ÂŞIK ÖMER
L
(ö. 1119/1707 [?]) Türk saz şairi.
Doğum yeri ve tarihi hakkında çeşitli rivayetler vardır; bunların içinde doğruya en yakın görüneni, onun Konya'nın Hadım ilçesinin Gezleve köyünde 1651 yılında doğmuş olduğu yolundaki rivayettir. Düzenli bir medrese tahsili görmediği anlaşılmakla birlikte devrin kültür muhitleri içinde bulunmak suretiyle kendi kendini yetiştirmiş ve aynı devrin diğer âşıklarına göre daha seçkin bir yer kazanmıştır. Şerîfî adlı bir şairden ders aldığı, başta Fuzûlî olmak üzere klasik edebiyatın belli başlı büyük şahsiyetleri yanında Hâfız'ın divanı ile Sa'dî'nin Gü-Hstân'mı okuyacak kadar Farsça Öğrendiği anlaşılmaktadır. Yazdıklarına ve rivayetlere bakılarak orduya girdiği, sınır kalelerinde bulunduğu, hatta bazı savaşlara katıldığı tahmin edilmektedir. IV. Mehmed'in 1678'de Cehrin Kalesi'ni fethi münasebetiyle bir manzume yazdığı gibi, II. Ahmed'in saltanat yıllarındaki Rus, Venedik ve Avusturya seferleri ve II. Mustafa'nın bir gazâsıyla ilgili bazı manzumeler de yazmıştır. Şiirlerinden İstanbul, Bursa. Varna, Sakız, Sinop ve Bağdat gibi yerleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta divan şairlerini taklide özenerek Adlî mahlasını kullanmış, Ömer mahlasını daha sonra benimsemiştir. Şiirlerinde Ranriat!tan Tıına'va
kadar uzanan geniş bir coğrafya yer almakla beraber bazı şiirlerinin hayal mahsulü olduğu tahmin edilmektedir. 1707'-de İstanbul'da Öldüğü ve Yemiş İskele-si'nde bir türbesinin bulunduğu da yine rivayetler arasındadır.
XVII. yüzyılda Gevheri ve Karacaoğ-lan'la birlikte Türk saz şiirinin önde gelen isimleri arasında yer alan Aşık Ömer, geniş halk kitleleri tarafından benimsenme açısından da müstesna bir yere sahiptir. Kendisinden sonra gelen âşıklardan birçoğu ona nazîreler yazmış, bestelenmiş şiirleri çeşitli meclislerde çalınıp okunmuştur. Âşıkane ve sûfiyâne mahiyetteki bazı manzumeleri ise bir tür ilâhi gibi uzun zaman tekke ve zaviyelerde terennüm edilmiştir. Asker ocağında bulunması dolayısıyla hem serhat boylarının biraz serbest ve maceralı hayatını yaşayarak dile getirmiş, hem de klasik şiirin mecaz, vezin, kafiye ve edebî sanatlarını, hatta biraz da dilini kullanarak o çevrelerin havasını yansıtmıştır. Kendisinden önce gelen saz şairlerinden farkiı olarak klasik Türk edebiyatından büyük ölçüde etkilenen Âşık Ömer, bilhassa aruz vezniyle yazdığı di-van'larda divan şiirinin kalıplaşmış mazmun ve hayal dünyasına büyük ölçüde yer vermiştir. Daha sağlığında üstat kabul edildiği için kendisinden sonraki şairler arasında onun gibi yazmak bir moda haline gelmiş, bu da halk şiirinin kendi içinde tabii bir şekilde gelişmesini engellemiştir. Onun açmış olduğu divan
şiirini taklit cereyanı yüzünden saz şiirinin eski saflığı ve dili farkedilir şekilde bozulmuştur. Geriye bırakmış olduğu 2000'den fazla şiirle Türk edebiyatının en çok yazan şairlerinden biri olarak tanınan Âşık Ömer hece vezniyle söylediği şiirlerde daha başarılıdır. Aşık Ömer divanının en önemli iki yazmasından biri Konya Mevlâna Müzesi Müzelik Eserler bölümünde bulunan, Hüseyin Ayvansarâyfnin istinsah ettiği nüsha ile (Envanter nr. 99) şimdi Süleymani-ye Kütüphanesinde bulunan (Hacı Mah-mud Ef., nr. 5097) İstanbul Yahya Efendi Dergâhı nüshasıdır. Ayrıca cönklerde de pek çok şiirine rastlanmaktadır. Şiirleri, hayatı hakkında geniş bir incelemeyle birlikte S. Nüzhet Ergun tarafından yeni harflerle de yayımlanmıştır (İstanbul 1936).
BİBLİYOGRAFYA:
Atımet Tal'at. Çankırı Şairleri, Çankırı 1931-32, 1, 13; II, 120; Osmanlı Müellifleri, II, 212-213; S. Nüzhet Ergun, Aşık Ömer: Hayatı ue Şiirleri, İstanbul 1936; köprülü, Türk Saz Şairleri, II, 253-314; a.mlf,, "Âşık Ömer'e Aid Bazı NoÜar", HM, sy. 24 (19271; Naci Vengül, "Aşjk Ömer'in Neşredilmemiş Şiirleri", HBH (1939], sy. 96; TDEA, I, 195-196.
m
Ura Abdülkadib Karahan
Aşık paşa
(ö. 733/1332)
Mutasavvıf- şair, Garibnâme adlı tasavvufi eserin . müellifi.
670'te (1272) Kırşehir'de dünyaya geldi. Asıl adı Ali, mahlası Âşık'tır. "Paşa", "beşe" veya "başağa" diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, oğlu Elvan Çelebi'-nin kaleme aldığı Menâkıbü'l-kudsiy-ye fî menâsıbi'l-ünsiyye'de anlatılanlara dayanmaktadır. Buna göre dedesi Ebû'l-Bekâ Şeyh Baba İlyas b. Ali, XIII. yüzyılda Horasan'dan Anadolu'ya gelerek Amasya'ya yerleşmiştir. Ebü'l-Vefa HârizmT'nln tarikatına bağlı bir şeyh olup müridlerine Babaî denmektedir. Halifesi Baba İshak'la beraber tarihlerde Baba Resul İsyanı olarak anılan ayaklanmayı başlatmıştır. Elvan Çeiebi'nin Me-nâkıb'ma göre Baba İlyas bu isyanda yakalanıp Amasya Kalesi'ne kapatılmış,
1
zindanda bulunduğu kırkıncı gün hücresinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve Baba İlyas'ı alarak kaybolmuştur. Başka kaynaklarda ise isyan sırasında veya savaş alanında öldüğü veya idam edildiği şeklinde bazı rivayetler yer almaktadır.
Âşık Paşa'nın babası Muhlis Paşa, Baba İlyas'ın en küçük oğludur. Menâkıb'a göre, isyan sırasında henüz kundakta bir bebek olan Muhlis Paşa, ateşe verilen Çat köyünden Şerefeddin adlı birisi tarafından kurtarılmış, yedi yaşında Mısır'a götürülmüş, orada yedi yıl kaldıktan sonra tekrar Anadolu'ya dönmüştür. Anadolu'ya dönünce hapsedilen Muhlis Paşa'nın 1273 yılına kadar olan hayatı karanlıktır. Bu tarihte Konya'yı ele geçirmiş, fakat altı aylık bir hükümranlıktan sonra hâkimiyeti Karamanoğulları'-na devretmiştir. Elvan Çelebi "nin naklettiği bu rivayete Taşköprizâde ve Oruç Bey'le birlikte Şikârî'de de rastlanmaktadır. Bütün bu kaynaklardaki ifadelerden Muhlis Paşa'nın ilk Osmanlı Sultanı Osman Gazi zamanında hayatta olduğu anlaşılmaktadır.
Âşık Paşa önce Süleymân-ı Kırşehrî'-den, daha sonra İlyas Paşa'nın halifelerinden Şeyh Osman'dan ders almaya başladı. Muhlis Paşa'nın vasiyeti üzerine Şeyh Osman, Âşık Paşa'yı kızı ile ev-
lendirdi. Bir süre sonra Anadolu Valisi Timurtaş Paşa'nın veziri oldu. Bazı siyasî olaylara karıştığı için Mısır'a gitti. Amasya'ya geri dönerken Kırşehir'e geldiğinde hastalandı ve orada vefat etti (13 Safer 733/3 Kasım 1332). Kırşehir'de bulunan türbesi, kendisinin vasiyeti üzerine şehrin kuzeydoğusunda bir tepede yapılmış olup bir de kitabesi vardır. Türbenin halk tarafından kutsal sayılıp ziyaret edildiği hususunda bütün kaynaklar müttefiktir. Elvan Çelebi babasının dünya işlerine hiç karışmadığını, kendini bütünüyle tasavvufa vererek bir velî hayatı yaşadığını kaydeder. Şiirlerinde ve Garibnâme''sinde büyük ölçüde Yûnus Emre ve Mevlânâ tesiri hâkimdir.
Eserleri. 1. Garibnâme. 730 (1330) yılında kaleme alınan 12.000 beyitlik bu mesnevi aruzun "fâilâtün fâilâtün fâi-lün" kalıbıyla yazılmış olup on bölümden meydana gelmiştir. Bazı nüshaların sonunda Âşık Paşa'nın gazelleri de vardır. Dinî, tasavvufî ve öğretici bir eser olan ve halkı eğitmek maksadıyla Türkçe olarak yazılan Garihnâme, Anadolu'da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir dairesi çok geniş olmuş eserleden biridir. Sade dili dolayısıyla eser asırlar boyunca çok geniş bir okuyucu zümresine hitap etmiştir. Bu sebeple kütüphanelerde pek çok nüshası bulunan Ga-ribnâme'rim Türkiye'deki en iyi ve eski tarihli nüshaları Beyazıt Devlet (nr. 3633) ile Süleymaniye kütüphanelerindeki (Lâleli, nr. 1752] yazmalardır. Prof. Mundy nüshası olarak tanınan en eski tarihli Raif Yelkenci nüshasının ise günümüzde Londra'da Şark Dilleri Mektebi Kü-tüphanesi'ne intikal ettiği bilinmektedir. 2. Fakrnâme. Âşık Paşa'ya ait olduğu ancak son zamanlarda tesbit edilebilen tasavvuff muhtevalı 161 beyitlik bir mesnevidir. Roma (Biblioteca Gasana-tensa Turca, nr. 2054) ve Manisa (Muradiye Ktp,, nr. 11531 kütüphanelerinde iki nüshası vardır. Eserde rengârenk bir kuş olarak tasvir edilen "fakr" sonunda Hz. Peygamber1! seçerek onda karar kılmaktadır. Mesnevi E. Jemma {Estatto dalla Rioista Degli Stildi Orientali, s. 219-245) ve A. S. Levend {TDAY Belleten 1953, s. 205-253] tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır. 3. Vasf-ı Hâl. Otuz bir beyitten ibaret olan bu küçük mesnevinin Roma ve Manisa'da iki nüshası bilinmektedir. Mesnevide şairin adı geçmemekle bera-
ber eserin Garibnâme''nin sonunda yer alması. Âşık Paşa'ya ait olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir. 4. Hikaye. Elli dokuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Raif Yelkenci'ye ait bir Garibnâme nüshasının sonunda bulunmaktadır. Bu mesnevide bir müslüman, bir hıristiyan ve bir yahudinin başından geçenler anlatılmaktadır. 5. Kimya Risalesi. Âşık Paşa'ya ait olduğu şüpheli görünen bu risalenin bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphane-si'nde (nr. 2889) bulunmaktadır. Son iki risale A. S. Levend tarafından bir arada yayımlanmıştır {TDAY Belleten 1954, s. 265-276], 6. Risale fî beyâni's-semâ. Eserin adına Osmanlı Müellifleri dışında başka kaynaklarda rastlanmamaktadır. F. Köprülü bu risalenin incelenmeden Âşık Paşa'ya mal edilemeyeceğini söylemektedir. Eserin Süleymaniye Kü-tüphanesi'nde bulunan nüshasında (Fâtih, nr. 5335) varak 107a'da "Âşık" mahlası geçmektedir. Ancak bu mahlası pek çok kişinin kullandığı düşünülürse, risalenin Âşık Paşa'ya ait olduğu hususu şüpheli görülebilir. Bununla birlikte risalenin konusu ile Garibnâme 'nin dördüncü babının üçüncü "dğsitân"ı arasında yakın bir ilgi bulunduğunu da belirtmek gerekir. Ahmet Kutsi Tecer'in hakkında bir inceleme yazısı yazdığı bu risale mensur olup içinde yer yer manzum parçalar bulunmaktadır. Bursalı Mehmed Tâhir'in Manisa'da gördüğünü söylediği risalenin bir üçüncü nüshasının da Ankara'da Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi 320 numarada kayıtlı eski bir Garibnâme nüshası sonunda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Âşık Paşa'nın Garihnâme'de yer alan gazellerinden başka nazîre mecmualarında rastlanan toplam altmış yedi şiiri S. N. Ergun ve değişik tarihlerde A. Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır (bk. bibi.).
BİBLİYOGRAFYA:
Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kııdsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal - A. Yaşar Ocak), istanbul 1984, s. LX1V-LXX, 100-132; Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi (nşr. Aîsız), İstanbul [1972J, s. 28; Mecdî, Şakâik Tercümesi, s. 23; Şikârî, Kara-manoğulları Tarihi (nşr. M. Mesut Koman), Konya 1946, s. 16; Osmanlı Müellifleri, I, 109-110; Köprülü, ilk Mutasavvıflar, s. 232-236; a.mlf.. "Âşık Paşa", İA, I, 701-706; Ergun. Türk Şairleri, I, 129-144; Abdülbâki Gölpmarll. Yunus Emre ue Tasavuuf, İstanbul 1961, s. 295-346; a.mlf., "Âşık Paşa'nm Şiirleri", TM, V (1936), s. 87-101; A. Yaşar Ocak, XIII. Yüzyılda Anadolu'da Babaîier İsyanı, İstanbul 1980, s. 159-161; Fahir İz - Günay Kut, Büyük Türk Klâsikleri I, İstanbul 1985, s. 299-301; Ali Saim Ülgen, "Kırşehir'de Türk Eserleri", VD, II (1942), s. 254-261; Agâh Sırrı Levend, "cÂşik Paşa'nın Bilinmeyen İki Mesnevisi: Fakr-nâme ve Vaşf-ı Hal", TDAY Belleten 1953, s. 205-253; a.mlf., "'Âşık Paşanın Bilinmeyen İki Mesnevisi Daha: Hikâye ve Kimya Risalesi", TDAY Belleten 1954 (1988),*. 265-276; E. Jemma, "II Fakrnâme' Libro Della Poverta di Âşıq Pasa", Estalto dalla Riuista Degli Stu-di Orientali, XXIX, Roma 1954, s. 219-245; A. Kutsi Tecer, "XV. Yüzyıla Ait Oyun-Raks Hakkında Mühim Bir Eser", TFA, 1/106 (1958), s. 1695-1696; 11/107, s. 1709-1712; ill/108, s. 1723-1725; İV/110, s. 1754-1755; V/113, s. 1805-1808; VI/118, s. 1901-1902; Ali Alparslan, "Âşık Paşa'da Tasavvuf", TDED, XII (1963), s. 143-156; Sadettin Buluç, "Elvan Çelebi'nin Menâkıb-nâmesi", TM, XIX (1980), s. 1-6; Fa-hİrİz/'ÂşhikPaşha", El2 {\ng.i, 1,698-699.
B Günay Kut
Tasavvufî Şahsiyeti. Âşık Paşa, kurucusu Baba İlyâs-ı Horasan! olan büyük ve nüfuzlu bir şeyh ailesinin XIV. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli temsilcisidir. Onun, zamanında Anadolu'da Vefâiyye tarikatının başı sıfatıyla tanınmış bir mutasavvıf olduğu muhakkaktır. Küçük yaştan itibaren adı geçen tarikat çevresinde, bu çevreye mensup mühim şahsiyetlerden iyi bir tasavvuf terbiyesi aldığı, oğlu Elvan Çelebi'nin bizzat kendi ifa-
delerinden anlaşılmaktadır (Menâkıbii'l-kudsiyye, s. 103).
Âşık Paşa kendi tarikat çevresinde olduğu kadar, o devirde Kırşehir ve yöresinde yayılmış bulunan Hacı Bektâş-ı Velî, Şeyh Süleymân-ı Türkmânîve Ahî Ev-ran geleneklerine bağlı önemli kişilerle de münasebet kurmuş olmalıdır. Bilhassa Mevlânâ ve Sultan Veled'e ve bunların eserlerine büyük bir hayranlık duyduğu görülen Âşık Paşa'nın Mevleviler'-le de ilişkisi bulunduğu rahatça söylenebilir (İA,), 703). Onun Kırşehir gibi XIII. yüzyıldan beri kuvvetli ilmî, fikrî ve edebî gelişmelere sahne olmuş bir merkezde yetişmiş bulunmasının tasavvufî şahsiyeti üzerindeki rolü şüphesiz büyüktür. Aşık Paşa burada, "muhtelif mahiyette dervişlik cereyanlarının ve fütüv-vet prensiplerinin çok canlı ve kuvvetli bulunduğu bir sahada" fikirlerini yayarak hatırı sayılır bir müridler zümresi edindi {İA, I, 702-703]. Bütün bunlara rağmen bir müddet sonra Âşık Paşa'nın bir taraftan Hacı Bektaş müridleri, diğer yandan da Şeyh Süleymân-ı Türkmânî ve Ahî Evran taraftarlarıyla rekabet etmek zorunda kaldığını düşünmek lâzım geliyor. Çünkü oğlu Elvan Çelebi bu baba yurdunu bırakıp sülâlenin kurucusu Baba İlyâs-i Horasânî'nin mekânı oian Çorum ve Amasya arasındaki Mecitözü bölgesine yerleşmek zorunda kalmıştır.
Âşık Paşa, XIII. yüzyılda en büyük temsilcisi Baba İlyâs-ı Horasânî olan Türk "heterodoks" İslâm anlayışının propagandacısı bir şeyh ailesinin Muhlis Pa-şa'dan sonra çeşitli siyasî ve kültürel sebeplerin tesiriyle tedricen Sünnîleşme yoluna girdiği bir devirdeki en önemli üyesidir. Kendisinin tasavvufî düşünceleri konusunda bir ölçüde en iyi belge, hiç şüphesiz Garibnâme adındaki meş-
hur mesnevisidir. İlk anda bu esere bakarak Âşık Paşa'nın tıpkı Mevlânâ gibi vahdet-i vücûd* mektebine bağlı Sünnî bir mutasavvıf olduğu görüşüne sahip olunmaktadır. Nitekim F. Köprülü bu yüzden onun, kendi zamanında Anadolu'da çok çetin bir tarzda sürüp giden Sünnî ve gayri Sünnî mutasavvıflar arasındaki mücadelede birincilere dahil bulunduğunu ve Garibnâme 'yi bu yolda yazdığını söyler [İA, I, 704). Bu görüş genelde doğru olmakla birlikte, Âşık Pa-şa'nın, şyet ve hadislerle, çeşitli tasavvufî eserlerden alınmış ahlâkî ve tasavvufî öğütleri ihtiva eden bu eserinin, içinde birtakım heterodoks kalıntıların bulunması ihtimalini ileri süren görüş (bk. El2 (Fr.), I, 720) karşısında sistemli ve derinlemesine tahliline gerek vardır.
Elvan Çelebi'nin, Âşık Paşa'mn oğlu olması dolayısıyla, babasının tasavvufî yönünü salâhiyetle ve en iyi anlatması gereken birinci elden bir kaynak vazifesi göreceğini düşünmek elbette tabiidir. Ancak onun, adı geçen eserinde babasından büyük bir hayranlıkla bahsetmesine ve fevkalâde nefis mısralarla mistik bir tablo içinde onu tasvir etmesine rağmen, yukarıdaki meselenin aydınlanmasına yarayacak bir ipucu vermediğini belirtmek gerekir. Bununla beraber Elvan Çelebi, çizdiği bu mistik tablo ile velilik mertebesinin en üst basamağına ulaşmış büyük bir velîyi anlatmak istemektedir {Menâ.kıbü'1-kudsiyye, s. 100-132). Bu ise bir evlâdın babasına, bir müridin şeyhine olan bağlılık ve saygısının ifadesi olarak değerlendirilebilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye (nşr. Is-mail E. Erünsal - A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984, s. LX1V-LXX, 100-132; M. Baudier, Histoire de la Religion des Turcs, Paris 1625, s. 209, 210; Hammer, GOD, 1, 54; Gibb, HOP, I, 167 vd.; Hüseyin Hüsâmeddin [Yasar], Amasya Târihi, İstanbul 1327-30, I, 224; İstanbul 1329-32, II, 470-479; Cari Brockelmann, "Altosmanische Studien I: Die Sprache 'Âsyqpâsâs Paşa und Ahmedis", ZDMG, LXXIII (1919), s. 1-29; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa", İA, I, 701 -706; Fahir İZ, "cÂşhik Pasha", El2 {Fr.), 1, 719-720.
Iffl Ahmet Yaşar Ocak
ÂŞIK PAŞA CAMİİ
İstanbul'da Fâtih Külliyesi ile
Haliç arasındaki yamaçta XVI. yüzyıla ait cami ve müştemilâtı.
Fetihten sonra Fâtih'in mimarı Sinân-ı Atîk'ten dolayı Mimar Sinan mahallesi olarak adlandırılan bu yerde (bugünkü Haydar Mahallesi), Anadolu ve Rumeli'de
Türk fetihlerinin işaret taşı gibi birkaç türbesi olan San Saltuk'un da makamı bulunuyordu. Herhalde bu makamın yanında bir de zaviye yapılmış olmalıydı. Cami eskiden beri, türbesi Kırşehir'de bulunan tanınmış şair ve mutasavvıf Âşık Paşa'nın adıyla bilinmekte ise de doğrudan doğruya onunla bir ilgisi yoktur. Diğer taraftan caminin kimin tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı da çapraşık bir mesele halindedir. 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defte-ri'nden öğrenildiğine göre, Sarây-ı Atîk ağalarından Hüseyin b. Abdullah Ağa 898 Muharreminde (Kasım 1492) burada bir cami yaptırarak bu hayrata çeşitli yerlerde pek çok mülk ile Unkapanı civarında Üsküplü mahallesinde bir de çifte hamam vakfetmiştir. Sonradan 908 Ce-mâziyelâhirinde (Aralık 1502), 909 Rebî-ülevvelinde (Eylül 1503) ve 909 Recebinde (Ocak 1504) bu vakıf, aynı kişinin yeniden bağışladığı mülklerle zenginleşmiştir. Vakfiyeden anlaşıldığına göre caminin yanında bir de zaviye bulunuyordu.
Ayvansarâyî ise Âşık Paşa Mescidİ'nin (veya camii) her ne kadar bu adla şöhret bulmuş ise de gerçek kurucusunun Şeyh Ahmed Efendi olduğunu bildirir. Şeyh Ahmed Efendi. XV. yüzyıl içinde yaşamış olan ve Âşıkpaşazâde adı ile bilinen, tanınmış tarih yazarı Derviş Ahmed Âşi-kî'den başkası değildir. Fethin hemen arkasından, eski ve yaygın geleneğe uyularak bir Bizans kilise harabesinin yerinde, Halic'e hâkim bir yamaçta. San Saltuk Baba adına bir makam ve bir zaviye kurulmuş olması muhtemeldir. Hatta belki de bu ilk basit tesis Derviş Ahmed Âşıkfnin hayratıdır. XV. yüzyıl sonlarına doğru yapılan cami, Ayvansarâyf-nin Mecmûa-i Tevârî/ı'inde belirttiğine göre Enderun ağalarından Tavaşî Hüseyin Ağa tarafından yeni baştan inşa ettirilmiştir. Minberini ise Kanunî Sultan Süleyman ile Sigetvar Seferi'ne katılan ve padişahın Öldüğü günlerde (7 Eylül 1566) Peç'te (Peçuy) vefat ederek oradaki Kasım Paşa Camii naziresine gömülen Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Efendi koydurmuştur. Yine Ayvansarâ-yî'den öğrenildiğine göre Hüseyin Ağa "müceddeden mescid-i şerifi bina eylemiştir". Ancak bütün bu bilgiler bu caminin tarihçesinin aydınlanmasına yetmemektedir. Çünkü Hüseyin Ağa'ya ait olması gereken türbenin kitabesinde 1783 gibi çoK geç bir tarih vardır. Bunun 1782 yangınından sonra yaptırılan
tamir ile ilgili olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. Hüseyin Ağa tarafından cami yeniden yaptırılırken belki Âşık-paşazâde ile Seyyid Velayet'in türbeleri de şimdi görüldükleri biçimde inşa edilmiştir. Âşık Paşa ailesinden pek çok kişinin gömüldüğü bu manzumenin zaviyesine bağışlanan vakıflar arasında 907 Cemâziyelâhirinde {Aralık 1501) yapılan bir tanesi dikkate değer. Bu, İstanbul'dan başka Dimetoka. Hayrabolu, Tire ve Denizli'den buraya gelirler ayıran Fatma Sultan "in bağışıdır. Mezarı Bursa'da bulunan ve Sûff Sultan Hatun olarak tanınan Fatma Sultan ise Padişah 11. Baye-zid'in kızı ve Güzelce Hasan Bey'in zev-cesidir. Bu hanım sultanın Âşık Paşa ZS-viyesi'ne yaptığı bağışla ilgili bazı geç tarihli belgeler Topkapı Sarayı Arşivi'n-dedir. Âşıkpaşazâde ailesinden Şeyh Seyyid Velayet, Muharrem 928 (Aralık 1521) tarihli vakfiyesiyle bu zaviyeye pek çok vakıf bıraktığı gibi Râbia Hatun'un 934 Cemâziyelâhirindeki (Mart 1528) vakfiyesinde Âşık Paşa Zâviyesi'ne ilâve ettirdiği sekiz hücrenin Mimar Sinan tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Bu kayıt da şaşırtıcıdır, çünkü o tarihte Sinan henüz mimarlık çalışmalarına başlamış bile değildi.
Cami ve zaviyenin yanına. Âşıkpaşa-zâde'ye ait olarak bilinen bir türbeden başka. 874'te (1469-70) kızı Râbia Hatun ile evlenerek damadı olan müridle-rinden Seyyid Velayet için de bir türbe yapılmıştır. Âşıkpaşazâde tarihini yayımlayan Âlî Bey'e göre Râbia Hatun, Seyyid Velâyet'in zevcesi değil müridelerin-den bir hanımdır. 1633 ve 1782 yangınlarında büyük ölçüde zarar gören manzume, sonuncu yangının hemen arkasından ihya edilmiş ve bu tamiri belirten 1198 (1783-84) tarihi caminin kapısı üstündeki bir âyetin altına konulmuştur. Son cemaat yerinin sol tarafına eklenen kare planlı küçük bir mekân ise Hüseyin Ağa'nın türbesi olmuştur. Mezar taşında yine 1198 tarihinin bulunması şaşırtıcıdır. Ayvansarâyf, Hüseyin Ağa'nın "...vefatında camiin taşrasında dergâhı kurbunda defn olunmuştur" dediğine göre, 1782 yangınında zarar gören bu kabir, bir yıl sonra yapılan büyük tamirde caminin bitişiğine eklenen bir türbeye konulmuş ve mezar taşına da tamir tarihi işlenmiş olmalıdır. Bütün manzume 1918'de büyük Cibali-Fa-tih yangınında bir kere daha yanmış, 1970'li yıllarda cami ve türbeler restore edilmiştir.
Âşıkpaşazâde manzumesinin merkezi olan cami. kare bir plana sahip, kurşun kaplı tek kubbe ile örtülü basit bir yapıdır. Önceleri üç bölümlü olduğu sanılan son cemaat yeri bugün mevcut değildir. Caminin beden duvarları muntazam iki sıra tuğla ve bir sıra kesme taştan olmak üzere inşa edilmiş, sonraki tamirlerde üst kısmı değişen minaresi de tamamen kesme taştan yapılmıştır. Yangınlar yüzünden caminin içinde ilk yapılışına ait hiçbir şey kalmamıştır.
Caminin kıble tarafında tek kubbeli kare bir mekân halinde muntazam kesme taş cepheli türbe binası, tarih yazarı Derviş Ahmed Âşıkî'ye ait kabul edilmektedir. Bitişiğinde, üstü bir aynalı tonozla örtülü küçük türbede ise iki sanduka bulunmaktadır. Caminin önünden geçen dar sokağın karşı tarafında ise yine kubbeli kare bir bina biçiminde olan Seyyid Velayet Türbesi bulunmaktadır. Bu da öteki gibi muntazam kesme taştan inşa edilmiş klasik Türk mimarisi üslûbunda bir yapıdır.
Caminin etrafında ve Seyyid Velayet Türbesi'nin yanında geniş hazîreler vardır. Caminin etrafındaki arazide bulunan ve bağışlanan vakıflardan çok saygı duyulan bir tesis olduğu anlaşılan zâviye-tekkeden ise bugün görünürde bir iz yoktur. Dahiliye Nezâreti'ne ait bir nüfus sayımındaki kayıtlardan Emirler, Seyyid Velayet Hazretleri. Seyyid Velayet adları ile anılan tekkede 1301'de (1883-84) biri erkek, üçü kadın olmak üzere dört kişinin oturduğu anlaşılmaktadır. Tekkenin en azından XX. yüzyıl başlarına kadar mâmur ve faal olduğu düşünülebilir. Büyük bir ihtimalle tekke de bu çevreyi harap eden 1918 yangınında yok olmuş, bir daha da ihya edilmemiştir. Caminin avlusunu sokaktan ayıran duvarda İstanbul'un en eski ve esas mimarisini koruyabilmiş nâdir çeşmelerinden biri bulunmaktadır. Çeşme Âşık Paşa sülâlesinden Şeyh Ahmed Efendi tarafından yaptırılmıştır. Üzerindeki Arapça kitabesinde 972 (1564-65) tarihi vardır. Kemerin iki yanındaki birer mısra-dan ibaret Türkçe kitabede ise rakamla tarih olmadığından ebcedi değişik biçimlerde hesaplanabilmektedir. İ. Hilmi Tanışık bunu 987 (1579) olarak çözmüş, R. Ekrem Koçu ise tarihin ta'miye*]) ve mücevher bir tarih olduğuna işaretle 976 (1568-69) rakamını çıkarmış, Fahri Derin ve Vahit Çabuk ise 978 (1570-71) tarihini bulmuşlardır. Tamamen kesme taştan yapılan, kemerinin kilit taşındaki
ile cephesinde üç rozet süslemesi olan bu küçük eser İstanbul'un en eski çeşmelerinden biri olarak ayrıca değerlidir. Âşık Paşa Camii ve manzumesi Osmanlı devri Türk tarihinin önemli adlarının hâtırasını yaşatan tarihî bir eser olarak İstanbul'u süslemekte, fakat oldukça çapraşık tarihçesi ile de bunu tam olarak aydınlatacak bir araştırıcıyı beklemektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Aşıkpaşazâde. Târih, Giriş, s. h-yb; Ayvan-sarâyî, Hadîkatii'l-ceuâmi', I, 154-155; a.mlf.. Mecmûa-i Teuârth (nşr. Fahri Ç. Derin — Vâhid Çabuk}, İstanbul 1985, s. 109, 126, 275; a.mlf., Vefeyât-ı Selâtîn, s. 163; İbrahim Hilmi Tanışık. İstanbul Çeşmeleri, istanbul 1943, I, 14, nr. 13; istanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), s. 273-278; W. Müller - Wiener, Bildlexikon zur Topographie îstanbuts, Tübingen 1977, s. 369-370 ve 519 fçeşme); R. Ekrem Koçu, "Âşıkpa-şa Camii ve Âşıkpaşazade Türbesi, Âşıkpa-şazâde Çeşmesi", İst A, II, 1148-1151.
İM Semavi Eyice
ÂŞIK PAŞA TÜRBESİ
Büyük Türk mutasavvıf-şairlerinden Âşık Paşa'nın Kırşehir'deki türbesi.
Şehrin dışında, kuzeye doğru uzanan bir tepenin yamacında kurulmuş geniş bir mezarlığın içinde bulunan türbe, yan cephesindeki kitabeden öğrenildiğine göre, 13 Safer 733'te (3 Kasım 1332) vefat eden Âşık Paşa için yaptırılmıştır. Kitabede Âşık Paşa, Şeyh Bâce olarak anıl-
mış, doğum ve ölüm tarihleri ise bazı kelimelerin ebced" değerlerinden çıkarılmıştır. O tarihlerde Kırşehir Eretnaoğui-ları'nın (veya Ertena) arazisi içinde bulunduğundan, bu türbenin de Eretnaoğulla-rı'nın veziri ve Âşık Paşa'nın yeğeni Alâ-eddin Ali Şah tarafından yaptırılmış olabileceği bir ihtimal olarak ileri sürülmüştür. Saim Ülgen'e göre, türbe kubbesinin şekil olarak Kırgız çadırını andırması, bu eserin mimarının Horasan erenle-riyle Anadolu'ya gelmiş Orta Asyalı bir Türk olabileceğini akla getirmektedir, Türbenin yanında Âşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birinin Âşık Paşa'nın babası Muhlis Paşa'nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka bir taşın da Âşık Paşa'nın oğlu Çan'a ait olduğu ileri sürülmekte ise de buradaki tarihi 4 Şevval 764 (17 Temmuz 1363) olarak okuyanlar olduğu gibi tarihin 964 (1557) olduğu da H. Baki Kun-ter tarafından ileri sürülmektedir. Kitabede Can b. Âşık Paşa adı okunduğuna göre ikinci görüşe katılmak zordur. Burada ayrıca Âşık Paşa'nın zevcesi Hâce Hatun'a ait olduğu iddia edilen bir mezar taşı daha görülmüştür. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Âşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazîre geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935'-te ufak bir tamir görmüştür.
Dostları ilə paylaş: |