BöLÜm bir sosyalizmimiz ve Devletçiliğimiz1


Albay: Ordunun Neyrengi Noktası



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə17/22
tarix01.11.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#25135
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22

Albay: Ordunun Neyrengi Noktası

Devletçiliğimizin bir de Finans-Kapitalle kaynaşmış, yüzde bir bile tutmamakla birlikte, her zaman suyun başını kesmiş büyük Devletlûlarını, Paşaları izleyelim. Silahlı Kuvvetler yığınının kritik sınırı albaylardır. Albay, henüz Paşa olamamış, ama olmaya aday, Arafat’ta bekleyen alt basamaktır. Silahlı kapıkullarının 10 basamağını aydın-küçükburjuva sayıp, onların her küçükburjuva gibi iki uç (Büyükburjuvazi ile Proletarya) arasında zikzak sallandığını belirtmiştik. Sallanan rütbe basamaklarını birer rakkasa [sarkaca] benzetirsek, 10 küsur basamak içinde kaderine en az katlanan ve dolayısıyla en büyük yaylım yapmaya elverişli rakkas, Albaylar grubudur. Çünkü bir sağa gidişte Paşa, bir sola gidişte Emekli olma şansı Albayın kapısını çalar. Albaylık, Sırat Köprüsü’ne benzer. Binecek boynuz­lu kurbanın varsa, seni Paşalık Cennetine dek götürür; yoksa en ufak bir yanlış adım, insanı emeklilik denilen Cehennemin gayya kuyusuna düşürür. Bu bakımdan Albaylık basamağı; ya hep, ya hiç parolalıdır. Rakkasın bir ucu Cennette, öbür ucu Cehennemde gidiş gelişleri bundandır.

Albayların, Generaller üzerine besledikleri kanılar, hiç de güllük gülistanlık değildir. 27 Mayıs’ta, Silahlı Kuvvetler tasfiyesi (temizliği) piramidi düzeltirken yapılan General kıyımı ve kırımı bunun belgesidir. Bir kalemde yüzlerce paşa saf dışı edildiği halde, Albaylar hınçlarını alamamışlardı. D. Seyhan, eliyle Emekliye gönderdiği ve dama taşı gibi oynadığı Paşalar için şöyle der:

(...) Orduda General bırakmanın hatasını ilk adımla gözlerimle gördüm.”281

Kendi açısından haksız da değildi. Finans-Kapitale değecek kadar yakın olan Büyük Devletlûlar, yıldırım harbinde nakavt olsalar bile, küçükburjuva yangınlarının, harman yangınları gibi, çok yayılsa bile, vaktinde yetişilirse, çabuk söndürülebileceğini binlerce yıllık denemeleriyle bilirlerdi.

D. Seyhan, eliyle hizaya getirdiği bir Paşa örneği üzerine şöyle der:

(...) Alkoç gibi sapına kadar asker doğmuş ve asker ya­şamış bir general, daha ilk günde duyduğu reaksiyonu uzun müddet içinde saklayamamış, 1961 yılının 6 Haziranında patlak veren sessiz ihtilalde askerce direnmeleri yüzünden Emekli olmuştur. Orduda kalan diğer bazı generaller ise, ellerine geçirdikleri her fırsatta, ihtilalcilerden duydukları kompleksin acısını çıkarma yoluna sapmışlardır.”282
Abdülhamit Paşaları

Finans-Kapital, Devletçiliğimizin alt Küçükburjuva tabakalarından yediği yumrukla yere düşünce, ilk tutamağı, o zamana dek DP eliyle başına taş yağdırdığı Ulu Devletlû Paşaların Paşasına sarılmak oldu. İki tarafın ortak yanları vardı: Finans-Kapitalle Devletçilik çekişirken “SÖZ AYAĞA DÜŞMÜŞ”tü. O kadarı denilmemişti. Güreş olmalı, ama takke düşüp, kel görünmemeliydi. Anladık, Finans-Kapital, Devletçiliğimizi İsmet İnönü’nün kişiliğinde boğmaya kalkmakla boyundan büyük halt karıştırmıştı. Ancak, gemi azıya almış küçük devlet kapıkullarının da, içinde sıcak sıcak kâr aşı pişen kazanı kaldırıp devirmeleri gibi Devrimcilikler istenmiyordu.

Ne imiş o 50 tane ağayı yerlerinden tedirgin etmek? Gürsel Paşa da, velev çarıksız köylüden gelmiş olsa bile, Aga-Paşa olmamış mıydı?

Bizde Demokrasi vardı. En müstebitimiz [zorbamız] Abdülhamit, Birinci Dünya Savaşı’nın başında, Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya şöyle dememiş miydi?

- Enver Paşa, sana oğlum diyorum, evet, çünkü sen de bizim aileye karıştın... Cümlece malumdur ki, Gazi Müşir Osman Paşa, Tokatlı Osman iken, Plevne’deki kah­ramanlığından dolayı şan ve şöhret sahibi olmuş, müşirliğe [mareşalliğe] kadar terfi ettirilmiştir. Onun oğullarını kendi hanedanımıza intisap ettirdim283. Derviş Paşa’yı da Lofçalı bir vatandaş iken Batum’daki kahramanlığı üzerine şan ve şöhret sahibi bir kumandan olarak terfi ettirdim. Oğlunu da hanedanımıza damat olarak kabul ettim. Gene bilirsiniz ki, Müşir Gazi İsmail Paşa da Kürdistan’da lalettayin bir fert idi. Şarkta Moskoflara karşı kazandığı zaferler üzerine, onu en yüksek kademeye kadar terfi ettirmiş, oğlunu da hanedanımıza damat yapmıştım. Ahmet Muhtar Paşa’ya gelince, o da Bursalı bir katırcının oğlu iken, Şarkta, Moskoflara karşı gösterdiği kahramanlık ve hizmetlere mükâfaten, hükümdarlık payesinde Mısır fevkalade [olağanüstü] komiseri yaptım. Senelerce de aynı vazifede bıraktım. Hanedanımızdan bir gelin de vermek istedim, fakat o bir Mısırlı Prensesi tercih etti... Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm, Padişahlığım müddetince FERDİN HÜRRİYETİNE, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa [gelişigüzel] bir Hürriyet, gelişigüzel bir serbestîyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Milli ananelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederim... Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını, hatta Sarayıma getirdim. Yıldız’da Cuma ve Pazartesi geceleri temsiller, konserler verilmesini emretmiştim... Bu toplantılara Haremi, Sultanları, Damatları, hatta Haremağalarımla kalfalarını dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, seyrettiler, neşelendiler veya mahzun oldular. Maksadım, Saray, halka örnek olsun, Batının ilerlemeleri YUKARIDAN AŞAĞIYA memlekete KONTROLLÜ girsin diye idi. Arzum, Rumeli ve Anadolu halkının toplumsal seviyesinin yükselmesini teşvik idi.”284

Bizim Abdülhamid’imiz bile tevekkeli “Kızıl Sultan” adını almamıştı. Batıcıydı, Medeniyetçiydi, Halkçıydı. Her şeydi. Yalnız “YUKARIDAN AŞAĞIYA”cı ve “KONTROL”cüydü.

Kızıl Sultan”ı alaşağı edip onun yerine geçen Finans-Kapital Sultan’ın, Devletçiliğimiz denilen velinimetinin temsilcisi İsmet Paşa ile Gürsel Paşa’nın, neyi nasıl konuştuğunu bize ancak yarınki Tarih öğretebilir, demiştik. İ. İ. Paşa’nın damadı onu açıkladı.
Birlik Demek: Parçalılık Demektir

Türkiye’de “birlik olma” sözü her ağzın parolasıdır. 27 Mayıs bile “Milli Birlik” adıyla Demokrat Parti iktidarını devirdi. Sonra, Milli Birlikçiler ikiye bölündüler: Önce içlerinde yarıya yakın ayrı düşünenlerden 14 Birlikçiyi baskınla ayırıp sınır dışına attılar.

Atılan 14’ler “Birlik” miydiler?

Hayır. 4’ü Türkeş çevresinde Faşizan, 10’u Kabibay ve Erkanlı çevresinde daha Halkçı iki parçaya bölündüler. Faşizmi hoş görenler CKMP’ye girdiler. Halkçılığı hoş görenler CHP’ye girdiler.

14’leri atanlar “Birlik” miydiler?

Hayır. Daha 14’ler sınır dışı edildiği gün, Madanoğlu grubu, ötekileri ortadan kaldırmaya girişti. Ötekiler, Gürsel mihveri [ekseni] çevresinde (Menteş-Seyhan-Aydemir) gruplarıyla Silahlı Kuvvetler Birliği’ni kurdular. Kimin adına “diktatör” kesilmek istediği açıklanmayan Madanoğlu grubunu temizlediler.

Sahnede “Birlik” kalmış mıydı?

Tam tersine, Üçlük, (Menteş-Seyhan-Aydemir) ve Gürsel grubu katılınca Dörtlük, Sunay grubu katılırsa Beşlik, Altılık, Yedilik vb… parçalılık besbelliydi. Hepsinin tek dayanağı: Silahlı Kuvvet’ti.

Ama Silahlı Kuvvet neydi? Daha doğrusu Silahlı Kuvvet kime, hangi Ekonomi temeline ve hangi Sosyal güce dayanıyordu?

Bunu kimse düşünmedi. Herkes, elma şekerini yalayan bayram çocuğu gibi, kendi elinde tuttuğu “Silahlı Kuvvet”i yalayıp karşısındakine nispet ediyor, arasıra gözdağı veriyordu.



Devletin başına Cumhurbaşkanı Gen. Gürsel, Silahlı Kuvvetlerin başına Genelkurmay Başkanı Gen. Sunay ge­tirilmişti. Bu iki Orgeneralin parçalı grupları kader birliği etmişlerdi. Gürsel’in “Tabiî Senatör”leri, Sunay’ın “Kuv­vet Kumandanları” vardı.

Ama 3 Albaylar grubu gerçek gücü ellerinde tuttuklarına inanıyorlardı.

Gürsel’in Sivil güçler, Sunay’ın Asker güçler başına getirilişleri, Albayların dilekleriyle olmamış mıydı?

Cuntalar, Sivil ve Asker güçleri kukla gibi ellerinde oynatabileceklerini sanıyorlardı... Maddi güç durumu buydu.

Ondan sonra asıl önem, manevi durumdaydı.

Niçin ve neye karşı oynanıyordu?



Genel sözlerden başka hiçbir şey söylenmiyordu. O genel sözlerdeyse herkes, her zaman, kolayca oybirliğinde görünebiliyordu. Sözlerin altında yatan objektif ve elle tutulur Ekonomi ve Sosyal gerçeklik herkesin özel durumuna göre yorumlanıyor ve boyuna değişiyordu.

Toplum yaşantısı ise her türlü genel sözler ve özel eğilimler dışında bir gerçeklikti. Bu gerçeklikle, en az 5 türlü özel eğilim arasında ütopyaya gelmez çatışma kaçınılmazdı.


Türkiye’de Siyasetle kim “Uğraşır”?

Türkiye’de ekonomi temeli Finans-Kapital’di. Banka ve Şirketlerin egemen olmadıkları bir üretim dalı yoktu. Bu madde temeli üzerinde iki sosyal ve siyasi güç egemendi:

1- Bilinçlenmiş biricik Sosyal örgüt olan Banka-Şirket sermayesi ile ona göbeklerinden bağlı Tefeci-Bezirgân zümreleri:

2- Özel teşebbüsü her ne pahasına olursa olsun Türkiye’de geliştirmek için kurulmuş olan Devletçiliğimizin sermayesine midelerinden bağlı Kapı-Kulu zümreleri... Silahlı Kuvvet Başları, bu ikinci Devletçi zümrelerden başkası olamazdı.

Yalnız o “Başlar” bildiğimiz canlı baş değillerdi. İçine ne konulursa onu çalan makinelerdendiler. Kimisi eski olurdu; fonograf, laterna gibi, kimisi en son model; ordinatör, teyp gibi... Ama hepsi “disiplin gereği” isteseler içlerine konulandan başkasını çalamazlardı.

Onların içlerini kimler doldururdu?

Batı dünyasında bir tek: Kapital doldurur. Bizde doldurucular iki tektir:

1- Finans-Kapital zümrelerinin örgütü eski DP, yeni AP idi.

2- Devletçiliğimizin gelenekçil örgütü CHP idi...

İkisi ortası çırpınan MP-CKMP-YTP285 yönsüz Kü­çükburjuva, Vahşi Burjuva, kimi Tefeci-Bezirgân, Eşraf, Ayan partileri olarak, ancak iki büyük gemi için safra rolünü oynuyorlardı.

İki siyasi zümreden 5 bölük “Milli Birlik”çilere en yakın ve etkili olanı, CHP devletçiliğiydi. Çünkü 5 bölüğün beşi de, CHP gibi Devletçiliğimizin ürünüydüler. CHP lideri İnönü, bütün 5 bölük gibi Silahlı Kuvvetlerden çıkmıştı.

İnönü 5 bölükten hangisine en yakındı?



İsmet Paşa’yı elbet Gürsel ve Sunay Paşalar’dan iyi kimse anlayamazdı. Nitekim öyle oldu.

AP, başına Pala Paşa’yı286 geçirmekle iyi maskelendi. Pala Paşa da, Gürsel ve Sunay Paşalar gibi, “Bu memleketi” İsmet Paşa’dan başkasının güdemeyeceği kanısını saklamadı.

Egemen sosyal sınıf ilişkileri, bir anda Tek parti çağındaki kadar tek kişilerin diktatörce-hakemliğine bırakıldı. Daha 27 Mayıs ertesi Gürsel Paşa, İsmet Paşa’ya teslim olmuştu. Askeri Cuntaların kuş uçurtmadığı günlerden bir 30 Ağustos “Zafer Bayramı” günü, İsmet Paşa, her normal Parti Şefi gibi Silahlı Kuvvetlerin başı olan Genelkurmay Başkanına “Arz-ı tebrikat [tebriklerini sunma]”ya gider gitmez; Sunay Paşa’yı kendi yönüne çevirdi. Böylece egemen sosyal zümreler, yeniden Sivil Devlet başı (Cumhurbaşkanı Gürsel) ile Silahlı Kuvvetler başını (Genelkurmay Başkanı Sunay’ı) kendi yörüngesine oturtmuştu.
Asker Yalnız Hiyerarşiyle Uğraşır

O sistem içinde kendilerini gerçek güç (Zinde Kuvvetler) sayan 3 Albaylar Cuntasını yola getirmek basit bir gün meselesi oldu. Adı işitilmedikler bir yana, bilinen her 3 Cunta, 14’ler kadar birbirlerine de güvençli değillerdi. Aralarında ve hele Cuntalarla Silahlı Kuvvetler arasında biricik ortak bağ, Hiyerarşi (silsile-i meratip) idi. Hepsi birden; ast üste itaat eder, düşünce ve davranışında oybirliğini yaşıyorlardı.

Hiyerarşi çekici şeydi. Kurulan yeni Silahlı Kuvvetler Birliği 3 Albaylar Cuntası gibi, 3 Paşalar düğümünü de sımsıkı kenetlemişti. Orada alınacak her karar, bir anda Silahlı Silahsız bütün Devlet Kuvvetlerini tek vücut olarak şahlandıracaktı.

Başta Genelkurmay Başkanımız gelmek üzere bütün Silahlı Kuvvetler ayağa kalkıp uygun adım yürüdü mü, onun karşısına, evvel Allah, kim çıkabilirdi?

Sefil sivillere kim bakar! Asıl “Zinde Kuvvetler” Silahlı Kuvvetler, Mitoloji kahramanı Aşil idi.

27 Mayıs şahlanınca kim gık diyebilmişti?

Herşey güzel, hesaplı, yerindeydi, Aşil’i atom bombası bile vuramazdı. Yalnız bir küçük noktacık unutulmuştu: Aşil’in topuğu! Bütün öteki Kurmay Planları, dönüp dolaşıp o topuğa dayanıyordu... Hani şu, bir üst karşısında: “Ol!” emri patlatıldı mı, “Rap!” diye hep birden hizaya gelip birbirine mahmuz sesiyle çarpan topuk’lar yok mu? O hiyerarşi, Aşil’in topuğu idi. Ve hiçbir yerine ok, kurşun, mızrak işlemeyen yiğit Aşil, yalnız o topuğundan bir çöple dahi vurulsa öldürülebilirdi.

Zinde Kuvvetlerin” ruhu Silahlı Kuvvetlerdi, Silahlı Kuvvetlerin ruhu: Hiyerarşiydi. Hiyerarşinin ruhu… Paşa! 3 Paşa Devletçiliğimize ve Pala Paşa halkasıyla Finans-Kapitale sırtlarını dayayınca, karşılarındaki 3 Albaylar Cuntası o Ruhla canlanan ve onsuz yaşayamayacak olan bir beden durumunu peşin kabul etmiş oluyordu.


Hiyerarşi Hiyeroglifi

İhtilalin vurulurluğunu, 27 Mayıs’ın en ateşli düşünceler yansıtan bir en adsız kahramanı, özel mektubunda şöyle idealleştiriyordu:

(…) Silahlı Kuvvetlerin, mazisini asırlardan alan, bir örf, an’ane ve anlayışı vardı. Bu anlayış içinde HİYERARŞİ’nin rolü ve önemi münakaşa götürmeyecek kadar büyüktür.”287

İhtilal nedir?



Altüstlüktür.

Bu kural Ordu için başka türlü nasıl olur?

Bir küçük subay bir büyük rütbeliyi yerinden oynatamayacaksa; buna İhtilal denir mi?

Mustafa Kemal, kendisinden kat kat üst İzzet Paşa’yı ve benzerlerini, kız kaçırır gibi, Eskişehir’den Ankara’ya tutsak getirmişti. O sıra İzzet Paşa Sadrazam, Mustafa Kemal “Silk-i askeriden tard”288 edilmiş bir idamlıktı.

Buna “Asırlardan... Örf ve an’ane” ne yapsındı?

Yüzyılların gelenek görenekleri, hiç “münakaşa götür­meyecek”se, “mazisini asırlardan alan” Padişahlık, “Hi­YERARŞİ”nin en dokunulmazı, insanüstü bir tepe, bir “Allahın gölgesi” değil miydi?

Sultan, yüzyılların tartışılamaz dokunulmazlığında bir Tanrıcıl hiyerarşi anıtıydı. Mustafa Kemal, daha beş on yıl önce bir Makedonya kasa­basında efkârlandıkça leblebi ile düz rakı içen yüzbaşı, ondan da beş on yıl önce bakla tarlasında karga kovalayan bir “Çoban Mustafa” idi.

Yapmalı gütmeli miydi o Anadolu İhtilali’ni, devirmeli miydi koskoca “Al-i Osman” hiyerarşisini?

Görüyoruz ki, her şey gibi, gerçeklikten kopmamak şartıyla, hiyerarşi de “münakaşa götürür”dü. Ama bizim keskin ihtilalciler, ona dayanamıyorlardı. Örneğin, İhtilal Komitesi yeni Devlet yetkilileri seçmişti.

Seçenler yüzbaşı, seçilenler Orgeneral olduğu için kim kime yön verecekti?

İhtilalci Subay arada çarpılıyor. Ve acı acı yazıyor:

Genelkurmay Başkanı ve Kuvyet Kumandanları Ko­mite’nin tabiî üyeleri olmaları şöyle dursun, MBK üyeleri bu zevatı [kişileri] emir ve kontrolları altında gibi kabul eden bir görüş ve davranışın zebunu [aşırı düşkünü] olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Bu davranışın tezahürü olarak Haziran 1961 olayları esna­sında yüzbaşı rütbesindeki bir Komite üyesinin Genelkur­may Başkanının masasına yumruk attığını görmenin bed­bahtlığına uğradık.”289

Masaya da olsa “yumruk atma”nın yeri ve zamanı eleştirilebilir. Kumandanları MBK’ye almak da tartışılabilir.

Ama hiyerarşiye aykırı olduğu için, görev verilenleri “Kontrol” etmemek nereye varır?

Gene aynı İhtilalcinin aynı mektubunda az önce yakındığı oldubittiye:

En önemlisi, 13 Kasım Operasyonunun, mütebaki [geri kalan] 23 Komite üyesini memur derecesine düşürmüş olmasıdır.

Öyle ya, 14 Komite üyesini paketlemek gücünü kendi­sinde bulan zevat, diğerleri için de benzeri tasarrufta bu­lunabilirdi. Bu gerçek (23)’ler için Demokles’in kılıcı olmayacak mıydı?”290

Ve o oldu.


Siyaset Dizgini - Hiyerarşi Kantarması291

Ordu, Geniş küçükburjuva yığınları içinde azınlığın azınlığı olan Aydın zümrenin de onda biri güç sayılan azınlığı (Subaylar kadrosu)dur. Onu bütün ulu Küçükburjuva bocalayışlarından korumak için, burjuvazi otomatik Hiyerarşi’den başka yol bulamamıştır. 27 Mayıs’ı yapan Silahlı Kuvvetler de o niteliktedir.

Ölüm cephelerinde kükreyerek dövüşmek için biçimlenmiş silahlı Aslanları, sosyal konularda egemen sınıfların yörüngesine uslu uslu girmiş birer yumuşak başlı kuzu yahut At gibi kullanmak üzere, Modern Kapitalizm iki yalın uysallaştırma ve otomatlaştırma aracı icat etmiştir:

1- Uysallaştırmanın ÖZÜ: Ordunun Siyasetle uğraşmaması;

2- Otomatlaştırmanın BİÇİMİ: Altın üste mutlak uyması, Hiyerarşi...

Siyasetin dışında, Hiyerarşinin içinde kalmak, o sert, o keskin, o yalın kılıç çetin olmak üzere yetiştirilmiş insanları, her an, en akla gelmedik bahaneyle saf birer çocuk gibi yedmeye292 yeter de artar bile. 27 Mayıs’ın acıklı bir Krah’la293 yıkılışını; bütün “umut”ların, bütün “aydınlık”ların, bütün “idealist”liklerin yok oluşu sayan bir Subay Talat (Turhan), başarısızlığı “Hiyerarşi” kıtlığına bağlar. Devrimci Asker geleneğini ölümüne dek savunan başka bir Subay, Talat (Aydemir), Ordu “Siyasetin içerisine” girdiği için, (Orduyu siyasetten kurtarmak için?) isyan bayrağını kaldırır!

Güler misiniz? Ağlar mısınız?

Sonra aynı zeki subayların, “yumuşak başlı” general istemeyişlerine ne buyurulur?



T. Turhan şöyle yakınır:

Generaller seviyesindeki tasfiye yapılırken, yumuşak başlı olanların orduda bırakıldıklarını anlamak, benim An­kara’daki ilk gözlemlerimden biri olmuştu. Eğer bu gözlemim doğru ise ve eğer bunun bir vebali [günahı] varsa, size ait olduğunu kabullenmeniz lazım.”294

Burada gene “vebal” sosyal küçükburjuva niteliğinde değil, kişilerde aranıyor. General yumuşak başlı olmayacakmış. Elde olmayarak, fıkra akla geliyor:

- Adın ne?

- Mülayim.

- Sert olsan ne yaparsın!



Siyaset kimin elinde?

Asker deyimiyle “Cambazların” elinde. General de, siyaseti o cambazlara bıraktığı için, aynı cambazların emrinde.

Sert olsa ne yapabilir?

Dizginleri politikacıda. Kantarması da kendi Hiyerarşi’si. Kıpırdaya­bilir mi?


Akrabanın Akrabaya Ettiği

Madem asker Hiyerarşi (Mafevk)295 uydusudur. İşte MBK en üstte. Ona da uysa ya!

Bunu sanmak, küçükburjuvaziyi tanımamaktır. Silahlı Kuvvetler denilen ayrıcalı aydın Subaylar, belki de çok haklı olarak, Devrimi hep birden yaptıkları halde, içlerinden ilkin 38, sonra 24 kişinin neden parsayı toplayacağına katlanamıyorlardı. En tepedeki 27 Mayısçılardan bile, hangisini dinleseniz; MBK’ye seçilenlerin “haksız iktisap”296 suçlusu olduğuna inanacak olursunuz. Hele, Gürsel İzmir’e kirişi kırınca yerine getirilen Madanoğlu için, MBK hemen hemen gelişigüzel neydiğü belirsizler göstergesidir.

Bir de MBK’ye çıkamamış aslanları düşünelim. “Neden o tepede de, ben değilim? Ne eksiğim var? Artığım ortada” kompleksi, küçükburjuvazinin vazgeçilmez iflah olunmazlık felsefesidir.

Ama, şu kadarını söylemek isterim ki; tabiî sena­törlük müessesesi [kurumu] bugün ne kadar şimşekleri üstüne çeki­yorsa, Milli Birlik Komitesi üyeliği de Silahlı Kuvvetler içerisinde o kadar antipati ile karşılandı. Fakat o günün şartları altında kimse ağzını açarak bu konuda konuşma­ya cesaret edemedi.”297

Hep aynı okulda, aynı kışlada, her gün birbirlerinin en insancıl zaaflarını kaçırmamışlar. Tanımadıkları politikacı Vurgun veya Hacıağa çocukları ise, Subaylara, Burjuva Hür Basınınca, her gün birer yarı-tanrı kapasite üst insan gibi şişirilmişler. Senin, benim gibi “asker parçası” da ne oluyormuş, o “esrarengiz” Devlet yücelerinde? Kompleks bu.

Bu müessesenin (MBK’nin), Silahlı Kuvvetler men­supları için en HAYSİYET KIRICI (biz majüskülledik. H. Kıvılcımlı) tarafı, vatanperverliğin inhisar [tekel] altına alınmış oldu­ğunu görmeleri olmuştur. Zamanla bu vatanperverlik inhisarı MBK üyelerine yakın olanlara da teşmil edilmiş [kapsamı genişletilmiş] veya böyle zannedilmiştir. Bu camia dışındakiler psikolojik olarak bu hassas konuda aşağılık kompleksine düçar olmuşlardır [yakalanmışlardır].”298

“Kimse kendi köyünde Peygamber olamamış” denir. En satılık Finans-Kapital uşağı, siyaset dehası gibi sunulur, en beyinsiz Hacıağa yarması politika kaplanı diye gösterilir: tutar. Subay, subayın kendisi gibi insan olduğunu düşündükçe, en küçük eksikliğe karşı isyan eder. Vurguncu saltanatını melankolik bir stoisyence299 süzer de, tepedeki arkadaşının gizli günahına engizisyonu az görür.

(…) Şu kadarını yazmadan geçemeyeceğim ki; bir kısım Komite üyeleri, 27 Mayıs’tan sonra devekuşu misali başlarını kuma sokarak her şeylerin gizlenebileceğini tahmin ettiler ve bu tahmine uygun davranmakta bir sakınca gör­mediler.”300

Bu “Akrabanın akrabaya, akrep etmez ettiğini” psiko­lojisi, sermayeci rekabet dünyasında, küçük d vc ükkân eğili­minin “affetmez” küçükburjuva ham sofuluğudur. Her kü­çükburjuva ortamını kasıp kavurarak, Kodaman tuzağına gözü bağlı av eder. Artık ne söylense “boş” olur:

İhtilal Komitelerinin kuruluş ve icraatından bahse­dilir. Yasama ve yürütme organlarını elinde bulunduran kimse ile bir Tümen Kumandanı arasındaki ilişkiden söz edilir... Hepsi boş...”301

Ve gerçekte de, MBK’nin yıkılışına: “en çok tesir eden” şey, “Komite üyeleriyle Silahlı Kuvvetler mensupları arasındaki ilişkilerden doğar.”302


Yapıdan Gelen Bocalama

27 Mayıs Silahlı Kuvvetlerin eseriydi. Silahlı Kuvvetlerin yüzde 1’i büyük burjuva Devletlûları, yüzde 99’u kü­çükburjuva Kapı-kulları’dır. İster silahlı, ister silahsız olsun Küçükburjuvazi, modern bir sosyal sınıf değildir. Ya üst (Finans-Kapitalist) zümrelere katılmak ve sivrilmek “mutluluğuna” kavuşacaktır (Paşalar gibi); yahut alt (İşçi) Sınıfına karışıp onun kaderini paylaşacaktır.

Albaylıktan yukarı, Paşalığa fırlamak şansı, ister istemez devede kulaktır. Menderes çağı, Silahlı Kuvvetleri tepesi üstünde duran bir piramit gibi Paşa Enflasyonuna uğratmıştı. 27 Mayıs’ın ilk işi aşırı sayıda paşaları azaltmak oldu. Paşa kalabalığına atılan tırpanda, onun için, tedbirden çok Paşa olamamışların Paşa olmuşlara karşı duydukları Küçükburjuvaca altlık kompleksi rol oynadı.

Küçükburjuvazinin, pek çok patlangıçlara kapı açan bu altlık kompleksi, o tabakaları boyuna iki uç arasında bocalatır. Şimdi inanılmaz atılganlık gösteren bombalaşmış küçükburjuva, az sonra en küçük başarısızlık önünde çatlayarak en korkunç paniklere uğrayıverir. Bu yüzden ölümü de göze alır da, tutarlı ve sürekli kararlılığı göze alamaz. Olmadık vesileyle yanardağlaşır; akla gelmedik bir bahaneyle söner, kül olur gider. 27 Mayıs ihtilalcilerinin sonuna dek kurtulamadıkları kararsızlık ve istikrarsızlıklarına bakıp da, şu veya bu kişinin özel davranışını suçlamak yanlıştır. “Birbirine düşmek” diye tanınan ve adım başında rastladığımız davranış çaprazlığı, kişileri be­lirlendiren sosyal sınıf olamamak veya sosyal bir sınıfın oturaklı durumunu bilincine çıkaramamış olmak yüzündendir.


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin