Orijinal adı: Şerh-i Hadis-i Cunud-i Akl ve Cehl Merhum İmam Humeyni (r a)


İkinci Bölüm Nefsi İnkar Hususunda İslah Etmek



Yüklə 1,28 Mb.
səhifə16/66
tarix24.02.2018
ölçüsü1,28 Mb.
#43328
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   66

İkinci Bölüm

Nefsi İnkar Hususunda İslah Etmek


Bil ki insan, madde ve değişim alemi olan bu tabiat aleminde kaldığı müddetçe nefsin en kötü hallerinden biri olan ve de nefsin ebedi hüsranına ve yardımsız kalmasına sebep olan bu inkar ve red haletini değiştirebilir. Cehalet ve şeytanın ordusunun tasarrufu altından çıkabilir. Böylece akıl ve rahmanın tasarrufu altına girebilir, bu da faydalı bir ilim ve salih bir amelle gerçekleşebilir.

Faydalı ilim yaratıkların incelikleri ve varlık sırları hakkında düşünmektir. Bu tefekkür orta dereceli kimseler için bazı marifet kapılarını açar, ama kamil kimseler için bir örtüdür, iyilerin kalp güzelliği ilahi dergaha yakınların bir kötülüğü mesabesindedir. 1

Yaratıkların incelikleri hakkında düşünmenin yolları, sayısızdır. Ama bize en yakın olanı bizzat kendimizi ve nefsimizi tanımaktır. Hatta beden yapısını ve bedenin fiillerini tanımak da Allah’ı tanımanın bir yoludur.”Nefsini tanıyan, şüphesiz rabbini tanır.”2

Biz şu anda bu ilginç fabrikanın, yani insan bedeninin sindirim ve hazmi ile ilgili düzene bir bakalım. Görüyoruz ki insanların da bir üyesi olduğu canlılarda, her birinin mizacsal yapısıyla uyumlu olarak belli bir yiyeceğe karşı iştahı vardır. Yani canlılardan her birisi bir tür yiyeceğe iştah duymaktadır ve o yiyecek de beden yapısının ihtiyaç duyduğu bir yiyecektir. Beden o yiyeceklerle beslenmekte ve de bedenin bir parçası olmayan veya beden için zararlı olan şeylerden tür olarak nefret etmektedir. Eğer yiyecek ihtiyaçlarının bir kısmı geciktirilecek olursa, mide ve sindirim organlarında bir takım reaksiyonlar ortaya çıkmaktadır ve bu reaksiyon açlık olarak adlandırılan bir tepkidir. Eğer bu doğal davet olmasaydı, hayvanlar açlıktan ölür, yiyecek bulmaya teşebbüste bulunmazlardı. Nitekim itidalden sapmış olan mizaçlarda bunun bir benzeri görülmektedir.

Ayrıca canlıların dilinin üstünde belli bir kuvve yaratılmıştır ki tür hasebiyle faydalı maddeleri zararlı maddelerden ayırt etmektedir. Aynı zamanda faydalı yiyeceklerde bir takım lezzetler taktir edilmiştir. Bu dilin üstünde lezzeti anlama kuvvesi karar kılınmıştır ki adeta insanın bedenini ve sağlığını koruması için insana rüşvet vermektedir. Eğer bu rüşvet olmasaydı, bir çok faydalı maddelere yönelmez ve böylece de beden yapısı yavaş yavaş bozulmaya ve dağılmaya yüz tutardı.

Hakeza, canlılardan her birinin ihtiyaç duyduğu besinlerle uyumlu olarak bir takım dişleri vardır. Bu canlının bedeninde, yani kendi mizacına daha çok etin faydalı olduğu canlılarda, etoburluluğu ile uyumlu bir takım sivri dişler karar kılınmıştır. Otobur hayvanlarda, yani mizaç yapısıyla otun uyumlu olduğu varlıklarda otoburlulukla uyumlu bir şekilde geniş dişler karar kılmıştır. Her ikisiyle hayatını sürdüren bazı canlılarda ise, yani insan gibi hem etobur ve hem de otobur olan hayvanlarda ise bu mizaç halleriyle uyumlu olarak iki türlü diş karar kılınmıştır.

Yiyecek ağızda vaki olunca ve canlı varlık dişleriyle onu çiğnemeye başlayınca dil altında olan bezelerden bir takım salgılar yapılmaktadır. Bu salgıların, hazimde tam bir etkinliği vardır. Dolayısıyla salgıya daha çok ihtiyaç duyan yiyeceklere daha çok salgı salı verilmektedir. Mideye doğru yuttuktan sonra da hazmetme işlemine başlamaktadır. O yiyeceği midede olan cazibe kuvvesi, midenin duvarına doğru çekmektedir. Emici kuvvet olan diğer bir kuvvet ise onu mide duvarında tutmaktadır. Midede onlara bir takım salgılar salı verilmekte ve pişirmeye başlamaktadır. Midenin işlemleri tamamlanınca “masarika” denen ince damarlardan bedene katılmaya layık olan bölümü, karaciğere cezbolmaktadır. Bedenin ihtiyaç duymadığı ve yiyeceğin artığı olan diğer bölümünü ise midenin altında karar kılınan “ebvab” denen mecradan (zira ihtiyaç duymadığında kapalı durmaktadır) on iki parmak bağırsağına girmekte, oradan da (detayları anatomi ilminde anlatılmaktadır1) bağırsağa girmekte ve oradan def edilmektedir.

Bedenin bir parçası olmaya layık olan bölüm karaciğere girmektedir. Bu da Keylus2 denen bir maddedir ve de kurut suyuna benzemektedir. Daha sonra karaciğer, çalışmaya ve pişirmeye başlamaktadır. Karaciğerin işi sona erdikten sonra, Keylusat-i Erbea olarak adlandırılan dört karışık madde hasıl olmaktadır. Bu dört kısımdan beden için en gerekli ve sağlıklı kısmı olan kan, toplar damarlara girmekte, oradan da sevakil, cedavil, revazi ve uruk-i şe’riye (kılcal damarlar) denilen diğer damarlara girmektedir. Böylece bütün bedene yayılmaktadır. Üçüncü hazım olan hazım ameli oradayapılmış olmaktadır. Eriyiğin bedeli olma konumunda olan saf kısmı, kılcal damarlarda oldukça ince deliklerden salgı yapmaktadır. Orada da dördüncü ameli gerçekleşmektedir. Bu hazimde, üretici kuvve vasıtasıyla bir artık hasıl olmaktadır. Bu artık yiyeceklerin arıtılmışından temizlemektedir ve de yeni bir üretimin başlangıcı olmaktadır. Kalbe giren kanın bir kısmı da orada temizlenmekte ve düzene girmektedir. Kalbin sol tarafında yoğunlaşan buhardan, özel mecralardan, beyne doğru yükselmektedir ve orada idrak merkezi olan beyni teşkil etmektedir. Bütün bunların açıklaması, konumuz dışındadır. Hiç kimse, bu konuda bütün detayları keşfedebilmiş değildir. Şimdi biraz düşün! Tabiat alemindeki maddeleri hangi fabrikada bu türlü temizlemek, parçalamak, pişirmek ve dokumak mümkündür. Öyle ki paçaları birbirine benzeyen ve nitelikleri uyumlu olan bir madde bir yerde öylesine sert kemik teşkil etmekte, başka bir yerde göz perdesi veya cilt veya öylesine incelikte beyin teşkil etmektedir. Bir yerde idraklerin merkezini, bir yerde uyarılar merkezini öylesine ince bir düzenle düzenlemektedir. Anatomi alimleri birkaç asırdır bütün ince araştırmalarına, bütün ömürlerini insan organlarını incelemeye sarf ettikleri halde henüz onun bütün hakikatlerini keşfedebilmiş değildir. Dünyada bugün bütün bu ilerlemelere rağmen insanoğlu, bedenindeki organlar hususunda bir yere varamamış ve aklı yeterli bilgi elde edememiştir. Şimdi hangi fıtratı temiz insan, bütün bu düzenlerin kamil ve bütün maslahat ve fesatları bilen bir düzenleyici olmaksızın vücuda geldiğini düşünebilir.

Bu kadar basit parçaları olan bir saat bile bilgi sahibi bir yapıcıyı gerektiriyorsa, her biri büyük bir dikkat ve maslahat üzere yaratılmış olan insanoğlunun bu azametli organları bilen hikmet sahibi bir yaratıcıya ihtiyaç duymaz mı?

Atmosferde yayılmış olan hissedilir dalgaları alan ve veren bir radyo bile hikmet sahibi kamil bir düşünürü ve her açıdan taktir edilmesi gereken bir yapıcısı var olduğu halde, akıl, his, mülk ve melekut alemindeki ince dalgaları alan ve veren insan ruhu kamil hikmet sahibi ve ilim ehli bir yaratıcıya gerek duymaz mı?

Eğer Allah korusun örtülü bir insan, hayır belki insan suretindeki bir hayvan, bütün batıni hastalıkların kaynağı olan kalbi hastalıkları vasıtasıyla böyle bir ihtimal verecek olursa, insanlık fıtratından çıkmış olur ve dolayısıyla da bu batıni hastalığını mutlaka tedavi etmelidir. Bu kimse, canlı suretindeki bir ölüdür. Hak Teala onun hakkında Fatır suresi, 22. ayetinde resulüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin.

Bu şahıs, tabiat otlağında dönüp dolaşan ve otlayan bir hayvan gibidir. Hak Teala bu kimse hakkında şöyle buyurmuştur: “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun.1 Hakeza şöyle buyurmuştur: “Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar.2

Nefsin hallerini, nefsin zulmet ve inkar haletini nuraniyete ve tasdik etmeye dönüştürmeye yarayan salih amel ise iki kısımdır. Biri kalbi ameldir, diğeri ise zahiri ve kalıpsal ameldir.

Bu makamda kalbi amelden maksat, fıtratı ilk haline ve fıtri ruhani haletine döndüren amellerdir. Bu amellerin başlıcası ise batıni ve zahiri şartlarıyla tövbe etmektir. Tövbenin hakikatini, güçlendiricilerini ve şartlarını kendi yerinde inşallah beyan edeceğiz. Bu konuda bir takım açıklamaları da kırk hadis şerhinde yapmış bulunmaktayım. 3

İnsan, daha sonra başlıcası dünya sevgisi, bencillik, egoistlik ve başına buyrukluk olan tabii pisliklerden kalbi temizlemeye, halis kılmaya çalışır. Bu da mücahede ve süluk ehli olan kimselerin her şeyden çok önem verdikleri, Allah’a doğru seyretme kapısının en önemli unsurlarından biridir. Bu sayfalarda inşallah kendi yerinde açıklamaları yapmaya çalışacağız.

Bu makamda kalıbi (zahiri) amelden maksat ise, nefse hallerini hatırlatan ve tabiatın uyuşturucu ağır uykusundan uyandıran amellerdir. Bu ameller de başlıcası kalp huzuru olan vahiy ve temizlik Ehl-i Beytinden nakledilmiş zikirlerle nefse hatırlatmada bulunma ve nefsin kesretlerle ve dünya ile az uğraştığı zamanda, örneğin gecenin son saatlerinde veya iki şafak arasında nefsi uyandırma amacıyla meşgul olmaktır.

Kafi’de yer aldığına göre Allah-u Teala İsa’ya şöyle buyurmuştur: “Ey İsa! Kalbini benim için yumuşak kıl ve halvetlerde beni çok an. Benim hoşnutluğum, duada “tebesbus” etmendir. Yani korku, ümit, zillet ve horlukla bana teveccüh etmendir. Ama bu dua ve zikirde canlı ol, ölü olma.”1

Hadis-i şeriflerde de bir çok yerde zikredildiği üzere Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ben, beni ananlarla birlikte otururum.”2

Evet, hakiki bir zikirle kul ve Allah arasındaki örtüler yırtılır, huzura engel olan şeyler ortadan kalkar, kalbin kasvet ve katılığı yok olur, yüce melekut kapıları salik kimsenin yüzüne açılır, Hak Teala’nın rahmet ve lütuf kapıları kendisi için açılır, ama en önemli şey kalbin bu zikirlerde diri olması ve ölü olmamasıdır. Yani ölülerle ünsiyet etmemelidir. Haktan ve mukaddes yüzünden başka her şey ölülerdendir. Kalp, bu tür şeylerle ünsiyet kurunca ölmeye ve leş eti yemeye yakınlaşır. “O'nun zatından başka her şey helak olacaktır.”3

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Arabın söylediği en doğru şiir Ubeyd’in dediği şu şiirdir: “Allah’tan başka her şey batıldır”4

Diğer varlıklara –hangi varlık olursa olsun- gönül vermek, Allah’tan gaflet etmektir.

Evet, anılmaları Allah’ı anmak olan ve sevgileri Allah’ı sevmek olan kimseler, Hak Teala’nın has kulları ve de mutlak cemilin cemalinde fena olan kimselerdir. Onlar, ben ve benlikten geçmiş, kendisini aşmış, iki alemi atmış ve reddetmiş kimselerdir. Onlar Hak Teala’nın yüce isimleri ve tam ayetleridir. Özetle, kalbi ihya etmek için Allah’ı zikretmek ve özellikle de, “ya heyyu ya keyyum” mübarek ismi, kalp huzuruyla uyum içindedir. (söylenildiği üzere5)

Bazı zikir ve marifet ehlinden nakledildiği üzere her gece ve gündüz bir defa secdeye gidip, “la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin”1 zikrini çokça söylemek, ruhsal ilerleme için iyidir. Bazı ahiret yolunun saliklerinden nakledildiği üzere de üstadından bu amelin faydasını işittiği zaman, her gece ve gündüz bir defa secdeye gidiyor, bin defa bu zikr-i şerifi söylüyordu ve diğer bazısından da nakledildiği üzere üç bin defa bu zikri tekrar ediyordu. 2

İmam Zeyn’ul-Abidin ve Seyyid’us-Sacidin Ali b. Hüseyin’den (a.s) nakledildiği üzere ise, kaba ve düz olmayan bir taş görünce mübarek başını üzerine koydu, secdeye kapandı, ağladı ve bin defa şöyle dedi: “La ilahe illallah-u hekken hekka, la ilahe illallah-u teabbuden ve rıkken, la ilahe illallah-u imanen ve tesdiken”3

Mevlamız Musa b. Cafer’in (a.s) yaptığı uzun secdeler çok meşhurdur.4 Nitekim değerli ve güvenilir bir kimse olan İbn-i Ebi Umeyr de secdelerinde Musa b. Cafer’e (a.s) uymuştur. 5

Fazl b. Şazan’dan6 ise şöyle nakledilmiştir: “Irak’a geldiğim zaman birinin kendi arkadaşına şöyle dediğini gördüm: “Sen çoluk çocuk sahibi birisin ve onların geçimini temin etmen gerekir. Ama secdelerini uzatmandan dolayı gözünün kör olmasından korkuyorum.” O şahıs şöyle dedi: “Eyvahlar olsun sana! Eğer birinin gözü uzun secde yapmaktan kör olsaydı, İbn-i Ebi Umeyr’in gözü kör olurdu. Sabah namazından sonra secdeye kapanıp güneşin zevalinden sonra başını secdeden kaldıran kimse hakkında ne düşünüyorsun.”1

Nakledildiği üzere uzun secde, İmamların (a.s) dininden ve de çok ibadet eden kimselerin sünnetlerindendir. 2

Evet! Hakkı tanıyan, mukaddes Rab ile ünsiyet ve muhabbet kuran kimseler için bu tür ameller, zahmet ve meşakkat değildir, sevgili ile üns ve işret içinde olmak usandırıcı değildir. Özellikle de bütün muhabbet ve sevimliliklerin O’nun muhabbetin bir parçası olan sevgili hakkında bu durum daha da geçerlidir. Onların dilinden ne de güzel ifade edilmiştir: “Seni tanıyan kimse canı ne yapsın

Evlat, eş ve evi ne yapsın

Deli eder iki alemi verirsin

Senin delin olan iki alemi ne yapsın.”3

Şiraz arifi (r.a) ise şöyle diyor: “İçimize dosttan başkası sığmaz

İki alemi düşmana ver ki bize dost yeter.”4

Dostun muhabbet kadehinden içenler ve dosta ulaşmanın iksirinden ebedi hayatı elde edenler, her iki alemi düşmana layık görürler. Halil’ur-Rahman’ın kalbi “yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim”5 makamında olduğundan vahiy ve ilim meleği Cebrail-i Emin kendisine, “bir hacetin var mıdır?” diye sorduğu zaman şöyle buyurdu: “Ama sana ihtiyacım yoktur.”6

Onlar, hacet yükünü dostun sokağına attılar, ondan başkasına bir ihtiyaçları yoktur. Cemal aşıkları için hakiki kıbleden başka bir hedef yoktur.

“Aşk kıblesi bir geldi ve yeter”

Evet, biz körler, sağırlar ve örtülü kimseler bütün bu makamlardan sadece hayvani şehvetlere gönül bağladık, bütün saadetlerden sadece değersiz bir takım kavramlara gönül verdik ve kendimizi ikna ettik. Meğer ki, dostun rahmet ve lütfu elimizden tutsun, bizleri bu yoğun ve zulmetler dolu hicaplardan kurtarsın, kalbimizi muhabbetiyle ihya etsin, diğerlerinden koparsın ve kendisine bağlasın.”

Dördüncü Maksat



Yüklə 1,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   66




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin