Ö. 1119/1707 [?] Türk saz şairi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə2/25
tarix05.09.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#77458
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

Bazı vakıf kayıtlarından Kırşehir'de Âşık Paşa adına bir de zaviye olduğu an­laşılmaktadır. Halkın büyük saygı gös­terdiği erenlerin türbeleri yanında zavi­yeler kurulduğu düşünülecek olursa bu tesisin türbe yakınında bulunması ge­rekir. Ancak bugün çevrede bu hususu destekleyecek herhangi bir iz yoktur. C, Hakkı Tarım daha aşağıda mahalle için­deki bazı işlenmiş kalıntıların zaviyeye ait olabileceğini yazmaktadır.

Âşık Paşa Türbesi'nin yan cephesi şeh­re bakacak bir biçimde yamaca yerleşti­rilmiştir. Tamamen mermerden olan ya­pının Ön mekânını teşkil eden giriş ho­lüne bu yan cephedeki süslü bir kapı­dan girilir. Bu mekânın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir ke­narı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden iba­rettir. Âşık Paşa'nın sandukası tam or­tada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olma­sı gerekirse de bu husus araştırılma-

mıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bin­dirme tekniği kullanılmıştır. Türbe me­kânının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bun­ların arasındaki pandantiflerle sekiz di­limli kubbeye geçiş sağlanmıştır.

Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina İle süslenmiştir. Cephenin kenarında bu­lunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri ke­merli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu ni­şin alt kısmında yayvan kemerli esas gi­riş bulunur. Cephelerin ortasındaki pen­cereler ise birer sivri kemer içinde açıl­mıştır. Esas türbe binasının dışında mah­ya hattı profilli bir silme ile belirtilmiş­tir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getir­mekte olup bunun içinde kitabe bulun­maktadır. 1965 yılında Kırşehir'de yap­tığımız incelemeler sırasında Âşık Paşa Türbesi'nin ön mekânında yere döşen­miş iki parça halinde mermer bir levha bulmuştuk. Yere saplanacağı kısmı iş­lenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kıs­mında rûmî motiflerle bezenmiş bir ma­dalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu.

Âşık Paşa Türbesi, simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseri­dir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu'da İslâm-Türk yapı sanatının değerli bir örneğidir. Değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde yatan büyük Türk mutasavvıfı ve Anadolu Türk edebiyatı­nın kurucularından biri olan Âşık Paşa'­nın şanına uygun bir mahfaza teşkil et­mektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihi üzerinde Araştırmalar, Kırşehir 1938, 1, 86-89; a.mlf., Tarihte Kırşehri-Güişehri, İstanbul 1948, s. 29-30; Semavi Eyice, "Kırşehir'de H. 709 (1310) Tarihli Tasvirli Bir Türk Mezartaşı", Reşİd Rahmeti Arat için, Ankara 1966, s. 215-216; Gordlevskij, "Kırşehir'de Âşık Paşa'ya Ait Bir Hâtıra", Çomptes-Rendus de l'AcadĞmie des Sciences de l'ÜRSS, 1, Moskva 1927, s. 25-28; A. Sâim Ülgen, "Kırşehir'de Türk Eserleri", VB, II (1942), s. 258-260; H. Baki Kunter, "Ki­tabelerimiz", a.e, II (1942), s. 436; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa", /A, 1, 703.

ra! Semavi Eyice

ÂŞIK VEYSEL

(1894-1973)

XX- yüzyıl

Türk âşık şiirinin Türkiye'deki önemli temsilcisi.

Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Sivriaian kö­yünde doğdu. Yedi yaşında iken geçirdi­ği çiçek hastalığı yüzünden önce sağ gö­zünü, daha sonra da babasının elindeki Üvendirenin saplanması üzerine sol gö­zünü kaybetti. On yaşında saz çalmaya başladı. Önceleri her âşık gibi "usta ma­lı" deyişler çalıp söyledi.

Soyadı kanunundan sonra Şatiroğlu so­yadını alan Âşık Veysel'i edebiyat dün­yasına Ahmet Kutsi Tecer tanıtmıştır. A. K. Tecer'in ilk defa S Ocak l'931 'de dü­zenlediği ve on beş âşığın çağırıldığı Si­vas Âşıklar Bayramı'na katılanlar arasın­da Âşık Veysel de vardı. 1933'ten son­ra, eski gezginci âşıkiar gibi, elinde sazı ile hemen hemen bütün yurdu dolaştı. Bir ara köy enstitülerinde saz öğretme­ni olarak da görev yaptı. İlk şiiri, Cum-huriyefin 10. yıl dönümünde Atatürk için söylediği destandır. İlk şiir kitabı olan Deyiler 1944'te Ankara'da Halkevleri Genel Merkezi'nce yayımlandı. Şiirlerini daha sonra Sazımdan Sesler (1949) adlı kitapta topladı. Bütün şiirlerini bir araya getirdiği Dostlar Beni Hatırlasın (1970) ise son kitabıdır.

1952 yılında İstanbul'da adına büyük bir jübile düzenlenen Âşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi ta­rafından "ana dilimize ve milli" birliğimi­ze yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinden aylık bağlandı. Sağlığında, şiirlerini çalıp söy­lediği plakların yanında "Karanlık Dün­ya" adı İle kendisinin ve köyünün görün­tülendiği bir de film yapıldı. 21 Mart 1973'te doğduğu köy olan Sivrialan'da Öldü; aynı yerde toprağa verildi. Ölü­münden sonra evi. içindeki bütün eşya­ları ile korunarak müze haline getirildi. Ölüm yıl dönümlerinde köyünde yapılan törenlerle anılmaya başlandı.

Halkla aydınlar arasında bir köprü kur­muş bulunan Âşık Veysel'in şiirleri ko­nu bakımından epeyce zengin bir çeşit­lilik göstermektedir. Yûnus'un etkisi al­tında kalarak söylediği şiirlerinde halk kültürünün mayasına karışan yönleriyle tasavvuftan izler bulunur. Aşk şiirlerin-deki deyişleriyle bir yönden de Karaca-oğlan'ın devamı gibidir. Şiirlerinde yer yer yöresinin ağız özellikleri de görülür.

Sazı ve sesi zayıf olan Âşık Veysel, âşık­lık geleneğinin hikâye anlatma, muam­ma asma ve çözme, atışmalarda bulun­ma gibi yönlerine uyamamış olsa bile çağının radyo, fabrika, tren, füze gibi yeniliklerine kucak açan şiirleriyle ken­dinden önceki âşıklardan ilerdedir. Âşık Veysel, bir yanı ile sürdürdüğü âşık şiiri geleneğini ve yaşadığı çağı şiirlerinde ustaca bir araya getirmiştir.

Diğer âşıkların Âşık Veysel için söyle­dikleri deyişler de bir kitapta toplanmış­tır: Ölümünün Onuncu Yılında Âşık Veysel'e Deyişler (haz. Hayrettin İvgin — İrfan ÜnverNasratunoğlu, Ankara 1983).

BİBLİYOGRAFYA:

İbrahim Aslanoğlu, Âşık Veysel, Sivas 1967; Ü. Yaşar Oğuzcan, Âşık Veysel (Hayatı, Şiirleri ue Hakkında Yazılanlar), İstanbul 1972; Nejat Sefercioğlu - Aydın Kuran. Aşık Veysel Bibli­yografyası, Ankara 1983; Milliyet Sanat Der­gisi (Âşık Veysel Özel Sayısı), sy. 26, 30, istan­bul 1973; SiuasFolkloru (Âşık Veysel Özel Sa­yısı), sy. 4, Sivas 1973; TFâ {Aşık Veysel Özel Sayısı), sy. 296 (1974); TA, XXX, 220-221; Fa­hir İz. IlCÂşhik Weysel", El2 Suppi. (İng.), s. 91.

\m Aydın Ov

AŞIKKUTLU, Mehmet Rüştü

(1901-1980) Son devir kıraat âlimi.

Of ilçesinin Uğurlu (Çifaruksa) kasaba­sında doğdu. Babası Ahmed Cemâled-din, annesi Hanîfe'dir. İlk öğrenimini ka­sabanın öğretmeni olan babasından yap­tı, sonra aynı yerde hıfzını tamamladı. Muhitin tanınmış âlimlerinden Çalıkzâde Tâhir Efendi, Çalekli Dursun Feyzi Efen­di ve Kâsımzâde Hasan Efendi'den Arap­ça, Bakkalzâde Paçanlı İsmail Hakkı'dan ferâîz dersleri aldı. İmtihanla Çifaruk­sa Medresesi'nin dördüncü sınıfına kay­doldu. Altıncı sınıftayken medreseler ka­patılınca (1924) bir müddet daha Dur­sun Feyzi Efendi'den tefsir, akaid ve fı-

kıh okuduktan sonra İstanbul'a giderek Hafız Ahmed Şükrü ve yeğeni Hafız İs­mail Hakkı Bayrrden aşere* ve takrîb*, Varnalızâde Hafız Ahmed Hamdî'den de İbnü'l-Cezerî'nin Tayyibetü'n- Neşr'mı okudu.

Mehmet Rüştü görev hayatına olduk­ça erken yaşlarda Uğurlu kasabası Mer­kez Camii'nde fahrî imam-hatip olarak başladı. 1936 yılında Uğurlu Kur'an Kur­su öğreticiliğine, 1941'de Of merkez va­izliğine tayin edildi. Resmî görevini sür­dürürken bir yandan da kıraat, fıkıh ve Arapça okuttu. 1976 yılında vaizlikten emekliye ayrıldı. Diyanet İşleri Başkanlı-ğı'nca Ankara ve İstanbul'da açılan hiz­met içi eğitim kurslarında 1974-1979 yıl­lan arasında, bütün rivayet ve tarikleriyle aşere okuttu. Tayyibetü'n-Neşr'i tak­rir etti. 28 Ağustos 1980'de tedavi için Trabzon'dan İstanbul'a giderken uçakta vefat eden Âşıkkutlu, doğduğu yer olan Uğurlu kasabasında defnedildi.

Sahasında pek çok öğrenci yetiştiren Âşıkkutlu'nun kıraat konusunda Aşere Kaideleri, Takrîb Kaideleri, Tayyibe Tercümesi ve Toyyibe Şerhi adlı dört eseri vardır. Henüz basılmamış olan bu kitaplar Uğurlu'da vârislerinin elinde bu­lunan özel kitaplığındadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Tayyibe Şerhi adlı eserinin mukaddimesinde bulunan ve kendisi tarafından kaleme alınmış olan biyografisi; Of Müftülüğü Arşivi'ndeki özel dosyası; İ. Lütfi Çakan. "Aşere, Takrîb ve Tay­yibe Üstadı M. Rüştü Âşıkkutlu ile bir Müla­kat", Hakses Mecmuası, sy. 126, Ankara 1975, s. 16-18; "Kıraat İlmi'nin Büyük Üstadı Meh-med Rüştü Âşıkkutlu Vefat Etti", Diyanet Ga­zetesi, sy. 245, Ankara 1980, s. 14-15; Recep Akakuş. "M. Âşıkkutlu Hocamızın Ardından", ae.,sy. 247(1980), s. 4. r—ı

İBu Emin Âşıkkutlu

AşıkpaşazAde

(ö. 889/1484'ten sonra) Osmanlı tarih yazarı. ,

Asıl adı Derviş Ahmed, mahlası Aşıkî1-dir. Fakat daha çok büyük dedesi olan Âşık Paşa'ya nisbetle Âşıkpaşazâde adıy­la anılır. Hayatı hakkındaki bilgiler he­men sadece yazmış olduğu Osmanlı ta­rihine dayanmaktadır. Kendi ifadesine göre 803 (1400) yılı civarında [Târih, s. 35) Amasya sancağının Mecitözü kaza­sına bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu. Küçük yaştan itibaren tekke çevresinde yetişti, çok gezdi ve zamanın ünlü şah­siyetleriyle tanıştı. Gençlik yıllarında bir müddet Geyve'de Yahşi [Keşfü'z-zunûn,

1,283rte Bahsi) Fakih'in evinde kaldı. Fet­ret Devri'nin bazı olaylarına ve II. Mu-rad'la Düzmece Mustafa arasındaki mü­cadeleye şahit oldu. Bir süre Konya'da Sadreddin Konevî Zâviyesi'nde misafir olarak kaldı ve Şeyh Abdüllatîf el-Kudsî'-den el aldı. 1437'de hacca gitti, dönüş­te Mısır'a uğradı. Daha sonra Paşa Yiği-toğlu İshak Bey'in himayesinde bir müd­det Üsküp'te kaldı. II. Murad'ın bazı se­ferlerine katıldı ve onun iltifatını kazan­dı. Fâtih Sultan Mehmed'in, şehzadeleri Mustafa ve Bayezid'in sünnetleri müna­sebetiyle 1457 yılında Edirne'de yaptır­dığı şenliklere katildi; bu sırada Fâtih'­ten bazı ihsanlar gördü. 874'te (1469-70) kızı Râbia'yı müridi Şeyh Seyyid Ve-lâyet'le evlendirdi. Meşhur tarihini ta­mamladığı 1484 yılında yaşı seksen beş civarında idi. Onun büyük bir ihtimalle bu tarihten sonra öldüğü kabul edilmek­tedir. Mezarı da muhtemelen İstanbul'­da Haydar mahallesinde büyük dedesi Âşık Paşa adına inşa ettirdiği cami ha-zîresindedir.

Âşıkpaşazâde daha çok Tevârîh-i ÂI-i Osman adlı eseriyle tanınmaktadır. Ha­yatının sonlarına doğru yazmaya başla­dığı tarihinin Yıldırım Bayezid devrine kadar gelen kısmını Yahşi Fakih'in me-nâkıbnâmeşinden, bu padişahın 1391 'de Macarlar'la yaptığı savaşı Kara Tİmur-taş'm oğlu Umur Bey'den. 1402'deki An­kara Savaşı'nı bu savaşta solak* olarak bulunan birinden nakletmiş, II. Murad ve Fâtih dönemlerini ise bizzat kendi göz­lemlerine dayanarak kaleme almıştır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Fâtih devri sonlarına (eserin çeşitli yazmalarında bitiş tarihi farklıdır) kadar gelen bu eserde konular bablar ve soru - cevap şeklinde ele alınmıştır. Müellifin yaşına ve muh­temel ölüm tarihine bakılırsa 166. bab-dan sonraki kısımların başkaları tarafın­dan eklenmiş olabileceği düşünülebilir.

Çoğu yurt dışında olmak üzere ondan fazla yazma nüshası bulunan Âşıkpaşa­zâde Târihi'nm üç ayrı neşri vardır. Ese­rin ilk neşri Alî Bey tarafından yapılmış­tır (İstanbul 1332). Bu neşirde eser 1502 yılına, Friedrich Giese (Leipzig 1929) neş­rinde 1492'ye kadar gelir. Atsız'ın yap­tığı neşir ise (İstanbul 1949) eserin 161 babını ve sadece Âlî Bey neşrinde bu­lunan "Fasıl" adlı son bölümünü ihtiva eder. Yakın zamana kadar pek tanınma­yan Âşıkpaşazâde Târihi'nm asıl Öne­mi, ilk standart Osmanlı tarihlerinden biri olmasından gelir. Eser daha yazıl­dığı devirde Neşri'nin Cihannümâ'sı-

na kaynak olmuş, ancak XVI. yüzyıl Os­manlı tarihçileri genellikle Neşrî'nin da­ha derli toplu olan eserini kullanmayı tercih etmişlerdir. Diğer taraftan, muh­temelen Kâtib Çelebi'nin biraz hafife alan ifadesinden {Keşfü'z-zunûn, I, 283) dolayı uzun süre unutulan Tevârîh-i Âî-i Os­man, gerçek ve modern mânada ilk defa Hammer tarafından kullanılmıştır. Ma­hiyeti itibariyle anonim Tevârîh-i Âl-i Osman'lardan pek farklı olmayan eser, gerek muhtevası gerekse konuşma dili­ne yakın ve devrinin yazı dilini aksetti­ren sade üslûbu bakımından orta taba­ka ve özellikle askerî zümreler arasın­da okunmak üzere bir nevi halk destanı tarzında yazılmıştır. Anonim tarihlerden farklı özelliği ise Osmanlı padişahlarını birer "mücahid gazi" olarak görmesi, devletin kuruluşunda ve bilhassa Anado­lu'da İslâmî Türk kültürünün yerleşme­sinde büyük rolleri olan "abdâlân-ı Rûm", "gâziyân-ı Rûm" ve "bâciyân-ı Rûm" gi­bi ahî kuruluşları hakkında bilgiler ver­mesidir. Esere yer yer serpiştirilen ve bir kısmı Ahmedrnin İskendernâme'-sinden alınmış olan nazım parçalarının ise edebî bir değeri yoktur.

BİBLİYOGRAYFA:

Âşıkpaşazâde. Târih, s. 35, 66, 79, 135, 139, 205; a.e. (Atsız), s. 79-80; Mecdf, Şakâik Ter­cümesi, s. 352; Keşfü'z-zunûn, I, 283; Ayvan-sarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmi', 1, 153; Osmanlı Müellifleri, III, 84; Hammer (Ata Bey), I, 27; Ba-binger (Üçok), s. 38-42; Banarlı, RTET, I, 498-499; V. L. MĞnage, "Osmanlı Tarihçiliğinin Başlangıcı" (trc. Salih Özbaran), TED, sy. 9 (1978), s. 227-240; M. Şâkir Olkütaşir, "Âşık Paşazade", İTA, I, 600-602; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa-zâde", İA, I, 706-709; Fr. Taeschner, "'Âşhik-Paşha-zâde", 0*(Fr.), I, 720.

İffl Abdülkadib Özcan ÂŞİR

( JrUİ )


Uşûr vergisini tahsil eden memur.

İslâm'ın ilk asırlarında, ticarî mal ve­ya bir nevi gümrük vergisi diyebileceği­miz uşûr vergisini tahsil eden kimseye âşir denildiği gibi aşşâr da denilmekte­dir. Şehirler veya milletlerarası ticaret yollarının kavşak noktalarında, önemli geçitlerde görev yapan âşirler bölgelerin­den geçen ticarî mallardan, sahiplerinin müslüman, zimmî* veya müste'min ol­masına göre değişen oranlarda vergi al­maktaydılar. Kaynakların belirttiğine gö­re bu oran müslümanlar için % 2,5, zim-mîler için % 5 ve müste'minler için de

karşılıklı olarak başka bir.oran tesbit edilmemişse % 10'du (bk. uşûr). Bu ver­ginin nisbeti onda bir (uşr — öşür) veya onun bölümleriyle (nısfü'1-uşr % 5; rub'u'l-uşr % 2,5) İfade edildiğinden bunları tah­sil eden vergi memuruna da "onda bir­leri toplayan kimse" mânasında bu ad verilmiştir.

Âşirin, bölgesinden geçen müslüman-lardan aldığı ticarî mal vergisi aslında zekâttır. Bu yüzden ancak zekâtın di­ğer şartları gerçekleşmiş ve o yılın ze­kâtı daha önce ödenmemişse alınırdı. Buna göre âşir, kendi bölgesinden ge­çen gayri müslimlere ait ticarî malların uşûr vergisini, müslümanlara ait malla­rın da zekâtını tahsil eden bir kimse ola­rak görev yapmıştır.-Ticarî maksatla baş­ka yerlere sevkedilmeyen zekâta tâbi her türlü malın ve ziraî mahsullerin ze­kâtı ise ayrı bir memur (âmil) tarafın­dan toplanmaktaydı

Âşir aynı zamanda bölgesindeki yo! ve ticaret emniyetini sağlamakla da görev­liydi. Bundan dolayı fıkıh kitaplarında âşirde bulunması gereken şartlar sayı­lırken tam ehliyetli {bk. ehliyet) olması­nın yanında yol ve ticaret emniyetini sağlamaya muktedir olmasının gerekli olduğu üzerinde de durulmuştur.

Bir vergi memuru olarak âşirin ilk de­fa Hz. Peygamber zamanında mı, yoksa Hz. Ömer devrinde mi tayin edildiği kay­naklarda tartışmalıdır. Serahsî bu mü­esseseyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmekte ise de ikinci görüş daha kuv­vetli görünmektedir. Ebû Yûsuf'un be­lirttiğine göre, Hz. Ömer zamanında ilk defa âşir olarak tayin edilen kimse as­haptan Ziyâd b. Hudayr'dır.

Bazılarının sıhhatinde şüphe olmakla birlikte Hz. Peygamber'den, "Âşire rast­larsanız onu öldürünüz" mânasında ve­ya buna benzer anlamlara gelen hadis­ler rivayet edilmektedir (Ebû Ubeyd, s. 470; Müsned, IV, 234). İslâm hukukçuları bu hadislerin, Câhiliye devrinde Arap ve Acem memleketlerinde ticarî mallardan % 10 nisbetinde alınan, İslâmiyet'te ise müslümanlar için % 2,5, zimmîler için de % 5'le sınırlandırılan bu vergiyi top­larken halka zulmeden, belirlenen bu oranlardan fazlasını alan vergi memur­ları için varit olduğu görüşündedirler (bk. Serahsî, el-Mebsût, II, 199; Ebû Ubeyd, s. 470). Bu hadislerde, Câhiliye devrinde benzer bir pazar vergisini (bâc) toplayan ve halkı ağır vergilerle bunaltan kimse­lerin kasdedilmiş olması da muhtemel­dir (bk. Ebû Ubeyd, s. 471, ayrıca bk.BÂC).

BİBLİYOGRAFYA:

Lîsânü'l-'Arab, "caşr" md.; Müsned, IV, 234; Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 145-146; Yahya b. Âdem, Ktt&bü'l-ljarB.c (nşr, Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1384, s. 168-169; Ebû Ubeyd, el-Emuât, s. 469-481; Serahsf, el-Mebsût, I, 199 vd.; a.mlf., Şerhu's-Siyeri'l-kebTr inşv. Abdülazîz Ahmed), Kahire 1971-72, V, 2133-2136, 2139-2157; İbn Abidîn, Reddu7-muhtar, II, 308-318; Yûsuf el-Kardâvî, Fıkhüz-zekât, Beyrut 1389/ 1969, II, 1089-1105; Mustafa Fayda, "Hz. Ömer ve Ticaret Mallan Vergisi veya Uşûr", AÜİFD, XXV (1982), s. 169-178; a.e., XXVI (1983), s. 327-334. r-ı

\m Mehmet Erkal

AŞİR EFENDİ

Reİszâde Mustafa Âşir Efendi (1729-1804)

Kurduğu kütüphane ile meşhur olan Osmanlı şeyhülislâm!.

L J


5 Ağustos 1729'da doğdu. Reîsülküt-tâb Mustafa Efendi'nin oğludur. Tahsi­lini devrin tanınmış âlimlerinin yanında tamamladıktan sonra 1744 yılında ruûs* imtihanını kazanarak çeşitli yerlerde mü­derrislik yaptı. Daha sonra kadılık mes­leğine geçti; 1768'de Yenişehr-i Fenar (Larissa), 1777'de Bursa. 1781'de Mekke, 1786'da İstanbul kadılıklarında bulun­du. Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri­nin önce pâye'lerini aldı. ardından bil­fiil 1788'de Anadolu, 1789'da da Rume­li kazaskeri oldu. Ancak bir süre sonra azledildi. Şeyhülislâm Hamîdîzâde Mus­tafa Efendi zamanında herhangi bir se­bep gösterilmeksizin Kastamonu'da ika­mete mecbur edildi. Hamîdîzâde'nin şey­hülislâmlıktan ayrılması üzerine 1791'de tekrar İstanbul'a döndü. 1793'te ikinci defa Rumeli kazaskerliğine getirildi. Bu görevde bir yıl kadar kaldı, 30 Ağustos 1798'de şeyhülislâm oldu. III. Selim, Âşir Efendi'ye hitaben çıkardığı hatt-ı hümâ­yunda (Cevdet, VII, 303-304), kendisinden önce şeyhülislâm olan Dürrizâde Arif Efendi'nin görevini ihmal etmesi yüzün­den azledildiğini, duyduğu güven sebe­biyle bu görevi kendisine verdiğini be­lirtiyor ve ilmiye mesleğinde bir süre­den beri görülen bozukluğu gidermek için çalışmasını istiyordu. Bundan dolayı onun şeyhülislâmlığı döneminde bu yol­da bazı çalışmalar yapılmıştır. 11 Tem­muz 1800'de şeyhülislâmlıktan azledil­dikten sonra Bursa'ya gönderildiyse de kısa zaman sonra tekrar İstanbul'a dön­dü; 29 Kasım 1804'te vefat etti. Cena­zesi önce Eminönü civarındaki Bahçeka-pı'da kendi adıyla anılan kütüphanenin

8

naziresine defnedilmiş, daha sonra Mol­la Gürânî Mezarlığı'na nakledilmiştir.



Bilgisi, dürüstlüğü, hayır ve hasenata düşkünlüğü ile takdir edilen Âşir Efen­di aynı zamanda iyi bir hattattı. Bahçe-kapı'da bugün kendi adıyla anılan cad­dede bulunan konağının bahçesinde bir kütüphane ve dârülkurrâ kurmuş, bu­raya görevliler tayin ederek bazı gelir­ler tahsis etmiştir. Ayrıca Kastamonu'da bulunduğu sırada orada da hayır eser­leri yaptırmıştır. Günümüzde Süleyma-niye Kütüphanesi'nin bir bölümünü oluş­turan kütüphanesinde bizzat kendisinin istinsah ettiği bazı yazmalar da bulun­maktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Deuhatü't-meşâyih, s. 166-177; Cevdet, Tâ­rih, VII, 286, 303-304; Slctll-t Osmânt, III, 281; İimiyye Salnamesi, s. 560-561; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 500-503; Uzunçarşılı. İlmiye Teş­kilâtı, s. 260; tsLA.ll, 1152-1153.

\M Mehmet Îpşirı-i

ÂŞİR EFENDİ KÜTÜPHANESİ

İstanbul Bahçekapı'da XVIII. yüzyılda kurulan

vakıf kütüphanesi.

L _[


1. Mahmud devri reîsülküttâblarından Mustafa Efendi, düzenlediği Cemâziye-lâhir 1154 (Ağustos 1741) ve Safer 1160 (Şubat 1747) tarihli vakfiyeleriyle bütün kitaplarını vakfetmiş, ancak Bahçekapı semtinde inşa ettirmeyi planladığı kü­tüphaneyi yaptıramadan 1749 yılında öl­müştür. Mustafa Efendi yaptırmayı dü­şündüğü bu kütüphanenin iki dersiam, bir şeyhülkurrâ ve iki hâfızıkütübden olu­şan kadrosunu da kurmuş ve bunları geçici olarak Valide ve Mahmud Paşa camilerinde görevlendirmiştir.

Mustafa Efendi'nin oğlu 111. Selim dev­ri şeyhülislâmlarından Mustafa Âşir Efen-

di babasının bu arzusunu yerine getir­mek için belirtilen yerde bir kütüphane binası yaptırmış ve düzenlediği Şevval 1214 (Mart 1800) tarihli vakfiyesiyle de kendi adıyla anılan kütüphaneyi kurmuş­tur. Âşir Efendi vakfiyesinde daha önce babasının kütüphane personeliyle iigili olarak koyduğu esasları aynen muhafa­za etmiş, ancak kendi sağladığı gelirle hâfızıkütüblerin ücretlerini arttırma ve onlara yardımcı olacak iki mülâzım tayin etme gibi birkaç değişiklik yapmıştır.

Başlangıçta Reîsülküttâb Mustafa Efendi'nin vakfettiği 1237 kitapla kuru­lan Âşir Efendi Kütüphanesi koleksiyo­nu daha sonraları Mustafa Âşir Efendi, oğlu Rumeli kazaskeri Hafîd Efendi, Ka-sîdecizâde Süleyman Sırrı Efendi ve Âşi-refendizâde Mehmed Bahâeddin Efen­di'nin yaptıkları kitap bağışlanyla olduk­ça zenginleşmiştir.

Öğretim yanında hatim duası ve mev-lid gibi bazı dinî faaliyetlerin de yapıldı­ğı Âşir Efendi Kütüphanesi haftada beş gün açık bulunmaktaydı. Tatil günleri ise devrin diğer bazı kütüphanelerinde olduğu gibi salı ve cuma idi.

Âşir Efendi Kütüphanesi 1914 yılında Evkaf Nezâreti tarafından Sultan SelinY-de kurulan kütüphaneye, 1918 yılında da buradan Süleymaniye Kütüphanesi'-ne nakledilmiştir. Bu kütüphaneye ait kitaplar halen Süleymaniye Kütüphanesi bünyesinde bulunan Âşir Efendi ve Reî­sülküttâb Mustafa Efendi koleksiyonla­rında bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Reîsülküttâb Mustafa Efendi'nin h. 1154 ve h. 1160 tarihli vakfiyeleri, VGMA nr. 736, s. 201-208; nr. 738, s. 137-146; Âşir Efendi'nin h. 1214 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 473; Hafid Efendi'nin h. 1220 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 486; Âşir Efendizâde Mehmed Bahâeddin Efen­di'nin h. 1250 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 487; İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzima-ta Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Anka­ra 1988, s. 92-93, 120-121, 129, 144, 148, 182, 239, 244-245. ı—ı

Iffifil İsmail E. Erünsal

D MİMARİ. İlk yapılışında kütüpha­nenin yanındaki büyük bir han onun ge­lirini sağlıyor ve arkadaki küçük hazîre-de Âşir Efendi ile oğlu Hafid Efendi ve diğer aile mensuplarının kabirleri bulu­nuyordu.

Âşir Efendi ve Sultanhamam cadde­lerinin birleştiği köşede bulunan kütüp­hane, taş konsollar üzerine oturan gü-

zel mimarili okuma odası ile dikkati çe­ker. Bu çıkmanın Eminönü tarafındaki küçük bir penceresinin yerteştirilmeşin­de gösterilen yapı ustalığı gerçekten za­rif bir buluştur. Dış cepheleri taş ve tuğ­la şeritleri halinde yapılmış olan bu bi­nanın yanındaki han ile birlikte iyi bir ro-lövesi yoktur. Sadece kütüphanenin pla­nı yayımlanmıştır. Bir merdivenle çıkılan L biçimindeki bir koridorun kısa kolu so­nunda kitap deposu ve bu koridorun ya­nında iki küçük mekânı vardır. Korido­run uzun kolu yanında bulunan okuma salonunun ana mekânına, iki sütunla ay­rılmış üç bölümlü bir giriş holünden ge­çilerek ulaşılır. Âşir Efendi Kütüphane-si'nde küçük ve büyük dört mekân ay­nalı tonozlarla örtülüdür. İki sütunla oku­ma salonundan ayrılan giriş kısmının üç bölümünden ortadaki kubbeli, yandaki-ler çapraz tonozlarla örtülmüştür. Ana koridorun sonundaki küçük hücre ise herhalde hela olmalıdır. Altındaki kumaş mağazasının deposu olarak kullanılan okuma odasının tavan tonozunda üst­leri badana ile kapatılmış olarak çiçekli kalem işi nakışlar 1960 yılında görüle­biliyordu.

Kütüphanenin taşınma sırasında Aşir Efendi ile evlât ve ahfadının mezarları da buradan alınarak Molla Gürânî hazîresine götürülmüş ve boşaltılan kütüphane bi­nası dükkân olarak kiraya verilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Behçet Unsal, "Türk-Vakfı, İstanbul Kütüp­hanelerinin Mimari Yöntemi", VD, XVII! (1984), s. 101 (plânı var); Ş. N. Bayraktar, "Âşirefendi Kütüphanesi", IslA, II, 1154-1155.

İM Semavi Eyice

AŞİRAN

, (bk. HÜSEYNÎ-AŞİRAN). j



AŞİRET

Göçebe topluluklara verilen genel ad.

Aşiret Arapça bir kelime olup "kabi­le" karşılığı kullanıldığı gibi kabilenin al­tında daha küçük bir topluluğu da ifa­de etmektedir. Türkçe'de ise yaygın ola­rak göçebe unsurlar için kullanılmış, özel­likle Osmanlılar döneminde boyun altın­da, cemaatin üstünde bir topluluğa ad olmuştur. Osmanlı kanunnâme ve belge­lerinde genel olarak "konar göçer" veya "yörük" olarak kaydedilen teşekküller, yukarıdan aşağıya bir sıraya göre, boy (kabile, taife), aşiret, cemaat, oymak, ma­halle, oba faile) şeklinde bölümlere ay­rılmıştır. Araplar'daki kabile teşkilâtın­da ise birkaç aşiretten bir fasîle. fasile­lerden fahz, fahzlardan batn, batnlardan imâre, imârelerin birleşmesinden de ka­bile meydana gelmekteydi. Boyun idarî işlerinin boy beyi (Arap kabilelerinde şeyh) tarafından yürütülmesine karşılık aşi­retlerde bu görev mîr-aşiretlerce (aşiret beyi veya kethüda) yerine getirilirdi. Bazı durumlarda boy beyinin yetkisi dahilin­de olan aşiret beyinin tesbiti genellikle irsî bir hüviyet göstermektedir.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin