İSLÂM’da niKÂh ve âİLE



Yüklə 369,86 Kb.
səhifə5/6
tarix15.05.2018
ölçüsü369,86 Kb.
#50443
1   2   3   4   5   6

Celâleddin Öktem hoca, yetmiş yaşında, parkinson hastalığı olan bir kimse idi. Buna rağmen bir arkadaşımızın kolunda sınıfa gelir; 25’lik bir delikanlı heyecanıyla ders anlatırdı…

Aslen Rum cemaatinden iken kendisine iman nasip olmuş “Yaman Dede” mahlâsı ile bilinenAbdülkadir Keçeoğlu, on dakika Farsça gramer anlattıktan sonra iki mesnevî beyti okur ve bütün ders ağlaya ağlaya onları şerh ederdi. Gözlerinin altı havuz gibi çukurlaşmıştı. Gözyaşlarını oraya döküp oradan da yüzünden aşağı sızdırırken ayrı bir rûhâniyet tevzî ederdi. Gönlü Peygamber muhabbetiyle bambaşka doluydu. Kendisine:

“–Mevlânâ’yı ne kadar da çok seviyorsunuz?!” denilince, gönül dünyasından taşan şu karşılığı verirdi:

“–Oğlum, ben nasıl Mevlânâ’yı sevmem ki, o benim elimden ve gönlümden tuttu, Hazret-i Peygamber’in kapısına getirdi.”

Kendisinden feyz aldığımız o günden bugüne birçok şey geldi, geçti. Ama geride, onun bizim rûhumuzda akseden gönül vecdinin izleri kaldı. Yazdığı meşhur na’tinden: «Cemâlinle ferah-nâk et ki, yandım yâ Rasûlâllah!» mısraını okurken bir sonbahar gazeli gibi titreyip bahar şebnemleri gibi ağlaması, hâlâ gözlerimin önündedir…

Diğer bir hocamız, sabah 07.00’da gelir, çorbalarımızı koyardı. Başka bir hocamız, sofrada kalmış bir ekmek parçası görse kimseyi azarlamadan: «Bak evlâdım, bu nîmeti bulamayan nice muhtaçlar var. Nîmete hürmet eder ve şükredersek, Allah daha çok artırır. Ancak onun kadrini bilmezsek, elimizden alır.» diye tatlı tatlı nasihatler ederdi.

Felsefe grubu hocamız Nurettin Topçu ise, toplumdaki fertlerin egoist ve hodgâmlığına çok üzülür, İslâm’ın fert ve toplum hayatında yaşanmamasına dertlenir ve:

“–Bu insanlar, niçin tasavvufa bu kadar bîgâne kalıyorlar?!” diye hayretini ifade ederdi.

Diğer bir hocamız, hüsn-i hat dersi verirdi. Ancak talebelerin kamış ve mürekkebini kendisi getirirdi.

Bir diğeri, yatakhânede geceleyin dolaşır, üstü açık olanların üzerlerini örterdi.

Bazı hocalarımız da, son dersi müteâkip derslerde geride kalan talebelerin eksiklerini telâfî için ilâve ders yaparlar ve her talebenin daha iyi yetişmesi için bitmez bir heyecanla emek sarfederlerdi.

Hocalarımızın bize en çok öğretmeye çalıştığı husus ise, canı ve malı kullanmayı bilebilmenin dersi idi. Bu dersi, fiilî davranışları ile sergilerlerdi.

O günlerden bugüne aradan kırk yıl geçti. Ancak o günlerin güzel insanlarından bize aksedenler hâlâ silinmedi. Lâhûtî ve bereketli izleri, akıl ve gönlümüzde hâlâ canlı ve müessir… Dolayısıyla o demleri güzelleştirenlere her vakit duâ hâlindeyim… Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun!.. Lâkin sıra şimdi bugünleri ve yarınları güzelleştirmekte… Bu da bizlere düşüyor. Allah Teâlâ cümlemizi buna muvaffak kılsın!..

Efendim, bir de bugünlere gelirsek, acabâ bugün çocuklarımızı ne gibi tehlikeler beklemektedir? Bu tehlikelere karşı anne-babaların mes’uliyeti nedir?

Bugün çocuklarımızı bekleyen tehlikelerin başında onların mâneviyattan uzak yetiştirilmeleri gelmektedir. Yani sadece dünyaya dönük bir eğitim neticesinde uhrevî pencerenin kapalı kalması… Yani kalbî hayatın zaafa dûçâr olması… Bilmek gerekir ki, uhrevî haslet ve güzelliklerle yeşermeyen bir nesil huzur bulamaz; çantası diploma tomarları ile dolsa bile… Toplumda nesil enkâzının sayısız hazin misâlleri vardır. Bugün pek çok kötü alışkanlıklar var. Bilhassa narkotiğin pençesinde can verenler, kadınlık haysiyetinin korunmayıp gittikçe küçük yaşlara doğru zehrini akıtan iffet zedelenmesi… Bunlar evlâtlarımızı hangi tehlikelerin beklediğini daha iyi gösteriyor. Bunu görürsek, çözümün de, sînelere îman ve onun yüce ahlâkını yerleştirmekle mümkün olduğunu daha iyi anlarız. Vahyin nûru ile tanışmayan kalpler hakikî saâdeti nasıl bulabilir? Bu hususta İstiklâl şâiri M. Âkif’in şu yüksek hassâsiyeti içinde olmalıyız:



Îmandır o cevher ki, ilâhî, ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür…

Dînî mevzûlarda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zira kişi bilmediğinin düşmanı olur. Dinden uzaklaşmak rûhânî duygulardan mahrûmiyete sebep olur ve vicdan ufkunu daraltır. İç ve dış nûrları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden, rûhânî aydınlığından mahrûm eder. İnsana, Hâlık tarafından lütfedilen cevherleri kaybettirip kişiyi et ve kemik doldurulmuş bir deri torbaya döndürür ki, bu da, insanı yalnız menfaatini düşünür hâle getirir.

Halk arasında bilinen ve sıkça anlatılan bir hikâye vardır. Baba evlâdının din, diyânet ve fazîletten mahrûmiyetini gördükçe:

“–Evlâdım, sen adam olmazsın!..” der. Çocuk, babasına inat, mekteplere gider, tahsilini tamamlayıp bulunduğu şehre vâli olur. Babasının sözünü kendisine hatırlatmak için adamlarını gönderir ve onu makâmına dâvet eder. Babası huzuruna gelince:

“–Baba, baba!.. Sen bana adam olamazsın diyordun; gördün mü bak işte vâli oldum!..” der. Babası oğluna mânidâr bir şekilde bakar ve şöyle karşılık verir:

“–Evlât, ben sana «Vâli olamazsın.» demedim; «Adam olamazsın.» dedim. Eğer sen adam olmuş olsaydın, babanı makâmına çağırmaz, kendin onun ayağına giderdin!..”

İşte tam bu misâldeki gibi, dînî terbiyenin ihmali, maddeyi putlaştırma illetini doğurur ki, o da dinden uzaklaşmanın temel sebeplerindendir.

Maddeyi putlaştırma; bir felsefe değil, zavallılıktır. Hikmet değil, illet ve zulmettir. Mânevî duyguların uyuşturulması, toplumun bir canlı cenâzeye dönmesi, başka bir ifadeyle ölmeden evvel taş ve toprak altına gömülmek demektir.

Beşeriyetin insan olma haysiyetine kavuşabilmesi için Kur’ân-ı Kerîm’in îkazlarına gönül vermek îcap eder.

Allah -celle celâlühû- bizlere en büyük nîmetini şu şekilde bildirmektedir:

O Rahmân ki, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı da tâlim etti. (…) Göğü yükseltti ve dengeyi koydu. (Öyleyse sen de bu dengeyi bozma!) (er-Rahmân, 1-4, 7)

Cihanı, ilâhî ölçüler ve mîzanlarla donatan Rabbimiz, kâinât ölçü ve nizâmından başka, Kur’ânî mîzanlar ile de bildiriyor ki; dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de mîzanlar vardır. Dünya ve âhiret, hep mîzanlarla doludur. Hayat ve ölüm, ayrı ayrı, hassas ve şaşmaz mîzanlardır. Her hâlimizin ölçüler içinde olması, gelecek nesle de ibadet, hâl, davranış ve bir ahlâk numûnesi olması zarûridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (ez-Zilzâl, 7-8)

Cihan, ilâhî ölçü ve mîzanlarla donatılır ve Kur’ân bize mîzanlar sergilerken, gelişigüzel yaşayıp bu ilâhî ölçülerin dışında bulunanların hâli ne müthiş ve hazin bir gaflettir.

Rahmân Sûresi’ndeki bu âyetin ışığında, evlâtlarımıza yaratılış sırrını, Kur’ân’ı ve kulluğu en güzel şekilde anlatmak ve öğretmek zarûrîdir.

Kısacası çocuklarımız, âyette buyurulan kâinattaki ilâhî denge ve âhengi bozmayan güzel ve şerefli mevkilerini koruyacak bir kıvamda eğitilmelidirler. Hiç şüphesiz bu da; âile ocağında, anne ve babanın mahâretli gönüllerinden tecellî edecektir.

Böyle bir tecellî ise, çocuğunun istikbâlini ciddî olarak düşünen anne ve babaların mahsûlüdür. Tabiî sadece bugüne ayarlı bir istikbâl (gelecek) değil, aynı zamanda sonsuz saâdete uzanan ebedî bir istikbâli kastediyoruz. Maâlesef bugün adına istikbâl denilerek yalnız günü kurtarma yolunda evlâtlarımızın yarınları tehlikeye atılıyor. Nice yanlış işler, hep: «Ne yapalım; yavrumuzun istikbâli daha önemli!» bahâneleriyle evlâtlarımızı Hak katında günâha ve isyana sürüklüyor. Oysa:

Biz yavrumuzu ne kadar mânevî duygularla yetiştirirsek o kadar Cenâb-ı Hak onun istikbâlini parlak eyler. Osmanlı’nın yirmi dört milyon kilometrekare genişlemesinin sırrı, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Yine zor zamanlarda Allah’ın yardım etmesi de, buna bağlıdır. En son Çanakkale ve İstiklâl Savaşı zaferleri de bu hakîkatin bir bereket ve tecellîsidir. Âkif ne güzel ifade eder:



Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

O hâlde çocuklarımızı alabildiğine Kur’ân ahlâkı, tefekkürü ve istikâmeti üzere eğitmek sûretiyle kendisine, âilesine, daha önemlisi dinine, vatanına ve milletine sahip çıkacak hayırlı evlât olarak yetiştirmek mecburiyetindeyiz. M. Âkif, mısralarında bu hâli ne güzel îzâh eder:



Sahipsiz olan memleketin batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Bu da, ifade ettiğimiz gibi herkesten önce anne ve babaların birinci vazîfesi-dir. Bilmelidir ki, Çanakkale ve İstiklâl harbi gibi nice büyük zaferler, zâhirde o zaferlerde rol oynayan kumandan, gâzî ve şühedânın eseri olduğu gibi diğer bir yönden de onları yetiştirip, kınalayarak vatan müdafaasına gönderen anne ve babaların eseridir.

Bu neticelere hasretle şâir, âile yuvasının bugünkü hâline ve nasıl olması gerektiğine dikkat çeker:

Dağlarda değil, ey baba, evlerde erozyon,

Bâzen çocuğun rûhuna hortum, televizyon!

Tekrar, gül ekilsin, kişinin cenneti evdir,

Ey anne, senindir bu görev, evleri sevdir!… [Seyrî]

Bazı âileler çocukları olması için çırpınırken, bir kısım insanlar da hiç çocuk sahibi olmak istemiyorlar, âdeta bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu doğru bir hareket midir?

Evlenip de zarûrî ve meşrû bir sebep olmaksızın çocuk istemeyenler veya onları daha ana rahminde çeşitli müdâhalelerle yok etmeye çalışanlar da neslin helâkine sebep olmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar, nesillerinin devamı için binbir türlü ibret manzarası sergilerken, mahlûkâtın en üstünü olan insanın öz neslini baltalama teşebbüsleri hangi mantık ve vicdanla îzah edilebilir. Bir yılan bile yumurtalarını kuytu bir yere bırakarak emin bir şekilde saklar, onları muhafaza eder. Nesillerini koruma duygusu içinde çırpınan hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanın bu şefkat ve merhamet hislerinden mahrûmiyeti pek acıdır!..

Âyet-i kerimede, kıyâmetteki bir manzaraya dikkatler çevrilerek buyurulur ki:

Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9)

1400 sene evvelki o cinayetler, metot değiştirerek maalesef günümüzde insanlığın yüzkarası“kürtaj” şeklinde tekrarlanmaktadır.

Asrımızda bazı anne-babalar, bir zarûret olmaksızın sırf nefsanî rahatlık ve konforu için câniyâne bir şekilde çocuk aldırmaya teşebbüs etmektedir. Âdeta kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanlarıyla vahşet yarışına girmişçesine, daha anne karnındaki mâsum bebekler bir hiç uğruna parçalanarak modern bir cinayete kurban edilmektedir. Bu, en başta ilâhî lütfa nankörlüktür. Ayrıca böyle yapanların, hayatın hangi sürprizlerine dûçar olacakları da meçhuldür. Bu cinayeti işleyenler, belki yarın hayatta yapayalnız kaldıklarında elinden tutacak olanın, o çocuk olacağını iyi düşünmelidirler. Veya vaktiyle kendi anne-babaları da onları istemeyip aynı âkıbeti onlar için revâ görselerdi, bugün onlar da hayatta olamayacaklardı. Bunları hesap etmelidirler.

Din ve îmandan mahrûmiyet sebebiyle hayatı sırf ten plânında yaşayan, egosunu ve nefsanî arzularını tatmin etmekten başka bir düşüncesi olmayan, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ etmiş bencil bir neslin, nasıl felâket manzaraları oluşturduğuna dünya tarihi sayısız defa şâhit olmuştur.

Allah hepimize, âile yuvamızı hayırlarla kurmayı, bu âileden hayırlı nesiller yetiştirerek ümmet-i Muhammed’e ve bütün insanlığa hizmetler ulaştırmayı nasip etsin. Âmîn…

İSLÂM’DA KADININ MEVKİİ VE KIZLARIN EĞİTİMİ

Kadının fazilet ve iffeti, toplumu cennete çevirir. O cennette büyüyen nesiller de, toplumların huzur kaynağı olur. Bu bakımdan sâliha kadın; âilede, toplumun billur bir âvizesi gibidir.

   Adının İslâm’daki mevkii nedir? Günümüzde kadınlar çeşitli vesîlelerle ve yaldızlı sözlerle sokaklarda mutluluğu aramaya itiliyor. Kadınlar huzur ve saâdeti nerede aramalıdır?

Cenâb-ı Hak, kadını duygu bakımından erkeğe göre daha zengin yaratmıştır. Bu duygu ve his zenginliği, kadına Allah’ın yüklediği bir temel vazifenin îcabıdır. Bu vazife, neslin muhafazası ve terbiyesidir. Bu ilâhî tanzimin dışına çıkılırsa, kadının fıtratına ihânet edilmiş olur.

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında uydurma bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Yaratılıştaki hususiyetlere zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik vazîfelerini zedelemiş, âilenin huzur ve sükûnu kaybolmuş, toplum hayatı sarsılmış, fertler şahsiyetini yitirmiştir.

Kadın ve erkeğin fizîkî, rûhî yaratılış ve fıtratları eşit değildir ki, fiilî veya hukûkî eşitlik gerekli olsun. Mühim olan her alanda bir eşitlik değil, haklar ve vazifeler arasındaki dengedir.

Cenâb-ı Hak, kadınlar ve erkekler arasında birbirlerini ikmâl eden, çok güzel bir vazîfe taksimi yapmış ve her ikisine ayrı ayrı kâbiliyetler vermiştir. Kadın ve erkek, ancak madden ve mânen bütünleştiği zaman yaratılış gâyesine uygun bir olgunluk meydana gelir; âile ve bunun neticesinde toplum huzurlu olur.

Kadının olgunluğu, Allah’ın verdiği güzel hasletleri koruması ve geliştirmesi ile ortaya çıkar. Kadın, sahip olduğu bu hasletleri, ilâhî tanzime ters bir şekilde yönlendirir, kendi hakîkat ve haysiyetine vedâ ederse kıymetini mahvetmiş; letâfet, nezâket ve zarâfetini zâyî etmiş olur. Böylece toplum hayatı çoraklaşır.

Kadının yaratılışına göre yaşaması toplumu cennete çevirir. Kadın; âilede, toplumun billur bir âvizesi gibidir. Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman görürüz ki, toplumlar hanımlarla âbâd olmuş ve yine onların elleriyle berbât olmuşlardır. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, hayat yolları cam kırıkları ile dolar.

Kadının saâdeti, haysiyetini koruyarak yaşamasında ve âilesini muhafazasında-dır. “Cennet annelerin ayağı altındadır.” 5 (Suyûtî, Câmius’sağîr, I, 125) hadîs-i şerîfi, gerçek anne için Peygamberimizin ne büyük bir müjdesidir.

Fazîletli anne, ilâhî kudretin genişletilmiş bir rahmet kucağı, âilede saâdet kaynağı, zevk ve safâ ışığı, âile fertlerinin şefkat odağıdır. Rabbimizin, “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” esmâsının dünyadaki müstesnâ ve mûtena bir tecellîgâhıdır.

Bizleri önce bir müddet karnında, sonra kollarında ve ölünceye kadar kalplerinde taşıyan annelerimize gösterilecek sevgi ve saygıya denk başka bir varlık yaratılmamıştır. Ev tanzimi ve evlât terbiyesini omuzlarına alan anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Bir anne ruhunda biriken engin şefkatin sınırlarını tayin edebilecek bir ölçü var mıdır? Yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, uyumamış uyutmuş… Hayatın fırtınalarında bizlere bir toz konmasın diye bütün varlığını vakfetmiş olan anne ve babaların haklarını ödeyebilmek mümkün müdür?

Mevlânâ hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“–Anne hakkına dikkat et! Onu başında taç et! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.”

Büyük velî ve İslâm hukukçusu olan İmâm-ı A’zam hazretleri, zulme âlet olmamak için Bağdat kadılığını reddetmişti. Halife Ebû Câfer Mansur, onu cezâlandırmak için hapse attırmış ve kırbaç cezâsına çarptırmıştı. Her gün vurma sayısını da arttırıyordu. İmâm-ı A’zam Hazretleri ise kırbaçlar altında çektiği ıstıraptan ziyade: “Ya şu hâlimi annem duyarsa ne yapar?” endişesiyle dostlarına haber gönderdi:

“–Aman bu hâlimi anneciğim duymasın. O benim acı çekmeme tahammül gösteremez, mahvolur!.. Ben de onun üzülmesine dayanamam!” diyerek, bir anne muhabbetinin en canlı misâlini vermiştir. Anne muhabbeti, kendisine kırbaç acısını âdeta hissettirmemiştir.



Bahâuddin Nakşibend Hazretleri de:

“–Bizim kabrimizi ziyârete gelenler, önce vâlidemizin kabrini ziyâret etsinler!” buyurarak, anne sevgisinin enginliğine müşahhas bir misâl teşkil etmiştir.

Abdurrahman Molla Câmi ise:

“–Ben annemi nasıl sevmem ki, o beni bir müddet cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da kalbinde taşımaktadır!..”



Neslin yetiştirilmesinde annelerin ne gibi bir ehemmiyeti vardır?

Bir milleti nasıl bir geleceğin beklediğini görmek kerâmet değildir. Bunun için gençlere bakmak kâfîdir. Her devrin gençliği kendi karakterine uygun bir şekilde enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan âleminde yaşar. Bu yaşayış da bütün bir milletin âdeta nabzı olur. Yani her millet, gençliğinin his ve fikir dünyasına göre şekil alır. Eğer bir millette gençler güçlerini hayır, mâneviyât ve fazîlet yolunda sarf ediyorlarsa o milletin istikbâli mükemmeldir. Aksine gençler, güç ve kuvvetlerini nefsâniyete, yani kaba kuvvete esir ve râm ediyorlarsa, âkıbet hezîmettir. Öyleyse, milletleri omuzlarında şerefle yarınlara taşıyacak yüksek ruhlu gençleri yetiştirmede en büyük vazîfe annelere düşmektedir. Çünkü nesli yetiştirenler annelerdir. Bütün evliyâullah ve fâtihler ilk feyizlerini fazîletli bir anneden almışlardır.

Bunun en güzel numûneleri, ashâb-ı kirâmın hanımlarıdır. Onlar evlâtlarına canlarıyla, mallarıyla fedâkârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullah Efendimizin muhabbetiyle doldurmuşlardır. Böylece oluşturdukları parlak ve huzurlu devirler ile yeniden göstermişlerdir ki, güçlü toplumlar, güçlü âilelerden meydana gelir. Güçlü âileler de daha ziyâde mânevî eğitim görmüş, yani nefis engelini aşmış, fazîletli hanımların eseridir.

Kızlarımızın eğitiminde Kur’ân kurslarının rolü nedir? Bu kurslarda verilecek eğitim ve öğretimde nelere dikkat edilmelidir?

Bütün müesseseler, bilhassa mânevî eğitim veren Kur’ân kursları birer şefkat, fedâkârlık ve hizmet yuvası olmalıdır. O duvarların içinde kuru bilgiler yığınından ziyâde, merhamet ve hizmetin aşk ve heyecanı yer almalıdır. Zira talebesine muhabbeti aşılayamayan duygusuz bir öğretici; îmanın aşk ve vecdini minik ve mâsum yüreklere hissettiremeyen bir eğitimci ve Kur’ân-ı Kerîm’in sevgi ve derinliğini tattıramayan bir hoca, büyük bir vebâl altındadır. Çünkü bulunduğu müessese bir beytü’l-mâl (devlet ve milletin ortak malı), talebeleri de emânettir. Talebeler istenilen eğitimi almamış olursa, kul hakkı ortaya çıkar.

İnsanların çoğunlukla maddeye râm oldukları zamanımızda bilhassa Kur’ân-ı Kerîm hocalarının talebelerine daha çok ihtimam göstermeleri zarûrîdir. Muallim ve muallimeler öncelikle talebesinin gönlünü hocasının muhabbetiyle doldurmalı, “Elif-bâ”ya başlamadan önce “Elif”in hakîkatini öğretmelidir. Minicik yüreklere Allah ve Rasûlullah sevgisinden pırıltılar aktararak feyz ile yoğurmalıdır. İslâm’ın nezâket, zarâfet ve tüm güzelliklerini o tertemiz kalplerde aksettirebilmelidir.

Kâh bir cezâ hâkimi, kâh bir cellât rolü oynayan, azametli tavrıyla talebeler üstünde otorite kurmaya çalışan bir muallim, çatık kaşla Kur’ân-ı Kerîm öğretmeye kalkan bir gâfil ve emsâllerinin gayretleri bir hüsrandan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerim’e karşı gösterilen ihmalden daha ziyâde insanın mânevî hayatını karartan başka bir hatâ yoktur.

Bu kurslarda eğitimle meşgûl olan hocahanımlar ve belletmenler, olgun bir hizmet insanı olmaya gayret etmelidirler. Olgun bir hizmet insanı, kalbi feyizle dolu, yani amel sahibi, merhamet, şefkat, diğergâmlık gibi ahlâkî meziyetlerle donanmış, kin ve nefrete düşman kimsedir. Yine hizmet insanı, hangi zümrenin içinde yaşarsa yaşasın, kendi varlığını ve îmanını koruyabilen kimsedir. Fitne ortamında bile etrafına güzellikleriyle tesir edecek ancak çirkinliklerden hiçbir şekilde tesir almayacak hâlde olmalıdır.

Kısacası gerçek bir hizmet ehli her hâlükârda kalbini mal, mülk, mevkî ve menfaat endişelerinden uzakta tutmasını bilen kişidir.

Bir kelâm-ı kibârda şöyle buyurulmaktadır:

Dünya üç şeyle cennet olur:



-Elden, dilden ve gönülden infâkla;

-Allah’ın kullarını ayıplamayıp affetmekle;

-Zâlimin zulmüne, zulüm ile karşılık vermeyip hidâyetine vesîle olmakla.”

Diğer bir kelâm-ı kibârda, insan içinde kendini bilenler üç sınıftır, denmiş ve şöyle buyurulmuştur:

Kimseyi incitmeyenler,



Ad ve sıfatlarını söylemekten hayâ eden mahviyet ve tevâzû sahipleri,

İlâhî emânet ve mahlûkata Hak nazarıyla bakanlar.”

Gül ve çiçek manzaraları, nasıl, en haşin ve ters insanı bile tebessüm ettirirse, insanlara örnek ve rehber olacak kişinin gönlü de o şekilde olmalıdır. Bütün mahlûkata neşe ve saâdet vermelidirler. En katı ve sefil bir kalp bile onun karşısında yumuşamalı, uyanmalıdır.

Kur’ân kurslarımız, öğretimden ziyâde eğitimi hedeflemeli, bir fazîlet yuvası olmalıdır. Zira istikbâlin şeref sayfalarını dolduracak anneler, ancak bu müesseselerin mahsûlü olacaktır. Burada okuyan kızlarımız, mezûn olup hayatın sürprizleriyle karşılaştıkları zaman, İslâm’ın güzelliklerini orada sergileyebilmelidirler.

Kur’ân kursları iki Fâtıma’nın ruh iklimine bürünmelidir.



Efendim, bu iki Fâtıma kimdir? Biraz îzah edebilir misiniz?

Birinci Fâtıma, İnsan Sûresi’nin 8-11. ayetleri arasında fazîleti, Cenâb-ı Hak tarafından bildirilen Fâtıma’dır.

Hazret-i Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz çocukken bir hastalığa dûçar oldular. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ve Hazret-i Fâtıma efendilerimiz, üç gün oruç tutmayı adadılar. Birinci gün iftarlarını açacakları zaman bir yoksul geldi:

“–Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler!..” dedi.

Sofralarındaki yiyeceklerini verdiler. Suyla iftar edip ikinci gün oruca niyet ettiler. İkinci gün iftar vaktinde, bir yetim kapıyı çaldı.

“–Allah için bir lokma!” deyince, yine sofradaki yiyeceklerini ona verdiler.

Kendileri suyla iftar edip, ertesi günkü oruca niyet ettiler.

Üçüncü gün aynı saatlerde bir köle gelerek yiyecek istedi. Yine sofralarındaki lokmalarını ona ikrâm ettiler ve yine suyla iftar ettiler. Bunun üzerine İnsan Sûresi’ndeki şu âyetler nâzil oldu:

Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.

«–Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (Onun azabına uğramaktan) korkarız.» derler.

İşte bu yüzden Allah onları o günün şerrinden muhafaza eder; (yüzlerine) parlaklık,  (gönüllerine) sevinç verir.

Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder.” (el-İnsan, 8-12) (Vâhidî, s. 470; Zemahşerî, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)

Bu âyetlerde üç husus dikkatimizi çekmektedir:



Birincisi, Allah’ın mahlûkatına merhamet, Allah’ın nazarıyla Allah’ın mahlûkatına bakabilmek; yetimin, fakirin ve esirin gönlüne girebilmektir. Bu hususta Ebû Bekir Verrak Hazretleri şöyle buyurur:

“–İnfâk etmeyen, cenneti ümit etmesin! Fakiri sevmeyen de Peygamber Efendimizi sevdiğini iddia etmesin. İkisi de yalancıdır!”



İkincisi, infâkı Allah rızâsı için yapabilmektir. Bu itibarla Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma:

“–Biz bir karşılık beklemiyoruz, bir teşekkür de istemiyoruz. Sadece Allah rızâsı için yapıyoruz.» demişlerdir. Biz de yaptığımız amellerimizi, sırf Allah rızâsı için yapacağız, kullardan bir karşılık beklemeyeceğiz.



Üçüncüsü ise, bu mükerrem ve numûne insanlar:

“–Biz kıyâmet gününden, o sert ve belâlı günden korkarız.» diyorlar. Bu da bir mü’min kalbinin, haşyetullâh (Allah korkusu) ile dolu olması hâlidir.

Cenâb-ı Hak da onların bu ihlâs ve hizmetlerine mukâbil: “Onları, o belâlı günden koruruz.”buyurmaktadır.

Bu Fâtıma’nın gönül dünyasını yansıtan ikinci bir misâl de şudur:

Peygamber Efendimiz, Kâbe’nin Rükn-i Yemânî kısmında namaz kılarken, Ebû Cehil geldi. Onu tek başına görünce sevindi ve hemen birisini gönderip taze deve işkembesi getirtti. Peygamber Efendimiz secdedeyken, 70-80 kiloluk o deve işkembesini üzerine boşalttı. Peygamberimizin, henüz müslüman olmamış amcası Abbas da oradaydı. Müşriklerin şiddetinden korktuğu için hiç ses çıkaramadı.

O sırada oradan geçen ve yaklaşık 9-10 yaşlarında olan Fâtıma vâlidemiz koşarak geldi. Peygamberimizin üzerinden o pislikleri temizlemeye başladı. Bir taraftan da gözlerinden yaşlar boşanıyordu.

Aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz:

“–Ağlama kızım!..” diye onu tesellî ediyordu. (Bkz. Buhârî, Salât 109, Cihâd 98, Cizye 21; Müslim, Cihâd 107)

Akrabâ asabiyetinin bile yetmediği bir korku karşısında, Hazret-i Fâtıma mertti, yiğitti. O, Allah ve Rasûlünü her şeyden üstün tutuyor ve onları, her şeyden çok seviyordu. Bu sebeple Hazret-i Fatıma’ya “Ümm-i Ebîha: Babasının annesi adı verildi.

İkinci Fâtıma’ya gelince, o, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamberin canına kastederek, büyük bir cinayet işlemeye giderken kendisine mânî olup, onu hidâyete sevk eden Fâtıma’dır. O gün bu Fâtıma, öyle bir kalple Kur’ân okumuştur ki, Ömer gibi sert, katı kalpli bir câhiliye insanı eriyip gitmiş, yerine gönlü merhametle dolu, gözleri yaşlı, Hak karşısında iki büklüm olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- gelmişti.

Dolayısıyla, kurslarımızda yetişecek kızlarımızın, bu iki Fâtıma’yı ve emsâllerini örnek almaları pek mühimdir. Her bir kızımız, onlar gibi diğergâm ve cömert olmalı, amelini Allah rızâsı için îfâ etmeli, Kur’ân-ı Kerîm’i de bir kalbî neşe ve derinlikle okumalı ki, arzu edilen ulvî nasipler tecellî etsin ve ilâhî feyiz ve tesirler gönüllerimizi doldursun.

Bu meyânda Hazret-i Âişe vâlidemizi de unutmamak îcap eder. Çünkü o, Peygamber Efendimizin hanımlarının en zekîsiydi. Ashâb-ı kirâm arasındaki yedi müçtehitten birisiydi. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun hakkında:

“–Dîninizin üçte birini Âişe’nin evinden öğrenin! buyurmuşlardır. (Deylemî, II, 165/2828)

Bu itibarla her Müslüman hanımın, Hazret-i Âişe annemizin, Peygamber Efendimiz tarafından methe mazhar olmuş zekâ ve firâsetinden, Cenâb-ı Hakk’ın şahâdetine nâil olmuş iffetinden, hisseler almaya çalışması gerekir.



Yüklə 369,86 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin