NECASET-İ HAFİFE Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.
NECASET-İ KALİLE Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.
NECASET-İ MER'İYE Hacmi olan veya kuruduktan sonra görünen herhangi bir pis maddedir. (Akmış kan gibi)
NECASETTEN TAHARET Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet)
NECAŞE Süratle yürümek, hızlı yürümek.
NECAŞİ (NİCÂŞİ) Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir.
NECAT Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
NECATÎ Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili.
NECB Ağaç kabuğunu soymak.
NECCAD Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan.
NECCAH Yorgancı.
NECCAR Doğramacı. Marangoz. * Dülger.
NECCAŞ Hayvan sürücüsü.
NECCİNA Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua).
NECD Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * Meme. * Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.
NECDET Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku.
NEC'E Şiddetli nazar. Şiddetli bakış.
NECEB Ağaç kabuğu.
NECEF (Necefe) : (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı.
NECEFE Büyük askı kandil.
NECEL Büyük gözlülük. İri gözü olmak.
NECER Koyun ve devenin suyu içip kanmaması.
NECES Murdarlık, pislik, necâset.
NECEŞ Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek.
NECH Men' ve reddetmek.
NECİB Cömert, kerim kişi.
NECİB Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.
NECİBE Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde.
NECİD Kahraman, bahadır. * Arabistan'da bir memleket ismi. * Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket. * Arslan.
NECİF (C: Nicef) Geniş temrenli olan ok.
NECİH Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey.
NECİH Su sesi.
NECİL (Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins.
NECİRE Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil.
NECİS Temiz olmayan. Pis.
NECİS Pis, necasetli, murdar. * Şifa bulmaz dert. (Bak: Habes)
NECİS-ÜL AYN Pisliğin ta kendisi.
NECİS Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik.
NECİSE Kuyudan çıkardıkları toprak.
NECİY Sırdaş, sır saklayan.
NECİYYA (Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek.
NECİYYULLAH Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.)
NECL (C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su.
NECL-İ NECİB Soyu temiz çocuk.
NECM (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi) * Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.* Belirli vakitte yapılan vazife. * Kur'an-ı Kerim. * Ceste ceste, kısım kısım oluş. * Kur'an-ı Kerim'in her defa inzal edildiği kısım. * Huk: Bir borcun taksitlerini ödemek için hulül eden muayyen borç.
NECM-İ DIRAHŞAN Parlayan yıldız.
NECM-İ SÂKIB Karanlığı delerek geçen parlak yıldız.
NECM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir.
NECM Ü HİLÂL Yıldız ve ay.
NECMEDDİN (Bak: Necm-üd din)
NECMEDDİN-İ KÜBRA (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Ettâmmet-ül Kübra" lâkabı verilmiş, sonradan sadece "Kübra" denilmiştir. Moğolların Harzem'i istilâsında şehri terk etmeyerek, onlara karşı kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. (K.S.)
NECMÎ Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı.
NECM-ÜD DİN (Bizde daha çok Necmeddin şeklinde telâffuz olunur) Dinin necmi, yıldızı meâlindedir.
NECNECE Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak.
NECR Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş.
NECRAN Susuz. * Kapı ökçesi. ("süve" denir). * Yemen diyarında bir yerin adı.
NECS (Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey.
NECS Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak.
NECŞ Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak.
NECV (C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis.
NECVA Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır.
NECVE Tümsek, yüksek yer.
NECZ Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek.
NED' Dikkat etmek.
NEDA Rutubet, çiğ, nem.
NEDAİD (Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler.
NEDALET Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma.
NEDAMET (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
NEDAMETGÂH f. Pişmanlık yeri.
NEDAMETKÂR f. Nedamet eden. Pişman olan.
NEDAMETKÂRÎ f. Pişmanlık, nâdim oluş.
NEDAN f. Bilmeyen, bilmez.
NEDARET Tazelik, parlaklık, letafet, taravet.
NEDAVET Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet.
NEDB Dua etmek.
NEDBE (Bak: Nedebe)
NEDD Gitmek. * Kaçmak.
NEDDAF Hallâç. Pamuk atan kimse.
NEDEBE Yara izi.
NEDEM Pişman olma, nedamet, pişmanlık.
NEDF Pamuk ditme, pamuk atma.
NEDG Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek.
NEDH Geniş yer.
NEDH Men'etmek, engel olmak.
NEDHE (Nüdhe) : Çokluk, fazlalık.
NEDİ' Ateş veya kül içinde pişmiş olan.
NEDİB Yara izi kalan âzâ.
NEDİD(E) (C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş.
NEDİF Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.
NEDİM (C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
NEDİME Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı.
NEDİS Akıllı kişi.
NEDL Kir. * Hırsızlık.
NEDM Pişman olmak.
NEDMAN Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma.
NEDRET Azlık, seyreklik, az bulunmak.
NEDS Akıllılık. * Taan etmek, çekiştirmek.
NEDS Huruç etmek, çıkmak.
NEDŞ Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak.
NEDVE Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak.
NEEC Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek.
NEED Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.
NEF' Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir.
NEFAD (Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak.
NEFAİS (Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.
NEFAİS-PEREST f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven.
NEFAK (C.: Enfâk) İki kapılı ev.
NEFASET Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.
NEFAZ Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.
NEFAZ Geçme, işleyip öte tarafa geçme. * Sözü geçme, sözü dinlenme.
NEFC Çıkmak, huruc etmek.
NEFD Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak.
NEFEAN Faydalı olarak.
NEFEAN Lİ-L-UMUM Herkes için faydalı oluş.
NEFED Bitirme, tükenme, bitirilme.
NEFEHAT (Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler.
NEFEL Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.
NEFER Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere "Reht" denir.)
NEFERÂT (Nefer. C.) Neferler, askerler, erler.
NEFES Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.
NEFEZA (NEFZA) (C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.
NEFEZAN Sıçramak.
NEFFA' (Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.
NEFFAC Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin.
NEFFAH Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok.
NEFFAS Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.
NEFFASÂT (Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar.
NEFFASE (C: Neffâsât) Büyücü kadın.
NEFFATA Neft yağı çıkan pınar.
NEFH Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek.
NEFH Üflemek, şişmek, üfürük. * Kaba kuşluk vaktine varmak.
NEFH-İ SUR İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi. * Kıyamet kopması. (Bak: Acbüzzeneb)
NEFHA Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan.
NEFHA Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.
NEFİ (Bak: Nefy)
NEF'Î Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.
NEFİF Hevâ.
NEFİR Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat.
NEFİS(E) Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
NEFİS (Bak: Nefs)
NEFİS-PEREST Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.
NEFİS-PERVER f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün.
NEFİT Kaynamak, galeyan.
NEFİTE Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak.
NEFİY (Bak: Nefy)
NEF'İYYET (Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık.
NEFİZ (NEFEZE) Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak.
NEFK Helâk olmak.
NEFL Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek.
NEFR Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "nefir", herbirine de "nefer" denilir.İmamın, halkı cihada dâvet ve tahrik etmesine de "istinfar" tâbir olunur ki, lisanımızın şimdiki ıstılâhında "seferberlik emri", frenklerde de "mobilizasyon" yâni, halkı yerinden oynatma tâbir edilir. (E.T.)
NEFRET Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası.
NEFRETBAHŞ f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren.
NEFRİN Lânet, beddua. * Söğüp saymak.(Hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıylae o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklid edip ittiba' edenlere binler nefrin ve teessüfler. L.)
NEFRİN-HÂN f. Sövüp sayan.
NEFRİN-KÜNÂN f. Lânet okuyan, sövüp sayan.
NEFS Üfürmek, üflemek.
NEFS (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)
NEFS-İ AMEL Amelin ta kendisi.
NEFS-İ EMMARE İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.(Nefs-i emmârenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz İslâmiyete istinad iledir. O habl-ül metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdat iledir. H.)(Bir zaman evliya-yı azimeden; nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören; ve mücahedeyi, âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevi nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübârek zatlar, hakiki nefs-i emmareden değil; belki mecazi bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbani dahi bu mecazi nefs-i emmareden haber veriyor.Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip, veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. K.L.)
NEFS-İ HAYVANÎ Hayvanî istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket kuvvetleri.
NEFS-İ İHBAR Tam haber. Haberin tam esası.
NEFS-İ LEVVAME Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı. * İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.
NEFS-İ MARDİYE (MARZİYYE) Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefis. Rabbinin indinde makbul olan nefis.
NEFS-İ MUTMAİNNE İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirleri altına sakin ve şehevâta muâraza ederek ıztırabdan kurtulmuş olma hâli.
NEFS-İ MÜLHEME Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.
NEFS-İ MÜTEKELLİM Gr: Birinci şahıs. (Bak: Mütekellim-i vahde)
NEFS-İ NÂTIKA Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.
NEFS-İ RÂDİYE f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi.
NEFS Gülme hususunda ifrata gitmek. * Çok fazla gülmek.
NEFSA (C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.
NEFSANÎ Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
NEFSANİYET Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
NEFSÎ Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.
NEFSÎ NEFSÎ "Benim nefsim", "nefsim nefsim" mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.
NEFS-ÜL EMİR Hakikatın kendisi. İşin hakikatı.
NEFŞ Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.
NEFŞELE Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak.
NEFT Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.
NEFT (NEFİT) Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan.
NEFTA (Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.
NEFTÎ f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil.
NEFUH Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.
NEFUR Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse.
NEFUZ Çocuk düşüren kadın.
NEF U ZARAR Kâr ve zarar.
NEFY Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia. (Bak: İnkâr)(İşte küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ayı görmediğinden nefyetse, iki şâhidin isbâtiyle o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder. L.)(Nefiy dahi iki kısımdır.Birisi: "Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur." der. Bu kısım ise, isbat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imani ve kudsi ve âmm ve muhit olan mes'eleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise... hiçbir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temâşâ edecek bir nazar lâzımdır; tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin. Ş.)
NEFY-İ EBED Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme.
NEFY-İ MÜLK Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme.
NEFY EDÂTI Arabçada "Lâ", Farsçada "Nâ" gibi olumsuzluk bildiren edât.
NEFYAN Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan.
NEFZ Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma.
NEGATİF Fr. Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi)
NEGÜHİDE f. Çirkin, kötü.
NEHA Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.)
NEHABİK Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen.
NEHABİR (Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri.
NEHAFE Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak.
NEHAFE Zayıflık.
NEHAK Eşek anırtısı.
NEHAKE(T) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik.
NEHAMÎ Demirci.
NEHAR (C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın.
NEHAR-I EBYAZ Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı.
NEHAR-I ÖRFÎ Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.
NEHAR-I ŞER'Î Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.
NEHAREN Gündüzün. Gündüz vakti.
NEHARÎ Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe.
NEHAVE (Et) çiğ olmak.
NEHB Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.
NEHBE Kapmak.
NEHBER Helâk olacak yer.
NEHC Yol, usul. * Doğru yol.
NEHD İri gövdeli ve karınlı at.
NEHDA' İyi otlar yetişen kumlu arâzi.
NEHDAN Dolu, dolmuş.
NEHEC (C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet.
NEHEL Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve.
NEHEM (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.
NEHENG (C.: Nehengân) f. Timsah.
NEHENGÂN (Neheng. C.) f. Timsahlar.
NEHER Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak.
NEHHAB (Nehb. den) Yağmacı, çapulcu.
NEHHAC (Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici.
NEHHAL Toprak kazan, kazıcı.
NEHHAM Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan.
NEHHAS Nehs'in mübalağası. * Bir kişinin lakabı.
NEHHAS Esirci.
NEHHAT Yüce avazlı, gür sesli kişi.
NEHHAT (NÜHHAT) Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.
NEHİB (Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu.
NEHİB İnlemekle ve ses ile olan ağıt.
NEHİDE Kalın kaymak.
NEHİF Zayıf.
NEHİH Boğaz içinden gelen ses.
NEHİK Bahâdır, kahraman. * Arslan. * Keskin kılıç. * İyi huylu kimse.
NEHİK Anırtı, eşek anırtısı.
NEHİM Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi.
NEHİR Burun içinden çıkan ses, hırıltı.
NEHİRE Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş. * Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir)
NEHİRE Ayın evveli.
NEHİT İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek, nefes alıp vermek.
NEHİT Eşek anırtısı. Hımar avazı.
NEHİTE (C.: Nehâyet) Tabiat.
NEHİY Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
NEHİZET Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne.
NEHK Eşek bağırışı.
NEHK Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek.
NEHME Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu.
NEHMET Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet.
NEHNEHE Dar kaftan, dar elbise.
NEHR Çay, ırmak. * Vüs'at, bolluk. Genişlik.
NEHR-ÜS SEMA Samanyolu. Kehkeşan.
NEHR Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs.
NEHREN Nehirden. Nehir yoluyla.
NEHREYN İki nehir.
NEHRÎ (Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait.
NEHS Çok yaramaz nesne.
NEHS Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak.
NEHSEK Yaban havucu.
NEHŞ Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak.
NEHŞEL Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi.
NEHT Yontmak. Oymak.
NEHT Çağırmak. * Ses, avaz. * Men'etmek, engel olmak.
NEHUD f. Nohut.
NEHUR Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve.
NEHUS (C.: Nehâyıs) Gebe eşek.
NEHUSET (Bak: Nühuset)
NEHVA Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak.
NEHY (Bak: Nehiy)
NEHYİ AN-İL MÜNKER Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten men'etmek, haram işleri yaptırmamak ve buna çalışmak.
NEHZ Ayağa kalkmak, deprenip kalkmak, hareket.
NEHZ Durmak, kıyam. * Def'etmek, kovmak. * Yakın olmak. * Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak. * Dolması için kovayı suya vurmak.
NEHZ Süngü demirini inceltmek. * Kemik üstündeki eti soyup gidermek. * Çok et.
NEHZ Vurmak. Dövmek. * Haykırmak.
NEHZAT Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma.
NEİB Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak.
NEK' Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak.
NEKÂ' Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek.
NEK'A Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey.
NEKAB Devenin tabanı aşınmak.
NEKÂBET Dönme, vazgeçme, cayma.
NEKABET Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol.
NEKABET-İ ULEMÂ Âlimlerin başı olma.
NEKAD (C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.
NEKAHET Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
NEKAİS (Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar.
NEKAİZ (Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.
NEKÂL Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret.
NEKAM (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.
NEKÂRE Güçlük, zorluk. * Belirsizlik.
NEKAVE(T) Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık.
NEKAVET-İ VİCDÂN Vicdan temizliği.
NEKÂYAT Çarklar. * Vakitler.
NEKAYİ' (Nakia. C.) Ziyâfetler.
NEKAZ (C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi.
NEKB Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek.
NEKBA Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.
NEKBE (C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.
Dostları ilə paylaş: |