DÜNYADAKİ CENNET
HUZURLU AİLE YUVASI
İSLÂM’DA NİKÂH VE ÂİLE
Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insanın diğer varlıklardan imtiyâzıdır.
Efendim, günümüzde evlilikle ilgili birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle insanlar, topluluk hâlinde yaşamaya ve âile kurmaya mecbur mudurlar? Kendi başlarına hayatlarını idâme ettirseler olmaz mı?
Yalnızlık ve teklik Allah’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bütün varlıklar, bu çift olma özellikleri bakımından birbirlerine muhtaçtırlar. Aynı zamanda yaratılmış olmaları yönüyle de yapılarına göre bir noksanlık ve acziyet içindedirler. Yani “mâsivâullah”adı verilen, Allah’tan gayri bütün varlıklar; binbir türlü ihtiyaç içinde hem birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a ebediyyen muhtaçtırlar.
Bunlar arasında bilhassa “insan”, başkasına muhtaç olmak yönünden âdeta en başta gelir. Zira insanın ihtiyaç ve istekleri, diğer varlıklara göre çok daha fazladır. Üstelik bu ihtiyaçlar, sürekli artar ve bir türlü de bitmez. Çünkü insan, devamlı olarak maddî-mânevî rahat içinde yaşamak ister. Sıkıntı, yokluk, ıstırap, çile ve felâketler ona zor gelir. Bu anlarda bilhassa tutunacak bir el, sığınacak bir gönül arar.
Bu itibarla âdemoğlu, “üns” veya “ünsiyet” yani “ülfet ve dostluk” kelimelerinden türetilmiş olan “insan” kelimesiyle isimlendirilmiştir. Bu bile onun başka varlıklar ve özellikle kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu muhtaçlık, insanın en birinci özelliğidir ve insan, âdeta bu özelliği ile tanıtılır.
Bu gerçeğin en bâriz bir şekilde ortaya çıktığı durum, kadın-erkek beraberliğidir. Bu husus, nesillerin devamını sağlamak bakımından vazgeçilmez bir zarûret, hattâ şarttır.
Onun için bu zarûret, diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerimede bu hususa temas edilir:
“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)
“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilme-dikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsin: 36)
“Ve sizi çift çift yarattık.” (Nebe: 8)
Bu âyetlerde zikredilen çift yaratılma keyfiyeti, aynı varlıktan iki adet şeklinde değil, yukarıda zikredildiği gibi her şeyin “erkek-dişi” veyahut da “eksi-artı” olarak yaratıl-masıdır. Aksi hâlde bunlardan birinin yaratılışı fuzûlî bulunur ve böyle bir gereksizlik de Cenâb-ı Hakk’ın “müteâl”yani “bütün kemâl sıfatlarının sahibi” mânâsındaki yüce sıfatına ters düşerdi. Kısacası o çift çift yaratmış, ancak her şeyiyle birbirine benzer şekilde hiçbir ikiz yaratmamıştır. Tek yumurta ikizlerinin de iç dünyalarından parmak uçlarına ve gözlerine kadar birbirinden farklı o kadar yönleri vardır ki…
Hâsılı Allah Teâlâ, varlıkları çift çift yaratmış ve aralarına da birbirlerine yakınlık kurmaları için cezbetme ve cezbedilme kanunu koymuştur. Böylece onların maddî ve mânevî kemâlini, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır.
Bu hakîkat etrafında bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, özü itibarıyla neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbetteki bu değildir. Çünkü kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükûn ve âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir. Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullah” ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile… Bu, Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuktur…
Yani bu yolculuk için -tabir caizse- Leylâ şarttır. Çünkü muhabbetullah ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet teşkil eder. Zira muhabbet, nefsânî arzularla başlamış olsa bile onu aşmadıkça “aşk” hâline gelmez. Aşk, sevilenler üzerindeki ilâhî tecellîlerin birbirini çekmesinin adıdır.
Bu çekim kuvvetinin merkezi olan kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler vesîlesiyle âdeta sevdâ antrenmanları (temrinleri) yapar ve böylece muhabbetullaha hazır hâle gelir, Allah’ı sevme kâbiliyeti kıvam kazanır. Âilenin tabiî meyvesi olan evlât ile bu kâbiliyet daha da olgunlaşır, liyâkate döner.
İşte bu liyâkat ile muhabbetullahın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca aklî ve nefsânî arzu, heves ve temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl etmemektedir. Dolayısıyla böylesi kurulan yuvalarda, evlilikten beklenilen mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller lâyıkıyla istifade edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle nefsânî iştihaların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.
Olgunlaşmaya ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler, ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir. Nasıl ki, bir şeyin tamamı elde edilemese de elde edilebilecek tarafından vazgeçilmez, aynı şekilde herkes gücü nispetinde bu ideal vasıfları temin etmekten geri kalmamalıdır. Ancak bu sayede evlilik vesîlesiyle arzu edilen huzur, sekînet ve olgunluğa ulaşılabilir.
Bununla birlikte az evvel ifade ettiğimiz, insanoğlunun muhabbetullâha kâbiliyet ve liyâkat kazanmasında kadın ve erkek arasındaki bağlılık, tek ve yegâne sebep değildir. Böyle olsa bekârlar, olgunlaşma ve mânevî ilerleme yönünde hiçbir netice elde edemeyip yerlerinde sayarlardı. Hâlbuki onlar arasında Kur’ân-ı Kerim’in methettiği Hazret-i Meryem2 ve Hazret-i İsa gibi nice sâlih ve sâliha insanlar vardır. Bu hâl, herkesin yaratılış itibariyle yapısındaki sermayesinin bir olmadığını ve kendisine tesir eden dış şartların da aynı olmadığını gösterir. Yani ilâhî kader programı çerçevesinde kazancı büyük bir imtihan olarak dünya şartlarında, kimileri için kısmet ve nasip yolu kapalıdır, kimileri için de evliliğe mâni bazı hâller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir. Kimileri için de evlilik büyük bir hüsran ve ıstırap olmuştur. Cenâb-ı Hak, sabretmeleri hâlinde böyle kullarına bazı kâbiliyetler ihsan eder ve bu kâbiliyetler yardımıyla da evlilik ile gerçekleşmesi gereken faydalar, belki de fazlasıyla temin edilmiş olur. Nitekim bekâr olduğu hâlde kimileri, bu olgunluk ve mânen yükselmek mektebini, hayvan ve bitkilere gösterdiği aşırı muhabbetle tamamlamıştır; kimileri de musîbet, iptilâ, keder ve sıkıntılara karşı sabır ve tahammül göstererek yücelik basamaklarını tek tek aşmıştır. Meselâ asr-ı saâdet döneminde evlenmeye imkânı olmayan ashâb-ı soffa da, ilim ve irfan hizmetiyle olgunluğun zirvesine ulaşmışlardır. Tabiî bütün bu durumlar, özel ve istisnâî hâllerdir. Genel ve şart olan gerçek, insanoğlunun mutlaka nikâh akdiyle bir evlilik yaparak kendisine sıcak bir âile yuvası kurmasıdır.
Şurası bir hakîkattir ki, muhabbet ve sevginin yansımadığı bir kalp, uzun zaman ekim-dikim yapılmayıp boş bırakılmış, yani terkedilmiş bir toprak gibidir. Kadın-erkek arasındaki alâka ve münasebet, bu toprağı işleyecektir. Tabiî ki, bu, nefsânî arzular ile değil, onları bertaraf ederek olmalıdır. Yani bu alâkanın yönü, ilâhî aşka dönük olmak mecburiyetindedir. Çünkü kadın ve erkek arasındaki muhabbet, ancak ilâhî özelliğe dönüştüğü an, gönüller muhabbetullaha yükselir. Böyle bir kıvamda evlât nasip olursa, bu da kalbin muhabbetullah yolunda ikinci merhalesini oluşturur. Ondan sonra eş-dost, üstad vs. gelir. Böylece kalp, merhale merhale, adım adım ilerleyerek en yüce gâye olan muhabbetullah ile bütünleşir, yoğrulur ve Hakk’ın sevdiği bahtiyarlar arasında dâhil olur. İşte bu netice, insanoğlunun yaratılış gâyesinin zirvesidir.
Kısacası kadın-erkek beraberliğinin dînî ve içtimâî adı olan âile, işte böyle ulvî bir gâyenin gerçekleşmesi için yaratılışımıza konmuş bir hakîkat ve ihtiyaçtır. Bu gâye gerçekleştikçe âile ağacı, dal verir ve muazzamlaşır. Güzel ve tatlı meyveler verir. Toplumda arzu edilen huzur, sükûn, içtimâî nizâm ve düzen de bu meyvelerden birkaçıdır.
Bu itibarla toplumun medenî seviyeye kavuşması ve yuvaların ilâhî bir neşe ve saâdetle dolması için en önemli hususların başında huzurlu bir âile ortamı gelir. Onun için âile kurulurken erkek ve kadın, birbirlerine Allah adına söz verirler. Bu söz, kendilerinin yaratılış gâyeleri yönünde bir muhabbeti gerçekleştirmek niyet ve gayretidir. Bu niyet ve gayreti besleyecek olan da, hiç şüphesiz ki, karşılıklı saygı, güven ve samimiyettir.
İslâm, “âile”ye nasıl bakar?
Yukarıda saydığımız göz ardı edilemez hususlar itibarıyla İslâm, âileye çok büyük bir ehemmiyet atfeder. Buna göre âileler, cemiyetin tohumları mesâbesindedir. Nitekim tarihî bir gerçektir ki; sağlam temeller üzerine inşâ edilen âileler, toplum yapısını koruyup güzelleştirirken; birbirlerine rûhî bakımdan küfüv, yani denk olmayan eşler ve bozuk münâsebetlerle veya yanlış şekilde kurulmuş yuvalar toplumu çökertir.
Bu açıdan İslâm, koyduğu muhabbet ve hak ölçüleri itibarıyla mesut ve dengeli bir âile yapısı tesis eder. Yani âile ile, huzur ve saâdeti hedefler. Öyle ki:
“Kişinin cenneti evidir…” buyrulmuştur.
Gerçekten ilâhî ölçülerle kurulmuş bir yuva dünya şartları içerisinde âdeta cennettir. Böyle bir yüksek anlayış ve yapı ise, elbette yüksek ölçü ve muhabbet üzerine meşrû temeller ile mümkün olacağından İslâm, işe nikâh gibi ulvî bir “ahitleşme/karşılıklı söz verme” ile başlar. Yani her iki tarafın Allah huzurunda birbirlerine Allah adına belirli sözleri vermelerini şart koşar. Eskilerin ifadesiyle: “Nikâhta kerâmet vardır.” denilmesi, mesut ve huzurlu bir âilenin tesisinde nikâhın ehemmiyetini ve kazandırdığı faydaları göstermektedir. Çünkü amellerin değeri niyetlere göredir.
Böyle bir ulvî niyet ortaya konulmadan gerçekleşen nikâh dışı beraberlikler, insanın yaratılış gâyesine ters düştüğü için, onun neticesi de tam bir hüsran ve çöküşten ibaret olur. Gerek âile yapısı bakımından, gerek millet bakımından bu böyledir. Bunun içindir ki, nikâh dışı beraberlikler, dînen reddedilmiş ve Hak katında cezâsı son derece ağır, çok tehlikeli büyük bir günah olarak haram kılınmıştır.
Ehemmiyetine binâen, nikâh mevzûunu biraz daha îzah edebilir misiniz?
Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullah’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan imtiyâzı, yani üstünlüğüdür.
Nikâhın iki erkek şâhitle gerçekleşmesi, kadın-erkek beraberliğinin içtimâîleşmekte (sosyalleşmekte) temel bir unsur olması sebebiyle herkese duyurmak içindir. Çünkü o beraberliğin başkalarınca da bilinmesine ihtiyaç vardır. Herhangi bir niyetin ortaya konması, her zaman şâhitlere muhtaç değildir. Ancak evlilikte şâhitlerin şart koşulması, nikâh akdinin cemiyetin bütününe yönelik bir kabullenişi gerçekleştirmek içindir. Çünkü bekâr olarak bilinen kız veya erkeğe her zaman yeni talepler olması mümkündür. Fakat nikâh akdi ile îlan edilmiş ve duyurulmuş bir evlilikten sonra artık o kıza ve erkeğe muhtemel talepler bitirilmiş, böylece eşleri sadece birbirine ait kılan sıhhatli bir âile yuvasının temeli atılmış olur. Bunun için bir bakıma iki şâhitle yetinilmez de düğün-dernek yapılarak bütün bir toplum nikâh akdine şâhit hâle getirilir. Dolayısıyla düğünler, huzurlu bir yuva kurmanın memnuniyetini paylaşmakla beraber aynı zamanda nikâh akdini herkese îlan edip duyurmak maksadından doğmuştur.
Hâsılı bütün özellikleriyle nikâh, insan yaratılışındaki üstün yapı ve haysiyeti korumak yönünde bize emredilmiş ilâhî bir kanundur. Dolayısıyla İslâm’a göre nikâh; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, âilenin muhafazası, insanlık haysiyetinin korunması bakımın-dan muazzam ve vazgeçilmez bir âile temelidir.
İslâm bu temele öylesine ehemmiyet verir ki, ona suikastta bulunan çürük ve sefil münasebetleri tamamen reddeder. Bu itibarla nikâh dışı rezaletlerin en kötüsü olan “zina” fiilini, en ağır bir haram olarak yasaklar. Zira o çirkin hâl; nikâhın zarâfetine, güzelliğine ve meşrûiyetine çılgınca bir saldırış; bir nesli yok edici en acımasız bir cinayettir. Nikâh gibi bir saâdet ve huzur dünyasını, fuhşun murdarlığına değiştirmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz.
Fazîletli bir millet ve memleketin sokakları rezalet manzaralarına tahsis edilemez. Meydanlar ahlâksızlığın harman olduğu yerler değildir.
Unutulmamalı ki, bir milleti ayakta tutan en temel unsur, dînî ve ahlâkî yapıdır. Bu ahlâkî yapıyı oluşturup korumakta en tesirli yol da, nikâhtır. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması hususunda ümmetini îkaz ederek:
“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 32) buyururlar.
Dolayısıyla nikâha külfet, yani fazladan zorluk ve yük getiren başlık parası, süt hakkı, yüz görümlülüğü ve benzeri âdetler, tamamen bâtıl uygulamalardır ki, bunların hepsi câhiliye devri kalıntılarıdır.
Cenâb-ı Hak, kulunun iffetli ve huzurlu yaşamasını arzu eder. İffeti en güzel temin eden şey evliliktir. Cemiyet içerisinde evlenmeye gücü yetenlerin evlenmesi gerektiği gibi, evlenmeye gücü yetmeyenlerin de evlendirilmesi İslâm toplumuna yüklenmiş ilâhî bir vazifedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu)geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr Sûresi, 32)
Osmanlılarda, bu hayırlı hizmet için hususî vakıflar kurulmuştur. Çünkü toplumun düzen ve ahlâkı, fertlerin iffetli ve huzurlu yaşamasına bağlıdır.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:
“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”
Çünkü Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan âile hayatı, Allah’ın takdîr ettiği izdivaç kanunu ile Âdemoğullarına intikâl etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Gerçekten İslâm dîni, koyduğu kâidelerle âile hayatına cennet huzûru ve dâimî bir baharın rahmet semâsı olmuştur. Bu saâdete nâil olabilmek için, nikâh ve izdivaç kanunu ile birer Âdem ve Havvâ manzarası sergilemek, onlar gibi Allah muhabbeti ve takvâ yolunda kaynaşmak ve âdeta tek can ve tek nabız hâline gelebilmek zarûrîdir.
Nikâh ile iki yabancı kişinin hayret verici şekilde kaynaşmasında, akılları dehşet içinde bırakacak ince dersler ve hikmetler gizlidir. Ana-baba ocağından ayrılan iki yabancı gencin, Allah’ın, aralarına lütfettiği muhabbet ve merhametle birbirlerine gönüllerini bağlaması, hattâ ayrıldıkları ana-baba yuvasını gölgede bırakacak samimî bir sıcaklık ve câzibe içinde yaşamaları, ne ulvî bir hikmet tecellîsidir. Üzerinde derin derin tefekkür edilecek ne kudsî bir derstir.
Cenâb-ı Hak, nikâhı ümmet-i Muhammed üzerine bereket vesîlesi kılmış; kitap ve sünnet gölgesi altındaki bir izdivacı hayatın dünyada saâdet cenneti kılmıştır.
İnsanlığa vakarlı ve şerefli bir hayat yaşatmak isteyen İslâm dini, kadına en yüksek değeri vermiş ve onun ihmalinden doğacak zararlara işaret etmiştir. Kadın, âilenin saâdet ve huzur tavanına asılmış billur bir kandil gibidir. Nikâhın feyz ve nuru ile toplumu aydınlatır. Âilenin iffet ve nâmusunu korur. Günah girdabı ve erozyonlarına karşı âilenin tabir yerindeyse bir paratoneri olmalıdır. Aksi hâlde nesiller zâyî olur, insan enkazı hâline gelir. Neslin zâyî olması ise akrabalığın ilgâ ve iptaline ve bu da nihayet toplumun çöküşüne kadar gider. Bu takdirde fitne, akrepleşir. Zarif ve ince duygular biter. Rezalet ve huzursuzluklar tuğyân eder. Bunlar da bir toplum için batış alâmetleri ve felâket alarmlarıdır.
Kadınların saâdeti, hanımefendi olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler de objektif (âfâkî) şekilde değerlendirilmelidir. Yani cemiyetin ihtiyaçları ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır. Birtakım boş heves ve mazeretlerle çiğnenen sınırlar, sadece kendimizi aldatmaca ve kandırmacadır ki, neticeleri hep hüsrana çıkmıştır. Nice hanım kızlarımız, bu şekilde âhir zamanın gaflet girdâbında kaybolup gitmiştir. Rezaletin üstüne örtülmüş yaldızlara kanan nice gözler, ilâhî hakîkatlere âmâ olmuş ve kendi saâdetine kıymıştır.
Bilinmelidir ki, İslâm nazarında hanımlar, nikâhın billur âvizesi içinde parıl parıl ışık saçan birer hayat iksiridir. Kadının, ahlâkî, içtimâî ve millî hüviyet ve ihtişamı, ancak nikâhın ruhâniyeti içinde yaşamasındadır. Kadın, nikâhla kurulan yuva sayesinde yepyeni bir dünyaya girer. Belki daha önce hiç tanımadığı, tamamen meçhulü olan bir bey ve onun âile efradıyla bir arada yaşamaya başlar. Ancak Allah’ın evliliğe lütfettiği ayrı bir hususiyet vardır ki, nikâh sayesinde bir araya gelen çift, daha önce iki yabancı insan iken bir anda dünyanın birbirine en yakın iki insanı olurlar. Kurdukları yuva da, çoğu kere ayrıldıkları baba ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Nitekim Rabbimiz:
“Onun varlığının ve birliğinin delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (Rum, 21) buyurmaktadır.
Öyleyse âiledeki saâdet için yegâne hâkim unsur, eşler arasındaki muhabbet, samîmiyet ve şefkat olmalıdır.
Her yuvada bu saâdeti yakalamak mümkün olmuyor. O hâlde bu saâdet ve huzura ulaşmak büyük bir nîmet olsa gerek… Bunun için nelere dikkat etmelidir?
Böyle huzurlu bir yuva tesis etmek için eş seçmede İslâm’ın koyduğu kâidelere hassâsiyetle riâyet etmek birinci şarttır. Bu kâidelerin özü de şudur: Evlenecek kimseler, eşlerini; güzellik, zenginlik gibi geçici ve nefse hoş gelen sebeplerle tercih etmemeliler. Ancak îman ve ahlâk gibi temel mânevî vasıflara ağırlık vererek bir tercihte bulunmalılar. Bu hususta Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Kadın dört şeyi, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindâr olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..” (Buhârî, Nikâh, VI. 123; Müslim, Radâ, 53)
Yuvayı yapanın dişi kuş olduğu gerçeğinden hareketle evlenilecek bir hanımda aranması gereken hususu işaret eden bu hadîs-i şerîf, evlenilecek bir erkekte aranması îcap eden hususu da içinde barındırmaktadır. Çünkü her mü’min için takvâdan sonra en kıymetli nasip, evlendiği kimsenin amel-i sâlih/güzel amel sahibi olmasıdır. Sâlih erkek, huzur sarayının sarsılmaz direği; sâliha kadın da, saâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır. Bu hakîkat hadîs-i şerîfte şöyle ifade buyurulur:
“Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir.”
Bir de âileler arasındaki küfüv, yani denklik mutlaka dikkate alınmalıdır. Bu denklik; zenginlik, görgü ve kültür beraberliği gibi çeşitli unsurlara bakılarak tayin edilmelidir.
Bundan sonrası irade ve olgunluğa bağlıdır. Olgunluk, îman ve amel mükemmelliği; irade ise, İslâmî emir ve yasaklara sarılmakla gerçekleşir.
İçerisinde Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet edilen huzurlu bir âile yuvası, dünya saâdetinin temeli ve Rabbimizin en büyük ihsânlarından birisidir. Bu nîmet ve saâdetin devamı, iki tarafın ruhâniyet iklimi içerisinde yaşamasındadır ki, bu da karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa bağlıdır.
Günümüzde âilenin erozyona uğramasının en mühim sebeplerinin başında “kadının erkekleşmesi, erkeğin de kadınlaşması” gelir. Allah Teâlâ kadına ayrı, erkeğe ayrı hususiyetler lütfetmiştir. Bunlar her ikisinin toplum içindeki vazifelerinin lâyıkıyla yapmalarına göre şekillenmiştir. Vücut yapısından rûhî özelliklerine kadar bütün yaratılış hususiyetleri, erkek ve kadında Allah’ın onlara yüklediği mes’uliyetlere (sorumluluklara) göre şekillenmiştir. Bu durum, âilenin geçimini teminle vazifeli kılınan erkekte rûhî sağlamlık, dayanıklılık ve bedenî özellikler etrafında ortaya çıkmıştır. Bu da, erkeğin, âilede reis olmasını ve o âile için hayat mücâdelesi vererek geçimini sağlaması yolunda mes’uliyetini gerektirir.
Kadın, âilenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Tutulsaydı, bu, onun hakkında bir eziyet ve meşakkat olurdu. Çünkü yaratılışı, rûhî ve bedenî olarak hayat mücâdelesine göre değildir. Ona öncelikle, bu beraberlikten hâsıl olacak çocukların doğumu ve doğumundan itibaren âcizlik devrelerinde bakılıp korunmaları gibi hissîliği gerektiren ilâhî bir vazife yüklenmiştir. Ancak imkân ve şartlar elveriyorsa, yaratılışına uygun, meşrû ve kadınlığa ait bir hizmet mesleğinde çalışabilir. Kız Kur’ân kursu hocahanımlığı ve emsâlleri gibi…
Bütün bu ilâhî tayin eseri olan yaratılış özellikleri, kadın ve erkeğe ayrı ve birbirini tamamlayan bir hüviyet kazandırır ki, eşler bu özelliklerin dışına taştığı zaman âile saâdeti zaafa uğrar.
Bir de şu hususu söylemek lâzım: Âiledeki erkek otoritesi, “tahakküm” (kaba kuvvetle hüküm sürme) ve kadının itaati de “esaret” şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu roller, İslâm’ın hassas bir şekilde tayin ettiği ölçüler içinde gerçekleşirse âilede “zâlim” de olmaz, “mazlum” da…
Kadının iffet ve itaat dâiresinden çıkarak kocasına zulmetmesi, buna mukâbil kocanın ise otoritesini nefsânî arzuları uğruna kullanması, âile yuvasını tahrip eder. Ancak dış dünyada hayat mücâdelesine memur olan erkek, zaman zaman birtakım gerginliklere mâruz kalabilir. Böyle anlarda onun, evinde hanımından kendisini teskin edici şefkatli ve muhabbetli bir itaat görmesi, hem hakkı ve hem de bir ihtiyacıdır. Aynı şekilde akşama kadar evinde kocasını bekleyen bir kadının da, kocasından gerekli ilgi ve alâkayı görmesi, en tabiî hakkı ve ihtiyacıdır. Bundan dolayıdır ki, âilede herkes, Allah’ın tayin etmiş olduğu hak ve mes’uliyetlerini bilmelidir. Âile içinde erkek merhametli, hakşinâs; kadın ise itaatkâr ve saygılı olmalıdır.
Hâsılı bir yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne kâide, karşılıklı sevgi ve saygıdır. Ama unutmamalıdır ki, ecdâdımız: “Yuvayı dişi kuş yapar” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak hususunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arzeder. Çünkü Cenâb-ı Hak, anneye bu yönde erkekten daha üstün bir liyâkat ve hissiyat bahşetmiştir.
Bu itibarla İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, Târık Sûresi’nin 7. âyetinde geçen «et-terâib» kelimesini açıklarken şunları söyler:
“Bir yavru sele düşse, ne kadar tehlikeli olursa olsun anne de kendisini selin içine atar ve yavrusunu kurtarmak için canını ortaya koyarak çırpınır. Ancak baba böyle bir davranış sergileyemez. O yavrudan ümit kesilmişse, üzüntü ile sadece sel kenarında ağlar.”
Tabiî ki, böyle bir kıvam, yaratılışındaki yüce kâbiliyetleri kaybetmemiş anneler içindir. Yoksa cami ve mezarlık kenarına yavrularını terk eden vicdansız, ruhsuz ve gaddar anneler de mevcuttur. Lâkin bunlar, yaratılışlarındaki üstün meziyetleri yok etmiş, öldürmüş, harâbe ruhlardır.
Normal şartlarda annelik duygusu, bir evlâda ve yavruya hiçbir şekilde kıyamaz. Bu yüksek duygu, hayvanlarda bile şâhit olunan bir ilâhî gerçektir. Nitekim bir belgesel çekiminde tespit edilen şu ibretli misâl, bu gerçeğin pürüzsüz bir tecellîsidir:
Kenya Samburu Doğal Park’ta 21 Aralık 2001 ile 1-2 Ocak 2002 tarihleri arasında bir anne arslan ile bir geyik yavrusu hayret verici derecede anne-yavru alâkası içerisinde olurlar. Yavru geyik kameralara ilk yansıdığında göbek bağı bile üzerindedir. Anne arslan ona acımış ve kendisini âdeta evlât edinmiş gibidir. Yavru geyik de anne arslanın sıcak alâkasından dolayı ondan ayrılmaz. Süt ememediği için yaprak yemeye çalışır. Anne arslan, onun geyik yavrusu olduğunun farkındadır, çünkü onu hiç et ile beslemeye kalkmaz. Hattâ bu zaman zarfında zayıflamasına rağmen ava da çıkmaz. Buna rağmen her ikisi de sıhhatlidir. Yani yavru geyik, anne sütü emmemesine ve anne arslan da ava çıkmamasına rağmen zayıf düşseler de canlılıkları yerindedir.
Bu sıralarda yavrusunu arayan anne geyik çıkagelir. Yavrusunu arslanın himâyesinde görünce şaşırır. Yaklaşamaz. Fakat oradan da ayrılmaz. Uzaktan sesler çıkararak yavrusu ile anlaşır. Böylece yavru geyikle alâka kurar. Hattâ beraber otlarlar. Ancak bu, anne arslanın kontrol ve denetiminde gerçekleşir. Çünkü o, yavru geyiği tamamen sahiplenmiştir ve alışmıştır. Bunun için onun kendisinden ayrılmasına râzı olmaz, ancak asıl annesi ile dolaşmalarına da fazla uzağa gitmedikleri müddetçe ses çıkarmaz. Fakat yavru geyik fazla açılırsa müdahale eder. Çünkü yavru geyiği çok sevmektedir. Öyle ki, onu diliyle okşamakta, kulağını yalamakta, yanaklarını başına sürerek oynamaktadır. Ama nihayette anne arslanın, yavrucağın annesine ait olduğu hissi içinde ağır basmış olacak ki, sonunda yavru geyikle vedâlaşır. Onu koklar, okşar, derisini derisine sürter ve âdeta mahzun bir şekilde ayrılır. Fakat ilâhî takdir, annesiyle başbaşa kalan geyik yavrusunu çok geçmeden erkek arslan fark eder. Hemen o zayıf ve korumasız yavrucağı avlar. Durumu gören anne arslan, son derece müteessir olmuştur. Geyik yavrusunun öldüğü yerde kanını koklayıp koklayıp başını büker. Âdeta içine doğru gözyaşı döker.
Kameralara yansıyan bu hâdise ne kadar hayret verici ilâhî bir misâldir. Annelik özelliğinin ne kadar üstün bir derecede sergilenmesidir, hem de yaratılışları birbirine düşman iki hayvan arasında. İşte bu Cenâb-ı Hakk’ın yüce âyetlerinden birisidir. Annelik hususunda tecellî eden ilâhî bir mûcizedir.
Burada bizlere büyük hikmet ve ibretler vardır. Yani anne, bedenî özellikleri itibarıyla değil, rûhen üstün özellikleri ile annedir. Eğer bir kadın bunlara, dolayısıyla kadınlığına, anneliğine vedâ ederse, artık o bir şefkat âbidesi değil duygusuz bir avcı kesilir. Nice yavruları mahveder. Onun için kadınlar, annelik hazinesini hiç kayıp vermeden, diğer mahlûkattan daha üst seviyede muhafaza etmeliler. Çünkü diğer mahlûkat için âhiret âleminde yavrularıyla karşılaşıp hesaba çekilmek yoktur. Ancak insanlar için vardır. Yani insanlar için evlâtları mahşer gününde ya hayır olarak ya da şer olarak karşısına çıkacaktır. Bu bakımdan yavrulara gösterilecek en şefkatli ve üstün annelik, onları cehennem ateşinden koruyacak şekilde yetiştirmek ve cennete vesîle kılacak bir yaşayış kıvamı kazandırmaktır. Bunun için dînî eğitim, güzel edep, yani ahlâkî terbiye ve kulluk şuuru, verilmesi gerekenlerin en başında gelir.
Efendim, toplumumuzda evlenecek şahıslar, nişanlılık denilen bir devre geçiriyorlar. Bu esnâda birçok problemler yaşanıyor. Nişanlılık devresinde iki tarafın; gezme, birbiriyle konuşma vs. gibi mevzûlarda dikkat edeceği hususlar nelerdir?
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız, âilenin sıhhatli ve sarsılmaz bir yapıda kurulması hususudur. Dolayısıyla âileyi düzgün ve doğru temeller üzerine kurmak, sadece nişanlılık devresi değil, baştan sona her safhada ilâhî ölçü ve denge içerisinde hareket etmeye bağlıdır. Ancak maalesef zamanımızda birtakım kimseler, nişanlılık devrelerinde, sanki evlilik gerçekleşmiş gibi davrandığından birçok hatâlar ve tıkanmalar, tamir edilemez gönül yaralanmaları meydana gelmektedir.
İfade etmelidir ki, söz kesme ve nişan safhası, iki tarafın birbirine evlilik yolunda karar verip anlaşmasından ibarettir. Yani bu safha, nikâh safhası gibi değildir. İki taraf da henüz birbirine mahremdir, yani aralarından haram duvarı kalkmış değildir. Dolayısıyla bu haram sınırına ve helâl hududuna dikkat etmek gerekir.
Kısacası birbiriyle nişanlı olup da nikâhı kıyılmamış iki tarafın, tenha yerlerde başbaşa bulunmaları, lüzumundan fazla konuşmaları ve beraberlikleri aslâ uygun değildir. Böyle hâllerin günümüzde sayısız tahribatlarına hepimiz şâhit oluyoruz.
Bu hususta İbn-i Abbas’ın şu rivâyetini hatırlatmak isterim:
Cenâb-ı Hak, Havvâ vâlidemizi, Hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden yarattı. Âdem -aleyhisselâm- o esnâda uyumaktaydı. Uyanıp yanında bir filiz gibi Havvâ’yı görünce, kalbi ona aktı ve elini uzattı. Melekler haykırdı:
“–Yâ Âdem, dokunma ona!.. Henüz nikâhın kıyılmadı!..”
Bundan sonra Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın nikâhları kıyıldı. Mehrin şartı da, üç kere Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salevât-ı şerîfe getirilmesi olarak gerçekleşti.
Bu, Allah huzurunda ve Muhammedî hakîkat önünde ilk nikâhın başlangıcı oldu.
Böylece nikâh, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salevât ile ulvî bir mânâ kazandı. Rahmet, bereket ve feyiz tecellîleri ile doldu.
Efendim, düğün yapmak hakkında ne söylemek istersiniz?
Evlilikte düğün, dostlar ve âile yakınlarıyla mürüvvet ve mutluluk paylaşmaya vesîledir. Aynı zamanda nikâhtaki îlan edip duyurma prensibini herkesi içine alacak şekilde gerçekleştirmek içindir. Bir de insan neslinin devamı için yuva kurulması gibi hayâtî derecede mühim olan bir hususu, neşe ve sevinç vesîlesi hâline getirmek de güzel bir maksattır. Bu da yaratılışımızın bir îcâbıdır.
Ancak şunu belirtmeli ki, düğünleri âileler için bir yıkım vesîlesi olacak tarzda israf ile gerçekleştirmek, İslâm’ın aslâ kabul etmeyeceği bir iştir. İslâm ki, gürül gürül akan bir nehir suyunda abdest alanlara bile su israfına dikkat etmelerini emretmekte ve tutumlu davranmanın alışkanlık hâline gelmesini istemektedir. Dolayısıyla taraflar zengin bile olsalar, içinde yaşadıkları toplumdaki mağdur ve mahrumları da düşünerek orta yollu hareket etmelidirler. Zamanımızda birçok zenginlerin yaptığı gibi düğünleri ihtişam ve zenginlik gösterisine dönüştürmek, bir israf çılgınlığının ve bu da, İslâm’ın iyi hazmedilememiş olmasının bir göstergesidir.
Gerçekten düğünler, zarâfet ve nezâket içinde olmalıdır. Her türlü israf, gösteriş ve şatafattan uzak durulmalı, herkes maddî durumuna göre mütevâzı bir merâsim yapmalıdır. Maddî güç gösterisi gibi hâller, düğünlerin maksat ve rûhâniyetini yıpratır.
Hele ilâhî ölçülere aykırı düşen birtakım yanlış hareketler ve âdetlerle evlilik gibi mübârek yola kötü bir başlangıç ile adım atmak, cehâlet ve hüsrana sapmaktır. Ancak yüce Allah’ın hükümlerine bağlı ve ahlâk kâidelerine uygun nikâh meclisleri ve cemiyetleri, mübârektir ve duâların kabul olacağı mekânlardır.
Ancak kadın-erkek karışımı olmamak kaydıyla, yani kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi aralarında yapacağı helâl olan eğlencelere cevaz verilmiştir.
Diğer taraftan verilecek velîmeye, yani bir cennet yemeği vasfında değerlendirilen ve mühim bir sünnet-i seniyye olan düğün yemeğine, garip ve kimsesizler de çağırılmalıdır. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bu hususta şöyle îkazda bulunur:
“Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh 107. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikâh 25)
Bilmeli ki, ümmete zayıfların duâsı sebebiyle yardım edilmektedir. Dolayısıyla garip ve fakirler velîme yemeğine bilhassa dâvet etmelidir. Hatırlamalı ki, Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş:
“–Yâ Rabbî! Seni nerede arayayım?” diye sormuştu.
Allah Teâlâ da ona:
“–Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Çünkü gönlü yaralı ve garip kimselerin niyazları Allah katında makbuldür. Onun için onların duâlarını almaya ve özellikle de evlilik gibi âile temellerinin atıldığı mühim anlarda daha ziyâde dikkat etmelidir. Ayrıca sâlih ve sâliha kimselerden hayır duâ almak da ihmal edilmemelidir.
Efendim, genç evli erkek ve hanımların âile yuvasının sıhhati açısından dikkat edeceği hususlar nelerdir?
İyi bilmek gerekir ki, milletler; erkekleri ile yükselir, fakat kadın da bu yükselişi tamamlar. Erkeksiz ilerleme olamayacağı gibi, kadınsız da ilerleme ve yükseliş olmaz, olsa da noksan kalır. Bu irtibat dolayısıyladır ki, âilede huzursuz olan bir erkek, çoğu kere işinde de başarılı olamaz. Onun için diyebiliriz ki, memleket, kadının olgunluğu ve yetişmişliği sayesinde yükselir. Tabiî bunun tersi de aynı şekildedir. Yani memleket ve millet, kadının alçalması neticesinde de değerini ve gücünü yitirir. Tarih sayfaları, bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur. İşte bunun için sıhhatli âile yapılarına ihtiyaç, kaçınılmazdır. Nitekim;
İnsan yaratılışı itibarıyla mükemmel bir varlıktır. Ancak bu mükemmelliği yansıtacak şahsiyet ve kimliği ise, sıhhatli bir âile yuvasında ortaya çıkar. Dolayısıyla insan için âile yuvası, ihsân duygusunu gerçekleştirici hâl ve davranışların en sıcak bir eğitim kucağı olmalıdır. Böyle olursa gönüller, mânevî bir seviye ve rûhâniyet kazanır. Peygamberler ve velîlerin âile hayatından hisseler alır. Bu çerçevede;
Âile saâdeti, iki tarafın, karşılıklı haklarına saygılı olmaları ve bu saygıyı muhabbetle perçinlemelerine bağlıdır.
Âile saâdetinin gerçekleşmesi hususunda âyetteki «ittekû/Allah’tan korkunuz!» ifadelerinin kastettiği «takvâ» pınarından nasip alabilmek çok mühimdir. Yer-gök şâhittir ki, şu dünya, kadın hukûkuna riâyetin bereketiyle cennet, riâyetsizliğin kötü âkıbetiyle cehennem hâline dönmüştür. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhü Aleyhi Ve Sellem- Efendimiz, kadın hakları hususunda vedâ hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz!” (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, X. 398)
Bu itibarla hanımları; sâlih bir nesil için evlâtlarının ahlâkî yapıları ile meşguliyetten koparmak, yüce yaratılışlarına zıt işlere yönlendirmek, ne mantık ve iz’âna, ne de îmana sığar. Sığmaz, çünkü âiledeki huzûr ve saâdet, ancak ve ancak kadındaki ve erkekteki özellik ve kâbiliyetlerin yerli yerince kullanılması ve korunmasıyla elde edilebilecek bir nasiptir.
İşte bu nasibe nâil olmak için yapılan evlilik, İslâm’ın, üzerinde çok hassas şekilde durduğu bir yapıdır. Onun hem maddî, hem de mânevî olmak üzere iki yönü vardır. Dolayısıyla âile yuvasını iki yönlü olarak kurabilmek için son derece ciddiyet ve dikkat sahibi olmak şarttır. Aksi hâlde evlilik basit bir beraberlikmiş gibi anlaşılabilir. Böyle sığ anlayışlarla kurulan âile yuvaları da, maalesef yersiz boşanmalarla neticelenmektedir. Gerçekten de dînî ve ahlâkî duygularla birleşmeyen eşlerin sonu ya ayrılıklar veya mezara kadar uzanan ıstıraplar zinciri olmaktadır. Elbette ki, bu, hiç de arzu edilen bir netice değildir. Bunun içindir ki, boşanmalar, Arş-ı âlâyı titreten bir hâdise olarak değerlendirilmiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Evleniniz, boşanmayınız!.. Zira boşanma dolayısıyla Arş titrer…” (Ali el-Müttakî, IX, 1161/ 27874)
Hele zevk ve eğlence için kadın boşamak; hesabı da, azâbı da büyük bir suç ve zulümdür ki, aslâ helâl değildir. Bu, Hakk’ın kesinlikle affetmeyeceği kul hakkına girmek, kendi kendini helâk ve hüsrana sürüklemektir.
Böylesine keyfî ve düşüncesizce yapılan evlilikler ve bunun ardından gelen kaçınılmaz boşanmaların o kadar hazin sonları vardır ki, saymakla bitmez. Bunun en ağır ve kötü yansıması öncelikle çocuklar üzerinde meydana gelir. Ev içinde âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar, sokakların insafına terk edilmiş hâlde yaşarlar. Böyle olunca da evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan bu çocuklar; kısa zamanda sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına düşmektedirler. Bu da, toplumu çökertecek bir fâciâya zemin hazırlamaktadır. Toplum hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonun da tetikleyicisi olmaktadır.
Ancak boşanma ile ilgili olarak bir gerçeği de vurgulamak lâzım tabiî ki. İslâm’a göre nikâh akdi, Katoliklerde olduğu gibi “hiçbir şekilde bozulamayacak ve ömür boyu da çaresiz bir şekilde devam etmesi gerekecek bir akit” değildir. Her anlaşma, o anlaşmayı yapanların eseri olduğundan, bazı mecburiyetler dolayısıyla taraflar arasında yapılacak yeni bir anlaşma ile elbette ki, kaldırılabilir. Bu, İslâm’ın benimsediği bir kâidedir ki, akıl ve mantık da bunu gerektirir. Aksi hâlde yanlış ve isabetsiz bir evlilikte boşanma hakkı olmasa hayat, insana zehir olur. Beraberlikler, esarete dönüşür. Çıkmazlarına çözüm bulamayan çiftler, sonunda çarpık ve sapık bir yaşayışın bataklığına yuvarlanır. İşte bunun içindir ki, İslâm, vazgeçilmez bir gereklilik oluştuğunda boşanmayı helâl kılmış ve bunu da iradeli davranmaya daha müsait olan erkeğe bırakmıştır.
İslâm’a göre boşanma hakkının kâide olarak erkeğe verilmesi, kadınların hissîliği sebebiyledir. Yoksa nikâhta şart koşulduğu takdirde kadının da aynı hakka sahip bulunmasına hiçbir engel yoktur. Buna tefvîz-i talâk denilir. Ayrıca böyle bir şart koşulmamış olsa da ciddî bir mecburiyet ortaya çıktığında kadın, ilgili makâma müracaatla boşanma hakkına sahiptir.
Dolayısıyla gereksiz boşanmalardan korunmak, hiç şüphesiz kadın ve erkeğin, kendi kıymet ve değerlerini karşılıklı olarak bilmeleri ve bunları yine karşılıklı olarak muhafaza etmeleri ile mümkündür. Hayat arkadaşlarının mesut günleri; ince ve derin hâtıralar, samimî neşeler, refah, huzur ve lezzet, hep ilâhî ölçüler gölgesinde temin edilir. Bu da, her iki tarafın Hakk’a kul olarak birbirlerine karşı sadâkat ve samîmiyetleri ile tecellî edecektir. Hadîs-i şerîflerde buyurulur:
“Bir kimse geceleyin hanımını uyandırır da beraberce veya her biri kendi başına iki rekat namaz kılarlarsa, Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlardan yazılırlar.” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin! Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
Bu hadîs-i şerîflerden anlaşılan nükte şudur ki; kısaca âile saâdeti:
Dostları ilə paylaş: |