İslam’in etrafindaki ŞÜpheler



Yüklə 0,89 Mb.
səhifə29/31
tarix27.12.2018
ölçüsü0,89 Mb.
#87561
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

İslâm Ve Komünizm

îslâmin, hayata elverişli esasların hepsini içine al­dığını, onun bütün nesillerin ve bütün toplumların di­ni olduğunu, lâkin İslâm alemindeki durgunluk ve gerileme sebebile iktisadî meselelerle ilgili olan İslâm fıkhının son dört asır içinde muattal hale geldiğini iti­raf etmiştik. Bu yüzden solcular diyorlar ki:

Niçin İslâmiyeti, vicdanları terbiye eden fikirleri temiz­leyen bir akîde sistemi olarak, komünizmi de, başka herhan­gi bir şeyle irtibatı olmamak üzere, sadece devlet iktisadî dü­zeninde ve toplumun iktisadî yapısında sırf iktisadî bir ni­zam olarak almıyoruz? Ta ki, bu şekil ile hem an'ane, ahlâk ve âdetlerimizi korumuş ve hem de iktisat alemindeki sistem­lerin en yenisini almış olalım.

Komünistlerin uzun zamandanberi oynamakta ol­dukları en habis ve en çirkin şüphedir bu. Onlar bu türlü hareketlerine şarkta İslama karşı açıkça harp etmek ve İslâmın kenarında bir takım şüpheler icat et­mekle başlamışlardı. Ne zaman ki bunun, müslünıan-ların İslama sarılmalarını arttırdığını gördüler, o va­kit bile yuvası olan başka bir kapıya başvurarak de­diler ki: «Komünizm îslâmla çatışmaz. Hakikatte o bir sosyal adalet ve devletin, millet fertlerinin hepsi ait olan bir kefaletidir. İslâm sosyal adaletten hiç eder mi?»

Daha evvel garp müstemlekeciliğinin peşinden koş­tuğu yol, ayni şaşırtıcı ve aldatıcı yol idi. Onlar da açıkça İslama hücumla işe başladılar. Fakat müslü-manlar az da olsa intibaha geldi; uyandı. Halbuki mat­lup olan tabiatile bu değildi. Bu sefer başka çarelere başvurarak ve dolambaçlı yollardan yürüyerek dedi­ler ki: «Şüpheden ârî olarak bilinmelidir ki garbı, me­deniyeti şarka sokmaktan başka bir şey ilgilendirmez. İlk medeniyetin babası olan İslâm, hiç medeniyetten nefret eder mi?! Siz müslüman olarak vazifelerinizi yapmağa - yani namaz kılmak, oruç tutmak, zikirler yapmak ve tasavvuf i yollarla meşgul olmağa - ve ay­nı zamanda garp medeniyetini almağa kaadir olabi­lirsiniz.» Fakat onlar ilmi yakın ile biliyorlardı ki, müs-lümanlar bu medeniyeti almağa başladıkları zaman elbette ki, müslüman olarak kalmıyacaklardı. Kısa nesiller içinde bu alçaltıcı medeniyet onları dürecek-ti. Böylece birdenbire habersizce ve şuursuz olarak müslümanlar garplıların kölesi haline geleceklerdi. Gerçekte de bu böyle oldu... O derece ki, İslâmı bil­meyen nesiller meydana geldi. Hattâ bilmek şöyle dur­sun, onlar İslâmdan nefret ediyorlardı. Hem de nasıl?.. Üim, hidayet ve kitaptan mahrum oldukları halde... Bugün komünistler de aynı hileyi tekrar ediyorlar ve şöyle diyorlar:

«Ey müslümanlar, müslümanlığınızda baki kala­caksınız. Yâni namazınızı kılacak, orucunuzu tutacak, zikir ve tasavvufî yollarınızı eda edeceksiniz. Biz hiç bir vakit sizin inancınıza karışmayız, hattâ hürmet ederiz. Bizim bütün gayemiz, iktisatla ilgili olan ko­münizmi getirmektir. Bu ise, haddizatında İslâmm as-lmdan Avrupalı ilim adamlarının ve Avrupa milletlerinin elinde tebellür etmiş bir sistemdir. Binaenaleyh, mutmain olarak komünizmi kabul edebilirsiniz!»

Müstemlekeciler gibi bunlar da ilm-i yakîn ile bi­liyorlar ki, müslümanlar sadece iktisadî yönden ko­münizmi kabul edip aldıkları takdirde elbette müslü­man kalmıyacaklar ve komünizm onları bir kaç sene­de durup katlayarak müslümanları ve İslâmı berta­raf edecektir. Bilindiği gibi bir sür'at asımdayız. İşte böylece kısa zamanda ve şuursuz olarak komünizm, İslâmı söndürmeğe ve süratle müslümanları esaret al­tına almaya başlayacaktır.

Bununla beraber bu şaşırtıcı hile müslümanîar-dan çoğunu ağma düşürüyor. Çünkü o hile, bu beyin­siz (!) lerin önünde, kendilerini müşkillerden kurta­ran rahatlatıcı bir hal çaresi rolünü oynuyor. Tıpkı haşhaşın dumanı ve afyonun uyuşturuculuğu sebe-bile hayal âleminde yüzenlerin rüyalar görmeleri gi­bi, onlar da oturdukları yerde rüyalar görerek, araş­tırma, istinbat ve iş yapmanın güçlüğünden kendile­rini rahata kavuşturan hayaller kurarlar.

Prensip bakımından, îslâmî ana umdelerin - ken­disine muhalefet etmediği müddetçe- İslâm cemaa­tının yenileşen ihtiyaçlarına cevap-yerecek olan her­hangi tatbikî bir nizamın, kendi esasları üzerine ku­rulmasını kabul edeceğini ifade etmeği severiz.

Lâkin emr-i vaki şudur ki, Komünizm İslâm fik­riyle ne buluşur, ne de birleşir. Geçici olarak cüziyya-tınm bir kısmında buluşur ve birleşirse de, en üçtün bir nizama mâlik bulunan İslâm cemiyeti, bundan vazgeçerek bazı teferruatında îslâma yaklaşan ko­münizm, kapitalizm, sosyalizm ve materyalizm gibi nizamlara geçiş yapamaz. Çünkü Allah-ü Teâîâ sara­hatle şöyle buyurur : «Allanın indirdiği nizamı ve ka­nunları ile hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfir­dirler.» Allah-ü Teâlâ bu âyetin hiçbir vakit «Allahin indirdiği şeyin benzeri ile» veya «Allahın indirdiğine benzetilen bir şey ile» dememiştir.

Acaba komünist olduktan sonra müsiüman kal­mağa kaadir olabilir miyiz? Böyle bir şey hiç mümkün olur mu ki?..

Solcuların iddia ettikleri iktisadî komünizm tat­bik edildiği zaman, felsefî ve tatbikî yönden İsîâmla çatışmasının kaçınılmaz bir zaruret olduğu malûmdur ve bu çatışmadan kurtuluşun hiç bir yolu yoktur.

Meselâ felsefî yönden vukua gelecek çatışmaya gelince, bu hususta çeşitli meseleler vardır:

Birinci mesele s Komünizm, sadece duyu organla­rının görmekte ve hissetmekte olduğu maddi şeyler müstesna, hiç bir şeye inanmayan sırf maddeci bir felsefe üzerine kurulmuştur. Ona göre, duyu organ­larının idrak edemediği her şey vücudu olmayan bir hurafe veya en azından çktam hesaptan düşürülmüş değersiz bir şeydir.

Engels «Muhakkak âlemin hakikati, kendi mad­desinin veya maddeciliğinin içinde gizlidir.»- der.

Materyalistler de «Akıl, dış görünüşleri aksetti­ren bir maddeden başka bir şey değildir.» derler. On­lar ruh hakkında da şöyle derler: «Ruh, müstakil bir cevher değildir. Oncak maddenin temasından meyda­na gelmiş bir şeydir.»

Hâlis maddeci bir hava içinde bulunan, mânevi değerlerle alay eden ve bu değerleri gayri ilmî haki­katler sayan komünistlerle beraber yaşarız, diyen bir kişi var mı?

İslâmî düşünce; insanın haysiyetini kıran, onuruhu ve fikriyle göğe yükselerek, cismiyle de yer üzerinde yürüyen yüksek bir mahlûk olmaktan uzaklaştırıp bütün gayesi, Kari Marks'ın gıda, mesken ve cinsi tatmin diye sıraladığı «Temel ihtiyaçlar (!)» ı elde etmekten ibaret olan, insanı maddî ve hayvani bir mahlûka çeviren dar bir muhit içinde kalmayı ka­bul etmez. Hiç kimse, «komünizmin iktisat sistemini al­dığımız takdirde biz bu maddî fikirle bağlı değiliz ve kabule de mecbur değiliz. Bizim inançlarımız, Allahı-mız, Peygamberimiz ve mukaddesatımız bizim olmak­ta devam eder. Çünkü iktisat bunların hepsinden ayrı bir yapı ve ayrı bir oluştur.» diyemez. Bunu hiç kim­se söyleyemez, çünkü bunlarm imkânsızlığını söyle­yenler, bizzat komünistlerdir. Zira onlar, felsefeleri, inançları ve düşünceleri inşa eden sadece iktisadî ni­zam olduğu esasına dayandıkları için, iktisadî nizam ile inançlar, düşünceler ve iktisada arkadaşlık eden felsefeler arasında kuvvetli bir bağ te'sis ederler. O halde açıkça maddeci bir felsefeye dayanan iktisadî bir nizamın, - Engels ve Marks'm takrir ettikleri gi­bi- ruhî bir felsefe inşa etmesi veya mevcut ruhî bir felsef6 ile çatışmaması nasıl mümkün olur.

Komünistler - meselâ - cidalci materyalizme, ilk komünizmden köleliğe, oradan ağalığa, oradan kapi­talizme ve oradan da ikinci ve sonuncu komünizm devrine kadar devam edegelen beşeri ve iktisadî tekâ­mülün arkasına gizlenmiş bulunan unsurların sade­ce birbirine zıt kuvvetlerin mücadelesinden ibaret ol­duğuna inanır. Onlar iktisadî komünizmin kıyamım bu cidılci mantığın doğruluğu ile mukayese ederler. Böylece bunun ve onun arasında ilmî bir bağ kurar­lar. Bu cidalci materyalizme göre, beşeriyetin sevk ve idaresinde Allahın, Peygamberlerin ve onların talim buyurdukları manevî kıymet ve değerlerin müdaha­lesine bir mahal yoktur. Çünkü bu risaletler -on­ların vehmine göre:- iktisadi gelişmeye sebkat et­miş olması veya iktisadî gelişmeyi bizzat yapmak için gelmiş olması mümkün değildir. O risaletler ancak, bu tekâmülün çizdiği ve belirttiği yerde ve zamanda ge­lir. Bu esasa göre bu risaletler, îslâmî görüşe daya­nan yönetici kıymetini kaybederler. - Bundan başka bütün beşerî gelişmelerin sebeplerini sadece maddî üretim ve istihsal vesilelerinin değişmesine hasreden bu cidalci materyalizm bizzat Islâmî gerçeği tefsir et­mekten: âcizdir. Sorarız, İslâmdan önce Arap Yarım­adasında veya bütün âlemde üretim ve istihsal vası­talarında meydana gelen o gelişme ve değişme aca­ba nedir ki, yeni nizamı ile Hz. Muhammed'in (S.A.) gönderilmesi, o iddia ettikleri iktisadi tekâmülün bir neticesi olmuş olsun?

Hal böyle olunca d zaman bu nazariye ile o na­zariye arasında uyuşma nasıl mümkün olacak? Alla­nın, mahlûkatını beslediğine, mahlûkatım Peygam­berleri vasıtasile hidayet ve irşat ettiğine, îslâmın ik­tisadî zaruretlere boyun eğen bir şey olmadığına ina­nan müslümanların akideleri nasıl olur da te'sir al­tında kalmaz? Tekâmül merhalelerinden hiçbirinde Allanın kuvvetinin (hâşâ) yeri ve tesiri olmadığını, beşeri tekâmülün, iktisadı zaruretlerden başka bir mu­harriki bulunmadığını söyleyen iktisadi bir nizamı al­dığımız zaman müslümanların inançları nasıl olur da ondan müteessir olmaz?.

İkinci mesele: Komünizm felsefesinin örfünde in­san, madde ve iktisat kuvveti karşısında iradesi olma­yan pasif bir yaratıktır. Kari Marks der ki, «İnsanla­rın, içinde bulundukları ve tekrar etmekte oldukları içtimaî üretimde, kendinden kurtulmak gayri kaabil olan bir takım mahdut alâkadar kurdukları görülür. Bu alâkalar onların iradelerinin dışındadır. O alâka­ların vücudunu tâyin eden insanların şuuru değildir. Lâkin insanların duygularını tâyin eden ancak onla­rın vücududur.»

îslâm örfünde insan, Allanın iradesine boyun eğen, kendisinin külli bir iradesi bulunmayan icabî bir mah­lûktur.

Kur'ân der ki: «Allah, göklerde ve yerde ne var­sa hepsini tarafı ilâhisinden sizin için faydalı hale ge­tirdi.» 176Böylece İslâm, insanın dünya üzerinde en büyük kuvvet olduğunu, maddî ve iktisadi kuvvet­leri nonun iradesine müsahhar bulunduğunu, insanın hiçbir zaman maddenin iradesine müsahhar kılınma-dığını, işte bizzat bunların İslâmm ta kendisi olduğu­nu tesbit ve takrir eder. İslâm cidalci materyalizmin çizmekte olduğu zaruri tekâmüle göre yürümez. în-sanlar Sard-ı îsîâmda rnüslüman oldukları zaman, - Marks'in dediği gibi- «İnsanların iradelerinden müstakil bir şey olan» iktisadi tekâmülü, Müslüman kendisine boyun eğdiren cebri bir kuvvet olarak hissetmediler. Ancak onlar hissettiler ki, Allah-ü Teâ-lânın Peygamberi eliyle kendilerini belli bir tarafa yönelttiği gibi, iktisadı yapan ancak kendileridir. On­lar sosyal alâkalan îslâmın hidayetine göre tanzim ederler. Onlar, hürleştirmeyi gerektiren iktisadî bir sebep olmadığı halde köleyi hürriyetine kavuşturur­lar, îslâm âleminin dışında bilhassa Avrupada yüzler­ce sene ayakta duran ağalığın önüne set çekerler. Eğer biz komünizm iktisat düzenini alacak olursak çaresi? olarak onunla beraber, insanı iktisadi gelişmeyi bek­ler hale getiren o maddeci felsefeyi de almak mecbu­riyetinde kalacağız. Böylece komünizm insanların ira­desinden müstakil olarak yoluna devam edecek, ken­di iradesi veya îslâmın iradesiyle onu değiştirmeyi kim­se düşünmeyecek ve bu yolda gayret de göstermiye-cektir. Çünkü komünizmi aldıktan sonra artık bu im­kânsızdır.

Üçüncü meseldi Bu husus, herhangi iktisadi bir nizam ile, onun arkasına gizlenmiş olan içtimaî felse­fe arasını ayırmanın imkânsızlığı ile ilgili olarak «Şah­sî Mülkiyet» bölümünde açıkladığımız husustur. Bu­na bağlı olarak, eğer biz komünizmin iktisat sistemi­ni alacak olursak, «Asıl olan toplumdur, ferdin hiçbir değeri yoktur. Onun değeri ancak sürüden bir fert ol­ması itibariledir.» esası üzerine kurulmuş olan sosyal felsefeyi de onunla beraber almamız mutlaka şarttır. Bu ise, esasında ferde fazlasiyle ihtimam gösteren Is-lâmî nizam ve terbiyeye muhaliftir. îslâm, ferdin vic­danına temizledikten sonra ona toplumun mes'uliyet-lerini yüklenmeği emreder. O daima kendisinin canlı, iradeli ve yönetici olduğunu hisseder. îşini bizzat ken­disi seçer. O, idareciyi doğru yola getirme hürriyetine mâliktir. Eğer idarecisi Allahın çizdiği yoldan çıkarsa ona karşı isyan etme hakkına da mâliktir. Toplumun kontrolü altındaki bu ferdi terbiye ile Allah ve İslâm, toplumun ahlâkını gözetleyen ve orada kötülüklerin vukuunu meneden birer ahlâk bekçisi diker. Bu ise, fert toplumun içinde değersiz bi rzerre haline geldiği zaman ruhî ve ameli bakımdan mümkün olmayan bir şey olur. Çünkü, iktisadî işlerde ve bunlara bağlı her şeyde fert kayıtsız şartsız devlete itaat eder.

Dördüncü mesele: Komünizm felsefesi, iktisadi âmilin, toplumun işlerini yerli yerince yürütmsk, bir-birile olan alâkalan kurmak hususunda yegâne veya baş unsur olduğu esası üzerine kurulmuştur. İslâm düşüncesi, cemiyette ahlâki ve sosyal faziletlerin te­sisinin mümkün olması için, iktisadın ehemmiyetini ve toplumu sağlam iktisadi temeller üzerine kurmağı inkâr etmez. Fakat o, hayatın tamamının iktisat oldu­ğuna ve toplumun müşkillerinin hepsini ancak iktisa­di değerlerin halledeceğine, inanmaz.

Misâl olarak diyelim ki, iki genç arasında iktisâ­di bakımdan tam bir eşitlik meydana getirdik. Bir ta­nesi kendini amansız bir şekilde şehvet akımlarına kaptırmış, diğeri ise iradeli, zevkten makul olan nasi­bini alıyor, geri kalan enerjisini mânevi sahalar olan ilim, fen ve akidede yükselme yollarına harcıyor. İk­tisadî bakımdan eşit hale getirdiğimiz bu iki genç aca­ba hakikatte birbirlerine eşit midirler? Birisiyle hede­fine doğru yürüyen hayat, öbürü ile de yürüyor mu?

Meselâ şahsiyet sahibi bir adam var, konuşur, ko­nuştuğu zaman herkes onu dinler ve onun tavsiyele­rini tutar. Başka bir adam daha var. Şahsiyet diye bir şeyi yoktur, hareket ve davranışla-riyle herkes için alay mevzuu olur. Acaba iktisat bu ikinci şahsın müşkülünü halleder mi? Meselâ birinci şahısla istikame­tini bulan hayat, ikindi şahısla da bulur mu?.

Meselâ bu kadın gazeldir, öbürü de çirkindir. îk-tisat bunların müşkülünü Halleder mi? Birincinin ha­yat istikameti ikinciniıi hayat istikametine benzer mi?

İşte bundan dolayıdır ki, İslâm düşüncesi, ikti­sattan başka diğer kıymet ve değerlere de önem ve­rir. İslâm, özellikle ahlâkî değerlere hayatın temelin­de iktisadî olmayan kıymet ve değerlerin bulunduğu­na, o kıymet ve değerlerin tanzimi için, iktisadî tan­zime harcanan gayretten daha az olmayan müsbet bir gayrete muhtaç olduğuna inanır ve kul ile Allah arasında daimî bir bağm mevcudiyetine ve bunun lü­zumuna önem verir. Çünkü, bunlar ahlâkî kıymetleri tesbit etmek, insanları, madene âleminde cereyan eden kin ve husûmet gibi şeylerden kurtarıp iyilik ve sev­ginin galebe çaldığı hür bir,âleme yükseltmek için en uygun ve güzel vesilelerdir.

Bir başka yönden İslâm düşüncesi, insandaki ru­hî enerjinin beşer hayatında tesiri büyük olan gizli bir enerji olduğuna, ona ihtimam gösterilip terbiyesi hususunda emek sarfedildiği zaman, aralarında ikti­sadî âmil de olduğu halde tesir bakımından diğer bü­tün âmillerden daha az olmayacağına inanır. Belki ba-zan büyüklük bakımından bütün kuvvetlere tercih olu­nur,

Müslümanlar bu liakikatın sübûtunu (isbatım) Ebu Bekir gibi bîr dehanın tarihte Ridde harbindeki tutumunda bulurlar. . Müslüman oldukları halde ze­kât vermek istemeyenlere karşı, içlerinde Hz. Ömer de bulunan kahir bir skseriyet bu meselede kendini teyit etmez bir vaziyet aldıkları halde, mürtedlere karşı harbetme hususundaki ısrarında tek başına da­yattı. O zaman Hz. Ebu Bekir, hangi kuvvete dayanı­yordu. Maddî kuvvete mi? İktisadî kuvvete mi? Ken­di beşerî kuvvetine mi? Eğer bunlardan birine dayan-saydı, bunların hepsi onu harpten uzaklaştırırdı. Lâ­kin Hz. Ebu Bekir, ruhunu Halikının ruhuna rabte-den, böylece ondan yardım ve istimdat eden ruhî bir kuvvete dayanıyordu. İşte harpten geri duranları kah­raman yapan, şuurların kuvvetini, tarihte eşi görül­memiş maddî ve iktisadî bir kuvvete tahvil eden yal­nızca o idi. Yine müslümanlar buna benzeyen bir tu­tumu, Emevi oğullarının yapmağa başladıkları siya­si ve içtimaî zulme karşı Ömer ibni Abduîaziz'in dav­ranışında bulurlar. Bilindiği gibi Ömer ibni Abdulaziz de zulmün karşısında dimdik durmuş, bütün işleri müsîüman cemiyetde olması lâzım geldiği şekilde mec­rasına akıtmıştı. .Bu durum onun devrinde o kadar ileri gitti ki, tarihin iktisadi mucizesi vücut buldu. Bu iktisadi mucize, fertleri arasında fakir bulunmayan bir cemiyetin meydana gelmesidir.

Bunun için İslâm düşüncesi ruhî takat ve enerji­ye'önem verir. Çünkü İslâm, beşeriyetin mucizele­rinden istifade etme fırsatının heder olup gitmesini sevmez. Her ne kadar o mucizeleri bekliyerek aynı zamanda gerçek enerji sınırı içindeki işlerden el çek­miyorsa da onun şiarı daima «Allah Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» oîur.

İişinin iktisadî işlere ihtimamını komünizm meto­duna göre harcaması sonra da yanında ahlâki değer­lere ve ruhî taraflara harcayarak bir takat ve ihtimam kalması, insanın kudreti dahilinde değildir. Zira komünizmin kasd eder olduğu «iktisadi şişme cismin kalb ve karaciğer gibi bazı azasına isabet eden şişme gibidir. Bu hastalıklı uzuv, ne kendi vazifesini tam olarak yapabilir, ne de başka uzuvlara vazifesini tam olarak yapma imkânı verir.

Ben biliyorum ki, İslârmn ve komünizmin fikrî ta­raflarına ait olmak üzere takdim ettiğimiz malûmat­tan bazı kimseler sıkıldı. Çünkü onlar nazari mesele-lere itibar etmezler. Böyle nazari meseleleri boş «bir çekişme» sayarlar. Çünkü, onlarca ihtimama lâyık olan ancak amelî meselelerdir. Amelî tatbikatı mümkün olan her şeyin tesviyesi mümkündür. Bunun için on­lar îslâm ile komünizm arasındaki fiilî çatışmayı bir an evevl bilmek için sabırsızlanırlar.

Biz onların .nazarî veya felsefi tarafı küçümse­melerini iyi görmeyiz. Çünkü amelî tarafla nazarî ve­ya felsefî taraf arasında ayrılık yoktur. Fakat bunun­la beraber onların arzularına cevap verecek bu iki ni­zam arasındaki amelî ihtilâfların vecihlerini zikrede­ceğiz, îslâm ve komünizm arasındaki fiilî çatışma bir kaç meselede kendini gösterir:

1- îslâm, kadına ait ilk vazifenin sadece nes­lin devamını korumak olduğunu söyler. Zaruret hali müstesna kadının kendi evinden fabrikalara, geniş iş­yerlerine ve çiftliklere giderek oralarda çalışmasına rıza göstermez. Zaruret ise sadece onun bakım kefa­letini üzerine alacak bir mes'ul kişinin bulunmama­sıdır. Bu mes'ul kişinin, baba, kardeş, koca veya bak­makla mükellef bir yakm akraba olması müsavidir.

iktisadî - komünizm, çalışma zaman ve yeri erkekle eşit olmak üzere kadının tam mesai saatleri boyunca çalışmasını mecburî sayar. Bu konuda­ki komünizm felsefesinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, vazifeye ehliyette ve psikolojik yapıda ka­dın ile erkek arasında tabiaten mevcut olan ayrılığı inkâr ederek kadının da erkek gibi çalışmasını mec­burî kılar. Çünkü bizzat komünist iktisat sistemi, mad­di üretimi en son hadde kadar artırma esası üzerine kurulmuştur. Bu ise ancak milletin bütün fertlerini fabrikalarda, iş yerlerinde ve tarlalarda çalıştırmak» sadece doğum aylan müstesna kadını çalışmaktan alıkoymamak suretile mümkün olur. Kadın doğumu yapar, çalışmağa gider. Ondan sonra çocuk yuvaları, maddi alandaki büyük üretim metodu Mâss Produc-tion ile çocukların bakımına nezaret eder 177

îktisadî komünizmi tatbik ettiğimiz zaman kadın - her kadın- çalışmak için dışarı çıkacaktır. İşte böylece iş taksimine ve ihtisasa hürmet olmak üzere, kadını ailenin dahili işlerine, erkeği de harici işlerine tahsis eden ve içtimaî, ahlâkî ve iktisadî nizamını bu esas üzerine kuran îsîâm nizamından temel bir rük­nü koparmış oluruz 178

Bu hususla ilgili clarak bir kimse çıkar da «Kadı­nın fabrikada çalışması zaruri değildir.» derse, bu tak­dirde komünizmden dışarı çıkmış sayılır. (Onu söyle­yen biz değil bizzat komünistlerin kendileridir.) O hal­de mesele sadece istihsali arttırmaktır. Bu ise şüphe­siz hayatî ve asil bir gayedir.

Deriz ki, üretim ve istihsali artırmak hiçbir va­kit iktisadi komünizmi kabul etmeğe muhtaç değildir. Çünkü bizzat komünistler bile üretim ve istihsali ar­tırmayı kapitalist garpten öğrendiler179 İslâmî bir idarenin kurulması,! zirai ve sınaî üretimi artırma ve­silelerinin en faidelive en yenisini nerede bulursa ora­dan almağa elbette mâni olmayacaktır.

2- Şüphesiz komünizmin iktisadî nizamı, tam bir diktatörlük üzerine kurulmuştur. Çünkü bu nizam, işçinin iş nev'ini ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine sureti katiyyede itibar etmez. Devlet sadece kendi gö­rüşüne göre bir takım işler icat eder ve bu işlere, hiç­bir kimsenin o işi yapıp yapamayacağını sormadan zorla işçiler tâyin eder. Bu şekilde bir idarenin yürü­mesi, tabiatile fikir, söz, toplantı ve idare üzerinde tek kontrolcünün devlet olmasını zarurî kılar. Çünkü bir miktar hürriyet bırakılmış olsa bu mutlaka işçilerin, işlerinin nev'ini ve yerini seçme arzusuna müncer ola­caktır. Bu ise hiç bir şekilde devletin müsamaha et-miyeceği bir şeydir. Burada devlet diktatörlüğü ile şahıs diktatörlüğü arasını ayırmamız lâzımdır. Ba-zan bilfiil hâkim olan şahıs iyi huylu, mütevazı, mem­leketinin hayrı için çalışan, idarî işlerde başkalariyle müşavere eden, millet vekiîleriyle görüş teatisinde bu­lunduktan sonra ancak bir işe kafi olarak karar ve­ren birisi olabilir. Lâkin bunların hepsinin .iktisadi ni­zamı yürütmek ve bilfiil işleri kontrol etmekle ilgili olan devlet diktatörlüğü ile alâkası yoktur. İşte buna «Proleterya diktatörlüğü» denir. Rusya kendi idare sis­temine sarahatle bu İsmi vermiştir.

Bazı kimselere kahramanlık t!) galebe çalar da derler ki: «Bunun ne zararı var? Madem ki, o toplu­mun hayrına çalışır, emek ve karşılıkta adaleti göze­tir?» İşte bunların hepsi dadecebir hayalden ibaret­tir.

Meselâ Mısır milleti gibi bir millet diktatörlükten - âdil bir diktatörlük olsa bile- milletlerin en faz­la nefret edenidir. Seneler ve nesiller boyunca boyun eğmek şöyle dursun, o diktatörlük bir kaç ay bile da­yanamaz, her ne kadar kendisinde bulunması gereken irade ve birleşmeye sahip olarak ona mukavemet ede­miyorsa da...

Bu millet nükteci bir millettir. O, bu nüknelerle diktatörlüğe karşı şuur altında birikmiş nefretlerin­den nefes alır. Eğer bizzat o nükte yapmak da ken­disine haram edilirse ve onun cezası da devlete kar­şı gelme töhmeti ile veya devlet nizamını değiştirme­ye teşebbüs suçu ile hapis veya idam olursa, o zaman milletimin hali nice olur?!

Hayır, âdil olsa dahi insanlar diktatörlüğe elbet­te tahammül edemezler!

Bir kimse «İktisadi işlerimizin diktatörlükle yürü­mesi zarurî değildir» dediği zaman bu hale göre o ik­tisadi komünizmi istemiyor demektir. O halde o an­cak iktisadî sosyal adaleti istiyor, demektir. Bu ise ta­bitil komünizmsiz mümkün olan bir şeydir.



3 - Üçüncü mesele iktisadî komünizmi tatbik et-iz, takdirde siyasî vaziyetimizin alacağı dummdur. O zaman durum ikiden biri olacaktır. Ya Mos-kova'daki komünist merkezin tevcihinden uzak, müs­takil siyasî şahsiyet ve varlığımızı muhafaza etmekte devam edeceğiz. Veya bütün şahsiyet ve mevcudiyeti­mizi Rusya içinde eriterek ortadan kaybolup gidece­ğiz.

Birinci duruma gelince, elbette Rusya buna razı olmayacaktır. îşte size zihinleri işgal etmekte olan Ti-to meselesi. Yugoslavya kendi memleketinde komü­nizmi tam olarak tatbik ediyor. Buna rağmen kendisile Rusya arasında bir sürü husumetler ve çatışma­lar meydana gelmiştir. Bunun sebebi, Yugoslavya'nın Rusya'nın içinde erimiş bir parça olmağı reddetmesi­dir. Komünizmi memleketimizde tatbik etitğimiz tak­dirde bizim durumumuz Tito ile Yugoslavya'nın du­rumundan daha kötü olacaktır. Çünkü Rusya'nın garpla olan dev mücadelesinde, bizim Rusya'ya inzi­mam etmemiz, üzerimize bir vazife olarak taayyün edecektir. Böyle yapmadığirmz takdirde o zaman biz komünist iktisat sistemimizi kapitalizmin tecavüzün­den korumağa kaadir olamayız.

İkinci duruma gelince, yani Rusya'nın yapısı için­de erime durumuna, bu durum bizi müslüman olmak­tan çıkardığı gibi millet ve vatanımızı da tamamen kaybettirir. Allah-ü Teâlâ müslüman milletinin tema­yüz etmesini ve başka milletlerin birisinin şahsiyyet yapısında eriyip gitmemesini murat etmiştir. Çünkü, îslâm, bütün âlemdeki nizamların hiçbirisine benze­meyen müstakil bir şahsiyyet yapısına sahiptir. O, Al-lahm iradesi ile meydana gelmiş bir nizamdır. O, pren­siplerinin, başka bir şahsiyet içine karışıp erimesi mümkün olmayan iktisadî, içtimai, fikri ve ruhi bir şahsiyet yapısıdır.

Biz müstemlekeci garbın şahsî yapısında erime­ye veya onunla müşterek bir anlaşmaya girmeye ve­ya ona benzer unvanlar altında toplanmaya da kar­şıyız. Çünkü, bizim komünizme olan muarazamız komünistlerin zannedecekleri gibi- kapitalizm te­kerleğine kendimizi kaptırdığımız için değildir. Lâ­kin bizim'bunlara olan muarazamız, kendi şahsiyeti­ni imha etmesi ve gayrı İslâmi bir yapı içinde erime­si müslümamn üzerine haram olduğu içindir. Btf gay­ri İslâmi yapının garp kapitalizmi veya şarkın komü­nizmi olması müsavidir. Her ikisi de haramdır. Gar­bın askeri paktlarına girmeyi kabul edenlerin cürmü, şarkın askeri paktlarında erimeyi kabul edenlerin cürmüne hemen hemen müsavidir. Allahın ve müs-lümanlarm nazarında bunun ve onun arasında bir fark yoktur.

Başka bir yönden meseleyi ele alırsak, birbirüe niza halinde bulunan iki kütle arasında Mısır da da­hil olmak üzere bütün îslâm âleminin durumu gayet ince ve ilgi çekici bir durumdur. İslâm âlemi coğrafi yönden iki kütlenin ortasında olduğu gibi, inanç, sos­yal vaziyet ve iktisadi yönden de iki kütlenin tam or-tâsındadır. Bugün bizim, birbirile çekişmeli iki askerî kamptan birine inzimam etmemiz, âlemin maslahatı icabı değildir. Çünkü cihan sulhunu garanti edecek olan tek âmil, ancak bir üçüncü kütlenin takviyesi-dir. Bu ise, üçüncü kütlenin o ikiden birine tâbi olma­yacak şekilde temayüz etmesi ve istiklâle kavuşma-siyle olur. îşte bu üçüncü kütle milletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutar böylece dünyayı sarmış olan düşmanlığı yok eder veya hafifletir.

Kavmiyet mücadelesi sayılmayan bilâkis prensip­ler mücadelesi sayılan bu âlemşümul mücadelede, kendi başına seçkin prensiplere sahip olduğumuz halde, şahsiyetimizi ilga ve inkâr etmemiz ve tamamen bi­ze düşman olan iki askeri kamptan birinin prensiple­rini almamız akl-ı selim ile düşündüğümüz takdirde hiç bir zaman doğru olmaz. Çünkü bizim kendi pren­siplerimiz daha üstün ve iyilik yönünden bizim için daha garantilidir.

Her şeye rağmen komünizmin hâlâ bocalamakta devam eden bir nizam olduğunu, bunların hepsine ilâ­ve edebiliriz. Bilindiği gibi komünizm bütün mülki­yetleri ilga ve işçilerin alacakları ücretleri tesviye ve ayarlamakla işe başladı. Sonra acı gerçeklerin baskı­sından kurtulamayarak ferdî mülkiyetten muayyen bir miktar, işçilerin çalışma gücü nisbetinde ücretler­de farklılığa müsamaha etmek mecburiyetinde oldu­ğunu anladı. İşte bununla Marks'ın iki esas prensibin­den uzaklaşmış oldu. İslâm .da iki adım yaklaşmış oldu;

O halde etrafı yağma edip yutan göz alıcı sür'.at ne olursa olsun bocalamakta olan bir katara katılma­mız doğru olur mu? Tekâmül etmekte olan beşeriye­tin, her yeni tecrübesinde biraz daha kendisine yak­laştığı Isîâniiyeti bırakmamız doğru olur mu?

Başında birazcık aklı, vicdanında kendi şahsiyet yapışma bir güveni olan hiç bir kimse bunu kabul et­mez ve böyle bir şey yapmaz. Bu vadide onlara mey­lederek düşünmek, çeşitli savunmalar ve çeşitli şekil­ler adına bürünen dahili bir hezimet ve çöküştür. Lâ­kin bu, ancak ahmakların ve zayıfların önderlik ede cegi bir hezimettir. 180


Yüklə 0,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin