GAVSİYYET Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak. (Bak: Aktab)
GAVT Derin çukur. * Bir şeyin içine girme, batma, garkolma.
GAVTA Ağaçlık, sulak yer. * Toprakta çukurluk.
GAVTA f. Suyun içindeki derinlik.
GAVTA-BAZ f. Dalgıç.
GAVTA-BAZÎ f. Dalgıçlık.
GAVTA-GÂH f. Dalma yeri.
GAVTA-HAR f. Dalan, batan.
GAVUN (Gavi. C.) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar.
GÂVUR Kâfir. Merhametsiz, inatçı.
GAVVAS Çok gayretli. Çalışkan. * Suya dalan. * İnci arayan dalgıç.
GAYAHİB (Gayheb. C.) Gece karanlıkları.
GAYAT (Gâye. C.) Gâyeler.
GAYAT Çalgı.
GAYB Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Ahbar-ı gayb)(Demek Cenab-ı Hakk'ın gayet büyük ve mükemmel bir rahmeti, re'feti ve şefkati, gaybı bildirmemektedir. Bilhassa masum hayvanlar hakkında daha tamdır. Demek sefihane lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünki, hayvana nisbeten gaybi olan şeyleri senin aklın görüyor. Elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-ı tammeden bilkülliye mahrumsun. S.)
GAYB-ÜL GAYB Kalbde olmayan şey. Hiç ortada eseri, varlığının, geleceğinin izi ve nişanı olmayan. Gaybın gaybı olan.
GAYB-AŞİNA f. Gaybı bilen. Gaybdan haberi olan. Gelecekten veya âhiretten haberi olan.
GAYB-BÎN f. Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren.
GAYB-DAN f. Gaybı bilen.
GAYBET Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması. (Bak: Gıybet)
GAYBÎ Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
GAYBUBET Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma.
GAYDA (C: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz.: Agyed)
GAYDAK Geniş. * Yumuşak. * Kerim kişi. İyi huylu kimse. * Keler yavrusu. * Büluğ çağına varmamış çocuk.
GAYE Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.(Her şeyin vücudunun müteaddit gayeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır. Birincisi ve en ulvisi Sani'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şâhid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, seriüz-zeval lâtif masnuât ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitemamiha verir. Faidesizlik ve abesiyyet onlara gelmez. Demek her şey; hayatiyle, vücudiyle Saniinin mu'cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl'in nazarına arzetmek birinci gayesidir...İkinci kısım: Gaye-i vücut ve netice-i hayat: Zişuura bakar. Yâni, herşey Sâni-i Zülcelâlin birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arzeder.. mütalâaya dâvet eder. Demek, ona bakan her zişuura ibretnüma bir mütalâagâhdır.Üçüncü kısım: Gaye-i vücut ve netice-i hayat: O şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatlıkla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i Sultaniyyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi: Sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyyesine ait.. doksandokuzu Sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. İşte bu teaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıt ve münâfi görünen hikmet ve iktisad, cud ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cud ve seha hükmeder. İsm-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; O tek gaye nokta-i nazarında bigayr-i hisâbdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat, umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder. İsm-i Hakîm tecelli eder.. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cud ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, te'min-i âsâyiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat, hıfz-ı hudut ve mücahede-i a'dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcut ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle muvazenededir. İşte hükümetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir... S.)
GAYE-İ HAYAL Hayalde tasavvur edilen ve ona varılması istenen gaye ve maksat. İdeal.
GAYED Nazik ve yumuşak tenli olmak.
GAYET Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam.
GAYET-ÜL-GAYE Gayenin esası, en son derece. (Bak: Vicdan)
GAYETEN Son derece, çok fazla olarak.
GAYETSİZ Nihayetsiz, sonsuz.
GAYF Eğilmek, meyl.
GAYHEB (C.: Gayâhib) Gece karanlığı.
GAYIT (C: Gaytân-Agvât) Çukur yer. * Kenef.
GAYİR Irak, baid, uzak.
GAYK (Gayuk) Fikri karışık olmak.
GAYL Irmak, nehir. * Ağaç, şecer. * Cima etmek. * Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi.
GAYLE Şişman kadın.
GAYLEM Kul, cariye. * Kablumbağanın erkeği. * Mevzi ismi. * Mugaylân ağacı.
GAYM Bulut. * Sisli bulut tabakası. * Pek susayıp hararetlenmek.
GAYME Çok fazla susama, susuzluk.
GAYN Susuzluk. * Arapçada "ayn" harfinden sonra gelen harfin adı.
GAYNA Yaprakları çok olan yaş ağaç.
GAYNE Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar.
GAYR Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.)
GAYR-I KABİL Mümkün ve kabil değil, imkânsız. Mümkün olmayan, olamaz.
GAYR-I MAHDUD Hudutsuz, uçsuz bucaksız, sonsuz.
GAYR-I MAHSUR Hasrolunmamış. Sınırsız.
GAYR-I MA'KUL Akıl işi olmayan, aklın kabul etmediği.
GAYR-I MEBZUL Çok kullanılmayan. Az bulunan şey.
GAYR-I MECZUZ Devamlı, kesilmeden.
GAYR-I ME'LUF Alışılmamış, ülfet edilmemiş.
GAYR-I MEMNUN Devamlı. Kesiksiz. * Minnetsiz, sürekli.
GAYR-I ME'MUL Umulmadık. Beklenmedik. Birdenbire.
GAYR-I MEN HÜVE LEH Sâhibinden gayrısı.
GAYR-I MENKUL Naklolunamayan, taşınamayan (tarla,bağ, ev gibi) mallar.
GAYR-I MER'Î Görünür olmayan, görünmeyen.
GAYR-I MESKUN İçinde oturulmayan yer. Kimsesiz yer.
GAYR-I MEŞRU' Allah'ın rızâsına uymayan, şeriat hârici, kanunsuz iş.(Tarık-ı gayr-ı meşru' ile bir maksadı tâkibeden galiben maksudunun zıddı ile ceza görür. -Avrupa muhabbeti gibi.- Gayr-ı meşru' muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir. M.)
GAYR-I MEŞ'UR Duyulmayan, hissedilmeyen. (Bak: Taht-eş şuur)
GAYR-I MUTABIK Uygun gelmeyen, uymayan.
GAYR-I MUTEMED Kendine itimad edilmeyen.
GAYR-I MÜEKKEDE Tekrarlanmamış ve takviye edilmemiş. * Zannî ve kat'î delil ile sâbit olmayıp, Peygamberimizin (A.S.M.) bazan devam buyurdukları iş veya amel.
GAYR-I MÜMKİN Mümkün olmayan, imkânsız.
GAYR-I MÜNBİT İyi ve bol yetiştirmeyen. Münbit olmayan.
GAYR-I MÜNFEKK Bitişik, ayrılmaz.
GAYR-I MÜNİF Münif olmayan. (Bak: Münif)
GAYR-I MÜNKATI' Devamlı, fasılasız, kesiksiz.
GAYR-I MÜSLİM Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler.
GAYR-I MÜSMİR Verimsiz, faydasız, meyvesiz. (Bak: Desâtir)
GAYR-I MÜTECEZZÎ Ayrılamayan, bölünemeyen.
GAYR-I MÜTENAHÎ Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.(Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zihayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır. M.)
GAYR-I ŞUURÎ Şuursuz, şuurun dışında.
GAYR-I UZVÎ Cansız. Uzvî olmayan. (İnorganik)
GAYR-I ZARURÎ Zarurî ve mecburî olmayan.
GAYR-ENDÎŞ f. Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse.
GAYRET Dikkatle ve sebatla çalışmak. * Kıskanmak, çekememek. * Hareketli ve temiz hislerle çalışmak. * Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek.
GAYRET-İ BÂTILA Faydasız ve boşu boşuna uğraşma.
GAYRET-İ CÂHİLİYE Körü körüne uğraşmak. Allah'ın razı olmadığı lüzumsuz şeylere kıymet vererek didinmek.
GAYRET-İ DİNİYYE Din için gayret etme.
GAYRET-İ MERDANE Mertçesine gayret.
GAYRETKEŞ Çalışkan, çabalayıcı. * Bir tarafı tutan, taraftar. * Kıskanç.
GAYRET-MEND f. Gayretli, çalışkan.
GAYRET-ŞİAR f. Gayretli. çalışkan.
GAYRI Başkası, diğeri. Artık. (Bak: Gayr)
GAYRİYET Ayrılık. Gayrılık.
GAYS İmdad. Yardım. * Yağmur. * Yağmurla meydana çıkan çayır.
GAYS-I NÂFİ' Faydalı yağmur.
GAYSAN Gençlik şiddeti.
GAYTALE (C: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç. * Seslerin karışması.
GAYUB (Gayâb-Gaybe) Kaybolmak.
GAYUR Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli. * Kıskanç. ("Gayyur" diye yazılması yanlıştır.)
GAYURAN (Gayur. C.) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler.
GAYURANE f. Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi.
GAYY Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı.
GAYYA Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer.
GAYYİR (Gayyür) Gayretli kimse.
GAYZ Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
GAYZ Ü GAZAB Kızgınlık ve hiddet.
GAYZ Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. * Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi.
GAYZA Meşelik.
GAYZ-EFŞAN f. Hiddetli, öfkeli, kızgın.
GAYZERAN İtburnu.
GAZ f. Isırma, dişle tutma. * Diş.
GAZA (C.: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek.
GAZA-YI EKBER Din uğrunda kâfirlerle yapılan büyük muhârebe.
GAZAB Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
GAZAB-I İLAHÎ Allah'ın gazabı. Belâ, musibet.
GAZABEN Gazabla, hiddetle, öfkeyle.
GAZAB-NAK f. Öfkeli, hiddetli, kızgın. Dargın.
GAZAL (C: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu. * Şarkıcı, mızıkacı. *Güzel göz.
GAZALE Dişi geyik. * Güneşin yükselmesi.
GAZALÎ (Bak: İmam-ı Gazalî)
GAZALÎ Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır.
GAZAMİR Malı çok olan, zengin.
GAZANFER Kahraman. * İri arslan.
GAZANFER-İ GAZUB Kükremiş arslan.
GAZANFERÂNE f. Arslancasına, arslan gibi.
GAZAR Bir cins güvercin. * Çok, fazla.
GAZÂT Gazlar.
GAZÂT-I MUZIRRA Zararlı gazlar. Zehirli gazlar.
GAZAT (C: Guzâ) Dağ armudunun ağacı. * Dikenli ağaç. * Seksek ağacı.
GAZAZA Eksiklik.
GAZB Kızıl boya, kırmızı renkli boya.
GAZBAN (Gadbân) Dargın, kızgın.
GAZBE Sağlam, sert taş.
GAZE f. Çocuk salıncağı.
GAZE f. Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık.
GAZEFE Bağırtlak kuşu.
GAZEL Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.) * Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok kullanılan ve (5-15) beyitlik şekil. * Sonbaharda ağaç üzerinde kuruyan yapraklar. * Ceylân. * Lâtif şey. * Güzel kadınların bahsi ve medhi. * Kadınlar sohbetini sevmek. * Köpeğin, geyiğin sesinden ürkmesi.
GAZEL-HAN f. Gazel okuyan.
GAZEL-HANÎ f. Gazel okuyuculuk.
GAZELİYYAT Gazel tarzında yazılmış şiirler.
GAZEL-NÜVİS f. Gazel yazan.
GAZEL-SERA f. Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren.
GAZEM Bir ot cinsi.
GAZETE Fr. Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Bak: Mürcif)
GAZEVAN Hızlı giden iyi at.
GAZEVAT (Gazve. C.) Din uğrunda yapılan harbler.
GAZF Kulağın sarkık olması. * Kırmak. * Geceleyin karanlık olmak.
GAZGAZA Zillet, aşağılık. * Eksik, noksan.
GAZIF Yumuşak, geniş.
GAZIR İyi dibâgat olunmamış deri.
GAZIYE Çok karanlık olan yer. * Büyük nurlu şey.
GAZİ Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen.
GAZİD Katı sesli. * Yumuşak ot.
GAZÎME Gazem denilen otun yetiştiği yer.
GAZÎR Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla.
GAZİR(E) Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal.
GAZİYY (C: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu.
GAZÎZ Gılâfından yeni çıkan çiçek. * Taze.
GAZL İplik eğirmek, bükmek.
GAZL Budaklanmak.
GAZM Güçle ve şiddetle yemek. * Defetmek, kovmak.
GAZN Hapsetmek. * Kırmak.
GAZR (Gazâre) (C: Gazâyir) Men etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Geçim kolaylığı, maişet genişliği. * Büyük çanak.
GAZRA Ucuzluk. * Hayır. * Özlü balçık.
GAZREME (C. Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak.
GAZRUF (C.: Gazârif) Kıkırdak.
GAZUB (Gazab. dan) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. * Büyük yılan. * Abus deve.
GAZV Kasdetmek. * Küffarla cenk edip savaşmak.
GAZV Seyelân etmek, akmak. * Münkatı' olmak, kesilmek.
GAZVA Malın ve davarın kötüsü.
GAZVE Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve gazve tâbirleri Peygamber Efendimizin bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efendimizin bizzat bulunmadığı müfrezelere Seriye denilir.
GAZVE-İ BEDİR Bedir Gazvesi. Bedir Muharebesi.(Melâikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin O'na imân ve itâati, mütevatirdir. Nass-ı Kur'an ve çok âyatla musarrahtır. Gazve-i Bedir'de beşbin melâike, - nass-ı Kur'an ile - önde, sahâbeler gibi ona hizmet edip, asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melâikeler içinde, ashâb-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. M.)
GAZVER Bir ot cinsi.
GAZZ (Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak. * Bir şeyin miktarını eksiltmek. * Hurmanın tomurcuğu. * Zerafet sâhibi. * Yeni buzağı.
GAZZAL Eğrilen iplik.
GAZZE Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.)
GEBE (Bak: Hâmile)
GEBEŞ Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam.
GEBR f. Ateşe tapan, mecusi.
GEC f. Kireç, alçı, harç.
GECBAZ Oyunda hile yapan, hileci.
GECKÂR (Gecger) f. Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı.
GEÇER AKÇA t. Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı.
GED (Gedbe) f. Yoksul, dilenci, fakir, dilenen. * Dilencilik.
GEDA f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
GEDA-ÇEŞM f. Dilenci gözlü, yoksul gözlü. * Mc: Aç gözlü, gözü doymaz.
GEDA-ÇEŞMANE f. Açgözlülükle, açgözlücesine.
GEDAYAN f. Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar.
GEDAYANE f. Dilencilikle.
GEDAYÎ f. Dilencilik.
GEDİKLİ t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı. * Yıkık, çentikli ve düşük yeri olan. * Mülk olduğu halde vakfa ait bir tarafı olan. * Deniz assubayı ki, eskiden yükselerek subay olabilirdi.
GEH (GÂH) f. Kelimenin sonuna eklenerek yer veya zaman ifade eder.
GEHAN f. Zaman, an, vakit.
GEH(Î) f. Ara sıra. Bazan.
GEHVARE f. Beşik.
GEHVARE-GER f. Beşikçi.
GEHVARE-NİŞİN f. Beşikteki çocuk.
GELE f. Sığır, koyun ve keçi sürüsü. * Sürü.
GELEBAN f. Sığırtmaç, çoban.
GELU f. Boğaz.
GELU-GİR f. Dağ armudu. Ahlat. * Boğazdan geçmesi zor olan şey.
GEM VURMAK Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir.
GENC (GENCİNE) f. Define, hazine. Gömülü hazine. Kenz.
GENC-İ NİHAN Gizli hazine.
GENCUR f. Hazine muhafızı, hazinedar.
GEND f. Pis koku, fenâ koku.
GENDA(Y) f. Kokmuş, fenâ kokulu.
GENDEME f. Siğil.
GENDİDE Kokmuş.
GENDÜM f. Buğday.
GENDÜM-GUN f. Buğday renkli.
GENDÜMNÜMA f. Yüze gülüp aldatan. Hilekâr.
GENSORU (Bak: İstizah)
GER Uyuz hastalığı.
GER f. Türkçedeki "eğer" kelimesinin kısaltılmış şekli. Eğer, şayet mânasındadır.
GER f. İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger $ : f. Demirci. Zer-ger $ : f. Kuyumcu.
GERÇİ f. Öyle ise de, her ne kadar.
GERD f. Baht, talih. Fayda. * Toz, toprak. * Hüzün, keder, gam, tasa.
GERD f. Kelimelere eklenir ve "Dönen, dolaşan" anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd $ : Çabuk dönen.
GERDÂ-GİRD f. Fırdolayı.
GERD-ÂLÛD f. Toz toprak içinde.
GERD-ÂLÛDE f. Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. * Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin.
GERDÂN f. Dönen, dönücü. Çeviren. (Bak: Gerden)
GERDE f. İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır.
GERDEN f. Dönen. Dönücü. * Boyun. * Şeci'. Bahadır. Pehlivan.
GERDENA f. Kuş veya kuzu çevirmesi. * Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. * Kebap şişi. * Fırıldak, topaç.
GERDEN-BEND f. Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. * Gerdanlık.
GERDEN-BESTE f. Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş.
GERDEN-DÂDE (Bak: Gerdenbeste)
GERDEN-EFRAZ (Gerden-firâz) f. Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda.
GERDEN-KEŞ f. Âsi, serkeş, isyankâr. * Mağrur, kibirli. * İnatçı, muannid.
GERDÎDE f. Tavır ve hâlleri değişmiş.
GERDİŞ f. Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma.
GERDİŞ-İ ZEMÂN Zamânın dönüşü.
GERDUN f. Dünyâ, felek. * Dönen, dönücü, devreden, çevrilen.
GERDUNE f. Araba, otomobil.
GERDUNE-İ İCLAL Saltanat arabası.
GERDUN-MÎNA f. Gök, sema, asuman.
GERDUN-SİRİŞT f. Mağrur, gururlu, kibirli kimse. * Zâlim, gaddar, kan dökücü. * Tenbel, uyuşuk.
GERGEDAN Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan.
GERİLLA (İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi.
GERK f. Uyuz hayvan.
GERM f. Sıcak. Kızgın. * Çabuk öfkelenen. * Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb.
GERMA f. Sıcak.
GERMABE f. Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca.
GERMA-GERM f. Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. * Sıcağı sıcağına.
GERMA-PEYMA f. Sıcaklık ölçeği. Termometre.
GERMÎ f. Hararet, sıcaklık, kızgınlık.
GERMİYYET Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma.
GERM-MEND f. Acele eden, aceleci.
GERM-RAN f. Atı çok süren, hızlı at süren.
GERM-ÜLFET f. Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen.
GERM Ü SERD Sıcak ve soğuk. * Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı.
GERZİŞ f. Zulümden şikâyet etme.
GESTÎ f. Çirkinlik.
GEŞ Edâ ve naz yaparak yürüme. * Lâtif, hoş, güzel.
GEŞT Seyretme, dolaşma, gezme, tenezzüh. * Geçme.
GEŞT Ü GÜZÂR Gezip tozma, gezme.
GEŞTE f. "Gezmiş, dolaşmış, dönmüş" anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte $ : Altüst olmuş. Ser-geşte $ : Başı dönmüş.
GEV (C.: Gevân) f. Yiğit, bahadır, kahraman.
GEVAH (Bak: Güvah)
GEVAHÎ (Bak: Güvahî)
GEVAN (Gev. C.) Kahramanlar, yiğitler.
GEVAR t. Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol.
GEVARE (Gehvâre) Beşik.
GEVÇ f. Ağaç zamkı.
GEV-ÇAH f. Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu.
GEVDEN f. Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız.
GEVEN t. Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır.
GEVHER f. Akıl ve edeb. * Asıl ve neseb. * Elmas, cevher, mücevher. İnci. * Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. * Noktalı olan harf.
GEVHER-İ PEND Nasihat küpesi.
GEVHER-BAR f. Cevher yağdıran.
GEVHER-EFŞAN f. Cevher saçan.
GEVHER-FÜRUŞ f. Cevherci, kuyumcu, sarraf.
GEVHERÎ f. Kuyumcu, cevherci.
GEVHERÎN f. Mücevher gibi. * Mücevherli.
GEVHER-NİSAR f. Cevher serpen. * Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen.
GEVHER-NİŞİN f. Cevherlerle süslenmiş.
GEVHER-PAŞ f. Mücevher saçan. * Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan.
GEVHER-ŞİNAS f. Cevherden anlıyan, cevherci, kuyumcu.
GEVHER-TAB f. Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı.
GEVSALE f. Bir yaşına girmiş sığır yavrusu.
GEVZ f. Ceviz.
GEYLANÎ Seyyid Abdulkadir-i Geylanî, Gavs-ül A'zam, Gavs, Kutub gibi mecâzi nâm ile bilinen bu zât (Hi: 470-561) yılları arasında yaşamış ve Kadirî Tarikatının müessisidir. Müteaddid müridlerinden bir çoğu sonradan veli olarak meşhurdurlar. Derslerinin te'siriyle birçok Hristiyan ve Museviler Müslüman olmuşlar, ruhâni feyze ermişlerdir. Aktab-ı Erbaa'dan sayılır. (R.A.)
GEZ f. Arşın, endaze. * İlgın ağacı. * Okun çentiği. * Tâlim için yapılmış kısa ok.
GEZA f. Isırıcı, ısıran.
GEZEND f. Musibet, belâ, felâket, âfet. * Elem, keder, hüzün. * Zarar, ziyan.
GEZİDE f. Isırılmış, dişlenmiş.
GIBB Nihayet, son, netice. * İki günde bir. Gün aşırı. * -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
GIBB-ED DUÂ Duâdan sonra.
GIBB-EŞ ŞEHÂDE Şâhitlikten sonra.
GIBB-ET TAHKİK Tahkik ettikten sonra.
GIBBEN Nâdiren, seyrek, arasıra.
GIBTA İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
GIBTA-ÂVER f. Gıbta ettiren, imrendiren.
GIBTA-FERMÂ f. Gıpta verici, imrendirici.
GIBTA-KEŞ f. İmrenen, gıpta eden.
GIBTA-RESÂ f. İmrendirici, gıpta ettirici.
GIDA Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler. * Kuşluk vakti yenen yemek. * Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat.
GIDA-YI RUH Ruhun gıdası.
GIDAÎ Gıda olabilen. Gıda cinsinden.
GIFARE Kat kat bulut. * Başa örtülen bez parçası. * Yama.
GILAB Birbirine galip olmasını dilemek.
GILAF Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü.
GILAF-I LATİF Lâtif örtü.
GILAF-I SEYF Kılıç kını.
GILAL (Bak: Galâl)
GILALE (C: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek. * Küçük kaftan zıbını.
GILAZ Yoğunluk, koyuluk.
GILAZ (Galiz. C.) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler.
GILBIT Taşsız yer.
GILDIRGIÇ Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir.
GILK Acip ve garip. * Zahmet, meşakkat, güçlük.
GILL Düşmanlık, garaz ve adavet, gizli kin ve haset.
GILLİM Cimâı şiddetle arzu eden.
GILL U GIŞ Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. * Gönül darlığı. * Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
GILMAN (Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler.
GILMAN-I ENDERUN Tar: Topkapı Sarayı (Yenisaray) iç oğlanları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bunlar derece ve hizmet itibariyle başka başka odalara ayrılmışlardı.
GILMAN-I HASSA Tar: Padişahların hususi köleleri. Bunlara ilk zamanlarda "İç oğlanları", daha sonları da "İç ağaları" da denilirdi. Bunlar, "Enderun-u Hümayun" denilen ve sarayın Babussaade'den içeride bulunan kısmında hizmet ederler; derece ve hizmet itibariyle başka başka odalarda otururlardı. Bu odalar; Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Odası, Kiler Odası, Hazine Odası adlarını taşırlardı.
GILMAN Ü CEVARÎ Köleler ve cariyeler.
GILME (Gulâm. C.) Delikanlılar, gençler. * Esirler, köleler.
GILT Akdolunan pazarlığı bozmak.
GILZET Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
GILZET-İ MİZAC Huy ve mizac sertliği.
GIMAR (Gamr. C.) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler. * (Gımr. C.) Çok susuzluk. * Kin tutma.
Dostları ilə paylaş: |