­lecek bir takım başka yollar daha vardır. Biz burada ancak zulme rıza göstermenin îslâm nazarında ne ka­dar çirkin olduğunu te'kiden anlatmak istiyoruz. Böy­lece îslâmın nazarında hakikaten zayıf olanları bil­miş olalım. îşte onlar şu kimselerdir ki, hiç bir vasi-' taya muktedir olamazlar, hiçbir çıkar yol da bulamaz­lar. Bu sebeble onların affı için Cenab-ı Hak'ka dua etmekten başka çaremiz yoktur. Fakat bununla bera­ber sarih ve kat'î af değil, tabiî. Onların özürleri açık ve zafiyetleri doğru olmak­la beraber, âyetin mânâsı, Allah onları hiç affetmez demek değildir. Çünkü, «Hatibin, kullarına zulmedici değildir.» Lâkin söylediğimiz gibi, bu ifadeden kasdo-lunan mânâ, savaşmak için bir zerre kudrete mâlik olan bir kimsenin i savaştan geri durmaması için, işi son derece ciddî biıf şekilde ele almaktır.

Hakikaten zayıf düşmüş olanlara gelince, sureti kafiyede onlar, zulmü sırtlamış olarak yardımsız va­ziyette kendi hallerine terkedilmezler. Öyle bir du­rum karşısında İslâm milletlerinin hepsi, müslüman kardeşlerinden tecavüzü uzaklaştırmak için savaşa çağırmışlardır. «Ne oluyor size ki, Allah yolunda acz ve ıztırap içinde bırakılıp, ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten çıkarıp kurtar, bize tara­fından bir sahip gönder, bize kendi katından bir yar­dımcı yolla, diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğ­runda düşmanla çarpışmıyorsunuz.» 160

Zulüm, insanlardan bir sınıfın veya çoğunun üze­rine vaki olur da onlar buna ses çıkarmazlarsa... So­nunda Allah onlardan razı olur mu?.. Hayır, zulme savaş açmcaya, mazlumlardan zulmü uzaklaştırıncaya kadar Allah onlardan elbette razı olmayacaktır.

Bazı kimseler,; bu âyetlerin bizzat akideye has olduğunu zannetmiş olabilir. Yani, müslümanların, müşriklerin ortasında bulunmalarını, müşriklerin on­ları Allaha şerik koşmağa ve İslâmî ibadetlerini yap­mamağa zorlamalarını ifade edebileceğini zannetmek gibi.

Lâkin İslâm, ibadet farizalarile birlikte, bu itikat­tan doğmuş ve sonra şubelere ayrılmış olan içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamları tatbikte bir fark gözetmez. Yine o, İslâm, akide ve nizamının tatbikini meneden-lerin ismen ve fiilen kâfir olmaları ile, ismen müslü­man olup tatbikatta kâfir olmaları arasında da her­hangi bir fark gözetmez. Kur'an-ı Kerim der ki: A1lahın indirdiği nizm ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kâfirlerdir.» 161

İslâm mal ve servetlerin, «Zenginler arasında el değiştiren ,-b£r şey olmamasını» emreder. Yine dev­letin tebaasını, mümkün olan yollarla iktisadî bakım­dan teminat altında bulundurmasını emreder. Bu te­minatı, ya onlara normal bir iş sahası açmakla, ya­hut iş yapmaktan âciz duruma düşmüş olanlara doğ­rudan doğruya Beytü-1 Malden sarfetmek suretile sağlar.

İslâm Peygamberi devlet memurlarına bazı temi­natların verilmesini emretmiştir. Bu durum kıyas yo­lu ile, hususî veya umumî herhangibir müessesede ça­lışan bir şahsa da şâmildir. İşte bunların hepsi iman­dan bir cüzdür. Müslümanlar, dünyanın gerçekleri ara­sında onları da tatbik edinceye kadar hakkile iman etmiş sayılmazlar. Böylece daha evvelki âyetlerde geç­miş olan ifade, zulmü yapan, onu kabul eden ve zul­me karşı savaşmayan kimselere «Kendi nefislerine zu­lüm ediciler» hükmü mucibince, intibak eder.

Şimdi «Velâ tetemennev...» ve «Velâ temüddün-ne...» âyetlerinden vehim olunan mânâya tâbi olarak insanların içtimaî zulme karşı savaştan vazgeçtikle­rini farzedecek olursak, o zaman acaba nasıl bir du­rum meydana gelecektir?. İnsanlardan belli bir sını­fın elinde mal ve servetlerin birikmesi ve çoğunluğun ondan mahrum olması faciası mı meydana gelir?.. (Me­selâ ağalık ve kapitalizmde olduğu gibi.) îslâmda bun­ların hepsi merduttur. Zira bunlar Allanın, «Servetle­rin, zenginler arasında el değiştiren bir şey olmaması için.» emrine muhaliftir.

İşte bunlardari, zenginlerin mallan hapsetmeleri ile sadece kendilerini ilgilendiren lüks hayatta sarfet-melerinin fenalığı: meydana çıkar. Malları hapsetme­ğe dair olan birinci şıkka gelince, o dinen merduttur. «Altunu, gümüşü biriktirip de Allah yolunda sarfet-meyenler var ya işte onlara bir azab-ı elimi müjdele.» 162

Azap ancak Allahm razı olmayacağı merdud bir hareket içindir. Eğer ikinci ştfk vukua gelirse o da mer­duttur. Kur'ân'da lüksü haram eden âyetler cidden çoktur. Bu âyetlerin hemen hemen hepsi lüks hasta­larını, küfür ve ahlâksızlıkla damgalar.

-Biz hiç bir memlekette azab ile korkutucu bir Peygamber göndermedik, ille oranın refah (lüks) er­babı, biz, sizin getirdiğiniz şeyleri İnkâr edicilerdeniz, dediler.» 163«Bir memleketi Jıelak etmek İstediği­miz zaman, onun nîmet ve lüks hayatı ile şımarmış elebaşılarına iyi olmalarını emrederiz. Buna rağmen onlar itiatten çıkarlar. Artık o memlekete karşı azap hak olmuştur. İşte biz, onu kökünden mahvı helak etmişizdir.» 164 «Solcular!.. Onlar ne de solcudurlar, onlar ateş ve kaynar bir su içindeler. Ve bir de kap­kara dumandan bir gölge! Ki, o gölge ne serin, ne de faydalıdır. Çünkü, onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler.» 165

O halde insanların içtimaî zulme karşı savaştan; vazgeçmeleri, ancak kötülüğün meydana gelmesinden başka bir şey olmaz. İnsanları1 kötülüğe rıza göster?-ineğe, Allah rızası için kötülük karşısında susmağa çağırıyor, diye acaba İslâm ne hakla ve nasıl bir töh­met altında bırakılır? O Allah ki, şöyle buyuruyor; «İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri, ifrat ve lükse sapmala­rı idi. Onlar işledikleri fenalıkların birinden bile vaz­geçmeğe çalışmazlardı. Hakikatte yapmakta devam et­tikleri o tutum ne kötü idi.» 166

Böylece kötülüğe karşı susmağı ve onu menetme-meği Allah, gazabım, lanetini ve azabını celbeden kü­für alâmetlerinden bir alâmet kılmıştır!..

Resûlüllah da şöyle buyurur: «Sizden biriniz her­hangi bir kötülük görürse onu düzeltsin.» «Allah ka­tında en üstün cin ad, zalim bir sultanın huzurunda hakkı söylemektir.»

Eğer bu esaslar dairesinde hareket edilse, toplum­da bu kötülükler elbette vücut bulmaz ve elbette ida­reci durumunda olan zevat zulme meyledemez. Ak­si halde idareciye, Allah rızası için ve Allah yolunda cihad olarak mukavemet edilmesi kafi ve zarurî olur ve o da zalim bir sultan veya idareci sayılır...

Anlama kudreti olmayan, veyahut şehvet ve kötü arzuların tesirinden kurtulmağa gücü yetmeyen sa­pık bir akıl müstesna, zulme rızayı, mahrumiyete kar­şı sükûtu emrettiği şeklinde îslâmı anlamağa ruhsat veren o akıl hangi akıldır?!..

Bu bölümün başında zikrettiğimiz âyetlerin mâ­nâları, ancak, verimli bir işin arkadaşlık edemiyeceği boş temennileri yasaklamağa, ne bir devletin, ne bir toplumun ve ne de insanlardan bir ferdin; yeryüzün­de hiç bir kimsenin değiştirmeğe kaadir olamıyacağı şeylere rıza göstermeğe aittir.

Farzedelim ki, bir insana şöhreti mucib ve insan­ların takdirini haiz olan bir mevhibe verilmiş, başka birine de böyle bir kaabiliyet verilmemiş, fakat bu kimse içten gelen bir şekilde şöhrete karşı tutuşuyor. Bu arzuyu tatmin etmek, bu hissin, bir hastalığa ve hasede inkılâb etmesine mâni olmak için acaba devlet ne yapar?.. Acaba devlet, fabrikalarından birinde onun için bir. sun'i akıl ve mümeyyiz vasıflar mı imâl eder?..

Farzedelim ki, güzel bir kadın var, öylesine güzel ki, gönüller ona. iştiyak duyuyor ve gözler onu Özlü­yor. Bir başka kadm daha var. Onda birincinin güzel­liği ve cazibesi yok. Fakat bu kadm da beğenilmeyi ar­zu ediyor, böylece güzel olmağa gönlü akıp gidiyor. Onun arzuladığı eşitliği vermek için acaba devletin kullanabileceği imkân nedir?.

Yine farzedelim ki, bir karı koca var, aralarında­ki anlaşma ve sevgi ile hayatın tadını çıkarıyorlar.

Her bakımdan huzur ve saadetleri yerindedir. Bir baş­ka çift daha var. Onlar için başarı ve saadet mukad­der değilmiş veya modern tababetin bütün çabaları­na rağmen bir türlü çocukları olmuyor. Bu hususta onların elde edemediklerini onlara temin etmek için, yeryüzünün bütün kuvvetleri bir araya gelse ne yapa­bilir?.. Şüphe yok ki, bunlara benzer haller hayatta pek çoktur. Elbette ki, iktisadî vasıtalar ve sosyal ada­letin neşri onları halledemez. Çünkü o, hadd-ı zatın­da cevherinde iktisadî olmayan kıymet ve değerlerle ilgilidir. O halde bunları, Allanın lütuf ve inayetine sığınarak kendine verilene kanaat etmekten başka hiç bir şey halledemez.

Hattâ iktiasdi ve sosyal alanda bile... Dünyanın gerçekleri arasında mutlak eşitliğin tam olarak tat­biki hangi memleketle gerçekleşmiş, bütün ücretler veya bütün vazifeler nerede eşit hale getirilebilmiş­tir? Farzedelim ki, Sovyet Rusya'da bir işçi pek bü­yük bir hırs ve tamaha sahiptir. O, bir mühendis ol­mayı arzular. Fakat kendisine âdil fırsatların hepsi­nin verilmesine rağmen onun kendi aklî kabiliyeti bu arzusunun önüne set çeker. Veya bir işçi, mecburi çalışması bittikten sonra fazla ücret almak için bir ek vazife alıp çalışma kuvvet ve kabiliyetini kendinde bu­lamaz. Buna rağmen fazla ücret alıp fazla zevk yap­mak için yanar tutuşur. Devlet buna ve ona ne ka­zandırabilir? O, devamlı sıkıntı, ardı arkası kesilme­yen bir iştiyak, acı ve kin içinde çırpınırken, onu me­sut etmek nasıl mümkün olur?.. Nasıl o kimse -en büyük kuvvete sarılmanın ve O'nun huzurunda ra­hatı taîebetmenin dışında- çoğunluğun kendi çalış­masından faydalanması için, gerektiği şekilde çalışıp işini tam idareye muktedir olur? Bunları ateş ve demirle mi yapmak daha iyi, yoksa gönül rızası ve iç­ten gelen bir kabulleniş ile mi?..

îşte ancak budur İslâmın daveti. O davet, meşru arzuları gerçekleştirmeğe çalışmak, hiçbir kuvvet ve­ya şahsın değiştirmeğe kaadir olamıyacâğı şeylere rı­za göstermek, fakat tebdil ve tağyiri mümkün olan zulüm bulunduğu zaman ona isyan etmek ve onu par­çalamak suretüe zulmü ortadan kaldırmaktır.

Eğer böyle hareket edilmediği takdirde elbette ki, Allah insanlardan razı olmayacaktır. Kim Allah yo­lunda döğûşür de öldürülür veya galip gelirse, Allah o kimseye büyük ecirler verecektir.» 167

Eğer bütün dünyada «Milletler için zehir olacak bir din varsa» her halde o, bütün şekil ve rengiyle zul­me, kötülüğe karşı savaşan, zalimler ve onların yar­dakçıları için en büyük cezayı vadeden, İslâmiyet de­ğildir. O, olsa olsa bu sözü söyleyen Marks'ın komü­nizmidir. Çünkü, komünizmle idare edilen memleket­lerdeki insanların zulüm ve işkence altında inlemekte oldukları bütün dünyaca bilinen ve inkârı mümkün olmayan acı gerçeklerdir. îşte milletler için zehir olan ancak, komünizmdir. 168



Yüklə 0,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin