İSLÂM’da niKÂh ve âİLE


İki taraf arasında samîmiyet



Yüklə 369,86 Kb.
səhifə2/6
tarix15.05.2018
ölçüsü369,86 Kb.
#50443
1   2   3   4   5   6

1. İki taraf arasında samîmiyet,

2. Birbirini takvâya teşvik gibi iki büyük düstura bağlıdır.

Bütün bu anlattıklarınızın bir arada toplandığı ideal ve örnek bir âile yuvası göstermek gerekirse, önümüzde başarılı misâller var mı?

Elbette. Pek çok misâl vermek mümkün. Ancak hepsinin zirvesinde şüphesiz ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kurduğu huzur ve saâdet yuvası vardır.

Zira ömrün her safhasında ve meselesinde en güzel örnek ve rehber olan Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, âile saâdeti ve huzuru açısından da bütün insanlığa numûne bir yuva kurmuş ve her yönüyle mükemmel, feyizli ve bereketli bir hayat sergilemiştir. Yani O, mesut bir âile yuvası için hem en mükemmel bir koca, hem de en mükemmel bir baba örneğidir. Mübârek hanımı Hazret-i Hatice vâlidemiz de en mükemmel bir eş ve anne örneğidir. Diğer vâlidelerimiz de böyledir… Kısacası O’nun kurduğu âile yuvasında O’ndan en küçük bir olumsuzluk meydana gelmemiştir. Bu, hayal ötesi bir başarıdır. Beşer olmaları hasebiyle annelerimizle aralarında ufak-tefek meseleler elbette ki, yaşanmıştır. Ancak O’nun yüce ahlâkı ve ideal şahsiyeti sayesinde hepsi de hayır ve bereketle neticelenmiş ve böyle durumlarda nasıl davranılacağı hususunda bütün ümmete örnek teşkil etmiştir.

Bu itibarla Peygamber Efendimiz’in âile yuvası, kendi üstün şahsiyeti gibi her bakımdan en ideal ve örnek bir yuvadır.

O yuva, dünyanın öyle huzur ve güzellik dolu yuvasıydı ki, günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde burcu burcu saâdet kokardı. Üstelik o mukaddes yuvada hanımların odası, ancak başlarını sokacak bir mekândan ibaretti. Ancak o yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslimiyetti. Allah Rasûlü’nün âile hayatında uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini sonsuz bir bağlılık ve muhabbetle doldurmuştu. Hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir koca da, hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti rütbesinde sevemez. Hiçbir evlât, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasulü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Sallâllâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, her biri mü’minlerin anneleri makâmında olan hanımları arasında adâlete de son derece riâyet etmiştir. Bu hususta elinden gelen gayreti göstermiş, fakat mutlak adâleti temin etmenin zorluğunu da itiraf ile Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:

Ya Rabbî, farkında olmadan birini diğerinden fazla sevebilirim. Bu da bir haksızlık olur. Onun için ey Rabbim! Elimden gelmeyen bu hususta senin rahmetine sığınıyorum!..”3

Ey Rabbimiz! Bizlere ve âilelerimize, sana kulluk ve tâat üzre hoşnut olacağın bir takvâ hayatı nasip eyleyip hânelerimizi lütuf ve saâdet cenneti eyle! Binbir isyan ve gaflet amellerinin tutuşturduğu azap cehennemi eyleme!

Âmîn!..
KADINLARIN ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR

Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)

    İle yuvasında huzur ve saâdeti temin etmek bakımından bir kadının dikkat edeceği hususlar nelerdir?

Her şeyden önce hanımlar, yaratılışımızın bir îcâbı olarak Allah’a kulluğa ve takvâya riâyet etmelidir. Bu hususta ibadete, namaz ve niyaza dikkat etmenin yanında helâl ve harama da îtinâ göstermelidirler.

Âile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir.

Hanımlar için Allah’a kulluktan sonra gelen en mühim vazife; kocalarını ve âile fertlerini mesut etmektir. Kocalarını memnun etmek ve âile saâdetine gölge düşürmemek kadınlara Rabbimizin rızâsını kazandırır. Nitekim Peygamber Efendimiz:

Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857) buyurmuştur. O hâlde bir kadın, kocasının memnuniyetinin yollarını arayıp bulmalı, onun rızâsını kollamalıdır.

Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir hanım evinde, günlük hayatında nelere dikkat etmelidir?

Evin içindeyken, kendine îtinâ göstermeli, temiz ve bakımlı olmalıdır. Sıradan bir erkeğin nazarında bile kadının pasaklı ve derbeder olması onun gözünden düşmesi için yeterlidir. Kocasının yanında, göze hoş gelmeyecek her türlü görüntüden uzak olmalıdır. Evde aradığını bulamayan kimsenin gönlü, dışarıda yanlış yerlere doğru kayar ve nihayet âile saâdeti zaafa uğrar. Bu yüzden ev içinde kadın, renk ve kokusu muhtelif çiçeklerden derlenmiş bir buket gibi olmalı; eşine saâdet ve huzur tevzî etmelidir. Beyi akşam saatlerini özlemeli, akşam eve dönmekten nefret etmemelidir.

Sâliha bir hanım, kocasını güleryüzle ve kapıda karşılamalı, evden çıkarken de güzel söz ve duâlarla yolcu etmelidir. O gün kendisi çok yorulmuş olsa bile bunu belli etmemeli ve onun yanında yüzünü ekşitmemelidir. Kocasının sıkıntılarını paylaşmalı, yorgunluğunu atmasına yardımcı olmalıdır.

Aşırı alınganlık, gerekli-gereksiz şikâyetler sebebiyle birbirlerinin huzurunu kaçırmamaya çalışmalıdırlar. Bu konuda ashâb-ı kirâmdan Ümmü Süleym’in kocasına karşı tavrı ne güzeldir. Çocuğu vefat etmiş olduğu hâlde bu, onu kocasına hizmet ve fedâkârlıktan alıkoymamıştır. Rivâyet edilir ki, Ebû Talhâ’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yokken vefat etmişti. Ümmü Süleym, çocuğun vefat ettiğini görünce onu gasledip kefenledi. Ebû Talhâ gelince:

“–Oğlan nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym:

“–Çocuğun ıstırabı sakinleşti, istirahat ettiğini zannediyorum.” dedi. Ümmü Süleym, ev halkına:

“–Sakın Ebû Talhâ’ya oğlunun öldüğünü söylemeyin, tâ ki, ben söyleyinceye kadar!..” diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talhâ yemeğini yedi. Ümmü Süleym süslenip zevcesine göründü. Beraberce istirahate çekildiler. Sabah olunca, Ebû Talhâ evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym:

“–Ey Ebû Talhâ, şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemediler.” dedi. Ebû Talhâ:

“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:

“–Ey Ebû Talhâ, oğlun senin yanında Allah’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talhâ birden şaşırdı, sustu ve sonra:

“–Biz Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz” diyebildi. Namaz için mescide gittiğinde olan biteni Hazret-i Peygambere anlattı. Allah Rasûlü:

“–Cenâb-ı Hak, bu gecenizi mübârek kılsın.” diye duâ etti. Bu duâ üzerine daha bir yıl geçmeden Allah, bu âileye bir erkek evlât daha ihsan buyurdu. Peygamber Efendimiz bu yeni doğan çocuğa hurma yedirerek duâda bulundu ve ismini “Abdullah” koydu. Yine bu duânın bereketiyle Abdullah’ın dokuz veya yedi çocuğu olduğu ve hepsinin kurrâ hâfız oldukları rivâyet edilmiştir. (Buhâri, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23; Fezâilü’s-sahâbe 107)



Sâliha bir hanım, huzur dolu bir âile ortamı için kocasıyla münâsebetlerinde başka ne gibi incelikleri gözetmelidir?

Beyini hiçbir zaman ihmal etmemeli, âile fertleri arasındaki sıralamada onu ikinci sıraya düşürmemelidir. Bu hâl, yaratılışa ters düşeceği için normal bir erkek, kadının böyle bir davranışını kabullenemez.

Bir insanı memnun etmek için onu iyice tanımak gerekir. Bu yüzden hanım; kocasını anlamaya, onun ideallerini, alâkalarını, hislerini, zevklerini paylaşmaya ve ondan kopmamaya çalışmalıdır. Buna mukâbil erkek de hanımına karşı aynı şekilde hareket etmelidir. Eğer bunu önemsemezlerse, hayat arkadaşlığının tabiî îcâbı olan “beraberlikler, ortak noktalar ve paylaşmalar” gittikçe azalır ve eşler birbirinden zamanla uzaklaşır. Vakitlice tedbir alınmazsa bu bir müddet sonra öyle bir hâl alır ki; eşler arasındaki muhabbet ve birliktelik, yerini ayrılık ve nefrete bırakabilir. Bunun en kötü mevsimi ihtiyarlıktır. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca birbirini tanıyıp anlamaya çalışmamış kimselerin ihtiyarlık demlerindeki ayrılığı ise, hazîn bir yalnızlık, geri dönülmez bir hasret ve nedâmettir.

Hanım, beyine hayırlı ve meşrû her işinde yardımcı ve destek olmalıdır. Onun akrabalarına da hürmette kusur etmemelidir. Tercih ve fedâkârlık durumunda kalırsa, onun âilesine daha fazla yakınlık göstermelidir.

Hayat sürprizlerle doludur. Felâket ve buhran zamanları olabilir. Böyle zamanlarda beyinin yanında bulunması ve onun yükünü hafifletmeye çalışması gerekir. Büyüklerimiz ne güzel demişler:

Halı ol, üzerinde kırk tane ayak dolaşsın ki, baş tâcı olasın.”

Buna emsâl nice atasözleri ve vecîzeler söylenmiştir. Bu sözlerden ilhamla ifade edecek olursak, sıkıntı anlarında “ağzından kan damlasa, kızılcık şurubu içtim” denilmeli, kol kırılıp yen içinde kalmalıdır. “Yuvasına gelinlikle girmeli, yuvayı saâdetle doldurmalı ve bu kapıdan ak, lekesiz bir kefenle ebedî yolculuğa çıkmalıdır.” Nitekim Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, ilk hanımı olan Hazret-i Hatice’nin sabır, anlayış, teslimiyet ve fedâkârlıklarını, bir ömür boyu unutamamış ve her zaman hayırla yâd etmiştir.

Kısacası insanlar sevmelidir ki, sevilsin; saymalıdır ki, sayılsın. Fedâkâr olunmalıdır ki, karşılığında güzellik ve ikrâmlar bulsun. Lâkin âile içinde bunlar öncelikle hanımdan gelmelidir. Tabiî akıllı kadın, kocasına kendisini sevdirir ve saâdet yolunun mimarı olur. Hadîs-i şerifte:

Kocası kendisinden râzı olarak vefat eden kadın, cennete gider.” (Tirmizî, Radâ, 10; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikâh, 4) buyurulmaktadır.

Bu hadîs-i şerîf, hem sâliha bir hanımın beyini memnun etmesi hâlinde nâil olacağı mükâfâtı bildirmekte ve hem de âilede erkeğin mevkiine ve kadının ahlâkına temas etmektedir.

Erkek de hâriçte çalışıp uğraşırken kazancının helâl olmasına dikkat etmeli, yapılan harcamaların kaynağından habersiz olan hanımına ve yavrularına bilhassa şüpheli şeyler yedirmemeye dikkat etmelidir.

Diğer bir hadîs-i şerîfte.

Kişinin güzelliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de ahlâkında gizlidir.” buyurularak eş tercihlerinde dikkat edilmesi gereken ölçülere işaret edilmiştir.

Sâliha kadın, yalnız beyini sevip saymakla kalmayıp, onun akrabalarına ve dostlarına da meşrû ölçüler içinde yakınlık göstermelidir. Zira kadının bu davranışı kocasını memnun eder. Fakat bunda hassas olunması gereken bir husus vardır, o da İslâm’ın belirlediği mahremiyet sınırlarına uyulmasıdır. Kadın, evde yalnızken, kendisine nikâh düşen akrabayı içeriye almamalıdır. Bu hassas bir konudur. Kimse temiz ve güzel niyet gözlüğünü takıp da mahremiyet duvarlarını yıkmamalı ve bilhassa kadın, kendini lekelenmekten uzak tutmalıdır. Çünkü kadın bembeyaz elbise gibidir, onda en küçük bir leke bile göze batar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şüphe getirecek durumlardan uzak bulunmayı arzu ederdi; «Töhmet olan yerlerde bulunmayınız!»  buyururdu.

Yine bir gece vakti, Allah Rasûlü, hanımlarından biriyle sokakta yürürken karşılarına çıkan ensardan iki şahsa yanındaki kimseyi tanıtır mâhiyette:

“–Bu, anneniz Safiye binti Huyey’dir.”  buyurmuştur. Ashâbın:

“–Rasûlü’nün uygunsuz bir davranışta bulunmasından Allah’ı tenzih ederiz, yâ Rasûlâllah!” demeleri üzerine de:

“–Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir kötülük -veya bir şüphe- atmasından korkarım.” (Buhârî, İ’tikâf 11; Müslim, Selâm 23-25.) buyurmuştur. Böylece insanlarda şüphe ve töhmete sebebiyet vermemeyi tembih etmiştir.

Hanımlar, kocalarının meşrû işlerinde dâima yanında olmalıdır ki, bu sayede eşleri, onlarla tesellî bulsun, şevki artsın. Mâlum olduğu üzere hayır ve güzellikler paylaşıldıkça artar; felâket ve üzüntüler paylaşıldığında azalır. Eşler, hem dünya, hem âhiret yolculuğunda birbirinin hayat arkadaşı olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Önceden her birinin müstakil bir hayatı varken, evlenmekle ortak bir hayata, ortak bir kadere dâhil olurlar. Öyleyse ortak hayatın îcaplarına riâyet etmeli ve birbirini hayatın iniş ve yokuşlarında hep gözetmelidir. Eğer birinin ayağı sürçerse, diğeri ona baston olmalı ve gönlünden tutup kaldırmalıdır.

Kadın, eşinin davranışlarına dikkat etmeli ve bir konuda asabîleştiğini farkettiğinde meseleyi büyütüp işi münâkaşa boyutuna vardırmamalıdır. Zira ciddî ve uzun süreli münâkaşalar, aradaki muhabbet ve saygıyı zedeler, âile yuvasını tehlikeye sokar. Bu gibi durumlarda hanımların, kocalarına karşı davranışlarında sakin ve terbiyeli olmaya devam etmesi uygundur. Sonunda koca da hatâsını anlayacak ve hanımına karşı mahcûbiyet içinde hürmetkâr olacaktır. Aksi hâlde hatâlı olmasına rağmen, bu haksızlığını göremeyecek ve aralarına girmiş olan şeytan, iki kalbe de kin ve düşmanlık tohumları ekecektir.

Eşlerin dikkat edeceği bir husus da aşırı güvensizlik ve kıskançlıktır. İnsanları en çok rahatsız eden şeylerden birisi de kendilerine karşı duyulan itimatsızlıktır. Eğer bu konuda çok ciddî sebepler ortaya çıkarsa birbirlerini suçlamadan önce, oturup konuşmayı denemelidirler. Yoksa ufak-tefek meseleleri büyütüp içinden çıkılmaz büyük problemler hâline getirmemelidirler.

İnsanların bazı hâdiseler karşısında, basîret dediğimiz iç seziş ve görüşü bağlanabilir. Unutkanlık veya hatâları olabilir. Bir hanım, kocasının istişâre etmek ihtiyacı içinde olduğunu görürse, bütün samîmiyet ve iyi niyetiyle ona yanında olduğunu hissettirmelidir. Böyle bir konuda bildiğinin en doğrusunu söylemeye çalışmalıdır. En yakın sırdaşı olmalıdır. Unutmamalıdır ki, erkek ve kadın, birbirini tamamlayan unsurlardır ve mü’minlerin anneleri olan Peygamber Efendimizin hanımları da zaman zaman fikirleriyle Efendimize destek olmuşlardır. Meselâ Hudeybiye Anlaşması esnâsında ashâb-ı kiram, yapılan anlaşma maddeleri karşısında memnuniyetsizlikleri dolayısıyla Peygamber emrini yerine getirmede çekingen durmuşlardı. Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de buna son derece üzülmüştü. Orada bulunan Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Efendimizi tesellîde bulundu ve emrettiği şeyi kimseyi beklemeden uygulamasını tavsiye etti. Çünkü görüyordu ki, Hazret-i Peygamber tıraş olup ihramdan çıkma emrini kendisi uygulamadıkça Hudeybiye kararlarından dönme ihtimali vardır ve bu sebeple de ashâb-ı kiram bekleme içerisindedir. Çünkü onlar dış yapısı itibarıyla o an için Hudeybiye kararlarının hikmetini anlayamamışlardı ve bundan vazgeçilmesini bekliyorlardı. Nihayet Ümmü Seleme annemizin son derece yerinde tavsiyesi üzerine Peygamber Efendimiz tıraş olup ihramdan çıktı ve bunu gören ashâb-ı kiram da boyun büküp ihramdan çıktılar ve bu mesele, acı neticelere yol açmadan çözüldü. Yine Hazret-i Hatice vâlidemiz, Peygamber Efendimiz ilk vahyi aldığında onu tesellî etmiş, üzüntü ve endişelerini paylaşmış ve Varaka bin Nevfel’le görüşmesine yardımcı olarak -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimizin takdirini almıştır.

İslâm tarihinde Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hakkında da benzer bir misâl zikredilmektedir. Hazret-i Ömer, mescitte kadınların çok fazla mehir istediklerini ve bunun evlenmeyi zorlaştırdığını söyleyerek, mehir miktarını sınırlamak istemişti. O sırada mescitte Hazret-i Ömer’i dinlemekte olan arka taraflardan bir kadın, ayağa kalkmış, kadınların istedikleri kadar mehir talep edebileceklerini işâret eden âyet-i kerîmeyi (Nisâ, 20) okuyarak Hazret-i Ömer’e itiraz etmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer hatâsını anlamış ve:

“–Kadın isabet etti, Ömer yanıldı.” buyurarak görüşünü değiştirmiştir. (Ali el-Müttakî, XVI, 536-537/45796)

Lâkin burada üzerinde durulacak önemli bir konu daha vardır. Kadın, herhangi bir mevzûda istişâre ederken, görüşü doğru bile olsa kibirlenmekten uzak durmalıdır. Beyine herhangi bir mevzûda fikir ve tavsiyede bulunurken ona hürmetin dışına çıkmamalı, ona itimatsızlık göstermemeli veya ona nasihat vermek tavrına girmemelidir. Zira erkekler, hanımlarından nasihat almaktan fazla hoşlanmazlar. Velhâsıl sâliha kadın, Allah’ın kendisine verdiği akıl nîmetini, eşine karşı çok hassas bir şekilde kullanmayı bilir.

Bir kadın, kocasının ruhuna girebilecek bir mahâret ve sanata sahip olmalıdır. Tarihimizde bunun pek çok örneği vardır. Birçok padişah hanımı, kocalarının gönüllerini kazanarak, onların hükümranlıklarına âdeta ortak olmuşlardır. Ve bu sayede arkalarında kendilerine sadaka-i câriye olan nice cami ve hayır müesseseleri bırakmışlardır. Hâlen devam eden bu hizmetleri sebebiyle hayır ve rahmetle yâd edilmektedirler.

Yine bir hanımın kocasını, bir başkasının yanında tenkit etmesi ve başkalarının yanında nasihat vermeye çalışması da edep kâidelerine aykırıdır. Ne kadar hatâlı da olsa, onu mahcup edip eksiğini teşhir etmemelidir!.. Aynı şekilde kocanın da böyle bir davranışı yanlış olur. Zira âyet-i kerîmede “Kadınlar sizin için, siz de onlar için bir elbise gibisiniz.”  (Bakara Sûresi, 187) buyurulmaktadır.

Bir hanımın, kocasının eksik ve kusurlarına mukâbil, başka bir erkeği kocasının yanında methetmesi de yanlıştır. Kocasını, hiç kimseye, hattâ annesine ve babasına bile şikâyet etmemeli, onu hiç kimsenin yanında zor durumda bırakmamaya dikkat etmelidir. Aradaki ihtilafları başkasına aksettirmek yerine, kendi aralarında çözmeye çalışmalıdırlar.

Çevremizde görürüz, bazı evliliklerde tarafların mutluluğu elde edememesinin temelinde hanımların kocalarına veya kocaların hanımlarına değer vermemesi vardır. Hâlbuki karı-koca, birbirinin hem cenneti, hem de cehennemi olabilir. Hem Allah’a kulluğuna îtinâ gösteriyor, hem de eşinin meşrû isteklerine cevap vererek rızâsını alıyorsa bu sâliha kadın, cennet yolundadır.

Peygamber Efendimizin böyle sâliha hanımlar hakkında ne gibi tebşirâtları (müjdeleri) vardır?

Peygamber Efendimiz buyururlar:

Mü’min, Allah’a takvâdan sonra en ziyâde sâliha bir eşten hayır görür. Böylesi bir kadına emretse itaat eder. Ona baksa sevinç duyar, bir şeyi yapıp yapmaması hususunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek onu yeminden kurtarır, kadınından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi nâmusunu korur hem de kocasının malı hususunda hayırlı ve dürüst olur.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)

İyi kadın, kocasına karşı itaatli, çocuklarına karşı şefkatli olandır.”

 “Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindâr kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; Ayrıca bkz: Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

Sevbân -radıyallâhu anh- rivâyet eder ki:

Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele!” (Tevbe, 34) âyeti nazil olduğu zaman biz Allah Rasûlü ile birlikte seferde bulunuyorduk. Ashâb-ı kiramdan bazısı:

“–Altın ve gümüş hakkında inecekler indi. (Artık biz onları biriktirmeyip infâk ederiz.) Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan edinsek!..” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

Sahip olunan şeylerin en kıymetlisi; zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının îmanına yardımcı olan sâliha bir eştir…” buyurdular. (Tirmizî, Tefsir 9/9)

Günümüzde maddî olarak pek çok sıkıntılardan, bâdirelerden geçtik, geçiyoruz. Âilede malın varlığı ve yokluğu konusunda nelere dikkat etmelidir ki, âilenin huzur ve mutluluğu zedelenmesin?

Öncelikle insanlar, nefislerine hâkim olmayı öğrenmeli ve bütçelerinin sınırlarını zorlama pahasına her gördüklerini elde etmeye çalışmamalıdırlar. Zira bu, nihayetinde aşırı yük altına girmeye, huzursuzluk ve büyük buhranlara sebep olmaktadır. Günümüzde gittikçe yaygınlaşan kredi kartları sebebiyle, her gördüğüne kolay ve ucuz bir şekilde sahip olabileceğini düşünen bir çok âile, yapmış olduğu ölçüsüz harcamalar sebebiyle borç ve fâiz girdabına düşmüş ve perişan olmuştur. Nice mesut yuva, bu yüzden yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuştur. Eşlerin maddî durumları çok iyi bile olsa saçıp savurmamalı, israftan kaçınmalıdır. Bu, hem kadına, hem de erkeğe ait bir mükellefiyettir. Allah korusun, gün gelir hoyratça harcananlar aranmaya başlanır. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede: “Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşi olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.”  (İsrâ, 26-27) buyurmuştur.

Eğer fazla gelen yiyecek, içecek, kılık-kıyâfet varsa ihtiyaç sahipleri aranıp bulunmalı ve onların hakkı ayrılmalıdır. Zira fakir ve muhtaçların gönlünü yapmak ve onların duâsını almak, yuvaları şenlendirir, rızıkları bereketlendirir. Devamlı hatırda tutulmamalıdır ki, biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi.

İnfâkta ölçümüz ise: “Sevdiklerinizden infâk etmedikçe birre (gerçek fazîlet, hayır ve iyiliğe) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran, 92) âyet-i kerimesi olmalıdır. İnfâk ederken verilecek şeyler, giyilmiş elbiseler veya eskitilmiş eşyalardan ziyade gözümüzde kıymeti olan, gönlümüzde yer etmiş bulunan değerli şeyler olmalıdır. Hadîs-i şerîfte mecâzen şöyle buyurulur: “İnfâk eden başta Allah’ın eline verir; Allah’ın elinden muhtacın eline geçer.”

Şu hususu da özellikle ifade etmelidir ki, âile hayatında tutumlu harcamaya riâyet, öncelikle kadına ait bir vazifedir. O, giyim-kuşam ve yiyip içmek gibi meselelerde mütevâzı ve tutumlu olmayı, ayrıca israfa son derece dikkat etmeyi benimsediği takdirde gelirleri düşük bile olsa âilede bolluk, bereket ve huzur olur. Bunun için yemek pişirirken besmeleyle başlamak, her malzemeyi yeterli miktarda kullanmak ve âile bütçesini zorlayacak aşırı isteklerde bulunmamak, âilede en temel saâdet kaynağı davranışlardır. Bugün bu ölçülere riâyet edilmediğinden her gün tonlarca ekmeğin çöpe atılması, bereketimizi yok eden acı bir gerçektir. Hâlbuki tutumlu bir hanım, sadece ekmeği değil, her şeyin ölçüsünce eve girmesini temin edeceği gibi onların değerlendirilmesi hususunda da îtinâlı olmalıdır. Çünkü herhangi bir şeyi tüketmeden onun bozulup çöpe atılmasına sebep olmak, âile hayatında ancak kadınların önleyebileceği bir israf şeklidir.

Eskiden hanımlar, sökük-dikmek, giyecekleri tamir etmek ve böylece israftan kaçınmak hususunda fevkalâde dikkatli ve mâhir idiler. Bugün ise en küçük bir sökükte, çokları, hemen yenisini alma yolunu tercih etmektedir. Bu da çok kötü bir israf ahlâkıdır.

Hâsılı saâdetli bir âilede kadınların vazifeleri açısından en son söylemek istediğim husus, daha evvel belirttiğimiz gibi:

“Yuvayı yapan dişi kuştur.” gerçeğidir.

Hanımlar bu gerçek etrafında şuurlu bir şekilde üzerlerine düşen davranış ve vazifeleri yaptığı takdirde âile yuvaları bir cennete dönmüş demektir. Kocalara da, artık bunun kadrini bilmek ve korumak düşer.
ERKEKLERİN ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR

Kadın ve çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri, erkeğe âit mühim vazifeler-dendir.



Bir erkeğin âile yuvasında dikkat edeceği hususlar nelerdir?

Âile saâdetinin sağlam temeller üzerine oturması, sâlih bir babanın idâresine dayanır. Sâlih bir baba demek; âilenin geçimi, terbiyesi, muhafaza edilip gözetilmesi gibi vazifeleri en güzel şekilde yerine getiren baba demektir. Bu da, bilgili, uyanık, tecrübeli, becerikli ve özellikle îmanlı ve güzel ahlâklı olmayı gerektirir.



Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir baba, âilesi için neleri temin etmek mecburiyetindedir?

Erkek, evlenmeye karar verdiği zaman her şeyden önce kendisini ve mes’uliyetini (sorumluluğunu) üzerine aldığı âilesini helâlinden yedirip içirecek bir geçim kaynağına muhtaçtır. Çünkü yüce dinimiz, âilenin geçimini temin etmek külfetini erkeğe yüklemiştir ve hiç şüphesiz bundan dolayı da mirasta onun hissesini arttırmıştır. Bu itibarla erkek, bir geçim kaynağına sahipse evliliğe adım atmalıdır. Yani kendi kendine geçinemeyen bir insanın başkalarını da mağdur etmesi uygun olmaz. Bununla birlikte elindeki imkânları zayıf olduğu hâlde dînini daha güzel yaşamak için evlenmeyi düşünen kimselere Allah yardım eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi lütfunun genişliğini hatırlatarak evliliği teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:

Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu)geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr, 32)

Bu âyet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenler bir an önce evlenmeli, kendi imkânlarıyla buna gücü yetmeyenler de evlendirilmelidir. Bu, İslâm toplumunun vazifesidir. Büyük bir hayır kapısıdır. Bu sayede toplumun ve fertlerin iffeti muhafaza edilmiş olur.

İffet ki, insana verilmiş bir fazîlet vasfıdır. Diğer varlıklarda iffet düşünülemez. Lâkin insan, bu insanî vasfını kaybederse diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş olur.

Hiç şüphesiz, Allah’ın her insana verdiği zekâ, güç, kâbiliyet, özellik ve temâyüller farklı farklıdır. Bu sebeple değişik meşrepler ve meslekler meydana gelmiştir. Toplum düzeninin devamı için gerekli olan her mesleğe ve bu mesleklerin erbâbına ihtiyaç vardır. Bir toplumun bütünü içinde kasap da olacaktır, çöpçü de, doktor ve hoca da… Öyleyse herkes imkânlarına göre bir âile kurmaya gayret etmelidir. Bu âileyi kurarken de tarafların içtimâî (sosyal) durumlarında bir denklik olmalıdır. Bu, sadece maddî imkânları değil, aynı zamanda görgü, bilgi ve örf denkliğini ifade eder. Böyle olursa karşılıklı istekler arasında yuvayı sarsacak aykırılıklar olmaz. Anlaşma daha kolay gerçekleşir. Meselâ denklik olmadan evlenen bir erkek, hanımına ortak noktada bir hayat yaşatamaz ve onun hüsranına sebep olabilir. Çok aşırı muhabbetler sayesinde böyle muhtemel hüsranların engellenmesi mümkündür. Ancak bunlar, yok denecek kadar istisnâdır. Dolayısıyla evliliklerin prensip olarak denk âileler arasında olmasına dikkat etmek, her zaman daha faydalı ve isabetli olmuştur.

Bu demektir ki, maddî imkânlardan daha da öteye mânevî duyguları, gâye ve istekleri birbirine yakın olan insanların anlaşma ve kaynaşması daha kolaydır.

Diğer taraftan âilelerin maddî durumları, erkeğin çalışma ve kazanma derecelerine göre düzenlenir. Bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde taleplerde bulunmak, anne ve çocuklar için hak değildir. Baba, kazancının elverdiği imkânlar içinde, “mesken, gıda ve elbise”ihtiyaçlarını karşılamakla vazifelidir.

Mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir semt ve güzel komşular arasından seçilmelidir. İmkân varken, kötü ve ahlâksız komşuların bulunduğu, izbe, sağlığa elverişli olmayan yerlerde oturmayı tercih etmek, âile fertlerine haksızlık olur. Bu hatâ, zamanla ahlâkın zaafa uğramasına ve âile yuvasının yıkılmasına zemin hazırlar.

Gıdada ölçü ise, dengeli bir çalışma sonucunda erkeğin elde ettiği kazanca göredir. Bu hususta ne tembellik etmeli, ne de aşırı bir yük altına girmelidir. Erkeğin vazifesi, bu denge içerisinde gıda temin etmektir. Bu denge, harcamada israfa sapmamak, fakat gereğinden de fazla kısmamak şeklinde kurulmalıdır. Maalesef israf, günümüzde en büyük problemlerdendir. Bugün pek çok kimse israf hususunda ihmalkârdır. Oysa erkek, zengin olsa dahî israftan korunmak mecburiyetindedir. Aksi hâlde israfın ağır yükü altında perişan olur.

Ölmeyecek kadar yemek farz, ihtiyaç kadar yemek mübah (yani günah değil), ama haddinden fazla yemek haramdır. Hak dostları, yemekteki israfı gönüllerin takvâ derecelerine göre şöyle tasnif etmişlerdir:

“Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.

Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.

Hakîkatte ise, Allah’ın huzurunda olduğundan gaflet ederek yemek israftır.”

Çoluk çocuğun sevdiği yiyecek ve meyveler hususunda babaların hassas ve uyanık olmaları gerekir. Ev içinde utandığından veya sıkıldığından dolayı bir şey isteyemeyen çocukları, bilhassa kız çocuklarını gözetmelidir.

Misafirlere ikrâmda, meşrû ölçüler içerisinde cömert davranılmalıdır. Bu hem ahlâkî bir meziyet, hem de insanlık şerefi îcâbıdır.

Evin babası, giyim hususunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere en az iki elbise temin etmek mecburiyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da meşrû ve mübahtır, yani günah değildir. İslâm dîni süslenmeyi de belli ölçüde yasak etmemiştir. Ancak aşırı derecede gösterişli elbiseler giymek, bununla böbürlenip gururlanmak, çalım satmak ve insanlara tepeden bakmak, dînen yasaklanmıştır.

Kıyâfetler içinde ipek elbiseler giymek ve altından yüzük, saat, köstek gibi ziynetler takmak erkeklere haram kılınmıştır. Çünkü kadınlara mahsus kılınan ziynet eşyalarının erkekler tarafından da kullanılması, ahlâkî bakımdan çeşitli zaaflar meydana gelmesine sebep olur. Erkek çocuklarının giyimlerinde de bu husus üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bilhassa câhilce yaklaşımlarla: “Hevesini alsın!” diyerek kız çocuklarına dekolte elbiseler ve erkek çocuklarının kıyâfetlerine benzer giysilerin giydirilmesi büyük bir hatâdır. Zamanla bu giysiler, tiryakilik hâline gelir; istese de terk edemez ve nihayet çocukların iç dünyaları zehirlenmiş olur. Dolayısıyla kız çocuklarına tesettür alışkanlığı vaktinde kazandırılmalı ve bunun ehemmiyeti tamamen kavratılmalıdır. Aksi hâlde yanlış yönelme ve uygulamalar, her zaman kadınlık şeref ve haysiyetini zedeleyici olur. Bilmeli ve unutmamalı ki, tesettür; iffeti koruma vesîlesi olması yanında kadın için bir zarâfet ve ihtişam vesîlesidir. Şuurlu ve gerektiği şekilde tesettürlü olan hanımlar, her zaman çevreleri için bir vakar ve kıymet ifadesi olurlar. Gönüllerde onlara karşı yalnızca saygı hissi uyanır.



Erkekler, âilesinin terbiyesinde nelere dikkat etmelidir?

Kadın ve çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri erkeğe ait mühim vazifelerdendir. Nitekim bu vazîfe Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyân buyurulmaktadır:

Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz…” (Tahrîm, 6)

Bu vazifenin çerçevesi, herkesin bulunduğu mevkî ve imkânlar ölçüsünde, eş ve çocuklardan başlayarak, evde bulunan hizmetçiler, komşu ve akrabalar, okul, hattâ kademe kademe bütün memleketi içine almaktadır. Çünkü âileler, içinde bulunan dış çevreyi oluşturduğu gibi etraftan da tesir alırlar.

Bir baba, âile fertlerinin Kur’ân-ı Kerim eğitimine ehemmiyet vermeli, yavrularına ibadet şevkini tattırmalıdır. Diğer taraftan dünya ve âhirete dâir yol-yordam, usûl ve edepleri de öğretmesi zarûrîdir. Bu çerçevede evlâtlarını, okul çağına geldiğinde yaz kurslarında, ardından da ilköğretimin bitişiyle birlikte Kur’ân-ı Kerim kurslarında mutlaka okutmalıdırlar. Bilhassa kız çocukları için bu daha da elzemdir. Unutmamalı ki, bir anne-babanın, çocuklarına bırakabileceği en kıymetli miras, âhiret mirasıdır. Yavrularını hâfız yapan, Kur’ân kültürüyle tezyin eden anne-babalara ne mutlu!.. Hadîs-i şerifte buyurulur:

Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâç giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyâdaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)4

Bugün yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılıyor, hiçbir masraftan da kaçınılmıyor. Buna karşılık Kur’ân kurslarını göz ardı etmek -hattâ küçümsemek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrûm bırakmak, ne hazin bir durumdur. Hâlbuki en güzel muvaffakıyet; öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.

Çocuklarımız, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere ait kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr yetişmelidir. Şu âhir zamanda yavrularımızın rezalet çukurlarından ve dinsizlik âfetinden kendilerini koruması için böylesi bir îman heyecanı ile takviye edilmeleri elzemdir. Bunun için Kur’ân eğitimi yanında Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in siyeri, yani mübârek ve örnek hayatı üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân’ın en canlı tefsîridir. Peygamber Efendimiz’in hayatı ile bütünleşmek ve onun sünnetlerini hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allah Rasûlü’nün izinden yürümeli, O’na benzemeye çalışmalıdır.

Babaların ve annelerin vazifelerini aksatmaları ve evlâtlarına gerekli mânevî eğitimi vermemeleri neticesinde göz nûru yavrularımız, kötülüğe teşne olan medyanın çocuğu olarak maddeci bir zihniyetle büyümektedir. Onları âdeta televizyon emzirmekte, saçlarını televizyon şekillendirmekte, duygu ve hayallerini televizyon belirlemektedir. Böyle olunca anne-babaya, sadece onların isteklerini yerine getirme uşaklığı düşmektedir. Hele televizyon, internet vesâire imkânlarıyla kötü program ve ahlâk dışı çukurlara düşen çocuklarımızın durumları, içler acısıdır. Yürekleri parçalayan bu hâllere râzı olmak, anne ve babalar için hesabı verilemeyecek bir azap sinyalidir. En basitinden Müslüman bir çocuk, ne esef vericidir ki, birçok yerli-yabancı sporcu ve artistlerin hayat hikâyelerini dahî ezberleyip onları örnek alıyor, onlara benzemek için çırpınıyor. Ancak hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin isimlerini bile bilmiyor, onları tanımıyor, onların güzel ahlâkına yabancı olarak büyüyor ve onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret alamıyor. Bu hazin gerçeğin mânâsı, çocuklarımızı biz değil, yabancılar eğitiyor demektir. Yani maddesini büyütme yükü anne-babalara, ruhlarını yönlendirme ise yabancılara ait oluyor. Külfeti anne-babalar çekiyor, menfaati yabancılara kalıyor. Onlar bu kültür ve eğitim galibiyetini ellerinde tuttukça bu hâl, yarın onlar tarafından bize karşı başka galibiyetlere kadar gider, Allah korusun. Onun için evlâtlarımızı çağın en amansız kültür savaşları ve eğitim kavgaları arasında eğitmede tarih önündeki imtihanımızı yine başarıyla mühürlemeliyiz. Kendi şeref ve haysiyetimize göre onları yetiştirmeliyiz. Ruh dünyasından giyim kuşama kadar evlâtlarımız, kendi kök ve gövdeleri üzerine yeşermelidir.

İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücut hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:

Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra kadınların, -yüzüne ve eline işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)

Bu husus, İslâm’ın kadınlık şeref ve haysiyetini rencide eden davranışları engellemek için koyduğu temel kâidelerdendir. Kadınların yaratılış itibariyle sahip oldukları bu fazîlet ve şerefe gölge düşürmemek de kadın-erkek iki tarafın birlikte ve titizlikle riâyet edecekleri hususlardan birisidir.

Diğer taraftan bülûğ çağına ulaşmadan önce, erkek ve kız çocuklarının odalarını ayırmak da çocuklarımızın mânevî olgunlaşmaları ve şahsiyetlerinin oturması için dikkat edilecek hususlardan birisidir.

Erkeklerin, âilenin muhafazası konusunda ne gibi bir mes’uliyeti vardır?

Erkek, âilesini her türlü kötülükten korumalıdır. Âilenin dînî değerlerini ve ahlâkî güzelliklerini bozacak arkadaşlardan, ziyâret ve gezmelerden, televizyondaki bozuk yayınlardan, seciyesiz ve seviyesiz kitap, gazete ve neşriyattan âile fertlerini uzak tutmalıdır.

Hulâsa, âileyi içerden ve dışardan korumak vazifesi, tamamıyla erkeğe verilmiştir.

Erkeklerin, âilesini sevk ve idâre esnâsında dikkat edeceği diğer hususlar nelerdir?

Erkek, dînî sınırlara dikkatli olmalı, mecbur kalmadıkça kadın ve erkeklerin birlikte çalıştığı karma ortamlarda bulunmamaya gayret etmelidir. Kendi irâdesi dışında böyle mekânlarda çalışmak mecburiyetinde kalırsa, gözüne ve hareketlerine dikkat etmeli, dînimizin emrettiği edep ve hassâsiyetleri gözetmelidir. Eğer işveren mevkiinde ise böyle karışık çalışma ortamına vesîle olmamalı, erkekler ve kadınlar için gerekirse ayrı çalışma zaman ve mekânları düzenleyerek, hatâlara düşülmesinin önüne geçmelidir. İşyerinde, bilhassa başbaşa bulunacağı kimseleri hemcinsinden seçmeye gayret etmeli, çeşitli sebep ve bahânelerle hanım sekreter vb. çalıştırmaktan kesinlikle uzak durmalıdır. Günümüzde maalesef bu hatâlı davranışların, boşanmalara ve âilevî yıkıntılara yol açtığı acı bir gerçektir.

Akıllı ve dirâyetli bir erkek, evine adım atarken aklını; ticarethâneye girerken de hissiyâtını kapı eşiğinde bırakmasını bilir.

Âilesi ve çocuklarıyla münâsebetlerinde onların dünyevî işler hususundaki hatâ ve kusurlarını hoş görüp affetmeli, onlara merhamet ve hilm ile yaklaşmalıdır. Hanımının bütün sır ve ayıplarını herkesten gizlemelidir.

Dînî eksiklik ve ihmalkârlıklarında ise ciddiyetle yaklaşmalı, cehâlet veya tembellik gibi olumsuzlukların üzerine kararlılıkla gitmelidir. Hanımının ve çocuklarının dînî bilgi ve amel eksikliklerini tamamlamaya her hâlükârda titizlik göstermelidir. Hem bizzat emek vermeli, hem de bu hususta faydalanılması gereken olgun ve liyâkatli eğitimcilerden istifade ettirmelidir. Bunlar da babaların vazîfeleri arasındadır.

Erkekler, ev içerisinde âilesine karşı yumuşak ve güzel sözlerle gönüllerini almalı, abus ve kaba bir çehre ile onları yanından uzaklaştırmamalıdır. Peygamber Efendimiz:

Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlarınızdır. buyurmuşlardır. (Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50)

Hanımıyla geçim ve ev idâresi mevzûunda istişâre etmeli ve gücünün üstündeki işleri ona havale etmemelidir. Hanımına zaman zaman çocuk terbiyesinde yardımcı olmalıdır. Zira hem çocuklar ve hem de ev işleri kadınları gece-gündüz fazlasıyla yormaktadır. Onların bu ağır yükünde yardımcı olmak, aradaki muhabbet ve anlayışın artmasına sebep olacaktır.

Hanımının yüzüne karşı ve arkasından duâlar etmelidir.

Hanımından habersiz uzak yolculuklara çıkmamalıdır. Yine eve, habersiz ve kim olduğunu bilmediği yabancı misafirler getirmemelidir. Hanımından, meşrû ölçülerin dışında nâmahremlerin karşısına çıkmasını ve onlara hizmet etmesini istememelidir. Âilesini mümkün mertebe karışık ortamlardan uzak tutmalıdır.



Âilenin bütün dert ve yükü ile sevk ve idâre mes’uliyeti üzerlerine yüklenen babalar, bu vazifelerini hakkıyla yerine getirdiklerinde nelere kavuşacaklardır?

İslâm dîni, âdeta âileyi, babaya emânet etmiş ve âilenin maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarını karşılamak hususunda, ona, hem tam vazîfe ve hem de tam selâhiyet vermiştir. Bu sebeple âilede reislik mevkii, babaya tahsis edilmiştir.

Baba, âilenin saâdet semâsında bir güneş; anne, gönül parıltılarını, iffet tüllerini kendisine gümüşlü bir hâle yapmış ay; çocuklar da o fazîlet göklerinin inci gibi yıldızlarıdır.

Aklını, gücünü, irade, bilgi ve tecrübesini, âilesinin terbiye, refâh ve kemâline hasretmiş bir baba; elbette kendisine hürmet, itaat, sevgi ve saygıyı fazlasıyla hak etmektedir. Ona karşı itaatsizlik, isyan, nankörlük ve kötü sözler aslâ yakışık almaz.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz:

Allah’ın rızâsı, babanın hoşnutluğunda, gazab ve azâbı da babanın öfke ve kızgınlığında gizlidir.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 3)

Âilede hanım ve çocukların, evin reisi mevkiindeki babaya itaat ve hürmetten aslâ yüz çevirmemesi gerekmektedir. Zira babalardan mahrum kalınan gün, en hazin bir mahrûmiyet akşamıdır. Onların âile için taşıdıkları ehemmiyet, yokluklarında çok daha derinden hissedilir. Bu yüzden onlar sağ ve hayattayken kıymetini bilmeli, duâsını almaya çalışarak meşrû emirlerine itaat edilmeli ve kendilerine gerekli saygıda kusur edilmemelidir.


Yüklə 369,86 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin