Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş-ı Veli
Hacı Bektaş Velî, çok geniş kitleleri etkilemiş ve peşinden koşturmuştur. Birçok insanın gönlüne taht kuran Hacı Bektaş Velî’nin bir gönül eri olması, Ahmet Yesevî gibi büyük bir mutasavvıfın manevî ocağında aldığı ölçüleri uygulama safhasında gösterdiği hassasiyet; onun kişiliğini ortaya koyan en önemli özelliklerdir.
Dünyadaki savaşların altında yatan en önemli sebepler bencillik, hoşgörüsüzlük, kibir, gurur, haset ve fesattır. Hacı Bektaş Velî’nin “İncinsen de incitme.”“Her ne ararsan kendinde ara.” sözleri onun hoşgörüsünü ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş Velî sözleri ile bütün insanlığı sevgi, barış ve kardeşliğe çağırmış “Düşmanının bile insan olduğunu unutma.” sözü ile de insana verdiği değeri ortaya koymuştur.
Hacı Bektaş Velî’nin yaşadığı dönem olan XIII. yüzyıl dünyasının düşünce iklimi göz önüne alındığında “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” sözlerinin, yaşadığı çağın ne kadar ilerisinde olduğu görüldüğü gibi, bu sözler günümüze de ışık tutmaktadır.
Toplumun birliği ve dirliği için hayatî önem taşıyan “Eline, diline, beline sahip ol.” ilkesi gün geçtikçe daha da iyi anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş Velî’de Allah aşkı ve sevgisi ile insan sevgisi hatta hayvan sevgisi en yüksek noktaya ulaşmış; bu sevgi yumağı etrafında toplanan insanlar gönül erliğine ulaşmanın hazzını yaşamıştır. İnsanlığın ancak XX. yüzyılda, üstelik de çoğu kez politik amaçlarla kullandığı insan sevgisi ve insan haklarını, Hacı Bektaş Velî XIII. yüzyılda, üstelik insanların birbirinin kanını akıttığı bir dönemde en içten duygularla dile getirmiştir. Dinî kurallara bağlılığı, manevî gücü, Ehl-i beyt sevgisi, engin zekâsı ve sarsılmaz inancıyla Hacı Bektaş Velî, kitleleri etkilemiş; günümüzde de etkilemeye devam etmektedir. “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et.” diyerek temizlik, dürüstlük, çalışmak ve helal kazanç konusunda tavsiyede bulurken; yıkıcılığa, zulme, sömürüye ve tembelliğe karşı da tavrını ortaya koymuştur.
“Ayağa kalkarsan hizmet amacıyla kalk,
Eğer konuşacaksan, hikmet ile konuş,
Ve oturacağın zaman, saygı ile otur!”
sözleri ile Hacı Bektaş Velî, toplumda birlik ve dirliğin sağlanması, gönüllere sevgi yumağının dolması, insanların kardeş gibi yaşaması hususlarını dile getirirken “Gelin canlar bir olalım.” mesajını vermektedir. “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” diyerek gönüllere taht kuran Hacı Bektaş Velî; birleştirici, yapıcı, hoşgörü sahibi, sevgi dolu bir gönül eridir.
-
TARİHÎ VE MENKIBEVÎ (1209-1271) YAŞAMI
-
HACI BEKTAŞ VELÎ DÜŞÜNCE SİSTEMİNİN OLUŞUMU
-
ANADOLU HALK İNANÇLARINDAKİ SUFİ BAĞDAŞTIRMACILIK
-
HACI BEKTAŞ VELÎ DÜŞÜNCESİ ÇEVRESİNDE OLUŞAN TASAVVUF ANLAYIŞI
-
HACI BEKTAŞ TASAVVUFUNDA DÖRT KAPI KIRK MAKAM
-
HACI BEKTAŞ VELÎ’NİN ESERLERİ
-
HACI BEKTAŞ VELÎ İKLİMİNDE GELİŞEN EDEBİYAT
-
HACI BEKTAŞ VELÎ KÜLLİYESİ
TARİHÎ VE MENKIBEVÎ (1209-1271) YAŞAMI
XIII. yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş Velî hakkında objektif ve bilimsel anlamda kesin yargılarda bulunmak son derece güçtür. Bir taraftan hakkındaki kaynakların yetersizliği, diğer taraftan ölümünden bu yana geçen yaklaşık 800 yüzyıla yakın bir süre içinde tarihsel kimliğinden soyutlanarak artık tamamen bir “Ulu Kimlik” hâline gelmiş olması bilimsel değerlendirmeleri güçleştirmektedir.
Baba Resul’ün önemli halifelerinden olan Hacı Bektaş Velî hakkında, döneminin kaynaklarında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Onun hakkında bilinenler aşağı yukarı Velayetname’ye dayanır. Uzun Firdevsî tarafından Hacı Bektaş’ın ölümünden iki yüzyıldan sonra yazılan Hacı Bektaş Velâyet-nâme’si de Hacı Bektaş’ı tam olarak ortaya koyamamaktadır.
Âşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’la olan ilişkisine açıkça işaret etmesine rağmen, birçok araştırmacı tarafından Baba İshak’ın halifesi olarak görülmüştür. Ahmed Eflakî, Elvan Çelebi ve Âşıkpaşazade’nin güçlü şehadetleriyle Baba İlyas ile Hacı Bektaş arasında bir Şeyhlik-Halifelik bağlantısının bulunduğu kesinlik kazanmıştır. Âşıkpaşazade, onun kardeşi Menteş ile birlikte Baba İlyas’a intisap ettiğini, sonra birlikte Kırşehir’e geldiklerini, oradan Kayseri’ye geçip, Menteş’in buradan Sivas’a giderek orada öldürüldüğünü, bunun üzerine Hacı Bektaş’ın Karayol (Sulucakarahöyük)’a gittiğini bildirmektedir.
Velayetname’ye göre; Hacı Bektaş, Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuş olup, İmam Musa Kâzım’ın neslinden gelen ve İbrahim-i Sânî diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğludur. Buradan Hacı Bektaş’ın Anadolu’nun eski sakinlerinden olmadığı, Moğol istilası sırasında buraya göç ettiği anlaşılmaktadır. Irène Beldiceanu’nun tespitleri; Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’e Velayetname’nin yazdığı gibi yalnız bir derviş olarak gelmediğini, kendine bağlı “Bektaşlu” adını taşıyan bir oymakla birlikte geldiğini ortaya koymaktadır. Bu da bize, Türkmen babalarının hem kabile şefi hem de birer dinî önder olduklarını göstermektedir.
Ayrıca, Velayetname’ye dayanarak Hacı Bektaş Velî’nin başka bir Türkmen boyu olan Çepniler arasına yerleştiği de söylenebilir. Bu bilgi üzerine Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşlu Oymağı’nın, Çepni Boyu’nun bir parçası olabileceğini söylemektedir.
Halk nezdinde Hacı Bektaş Velî’nin yaşamı daha masalsı anlatımlarla hafızalara kazınmak istenmiştir. Hacı Bektaş Velî Velâyetnamesi’ne göre, Hacı Bektaş Velî, Horasan hükümdarı İbrâhimus-Sânî Seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmed adlı Nişâburlu âlim bir zâtın kızı Hatem (Hatme) Hâtûn’un oğludur. Hacı Bektaş Velî, Hoca Ahmet Yesevî’nin talebesi ve halifesi Lokman Perende’nin yanında eğitimini tamamladıktan sonra, Lokman Perende’nin “Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, âhirete gideriz. Var, seni Rum’a saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rum abdallarına seni baş tâyin ettik.’’ sözü üzerine, Anadolu’ya gelmek için yola çıkar. Hacı Bektaş Velî’nin Anadolu’ya gelişinde çeşitli engellemeler olur. O sırada Anadolu’da yaşayan kimi erenler, Rum halkının Hacı Bektaş’a bağlanacağını ve kendilerinin önemsiz bir mevkide kalacaklarını düşünerek onun gelişini engellemek için ortak karar alırlar. Ancak, Hacı Bektaş Velî, bütün engellemeleri aşarak Anadolu’ya gelir. Anadolu’ya, Bozok’tan girer. Daha sonra Kayseri’ye varır. Kayseri’den Ürgüp’e gelirken yolda Sinesos adlı bir Hristiyan köyüne ulaşır. Burada çok fazla kalmadan Üçhisar adlı diğer bir köye geçer.
Hacı Bektaş Velî’nin Sulucakara-höyük’e güvercin donunda (şeklinde) inmesi, Rum erenleri arasında bir huzursuzluğa sebep olur. Hacı Bektaş’ın alt edilmesi için, Karaca Ahmed adlı bir eren gönderilir. Karaca Ahmed, her mahlukun eşiyle oturduğunu, yalnız Sulucakarahöyük’te güvercin şekline girmiş bir erenin tek başına oturduğunu maneviyatta anlar. Bu eren Hacı Bektaş Velî’dir. Rum erenlerinden Bayezid Sultan Halifelerinden Hacı Doğrul, doğan donuna girerek, güvercin şeklinde duran Hacı Bektaş’ı avlamaya gelir. Heybetle güvercinin üzerine iner, Hacı Bektaş o anda insan şekline dönerek doğanı yakalar, aklı başından gidinceye kadar sıkar ve yere bırakır. Hacı Doğrul, kendine gelince hemen ayağa kalkıp Hacı Bektaş’ın eline ayağına düşer, affedilmesini ister ve Hacı Bektaş Velî’ye uyma konusunda söz verir. Bunu arkadaşlarına da anlatmak için geri döner. Ancak, Rum erenleri bu daveti kabul etmezler. Herkes kendi yoluna gider. Bu hâl, Hacı Bektaş’a malum olur. Hacı Bektaş Velî de bir rivayette kırk gün, bir başka rivayette üç gün çerağlarını söndürür. Hacı Bektaş Velî’nin bir işaretiyle Rum erenlerinin altlarındaki seccadeler kaybolur. Sonunda bu erenler bir yere toplanarak Hacı Bektaş’a gitmeyi kararlaştırırlar, huzuruna varıp elini öperler. Hacı Bektaş’ın kimliğini, nereden geldiğini, kime bağlı olduğunu sorarlar. Hacı Bektaş, Horasan erenlerinden olduğunu Türkistan’dan geldiğini, mürşidinin Sultan Hoca Ahmet Yesevî olduğunu söyler. Erenler buna karşı delil isterler. Hacı Bektaş, Ahmet Yesevî Hazretlerinden aldığı icâzetnâmeyi çıkarmak isterken, gökyüzünde bir duman belirir ve Hacı Bektaş’ın önüne düşer. Bu, yeşil sayfa üzerine ak yazıyla besmele ve ondan sonra icazeti yazılı bir fermandır.
Hacı Bektaş’ın ölümü ile ilgili anlatılan söylence ise şöyledir: Hünkâr bir gün ibadet ettikten sonra halvete çekildi. Sarı İsmail’içağırarak ona: Sen benim has halifemsin, bugün perşembe, ben bugün ahirete göçeceğim, göçünce kapıyı ört, dışarı çık. Çiledağı tarafını gözle, oradan bir boz atlı gelecek, yüzünde yeşil örtü olacak. Bu zat, atını kapıda bırakıp içeri girecek, bana Yasin okuyacak. Attan inip selam verince selamını al, onu ağırla. Hülle donundan kefenimi getir, o beni yıkar. Beni yıkarken su dök, ona yardım et. Ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta koyun, ondan sonra beni gömün. Sakın onunla söyleşmeyin. Dünya hâli budur, gelen gider. Sen de hizmet et, sofra yay. Himmet dilersen cömertlikte bulun. Benden kisvet giyen her mürit konuk istesin, konuğa hizmet etsin. Kimsenin yatan itini kaldırmasın, kimseye karşı ululanmasın, haset etmesin. Ölümümden sonra bin koyunla, yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır. Hizmet et, onları doyur. Yedinci ve kırkıncı günü helva dağıt. Korkma erin harcı eksilmez. Ne kadar muhip ve müritvarsa davet et, onları topla. Öğüt ver sakın ağlamasınlar. Bir halifem de Barak Baba’dır. Gerçek bir erdir, ona da söyleyin Karasi’ye varsın, Balıkesri’ye gidip orayı yurt etsin. Hacı Bektaş Velî bunları söyledikten sonra, Tanrı’ya niyazda bulundu. Peygambere salavat getirdi. Kendi kendine Yasin okudu ve Hakk’a yürüdü. Sarı İsmail, vasiyet gereği Hünkâr’ın yüzünü hırkasıyla örttü. Halvetin kapısını çekip dışarı çıktı. Hünkâr’ın muhipleri ve müritleri, dört bir yandan gelerek ağlaştılar. Derken bir de baktılar ki Çiledağı tarafından bir toz koptu. Bir anda yaklaştı, Hünkâr’ın dediği gibi bu zatın elinde bir mızrak vardı. Yüzüne yeşil örtü örtmüştü. Altında da tarife uygun olarak boz bir at vardı. Erenlere, mürit ve muhiplere selam verdi. Selamını aldılar. Mızrağını yere dikti. Atından inerek doğruca halvete girdi. Kendisiyle beraber içeriye yalnız Sarı İsmail girdi. Kara Ahmed kapıda durdu. Kimseyi içeriye sokmadı. Sarı İsmail su döktü, yüzü örtülü er yıkadı. Yanındaki hülle donları kefen yaptı. Tabuta koyup doğruca musallaya götürdüler. Boz atlı er imamlık etti, erenler de saf olup ona uydular. Cenaze namazı kılındı, götürüp mezara koydular. Boz atlı erenlerle vedalaştıktan sonra atına atlayarak yürüdü. Sarı İsmail, acaba bu kim, diye merak etti. Eğer Hızır’sa görüştüğüm için tanımam lazımdır deyip ardından koştu, yüzü örtülü ere: Namazını kıldığın, yüzünü gördüğün er hakkı için, kimsin bildir bana, dedi. Boz atlı er, Sarı İsmail’in yalvarmalarına dayanamadı, örtüsünü açtı. Hacı Bektaş Velî’nin kendisinden başkası değildi. Sarı İsmail atının ayağına düşüp yalvardı: Lütfen erenler şahı, otuz üç yıldır hizmetindeyim, kusurum var seni bilememişim, suçumu bağışla, dedi. Hünkâr: Er odur ki ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var buna gayret et.” dedikten sonra Çiledağı’na yönelip gözden kayboldu. Rivayete göre, Hacı Bektaş Velî vefat ettiğinde 63 yaşındaydı.
Hacı Bektaş Veli’nin Hak’ka yürümesinden sonra onun düşünce sisteminin birinci ve ikinci kuşak temsilcilerinden bazıları şunlardır:
Kaygusuz Abdal
Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli)
ve Seyyid Rüstem
Hacım Sultan
Koyun Baba (Âşık, Ârif, Arık Çoban)
Otman Baba (Hüsam Şah)
Akyazılı Sultan (Akyazılı Baba)
Şeyh Balı
Seyyid Mahmud Hayrani
Güvenç Abdal
Baba İlyas Horasani
Sarı İsmail
Seyyid Cemal Sultan
Barak Baba
Tapduk Emre
Abdal Musa (Musa Baba)
Sarı Saltık
Balım Sultan
Gül Baba
Garip Dede
Hasan Demir Baba
HACI BEKTAŞ VELÎ DÜŞÜNCE SİSTEMİNİN OLUŞUMU
Hacı Bektaş’ın Moğol baskısı ve hâkimiyeti dönemine rastlayan faaliyetleri iki aşama göstermektedir: İlk olarak; bölgedeki gayrımüslimler ve hatta Moğollar arasında bir “Anadolu Halk Müslümanlığı İnancı”nı yayma, ikinci olarak da Türkmenler içinde Baba İlyas da dâhil olmak üzere kendisinin toplumsal ve inanç boyutundaki düşüncelerini yaymaktır.
Hacı Bektaş Velî, Baba İlyas’ın halifelerinden biri olarak onun düşüncelerinin yayıcısı olmuştur. Velayetname de dâhil olmak üzere kaynaklarda Baba İlyas’ın adı geçmemesine rağmen, onun halifeleri arasında bir Baba Resul veya Resul Baba adı sıkça kullanılmaktadır. Bu da büyük bir ihtimalle Baba İlyas’tır. Bektaşî geleneği, aradan geçen birkaç yüzyıl boyunca bu iki kimlik arasındaki ilişkiyi, Hacı Bektaş’ın yükselen kimliğine yakışır bir biçime sokarak bir kimlik bağdaştırmasını uygun bulmuştur. Ayrıca hocası olarak Lokman Perende’den ve en çok da şeyhi ve kendisine Rum diyarında halifelik veren üstadı kimliğiyle Ahmet Yesevî’den söz edilmektedir.
Velayetname’ye göre Lokman Perende, babası tarafından Hacı Bektaş’ın eğitimi ile görevlendirilmiştir ve Ahmet Yesevî’nin halifesidir. Bununla beraber A. Y. Ocak’ın işaret ettiği Ravzatu’s-Safâ, Habibü’s-Siyer ve Nefehatü’l-Üns’de, XI. yüzyılda yaşamış ünlü Melametî şeyhi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr ile çağdaş bir Şeyh Lokman-ı Serahsî’den bahsedilmektedir. Özellikle Nefehatü’l-Üns’e dayanarak Lokman-ı Serahsî’nin Lokman Perende diye de tanınmış olabileceği ihtimali kuvvetlidir. Ancak Ahmet Yesevî’nin Hacı Bektaş’ın hocası kabul edildiği takdirde Ebu Said-i Ebu’l-Hayr ile çağdaş sayılması imkânsızdır. Çünkü arada çok uzun zaman farkı vardır. Eğer tersi kabul edilirse yani gerçekten Ebu Said’in çağdaşı ise, o zaman da hem Hacı Bektaş’ın hocası olması hem de Ahmet Yesevî’nin çevresinde bulunması imkânsızdır. Ahmet Yesevî ve Hacı Bektaş bağlantısında kronolojik anlamda buna da imkân yoktur. Her ikisinin ölüm tarihleri arasında yüz yıldan fazla bir zaman farkı vardır. Ancak burada Hacı Bektaş’ın dinsel ve toplumsal kimliğinin kökleri, etkileri bir kez daha ortaya çıkar. Bu bilgiler Hacı Bektaş’ın Yesevî geleneği ile bir ilgisinin olduğunu göstermeye yaradığı gibi Ahmet Yesevî’nin Türkmenler arasında bir hayli önemli bir kişilik olduğu sonucunu da doğurmaktadır. Bu göstergeler ışığında birçok araştırmacı; Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’a intisap etmeden önce, bir Yesevî dervişi olmamakla birlikte Yesevî geleneğini koruyan bir tarikata (Haydarîlik) mensup olduğunu, Baba İlyas’ın çevresine katıldıktan sonra aynı zamanda Vefaîlik içinde de olduğunu veya kendi mensubiyetini koruduğunu da söylemektedir.
Hacı Bektaş olgusunda diğer bir sorun da Hacı Bektaş’ın Haydarî geleneklerine de bağlanmış olmasıdır. Velayetname’de bir de Kutbeddîn Haydar’dan bahsedilmekte ve bu kişi Ahmet Yesevî’nin nefes evladı olduğu ileri sürülmektedir. Haydariliğin Yesevilik ile Kalenderî geleneklerinin birleştirilmesi ile Kutbeddin Haydar tarafından XII. yüzyıl sonlarında İran’da kurulmuş heterodoks bir halk inancı olması, ayrıca Velayetname’de Hacı Bektaş’ı bir Haydarî dervişi şeklinde tasvir eden bölümler Hacı Bektaş’ın bir Haydarî olduğu izlenimini de vermektedir.
Bütün bu bilgilerin ışığında “Hacı Bektaş Anadolu’ya bir Haydarî dervişi olarak gelip bir Vefaî şeyhi olan Baba İlyas’a intisap etmiş, onun halifeliği mevkiîne yükselerek bu kimliğiyle Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir.” demek mümkündür. Baba İlyas’a intisabı onu aynı zamanda bir Babaî şeyhi olarak da adlandırmayı gerektirmektedir.
Hacı Bektaş Velî 669 (1270-71) yılında ölünceye kadar Sulucakarahöyük’te yaşamıştır. Bu yaşam süreci içinde özellikle Mevlana ve onun çevresindekilerle, ayrıca Ahi Evran ile bazı ilişkiler içinde olduğunu kaynaklar göstermektedir.
ANADOLU HALK İNANÇLARINDAKİ SUFİ BAĞDAŞTIRMACILIK
XIV. ve XV. yüzyılın ilk yarısındaki kültürel zeminde, genel olarak Türk sufiliği dediğimiz “Gazilik”, “Alplik”, “Dervişlik” olgularının “Ahilik ve Fütüvvet” gelenekleriyle birleştiği sosyal ve siyasal organizasyonların hâkim olduğu görülür.
Ahilik, dinî-iktisadî bir teşekküldür. Anadolu dışında Türkler arasında da rastlanan bu teşkilatın VII. yüzyıl içinde Anadolu Selçukluları’nın sonuna doğru önem kazanmaya başladığını görüyoruz. VIII-IX. yüzyıllar içerisinde Selçuklu Devleti yerine küçük beyliklerin ortaya çıktığı ve Osmanlı Devleti’nin henüz Anadolu siyasi vahdetini kazanamadığı zamanlarda Ahilik yarı siyasî mahallî teşekküller hâlini almış, bazı yerlerde hükümet kuvveti yerine geçmiştir. Ahilik’in iki kaynağı bulunmaktadır. Birincisi, geleneksel kaynak, ikincisi de sosyal kaynaktır.
Geleneksel kaynak: Anadolu’da kurucusu Ahi Nimetullah Evran olarak bilinir. Dabbagların Piri diye tanınan bu kişiye Ahilik Selman-ı Farisi ve Suheyb-i Rumi’den geçmiştir. Bütün Ahiler arasında bu ananevî şecereye çok önem verilir.
Sosyal (toplumsal) kaynak: Ahilik özellikle Anadolu şehirlerinde küçük sanat erbapları arasında gelişmiş iktisadî bir teşkilattır. Orta zaman cemiyetlerinin bariz vasfı olan korporasyon (cemiyetçi) teşekkülü, loncalar, gedikler esnaf teşkilatı bunlarda da görülür. Teşkilatın üzerinde inanç ve tasavvuf bir tür ideoloji görevi görmektedir.
Temelini Selçuklu devlet ve kültür anlayışları içinde de gördüğümüz bu sosyal örgütlenme anlayışının daha sonra ilk Osmanlı Türk sufiliğinin içeriğini de etkilediğini hatta bu oluşumu başlatan gücün Selçuklu Türk kültür ikliminden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sufilik anlayışının daha sonra özellikle devletin fetih politikasında askerî ve kültürel motivasyonun oluşturulmasında temel itici gücü oluşturduğunu da söylemeliyiz.
Anadolu sufileri, insanın hakça ve kardeşçe yaşamasına dair teolojik olduğu kadar siyasal ve sosyolojik önermeleri de içeren söylemleriyle inanca ve siyasal örgütlenme içinde çok daha eşitlikçi bir yaşama dair üretim ilişkilerini ortaya koydular. Bunların yönetenler ve yönetilenler arasındaki taraftarları olmakla birlikte, mensupları arasındaki memnuniyetsizleri, bir tasavvufî inanç ve yaşama biçimiyle çözüm bulmaya çalıştı. İçlerinde, mensubiyetini kendi siyasal çıkarları için kullanmak isteyen hanedan mensupları olmasına rağmen, Anadolu sufizmi, siyasal söylemlerin tasavvufla aktarımına karşı durdular. Bu tasavvuf anlayışında temel amaç, siyasal-dinî söylemlerin bütün inanç ve siyasal doktrinlerle birleştirilerek sunulmasıdır. Asıl mesele, her kişinin eşit olarak yaşadığı siyasal-dinî hayattı.
Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü bunalım döneminde, Balkanlardaki Ortodoks Hristiyan prensleri siyasal çıkarları gereğince zaman zaman şehzadelerle, emirlerle ve mahallî şeyhlerle siyasî ilişkilere girmişlerdir. Öncelikli olarak siyasî olan bu ilişkiler her iki tarafın halkları arasında önemli düzeyde bir yakınlaşmayı sağlamıştır. Hiç kuşkusuz bu yakınlaşmada en etkin görev dervişlere düşmüştür. Dervişlerin eliyle senkretik inanç yapılanmaları ve mutlu yaşam formülleri Balkan halklarına da nüfuz edecektir. Bu halklar, iç barışın bozulduğu ve dinsel gruplar arasında çatışmaların yaşandığı ortamın bitkinliği ile kendilerine kalıcı bir iç barış ve dinsel bir uzlaşı sağlayabileceklerini ileri süren Türklerle anlaşmaya hazırdır. Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi Ege, Trakya ve özellikle Balkanlarda Sufilik, mistik bir inancın tatmininden ve basit bir tercih konusu olmaktan öte, bir yaşam biçimine, yaşam tarzına dönüşmüşlüğü gösteren sosyal ve dinsel bir gerçek oldu.
Bütün inançların birliği ve onlara inananların kardeşliği gibi düşüncelerle simgeleşen bu sufi anlayış, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Mevlana, İbn Arabî gibi çok önemli mutasavvıflar eliyle halka aktarılmış ve formülüze edilmiştir. Örneğin meselenin burasında İbn Arabî’nin görüşleri çok çarpıcıdır: “Yahudinin ve Hrıstiyanın bütün inandıklarına ve hakikatin onların dinlerinde vahyedilmiş kitaplarında bulunan her parçasına, kendi vahyedilmiş kitabıma inandığım gibi inanıyorum. İşin doğrusu benim kitabım onların kitaplarını ve benim dinim onların dinini içeriyor. Dolayısıyla onların dini ve kitabı benim kitabımda ve benim dinimde zımnen mevcuttur. Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım. Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık; o artık ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, putlar için bir mabet, hacı için bir Kâbe, Tevrat levhaları ve Kur’ân kitabıdır. Ben aşk dinini vazediyorum ve hangi yöne yönelirse yönelsin bu din benim dinim ve imanımdır.”
Ahmed Eflaki, bu evrenselleşen sufizmi ve siyasal-dinî söylemin formülasyonunu anlatan halk tasavvufunun geniş halk katmanlarında ne denli etki yaptığını Mevlana’nın cenaze törenini anlatarak örneklemektedir: “Cenazeyi dışarı çıkardılar. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler çıplaktılar. Feryat ederek elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hristiyanlar, Yahudiler, Araplar, Türkler vb. bütün millet ve dinlerden, din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri kendi âdetleri vechile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den ayetler okuyor ve hepsi de feryat ediyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Papaz ve kiliselerin diğer büyükleri çağrılıp onlara; ‘Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır, bu din padişahı bizim başbuğumuz, imamımız ve rehberimizdir.’ dediler. Onlar da; ‘Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin gerçekliklerini onun açık sözlerinden anladık ve kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlana’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur; ‘Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz bir perdeden yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.’ Mevlana’nın zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır.” dediler.
Osmanlılar döneminde özellikle ordu içinde gelişen ve güçlenen Bektaşîler, Hrıstiyan, Yahudi ve diğer gayrımüslimlerle yakın ilişkiler kurarlar. Onları İslam’a döndürmek kuşkusuz ana amaçları arasındadır ancak, şeklî bir bağlılık yerine din üstü bir anlayışla mistik temalarla yoğrulmuş bir tasavvufî anlayışla söylemlerini ve kavrayıcılıklarını arttırırlar. Bu sufi okul ve sufi gelenek karma ibadet yerlerini, ritüellerin birbirine karışmasını desteklemişlerdir. Saflarına Hrıstiyanları kabul ederler. Rahiplerle düzenli temas hâlindedirler. Gerçek sufi, onların anlayışında; hangi dinde olursa olsun her insana saygı gösterir. Onu sevgili kardeşi sayar. Hiçbir dini reddetmez. Hepsine saygı gösterir. Hiçbir kutsal kitabı, ahirete ilişkin hiçbir öğretiyi mahkûm etmez.
Bu anlayışın bir başka dillendirici mutasavvıf ozanı da Yunus’tur. Ona göre her şeyin temeli, o temeldeki her şey, insandadır:
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakiykatte asıdur.
Sorun bana aklı eren gönül mü yiğ Kabe mi yiğ
Ben ayduram gönül yiğdir gönüldedür Hakk durağı
Gökde Peygamber ile mi’racı kılan benem
Musa Peygamber ile binbir kelime kıldum
İsa Peygamber ile göklere çıkan benem
Musa agdugı Tur’ı yoksa Beytü’l-ma’mur’ı
İsrafil çalan surı cümle vücudda bulduk
Tevrat ile İncil’i Furkan ile Zebur’ı
Bunlardagı beyanı cümle vücudda bulduk
Musa oldum Tur’a vardum koç oldum kurbana geldüm
Ali olup kılıç saldum meydana güreşe geldüm
Deniz kenarında ova kuyuda işleyen kova
İsa’nın agzunda dua oldum bile işe geldüm
Hacı Bektaş Velî ile Yunus Emre arasındaki ilişki ve bağlantı da yine menakıbî bir gözle değerlendirilir. Yunus Emre hakkında anlatılan menkıbeye göre; “çiftçilikle uğraşan Yunus, uzun süren kıtlık ve yoksulluk nedeniyle, buğday istemek üzere Hacı Bektaş’a gelir. Bir öküze alıç yükleyerek vara vara Karacahöyük’e gelir. Hünkâr’ın huzuruna çıkarak;Hünkâr’ım, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın karşılığını lütfedin ehlimle, iyalimle aşkınıza yiyeyim, der. Hünkâr’ın emriyle alıcı alıp yerler. Yunus bir süre burada kalır. Yunus memleketine dönmek istediği zaman Hünkâr, bir derviş göndererek, ‘Buğday mı verelim, nefes mi?’ diye sordurur. Yunus ise; Ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek, der. Bu cevabı Hünkâr’a bildirirler. Hünkâr, tekrar; “Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim,” der. Yunus buna karşılık; “Ehlim var, iyalim var, bana buğday gerek, diyerek bu teklifi kabul etmez ve isteğini tekrarlar. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklenen Yunus, yola çıkar. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz; “Ne olmayacak iş ettim ben.” der. Vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç gün yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar tekkeye varayım belki gene himmet eder.” diye düşünür. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye gelir. Buğdayı indirerek;“Erenler, bana himmet edilen nasibi istiyorum. Bana buğday gerekmez.” der. Halifeler, gidip Hünkâr’a bildirirler. Hünkâr Hacı Bektaş Velî; “O iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk. Ona gitsin nasibini ondan alsın.” der. Halifeler, Hünkâr’ın bu sözlerini Yunus’a ilettikten sonra o da Tapduk Emre’ye gidip, Hünkâr’ın bu selamını söyleyerek olan biteni anlatır. Tapduk selamı alarak; “Sefa geldin, hoşluklar getirdin. Hâlin bize malum oldu, hizmet et, emek ver nasibini al.” der.
Temellerini XIII. yüzyılda oluşturan bu tasavvufî-sufi geleneğin genel kabulleri, XIV. yüzyıla, tasavvufî düşünce ortamında gelişerek, yayıldığı alan itibariyle de genişleyerek girer. XV. yüzyılın başlarında bölgenin inanç coğrafyasında hâkim unsur hâline gelecektir. Dolayısıyla Hrıstiyanlık ve Yahudilik’e kapıları açık heterodoks bir İslam yorumunun belirlediği bu dinler üstü anlayışlar ve kimliklerle geniş halk kitlelerinin en belirgin özelliği olacaktır.
HACI BEKTAŞ VELÎ DÜŞÜNCESİ ÇEVRESİNDE OLUŞAN TASAVVUF ANLAYIŞI
Hacı Bektaş Velî’nin tasavvuf anlayışı, kendisinden önce ve sonra gelişen yapılarla birçok bakımdan farklılık arz eder. Onun tasavvuf anlayışı ile ilgili bilgi veren Âşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın “Cezbe” sahibi olduğunu bildirmektedir. F. Köprülü ise, Eminüddin b. Davud Fakih’e ait bir eserden yola çıkarak Hacı Bektaş’ı “Meczub-ı Mutlak” diye nitelendirmektedir. Bu bilgiler, tasavvuf terminolojisindeki kimliğiyle Hacı Bektaş’ı tam anlamıyla ifade etmekte yetersizdir.
Bu bilgileri doğru olarak kabul etmek son derece güçtür. Çünkü Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönem göz önüne aldığında, bu bilgilerin gerçek olarak algılanması olanaksız gibi görünmektedir. Hacı Bektaş’ın Baba İlyas ile ilişkileri ve Sulucakarahöyük’teki eylemleri, söylendiği gibi onun kendinden habersiz bir meczup telakki edilmesini zorlaştıracak niteliktedir.
Kimi araştırmacılar, Hacı Bektaş’ı bir Sünnî mutasavvıf olarak göstermişlerdir. Buna kanıt olarak “Makalat” adlı eseri gösterilmektedir. Makalat, tasavvuf edebiyatındaki birçok benzeri gibi müritlere basit düzeyde tasavvufu öğretmek için yazılmış bir el kitabıdır. Diğer yandan Makalat’ın Hacı Bektaş’ın kimliğine uygun heterodoks düşünceleri yansıtmak zorunda olduğu da söylenemez. Bu yüzden, Makalat’a bakarak Hacı Bektaş’ın heterodoks bir Türkmen babası olmayıp, Sünnî bir mutasavvıf olduğunu ileri sürmek de gerçekçi değildir.
Başka bir görüş de Hacı Bektaş’ın Oniki İmam Şiîliğine dayalı bir din ve tasavvuf anlayışına bağlı olduğudur. Velayetname’de Hacı Bektaş’ın Oniki İmam soyundan geldiği ileri sürülmekle beraber, bu bilgilerden hareketle onu bir Şiî mutasavvıf kabul etmek de tarihsel ve bilimsel gerçekliğe aykırıdır.
Hacı Bektaş Velî, XVI. yüzyıl kaynaklarından itibaren, Anadolu’da önde gelen evliyadan kabul edilmiş ve büyük saygı görmüştür. Bunun en önemli nedeni, XV. yüzyıla gelinceye kadar Hacı Bektaş’ın bir Velî sıfatıyla halk belleğine mal olmasıdır. Halk belleğinde Hacı Bektaş Velî, tarihsel ve kişisel kimliğinden çıkartılıp ulu bir kimlik hâline gelmiştir. Onun etrafında anlatılan duvarı at yapıp yürütmesi, yılanı kamçı yapması, arslan ile ceylan figürlerini kucağında taşıması, güvercin kılığına girişi mistik kimliğinin toplumsal kimliği ile iç içe işlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu ve buna benzer kerametler edebî eserlerde sık sık işlenerek onun toplumsal önderliğini kutsallaştıran ögeler olmuştur.
Hacı Bektaş Velî’nin Hz. Muhammed’in torunlarından 7. İmam Musa Kâzım soyundan geldiği birçok kaynakta görülmektedir. Bu bilgi tarihsel olarak kanıtlanmış olmamakla birlikte, onu sevenlerin kuvvetle inandığı bir görüştür.
Hacı Bektaş Velî, yaşadığı dönem dikkate alınacak olursa Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaştırılmasında birinci dereceden rol oynamıştır. Sadece Anadolu’yla sınırlı kalmayan bu etki, Sarı Saltuk gibi inanç önderleriyle devam etmiştir. Vilayetname’ye göre, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş Velî tarafından Rumeli’ye oranın Müslümanlaştırılmasıyla görevlendirilmiştir.
Hacı Bektaş Velî’nin en önemli etkisi, Türk kültürünün İslam öncesiyle sonrası arasında güçlü bir köprü oluşturmasıdır. Anadolu’da başlayıp Balkanlara kadar genişleyen Hacı Bektaş Velî düşünce sistemi, Türk kültürünün yaşatılmasında ve geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu etkinin kalıcılığında, Ahmet Yesevî ile birlikte Bektaşî dervişleri önemli roller üstlenmişlerdir.
Hacı Bektaş Velî’nin Türk kültürünün sürekliliğini ve yaşamasını sağlayan uygulamalarının başında, Türkçeye verdiği önem gelmektedir. Bektaşîlik, Türkçeyi ibadet dili olarak kullanmış; Türkçe şiir geleneğini kesintiye uğratmadan sürdürmüştür. Farsça ve Arapçanın hâkim olduğu bir dönemde, Türkçeyi ibadet dili olarak kullanmaları, kültür bilincinin en önemli göstergesidir. Onların bu tutumları, Türkçenin gelişmesine ve kalıcılığına neden olmuştur. Hacı Bektaş Velî ve onun öğrencileri, Türk kültürünün, kültürlerarası mücadelede, sürekli ve güçlü bir şekilde yer almasını sağlayarak Türkçenin, büyük destekçileri arasında yer almışlardır.
-
Hacı Bektaş Velî’nin Anadolu’ya Etkisi
-
Hacı Bektaş Velî’de Ahmed Yesevî ve Lokman Perende Bağlantısı
-
Hacı Bektaş Velî Tasavvufu ve Felsefesinde Simgeleşen Olgular
HACI BEKTAŞ TASAVVUFUNDA DÖRT KAPI KIRK MAKAM
Alevî-Bektaşî öğretisi, dört ana tema üzerine oturmaktadır. Bu dört ana tema: “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırr-ı Hakikat”kapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bunun içindir ki bu algılayış Bektaşî felsefesinde dört kapı kırk makam biçiminde formüle edilmiştir. Bu düşünce ilk önce Ahmet Yesevî tarafından “Fakirname”de dile getirilmiştir. İnancı dört bölüme ayırarak öğrenme kolaylığı sağlamak hedeflenmiştir. Bu görüş daha sonra “Makalat”ta da aynı şekilde ifade edilmektedir.
Yunus Emre tarafından da aynı şekilde terennüm edilen “Dört Kapı Kırk Makam” anlayışı Türk İslam tasavvufunun temel anlayışını oluşturmuştur:
“Kırk bin kırk dört tabakat meşayih evliyalar
Dört kapıdır kırk makam dem evliya demidir”
“Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat, marifet andan içeru”
“Evvel kapı şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, ışk hakikat içinde”
Harabî’nin anlatımı da batınî bir yorumu vermektedir:
“Şer-i şerif inkâr olunmaz ama, şeriat var şeriattan içeri,
Tarikatsız Allah bulunmaz ama, tarikat var tarikattan içeri.
Gördüğün şeriat şeriat değil, gittiğin tarikat tarikat değil,
Marifet sandığın marifet değil, marifet var marifetten içeri.
Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat, Hakk’ın cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil hakikat, hakikat var hakikatten içeri.”
-
Şeriat Kapısı
-
Tarikat Kapısı
-
Marifet Kapısı
-
Hakikat Kapısı
|
Neredeyim: Anasayfa > Kutlamalar > Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş-ı Veli > HACI BEKTAŞ VELÎ’NİN ESERLERİ
Şeriat Kapısı
Hacı Bektaş Velî’ye göre şeriat; “Bir anadan doğmaktır.” Alevî gelenek ve göreneklerini ve Alevî şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, musahiplik (kişilerin kardeş olması), tevella teberra (Allah için, haklıdan yana, haksızlığa karşı durmak), semah (her şeyin durmayıp Allah’ı zikrettiği gibi zikretmek), ocakların ulularının ziyareti, matem yası (Allah için canını verenleri anmak), lokma dağıtmak gibi şeyler bunun açık örnekleridir.
Alevîlik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar kişinin ruhî açıdan olgunluk mertebesine göre birden değil, zamanla ve ilimle açığa çıkar, zihin dünyasında belirir. Örneğin bir arı; şeriat kapısındayken sıradan bal yapan bir böcektir; tarikat kapısındayken, arılıktan çıkar ve onun insanın, doğanın ve Allah’ın hizmetinde çalışan bir varlık olduğu belirir; marifet kapısında ise arının neden sürekli bal yapan bir varlık olduğu anlaşılır ve ders alınır; hakikat kapısında ise arı kalmamış, arı, insan, doğa ve Yaratıcı bir olmuştur.
Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir (pirini) bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhî dünyası, henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir pir seçmekte zorlanacaktır. Ancak pirlik makamına gelmiş bir usta kendisine gelen her talibi irşat edebilme yeteneğine sahiptir. Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yol gösterici usta-pir bulur.
Şeriat kapısının makamları “İman etmek, ilim öğrenmek, ibadet etmek, haramdan uzaklaşmak, ailesine faydalı olmak, çevreye zarar vermemek, Peygamberin emirlerine uymak, şefkatli olmak, temiz olmak, yaramaz işlerden sakınmak”tır.
Tarikat Kapısı
Dört Kapı Kırk Makam inanç ve felsefesinde ruhsal tekâmülün ikinci kapısı olan Tarikat Kapısı, Hacı Bektaş Velî’nin diliyle; “ikrar verip bir yola girme” kapısıdır. Bu kapıda yola girmek için pir, talibin olgunluk derecesini ölçmek için onu sınar. Bu sınav, çeşitli biçimlerle olabilir. Kişi bu sınavı başarırsa, o zaman tarikata (yola) alınır; “Alevî bilgelerinden Melulî, Bektaşî tarikatına girmek ister. Kendisine tâbi kılınan imtihan şöyledir: Yakın bir köye gidip orada anadan üryan soyunarak kendi köyüne kadar yürümesi istenir. Bu imtihanla Melulî’nin toplumsal baskıları ve horlanmayı ne oranda aştığını; ahlâk anlayışının ne olduğunu bilmek isterler. Melulî tarikata girmek için kendisinden isteneni yapar. Melulî’deki bu cesareti gören Bektaşî dervişleri hemen Melulî’yi yarı yolda karşılar ve kendisine yeni elbiseler verirler.
Bağdat şehrinin valisi olan Cüneyd-i Bağdadi, gençlik yıllarında tarikata girmek ve bir yola bağlanmak ister. Ustası Şibli, yola girmek için valiliği bırakıp Bağdat sokaklarında dilencilik yapmayı göze alıp alamayacağını sorar. Cüneyd-i Bağdadi bunu kabul eder ve eski yaşantısına dair ne varsa hepsini terk etmeye hazır olduğunu ispat eder. Bağdadi’ye piri Şibli tarafından önerilen ve bir çeşit imtihan niteliğinde olan bu öneriden maksat, Bağdadi’nin valilik yaptığı yıllarda edinmiş olduğu büyüklük hırsını (nefsini) törpülemektir.
Tarikat piri tarikata bağlanmak isteyen talibi çoğunlukla sözlü olarak da uyarır. “elme gelme, gelirsen dönme, gelenin malı dönenin canı‚ Bu yol ateşten gömlek, demirden leblebidir, bu yola girmeye karar vermeden önce bir daha düşün” derler.
Hacı Bektaşî Velî bu yolun ne denli zor ve çileli olduğunu, her kişinin değil, er kişinin sürebileceğini söyler. Yolun (tarikatın) inceliğini şöyle anlatır: “Yolumuz barış, dostluk ve kardeşlik yoludur. İçinde kin, kibir, kıskançlık, ikicilik gibi huyu olanlar bu yola gelmesinler.”
Tarikat kapısının özelliklerinden biri de bu kapıda ikrar verip musahip (ahiret ve yol kardeşi) tutulmasıdır. Musahip evli ve yola girmek isteyen çiftler arasından olur. Yine geleneksel olarak ikrar, pir, mürşidin ve rehberin de yardımcı olduğu bir ayin eşliğinde yapılır. Yola girenlere pir yolun duasını verirken diğer yandan da onlara öğütler verir. Onları kâmil ve olgun insan olma yolunda manevî yönden hazırlar. Toplum içerisinde olgun ve örnek insan olma yolunda ilerletir.
Tarikat kapısının makamları “Tövbe Etmek, bir mürşide talip olup ikrar vermek, temiz giyinmek ve manevi temizlik, iyilik yapmak ve iyilik yolunda savaşmak, Hakk yolunda hizmet etmeyi sevmek, haksızlıktan ve kul hakkından korkmak, ümitsizliğe düşmemek, ibret almak, nimet dağıtmak, cömert olmak, özünü fakir görmek, turap olmak”tır.
| |
Dostları ilə paylaş: |