Ö. 1119/1707 [?] Türk saz şairi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə6/25
tarix05.09.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#77458
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

Aşk konusunun halk arasında nasıl anlaşıldığının en belirgin örneklerinden biri olan bilhassa "âh minel aşk" yazılı levha-resimlerin gergef ile işlenmişleri evlerde, ayna üzerine yapılmışları kah­velerde, boyalı, boyasız el ile çizilmişleri, taş basmaları, yaldızlıları, sülüs ve ta'liK hattıyla veya dallardan yapılmış (hatt-ı şecerî) yazılarla yazılmışları da dükkân­larda görülürdü. Aşk derdine tutulanla-

rı temsil eden çift gözlü "ne" harfinin in­san gözüne benzetilen gözlerinden akan derya misaii yaşlar (seylâb-ı aşk] bir göl veya deniz meydana getirmekte, diğer taraftan da Ferhad veya Mecnûn gibi aşktan dolayı dağlara düşmüş bir âşığın halini anlatmak maksadıyla dağların üze­rine resmedilmiş ve kendisi de şekliyle bir dağı andıran ve dağ başına benze­yen bu harfin tepe noktasından tüten dumanlar âşığın aşk elinden yanıp tu­tuştuğunu, dumanının göklere çıktığını gösterir. Bu yazı-resimlerin hemen hep­sinde genellikle ta'lik hattıyla yazılmış, "Âh mine! aşk ve hâlâtihî, ahraka kalbî bi-harârâtihî" (Âh bu aşktan ve hallerinden, ateşi kalbimi yaktı) beyti ve konuyla ilgili başka manzum ve mensur ifadeler yer almaktadır (bk. Aksel, s. 49, 52-55].

Aşk konusu Türk mûsikisinde de önem­li bir yer tutmaktadır. Maddî aşkın te­rennüm edildiği şarkılar başta olmak üzere çeşitli formdaki lâdinî eserler ara­sında, bazan ilâhî aşkın da İfade edildi­ği gazel formunun ayrı bir yeri vardır. Dinî mûsikinin tekke mûsikisi kolunda da başta Mevlevi âyinleri olmak üzere riâ't, durak, ilâhi, tevşîh ve bilhassa irti­calen okunan kasideler konunun işlen­diği belli başlı formlardır. Bu eserlerde ele alınan aşk esas itibariyle tasavvuff-ilâhîdir. Fakat na't ve tevşîhlerde Hz. Peygamberce ve tarikat pirlerine karşı duyulan aşk ve muhabbet de dile geti­rilmiştir. Mevlevî âyinleri güfteleri itiba­riyle genellikle Hz. Mevlânâ'nm ilâhî aş­kı işleyen âşıkane gazelleriyle, Meşne-vı'sinden seçilmiş bu konudaki beyitle­rin bestelenmesinden meydana geldiği için hemen tamamen aşk konusunu işler. Bunlar arasında, "Beste-i Kadîm" adıyla tanınan ve ilk üç Mevlevî âyininden biri olan hüseynî âyininde yer alan ve daha sonra pek çok âyinde de tekrar edilmiş olan, güftesi Mevlânâ'ya nisbet edilen, "Âh mine'l-aşk ve hâlâtihî / ahraka kal­bî bi-harârâtihî / mâ nazara'1-aynü ilâ gayriküm / uksimü billahi ve âyâtihr kıtası ile bunun Türkçe'si olan müter­cimi meçhul, "Âh güzelin aşkına hâlâtı-1 na / Yandı yürek aşk harârâtına / And içerem gayri güzel sevmezem / Tann'ya vü Tann'nın âyâtma" kıtası pek meşhur­dur ve aşk konusunun âyinlerde nasıl önemli bir yer tuttuğunun da en açık ifa­desidir. Bu Arapça kıtanın ilk iki mısraı Şeyh Gaüb'in, "Ey rûh-ı pâkinde lyan nür-ı zât" matla'lı terciinde vasıta beyti ola-rak kullanıldığından bazılarınca beytin ona ait olduğu söylenirse de bu yanlıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Dihhudâ. Luğatrtâme, s. 264-271; Eşrefoğlu Rûmî, Eşrefoğlu Divanı (nşr. Asaf Halet Çele­bi), İstanbul 1943; Sinan Paşa, Tazarru'nâme (nşr. Mertol Tulum), İstanbul 1971, 5. 187-215; Fuzûlî, Leylâ İle Mecnun (nşr. Necmettin Halil Onan], İstanbul 1956, s. 1-8; Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk (nşr. Abdülbaki Gölpınarlıl, İstanbul 1968, s. 27; Emin Nihad Bey, Müsameratna-me: Gece Hikayeleri (haz. M. İsmet Uzun), İs­tanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser: 20); A. Nihat Tarlan, İslâm Edebiyatında Leylâ üe Mecnun Mesneuîsi (doktora tezi, 1922], Türki­yat Araştırma Merkezi, nr. 1; a.mlf., Şeyhî Di-uanını Tedkik, istanbul 1964, s. 4-7, 9, 21-26; Meuleuî Âyinleri (İstanbul Konservatuarı Neşriyatı), İstanbul 1934, VI, 270-271 (notası), 277 (güftesi); Haydar Tolun. Aşk Edebiyatı, Bursa 1936; Pertev Naili Boratav, Halk Hikâ­yeleri ue Halk Hikâyeciliği, Ankara 1946, s. 85; Tanpınar, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 5-10, 270-272, 280-281, 289-290; Agâh Sim Le-vend, Arap, Fars ue Türk Edebiyatlarında Ley­lâ ue Mecnûn Hikâyesi, Ankara 1959, s. 1-7, 370-383; a.mlf, Divan Edebiyatı, s. 24; Bedri Noyan, Aşk Risalesi, Aydın 1959; Malik Aksel. Anadolu Halk Resimleri, istanbul 1960, s. 49, 52-56; a.mlf., "Âh Minelaşk Yazı-Resim... Ta­biat", TFA, sy. 213 (1967), s. 4378-4381; Ni­had M. Çetin, Eski Arap Şİirİ, İstanbul 1973, s. 70, 71, 74, 80, 86, 89; Özeğe, Katalog, 1, 83; II, 569, 861; III, 967; E. Kemal Eyüboğlu. On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ue Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İs­tanbul 1973-75, 1, 20-25; 11, 31-32; Filiz Çağ­man — Zeren Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslSm Minyatürleri, İstanbul 1979, rs. 11, 16, 17, 22, 45, 48; Begİr Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ankara 1982; a.mlf., İslâm Estetiği ve İnsan, istanbul 1989, s. 38-53, 97-105; Nejat Mualli-moğlu, Deyimler, Atasözleri, Beyitler ue An­lamdaş Kelimeler, İstanbul 1983, s. 35-40; Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Gaiib: Seçmeler oe Hüsn ü Aşk, İstanbul 1976, s. 32-40; a.mlf., Meulânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 456; Cemal Kurnaz, Hayalı Bey Divanı Tah­lili, Ankara 1987, s. 404; Gül Derman. Resimli Taş Baskısı Halk Hikâyeleri, Ankara 1989, s. 19-40, 60-65, rs. 1-180; Hikmet Dizdaroğlu, "Bayburtlu Celâli'nin Şiirleri: İV", TFA, sy. 131 (1960), s. 2171; Cahit Kavcar, "Hamdul­lah Hamdi'nin Yusuf ü Züleyha'sı", TDAY Belleten 1968 (1969), s. 157-169; İsmail Ün-ver, "Mesnevi", TDL, nr. 415-416-417 (1986),

s. 430-463. İTİ

LtJ Mustafa Uzun

aşkAbAd

Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhurîyeti'nin



başşehri.

l_ _l


Hazar denizinin doğusunda bulunan Karakum çölünün güneyinde, Sovyetler Birliği iie İran arasında uzanan Kopet-dağ silsilesinin kuzey eteklerinde sınır­dan 30 km. içeride yer alır. XIX. yüzyı­lın sonlarına kadar halkını Teke (Tekke) Türkmenleri'nin teşkil etmesi sebebiyle

Ahal Teke adıyla anılan vahalar bölgesi­nin 500 çadırlık en önemli obası (avul) iken bölgenin 1881'de Ruslar tarafından ele geçirilmesinden sonra şehir haline getirilmiştir. Ruslar'm önce bir kale in­şa ederek burayı yeni kurdukları Zakar-piskaya (Mâverâ-i Hazar, Transcaspia) eya­letinin başşehri yapmaları ve dört yıl sonra, Hazar denizi kıyısındaki Krasno-vodsk'u Buhara ve Taşkent'e bağlaya­cak olan demiryolu hattını buradan ge­çirmeleri üzerine şehir Rus göçmenleri­nin akınına uğrayarak kısa sürede önem­li bîr ticaret ve hafif endüstri merkezi haline geldi. Aralık 1917'de kurulan Bol­şevik yönetim Temmuz 1918'de Beyaz Rus ve Türkmenlerden oluşan karşı dev­rimcilerin eline geçtiyse de bir süre son­ra General Kuybiçev kumandasındaki Kı­zıl Ordu birlikleri şehri geri aldı ve Aş-kâbâd adı, ilk Bolşevik yönetimin kurul­masında etkili olan ihtilâlci Poltoratsk'-ın adıyla değiştirildi. Şehir 1924 yılında, Soyyetler'in yapılaşma hareketi sırasın­da yeni kurulan Türkmen Sovyet Sosya­list Cumhuriyeti'nin başşehri haline ge­tirildi ve 1927 yılında adı tekrar Aşkâ-bâd'a çevrildi.

Aşkâbâd, 1948'de geçirdiği çok büyük bir deprem sonucu tamamen yıkılmış ve daha geniş bir alan üzerinde aynı plana göre fakat daha alçak binalarla yeniden inşa edilmiştir. Bugün bir ticaret sana­yi, kültür ve sanat merkezi durumunda­dır. Şehirde başlıca cam, motor, karoser, tarım aletleri, pamuklu ve ipekli doku­ma, iplik, ayakkabı ve gıda sanayii üze­rine çeşitli fabrika ve imalâthaneler bu­lunmaktadır. M. Gorki Türkmen Üniver­sitesi başta olmak üzere alt yüksek öğ­retim kurumu, Türkmen İlimler Akade­misi ve özellikle bu akademinin Sovyet­ler Birliği'nde tek olan Çöl Enstitüsü ile

Güney Türkmenistan Arkeoloji Enstitü­sü şehirdeki ilmî kuruluşların başlıcala-rını teşkil etmektedir. Kültür ve sanat kuruluşlarının en önemlileri ise bölgede yapılan kazılarda bulunmuş eski eserle­rin korunduğu arkeoloji müzesi, Türk­men etnografyası üzerine büyük değer taşıyan eşyaya sahip etnografya mü­zesi, Farsça yazmaların bulunduğu bir araştırma kütüphanesi, opera, çeşitli ti­yatrolar ve şehri bir sinema sanayii mer­kezi haline getiren film stüdyolarıdır.

1984'te 351.000 olan nüfusun % 30'u-nu Türkmenler, gerisini Ruslar (% 50) ile diğer Sovyet halkları teşkil eder. Şehrin merkezi olduğu Aşkâbâd ili, Ahal Teke vahalarının ve Karakum çölünün tama­mını içine alan 93.400 km2 araziye ve 440.000 nüfusa (1983, tan.) sahip olup nüfusun 3/4'ünden fazlasıftşkâbâd şeh­rinde, gerisi de yine vahalarda yer alan Bezmein ve Tecen kasabalarıyla daha küçük yerleşim birimlerinde yaşamak­tadır. 1962'de yapımı tamamlanan Ka­rakum Kanalı ile sulanan vaha toprak­larında pamuk, tahıl, sebze ve üzüm, kavun, karpuz gibi meyveler yetiştirilip hayvancılık yapılır; en önemli hayvancılık ürünü karakul kuzusu postudur (astra­gan). Bölgede çıkarılan başlıca yeraltı zenginlikleri çinko, kurşun, sülfür ve ba-rittir.

Aşkâbâd'ın 7 km. batısında, herhangi bir binası ayakta kalmamış olan Ortaçağ şehirlerinden Nesâ'nın harabeleri, 10 km. doğusunda da Asya'nın en eski yerleşim merkezlerinden birine ait kalıntıların or­taya çıkarıldığı Anav kurganı (höyük) bu­lunmaktadır. Kuzey-güney yönünde uza­nan iki tepeden ibaret Anav kurganın­da XX. yüzyılın başlarında yapılan arke­olojik kazılar sonucu dört kültür katın­dan oluşan bir medeniyetin izleri tesbit edilmiştir. Orta Asya ve ona bağlı ola­rak da Batı Çin tarihi için büyük önem taşıyan Anav'ın ilk kültürü kerpiç evler­de oturan, ziraatı, hayvan evcilleştirme­yi ve çanak çömlek yapmayı bilen bir Neolitik devir (yeni taş devri) medeniye­tine, son kültürü ise demiri tanıyan bir maden devri medeniyetine aittir. Kro­noloji konusunda yapılan son çalışma­larla üçüncü kültürün milâttan önce İli. binyılın ortalarına ait olduğu anlaşılmış­tır. Birinci kültürün ise milâttan önce VI. binyılın sonlarına veya V. binyılın başla­rına ait olduğu sanılmaktadır ki bu du­rum Orta Asya'da da Ön Asya'dakiler ka­dar eski medeniyetlerin varlığını gös­termektedir. Anav kurganının yakının-

22

da, kitabesinden Ebü'l-Kasım Bâbür (ö. 861/1457) tarafından yaptırıldığı anla­şılan bir de cami bulunmaktadır.



BİBLİYOGRAFYA:

C. Schaeffer, Stratigraphie Comparee et Clıronologie de l'Asie Occidentale, London 1948, s. 598-599; R. H. Dyson. "Problems in the Relative Chronology of Iran", Chronologies in Oid World Archaeology (nşr, R. W. Ehrich), Chi­cago 1967, s. 247, 512; Shirin Akıner, Islamic Peoples of the Souiet Union, London, 1986, s. 317; "Anav", TA, II, 456-457; W. Barthold. "Ahal Teke", İA, 1, 155; a.mlf.. "Aşkâbâd", İA, I, 710; a.mlf., "Etek", İA, IV, 398; Mehmed Sa­ray. "Türkmenler", İA, XII/2, s. 661-673; B. Spuler. "'Ashkâbâd", El2 |İng.|, I, 700-701; a.mlf.. "Ashkhabad", Elr., II, 750; Th. Shabad, "Ashkhabad", EAm., II, 436; G. E. Wheeler - A. Sheehy, "Ashkhabad", EBr., II, 572; ABr., II,

471-472. m

İffij Sargon Ekdem

AŞKIYYE

Tayfûriyye'den Şütâriyye'nîn bir kolu.



Ca'fer es-Sâdık ile başlatılan ve birbi­rinden farklı şekillerde kaydedilen bu tarikatın silsilesinde Bâyezîd-İ Bistâmî ve Ebü'l-Hasan el-Harakânî gibi sekr*, fena* ve aşk konusundaki fikir ve söz­leriyle tanınmış büyük sûfîler yer alır. Aşkıyye (Iskıyye), belli birtakım âdâb ve erkânı bulunan bir tarikat olmayıp ta­mamıyla tasavvufun hususi bir temayü­lünü İfade eder. Bu temayülde olanlara göre ibadet mutlaka gerekli olmakla bir­likte Allah'a ibadetle değil, aşk ve mu­habbetle varılır. Bâyezîd-i Bistâmî'ye gö­re kafileden önce menzile varmak iba­detle değil ancak sevgiyle oiur. Bu se­beple hakiki mürid gece yatıp uyuşa bi­le sabahleyin kafileden evvel menzile

varır; kıldığı namaza ve tuttuğu oruca değil, Allah'ın lutfuna ve keremine bel bağlar. Bu anlayışa sahip bir kişi hangi tarikata mensup olursa olsun Aşkıyye'-ye dahil olmuş kabul edilir. Bir sınıfla­maya göre mutasavvıflar dört kısma ay­rılırlar: Hulûliyye, İttihâdiyye. Vâsıliyye, Uşşâkıyye. Uşşâkıyye Allah'a aşk vasıta­sıyla erme yolunu seçtiği için bu ismi al­mıştır. Burada Uşşâkıyye ile Aşkıyye ay­nı mânaya gelmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Zebîdî, cikd, s. 88; a.mlf.. İthafü'l-aşrtyâ', s. 245; Ma'sum Ali Şah, Tar&'ik, I, 286;' II, 151-152. m

LtJ Süleyman Uludağ

AŞKÎ, Kadîm

XV. yüzyıl divan şairi.

Tezkirelerde ve diğer kaynaklarda ha­yatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Aş-kî, aynı mahlası taşıyan daha sonraki birkaç divan şairinden ayırt edilmek için "Kadîm" sıfatıyla anılmaktadır. Sehî Bey, tezkiresinde onun Fâtih Sultan Mehmed devri şair ve musahiplerinden, şiiri iyi bilen ve döneminde rağbet gören bir sa­natkâr olduğunu belirtmektedir. Latîfî ise Aşkî'nin şiirlerinin sade ve "vezne uy­durulmuş sözlerden ibaret" olduğunu, padişahtan gördüğü ilginin bu sebeple zamanın şairlerince kıskanıldığını kay­deder. Ayrıca Fenâî adlı bir şairin, Aşkî'­nin günde 100 akçe almasını kıskandığı için, yazdığı bir beyiti naklederek yete­neksiz ve hünersiz kişilerin talihleri sa­yesinde itibar gördüklerinden şikâyetle sözlerini bitirir. Âşık Çelebi de Sehî ve Latîfî'ye uyarak tezkiresinde Aşkî'ye yer verdiğini, ancak onun anılmaya değer bir beytinin bile bulunmadığını söyler.

Tezkirelerin bu değerlendirmesine kıs­men katılan S. Nüzhet Ergun, Silkü'l-JedJ'de (bk. ahmed hasîb efendi) aynı görüşlerin tekrarlandığı bir manzumeyi nakletmekte, gazellerinde li. Murad ile bilhassa Fâtih'i metheden şairin kudret­li bir sanatkâr olarak gösterilemeyece­ğini; Fâtih'in Aşkî'ye olan teveccühünü onun sahip olduğu başka meziyetlerde aramanın daha uygun olacağını belirt­mektedir.

Ancak Aşkfnin Mecmûatü'n-nezâir ve Câmiü'n-nezâir'de bulunan gazelleri sa­nat bakımından mecmuadaki diğer şiir­lerden daha az değerli değildir. Gerek MecmûatÜ'n-nezâif deki on gazel ge­rekse Fâtih gibi şiir ve edebiyattan an­layan bir padişahın Aşkrye verdiği de­ğer, Sehî Bey'den sonraki tezkirecilerin yanıldığını göstermektedir. Nitekim Aş-kî'nin şiirleri üzerinde kısa bir değerlen­dirme yapan V. Mahir Kocatürk, onun dile, duyguya ve mazmunlara hâkimiyet bakımından devrinin iyi bir şairi oldu­ğunu, divan şiirini maddî duygu ve kla­sik sanat endişesiyle işlediğini, an'anevî mefhum ve mazmunları Türk şiirine mal etmeye çalıştığını, bunda başarı göster­mekle birlikte bariz bir şahsiyet kaza­namadığını ifade etmektedir.

S. Nüzhet Ergun, şiirlerinin divan ha­linde toplandığı bilinen Aşkfnin divanı­nın doksan sayfa hacminde ve 1OOO be­yit kadar olan bir nüshasının Ankara Es­ki Eserler Kütüphanesi'nde bulunduğu­nu bildirmektedir.

Hadîkatü'l-cevâmi'de, Balat civarın­da bugün de aynı adla anılan Molla Aş-

kı Mescidİ'nin şair Aşkî tarafından yap­tırıldığı ve mezarının da orada olduğu kayıtlıdır.

BİBLİYOGRAYFA:

Ömer b. Mezîd, Mecmüatü'n-nez&ir (nşr. Mus­tafa Canpolat), Ankara 1982; Sehî, Tezkire (G. Kut), s. 67; Aşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ, s. 246; Latîfî, Tezkire, s. 243; Kınalızâde, Tezkire, II, 635; AyvansarâyT, Hadîkatü'i-ceuâmV, 1, 196; Nail Tuman, Tuhfe-i Nailî, "Aşkî Kadim." md., sıra nr. 2874, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; Ergun. Türk Şairleri, II, 512; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 225. r—ı

İm İsmail Ünver

AŞKİ, Üsküdarlı

(Ö. 984/1576) Divan şairi.

İstanbul'da Rumelihisarı'nda doğdu. Asıl adı İlyas Çelebi'dir. Doğum tarihi bi­linmemektedir. Gençliğinde babası gibi yeniçeri oldu. Âşık Çelebi'nin bildirdiği­ne göre askerlik mesleğine bir türlü ısı-namamakla birlikte çeşitli seferiere ka­tılmış, Alman seferinde öldüğü söylenti­lerinin çıkması üzerine ulufesi kesilince Müeyyedzâde Hacı Halife'nin tekkesine kapılanarak derviş olmuştur. Bir müd­det sonra Ebü'1-Fazl Çelebi'nin aracılı­ğıyla bir kâtipliğe tayin edilmişse de has­talanarak görevine devam etmediği için yine maaşı kesilmiştir.

Kanunîye sunduğu bir şiirinde yıllar­ca padişah kapısında Kulluk ettiğini, pi­yade olarak seferlere katıldığını ve çe­şitli fedakârlıklarda bulunduğunu anlat­maktadır. Şiiri beğenen padişah isteği-

ni sorunca Aşkî o sıralarda Ölen şair Ba-sîrî'nin 10 akçelik ödeneğinin kendisine verilmesini talep eden bir kıta nazmet-miş, padişah bu arzusunu yerine getir­diği gibi ayrıca ihsanda da bulunmuş­tur. Böylece maddî sıkıntılardan kurtu­lan şair Üsküdar'da bir yalı satın alarak bilgin, sanatkâr ve şeyhlerin toplandığı bir mahfil haline getirdiği bu yalıda ya­şamaya başlamıştır. Latîfî Tezkiresi'n-den itibaren birçok kaynakta Üsküdar­lı nisbesiyle anılması bundandır. Sairle 153S yılı baharında tanıştığını bildiren Âşık Çelebi eserinde Aşkî'nin bu yalıda geçirdiği debdebeli hayatı uzun uzun an­latmaktadır. Ancak aşırı harcamaları yü­zünden bir müddet sonra borçlanan Aş­kî, II. Selim'e sunduğu "kerem" redifli bir kaside ile evinin rehin düştüğünü be-iirterek yardım istemiştir. Padişahtan ilgi görüp görmediği bilinmeyen şair tek­rar Rumelihisarı'na taşınmış ve bir süre sonra vefat ederek Rumelihisarı Mezar-lığı'na defnedil mistir.

Bazı tezkirelerde, yeniçerilikten ayrıl­dıktan sonra Bektaşî! İk'ten Bayramîliğe geçtiği söylendiği gibi Sadettin Nüzhet de divanındaki bir murabbaa dayanarak Mevlevi olduğunu öne sürmektedir. Dev­rinin güçlü şairlerinden biri olan Aşkî'­nin tasavvufT şiirleri de vardır. Sade ve samimi bir dille söylediği şiirleri arasın­da, günümüzde de tanınan ve bir mu­hammesinin nakarat beytinde geçen "Gö-relüm âyine-i devrân ne suret gösterür" mısraı gibi güzel parçalara rastlanmak­tadır.

Şiirleri bir divan halinde toplanmıştır. Divanının İstanbul kütüphanelerinde bi­linen iki nüshası vardır (Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 297; Nuruosmaniye Ktp., nr. 3858). Çeşitli nazire mecmua-' iarında eserlerinden Örneklere rastlan­maktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Sehî, Tezkire (G. Kut), s. 136; Âşık Çelebi. Meşâirü'ş-şuarâ, s. 176-177; Latîfî, Tezkire, s. 244; Ahdî. Gülşen-i Şuarâ, İÜ Ktp., TY, nr. 2604, vr. 246"; Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568, vr. 57a; Âlî. Künhü'l-ahbâr, İstanbul 1277, s. 202; Kafzâde Fâizî, Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, nr. 1646, vr. 78b; Kınalızâde, Tezkire, [[, 636; Riyâzî. Tezkire, İCİ Ktp., TY, nr. 761, vr. 53"; Keşfü'z-zunûn, I, 801 ; Evliya Çelebi, Seya­hatname, i, 335; Müstakimzâde, Mecellelü'n-Nisâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, vr. 319"; Ergun, Türk Şairleri, 11, 515; Nail Tu­man, Tuhfe-i Nâilt, "Aşkî İlyas" md., sıra nr. 2869, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; TYDK,

!- 163. ı—|

m İsmail Ünver
AŞR-ı ŞERİF

Kur'ân-ı Kerîmin

bir cemaat içinde sesli olarak okunan

ve genellikle orta uzunluktaki

on âyet kadar olan bölümlerine

Türkler arasında verilen ad.

L

Aşr Arapça'da "on" demektir. Kur'an'ı öğrenme ve ezberleme çalışmasının onar âyettik bölümler halinde yürütülmesiyle ilgili ilk uygulamanın Hz. Peygamber ta­rafından yaptırıldığı bilinmektedir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin Hz. Osman, Abdullah b. Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b'dan rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Pey­gamber bu sahâbîlere âyetleri onar onar öğretmiş, sadece okumayı değil bu on âyetteki hükümleri de öğrenmedikçe diğer on âyetlik bölüme geçmelerine izin vermemiştir (bk. Taberî, 1, 80; İbn Mücâ-hid, s. 69; Zehebî, I, 490}. Kur'an'dan on âyet okumanın veya ezberlemenin fazi­letine dair hadisler de vardır. Geceleri on âyet okuyanın gafillerden sayılmaya­cağı (bk. Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 25; Ebû Dâvûd, "Şalât", 326), Kehf sûresinin başından on âyet ezberleyenin deccal*-den korunacağı (bk. Müsned, V, 196; VI, 449-450; Müslim, "Müsâfirîn", 257; Ebû Dâvûd, "Melâhim", 14] bu hadislerde işa­ret edilen hususlar arasındadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in bir gece yarısı namaz için kalkıp önce Âl-i İmrân süresinin son on âyetini okuduğu da rivayet edilmiş­tir (bk. el-Muuatta, "Şalâtü'1-leyl", 11;



Buhârî, "Vudû5", 36]. Muhtemelen bu fi­ilî ve kavlî sünnete uymak için mushaf yazımında süreler onar âyetlik bölümle­re ayrılmış, buna ta'şîr denmiştir. Ta'şî-re işaret etmek üzere de her on âyet­lik bölümün sonuna aşr kelimesinin ilk harfi olan "ayın" ( £_) konmuş, böylece bu harf bir aşrın bittiğini ve yeni bir aş­rın başladığını gösteren bir işaret ol­muştur. Bazı mushaflarda ise ayın harfi yerine veya ayınla birlikte aşır güileri ve hatta değişik renkte âyet gülleri kulla­nılmıştır. Ashap ve tabiînin ileri gelenle­rinden bazılarının konu üzerinde görüş belirttiklerini bildiren rivayetlere bakı­lırsa (bk. Dânî, s. 3, 14-15), ta'şîrle ilgi­li ilk denemelerin daha sahâbîler hayat­ta iken başladığı anlaşılmaktadır. Zer-keşî. bu uygulamanın Abbasî Halifesi Me'mûn'un veya Haccâc b. Yûsuf es-Se-kafî'nin emriyle yapıldığını belirtmekte ise de (bk. el-Burhân, I, 251] bunun işin resmiyet kazanma safhası ile ilgili oldu­ğu söylenebilir.

Ta'şîri gösteren "ayın" harfinin mus­haf yazımında yaygın hale gelmediği, bir kıssa veya konunun bitip yenisinin baş­ladığını belirtmek ve hatimle namaz kıl­dıranların yahut namazı uzun tutanla­rın rükûa gidebilecekleri en uygun yeri göstermek üzere daha sonraki asırlar­da bir kısım âyetlerin sonuna konan ve "rükû'" ( tfj ) kelimesinden alınan "ayın" işaretinin bazı İslâm ülkelerinde onun yerini aldığı anlaşılmaktadır. Özellikle Türk hattatları tarafından yazılan bazı

Kur'an nüshalarında bir kısım âyetlerin sonunda görülen "ayın" harfleri bu mak­satla kullanılmış, on âyetlik bölüm ölçü­sü (ta'şîr) dikkate alınmamıştır.

Genellikle cemaatle kılınan namazlar­dan sonra veya çeşitli toplantılarda iba­det maksadıyla yapılan tilâvetlerde, ha­dislerde yer alan on sayısına itibar ede­rek okunan on âyet veya orta uzunlukta yaklaşık on âyetlik bir bölüm için Türk muhitlerinde kullanılan "aşr-ı şerif" ta­birine öteki müslüman ülkelerde rast­lanmamaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muuatta, "Şalâtü'1-leyl", 11; Müsned, V, 196; VI, 449-450; Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 25; Buhârî, "Vudû3", 36; Müslim, "Müsâfirîn", 257; Ebû Dâvûd. "Şalât", 326, "Melâhim", 14; Taberf, Tefstr (Şâkir), 1, 80; ibn Mücâhid, Kitâ-bü's-Seb'a fi'I-kıra7âl (nşr. Şevki Dayf], Kahire 1972, s. 69; Ebû Amr ed-Dânî. el-Muhkem fî nakü'S-meşâhif (nşr. izzet Hasan), Dımaşk 1379/ 1960, s. 3, 14-15; Zehebî. A'lâmü'n-nübeiâ\ I, 490; Zerkeşî. el-Burhân, I, 251; Süyûtî, et-İt-kân, IV, 160-162; Zürkânî, Menâhilui-'İrfan, Kahire 1372/1953, I, 402-403; Hind Şelebî. et-Kıra'ât bi-İfrtkıyye, Tunus 1983, s. 77.

Iffil MUHAMMED ErOĞI.U

ÂŞÜRÂ ^


Çeşitli din ve mezheplerin

önem verdiği, muharremin onuncu günü.


Âşûrâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir keli­me kabul edenler olduğu gibi, bu dilde "fâûlâ" vezninin bulunmadığını ileri sü­rerek İbrânîce'den geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat âlimlerin çoğu bu görü­şe katılmamakta, kelimenin Arapça asıl­lı olduğunu benimsemektedirler.

Âsûrânın menşei hakkında kaynakla­rın belirttiği görüşleri iki noktada top­lamak mümkündür. 1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun'un zulmünden kur­tulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür. Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşû­râ yahudi geleneğine dayanmaktadır. 2. Aşûra, Hz. Nuh'tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye devri Araplar'ı arasında da Hz. İbrahim'den be­ri önemli görülüp oruç tutulan bir gün­dür. Bu görüş, Hz. Aişe ile Abdullah b. Ömer'in rivayetlerine dayanır. Âişe'nin

rivayeti şöyledir: "Âşûrâ Kureyş'in Câhi-liye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resülullah da buna riayet ediyordu. Me­dine'ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca ken­disi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırak­mış, bundan sonra müslümanlardan di­leyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tut­mamıştır" (Buhârî, "Şavm", 69; Müsned, VI, 29-301. Abdullah b. Ömer'in aynı ko­nudaki rivaveti de şöyledir: "Âşûrâ Câ-hiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılının­ca Resûlullah'a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, 'Âşûrâ Allah'ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın' buyurmuştur" (Müs­ned, il, 57, 143). Ashap arasında ilimle­riyle temayüz etmiş bu iki şahabının ri­vayetlerinden, âşûrânın Câhiliye devri Araplar'mca önemli sayıldığı açıkça an­laşılmaktadır. Hz. Âişe'nin âşûrâ günün­de Kabe örtülerinin değiştirildiğini an­latan diğer bir rivayeti de bunu destek­lemektedir {Müsned, VI, 244). Araplar'ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kabe'yi inşa eden ataları Hz. İbrahim'in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir. Hz. Mûsâ ile İsrâiloğullan'nın Fİravun'un elin­den âşürâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nuh'un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudiieri Hz. Pey-gamber'in tekzip etmemesi, hatta, "Biz Musa'ya sizden daha lâyıkız" diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (tok. Buhârî, "Şavm", 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nuh'tan itibaren semavî din­lerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin