S. D.Ü. İLÂHİyat fakültesi GÜNÜMÜz aleviLİĞİnde eğİTİM Çaliştayi



Yüklə 1,05 Mb.
səhifə16/17
tarix09.01.2019
ölçüsü1,05 Mb.
#93913
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17

Şakir KEÇELİ: İslam’da bir kural vardır. Sükut ikrardan gelir. Fakire göre, hem de bu fakir bir dergahın postnişinidir, tekke ve zaviyelerin ibrazına kalkışmak, bu yasanın iptalini istemek Türkiye’yi iki-üç açıdan felakete götürmek demektir. Eğer bunlar bilinmeden yapılıyorsa hoş görürüm. Ama bilerek yapılıyorsa bu felaket tellallığı yapmaktır.

  1. Atatürk’ün getirdiği inkılâp kanunlarında bir gedik açıyorsunuz. Bu cumhuriyetin temeli devrim kanunlarıdır. Devrim kanunlarını herkes savunmayabilir. Herkesin savunmama özgürlüğü vardır ama Alevîlerin devrim kanunlarını savunma yükümlülüğü vardır. Çünkü devrim kanunları Alevîleri hukuksal anlamda eşit yurttaş haline getirmiştir.

  2. Keşke Osmanlı tekkelerini geri getirsek. Şimdi açacağımız tekkeler 1925 tarihli kapatılan tekkelerin çok çok gerisindedir. Alevîlîk adına nasıl bunların serbest kalması istenir hayret. Bizim Yozgat’ta bir laf var “bekara avrat boşamak kolaydır” diye. Teşekkür ediyorum hocam.

Recep KAYMAKCAN: Ben çok konuşmayacağım. Sadece Sönmez bey öğretmenlerin önemine dikkat çekti; ben de bu konuda bir çalışma yayınladığımdan dolayı birkaç söz etmek istiyorum. Tabi biz ne kadar program yaparsak yapalım, ders kitabı hazırlarsak hazırlayalım bir anlamda bu programların hepsi öğretmenler ne kadar anlıyorsa o kadar uygulanabiliyordur. Yani öğretmen çok önemli bir faktördür. Avrupa Birliği konseyde bu konuya çok dikkat çekiyor. Özellikle son on yılda bir din içindeki farklılıkları veya farklı dinleri öğretebilecek bir öğretmeni nasıl yetiştirebiliriz? Bunun sıkıntısı Avrupa ülkelerinde de var. Bu amaçla Avrupa konseyi Ocak 2009 tarihinden itibaren Norveç’te bir merkez kurdu. Bunun finansını Norveç Hükümeti sağlıyor. Bu konuda nasıl bir model oluşturabiliriz? Dolayısıyla bu konuda Batıda’da birikim nispeten az. Ama bunun ihtiyacı hissedildi. Bunun ihtiyacını biz de hissediyoruz. Bu konunun altını çizmek istedim.

Bir diğeri, tabi ki öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitimi, Milli Eğitim Bakanlığı’nda son sekiz aydır yoğun bir şekilde yürütülüyor. Biz şöyle bir soru sorduk: “Bu günkü programların tamamını okudunuz mu?” % 40’ı tamamını okumuş. Bir diğer soru sorduk. “Programı aşağıdakilerden hangisini esas almıştır?” dedik. Seçenekler yapılandırmacı, davranışçı, bilişsel vd.. idi. % 37,5’u i“yapılandırıcılık”, dedi. %60’ı bilemedi. Tabi genç öğretmenler daha yüksek oranda bildi. Bir diğer veriyi de sizinle paylaşmak istiyorum. Tabiî ki çocuk okula geldiği zaman, dördüncü sınıfta din kültürü başlıyor; boş gelmiyor. Farkında olarak veya olmayarak biz çevremizden etkileniriz. Ebeveyn bilgi verse de vermesede çevrenin etkisiyle çocukta dinle ilgili tutum ve kanaat gelişiyor. Öğretmenlere şunu sorduk, “Aileden getirdiği veya çevreden getirdiği din anlayışı ile okulda öğretilen arasında bir farklılık görüyor musunuz?” dedik. Yaklaşık %50’si farklılık görüyor. Yani bu oranı sadece Alevîlîk farklılığını izah etmez. Bence ailenin getirdiği hurafe olabilir veya başka türlü İslam yorumları olabilir. Ama böyle bir farklılık var.Öğretmen ne yapacak, nasıl sürekli sınıfı yönetebilecek? Bu konuda ne yapılabileceği konusunda ciddi bir çalışma da elimizde yok. Bu konulara da biraz kafa yormamız lazım.



Bir de elbette ki yedi yaşında din eğitimi verilebilir, fakat onun yaşına uygun olmak koşuluyla. Bakın 46 Avrupa konseyine bağlı ülkenin 43’ünün okullarında “zorunlu” veya “seçmeli” değişik modellerde din dersi var. Bunların her birisini hesap edelim. İngiltere’de, ki doktoramı orada yaptım, din eğitimi beş yaşında başlar. Zorunlu eğitim de beş yaşında başlar. Diğerlerinde de hep erken yaşlardadır. Türkiye’de de erkendir. Otuzlu yıllarda din dersi kalktığı zaman dörde kadar çekilmiş. İkincisi bilişsel gelişimle ilgili. Bu zihni gelişim konusunda çok uzman birisi Piageet’nin zihinsel gelişim nasıl olur? Çocukluktan itibaren evreleri nasıl oluşur? Diye bir araştırması var. Bunun çalışmalarından yola çıkarak Amerika’da “dini düşünce çocukta nasıl gelişir?” diye onun teorisini tekrar etmişler, dine uygulamışlar. Dinî zihinsel gelişimde en fazla farklılığın sadece bir yaş sonra geliştiğini tespit etmişler. Elimizde böyle bir bilimsel veri var. Mesela çocuğa ölüm konusunu sen anlatsan da anlatmasan da kuşu ölüyor, hayvanı ölüyor, bu öldü diyorsun. “Ölmek ne demek diye soruyor”. Çocuğa öldüğü zaman iyiyse, “güzel yere gidiyor” deyince “cennet mi?” diye soruyor. Sen bunu hiçbir yerde öğretmemiş olsan da soruyor. En çok küçük yaşlarda sorulan sorulardan bir tanesi. Bu sefer cenneti anlatıyorsun? “Oyuncak var mı?” diyor. “Var, evet” diyorsun. “O zaman bende ölüp gideyim” diyor. Ben seminerlerde “o halde ölelim ve cennete gidelim” söylemiyle karşılaştım. O zaman dengeyi kurmak zorundasınız. Şunu öneriyorum: Bu konuyla ilgili bir çok bilimsel literarür var. Pratikte yanlış uygulayanlar olabilir. Bu yedi yaşında din eğitimi yapılamamasını gerektirmez. Dolayısıyla yedi yaşında din eğitimi yapılama diye bir durum söz konusu değildir. Bir de ergenlik çağı dediğimiz 13 yaşlarından önce somut, daha sonra ise soyut konuları öğretmeliyiz diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Mehmet ERSAL: Böyle bir toplantının böyle bir çalıştayın olması çok güzel. Daha önce duyduğum şeylerin çoğunu tekrar duydum. Bunların konuşulması güzel şeyler ama ben genç bir akademisyen adayı olarak bir yaramı, bir istirhamımı paylaşmak istiyorum. Ahmet hocam da bahsetti. Gerçekten muhteşem bir örgütlenme bir yapılanma var. Bir ritüel dünyası var ve bu belli bir amaçla yapılmış. Yani başıboş bir düzen değil. Sarı Saltuk Dede Romanya’ya kadar boşu boşuna gitmemiş. Gül Baba aynı şekilde. Kaygusuz Abdal aynı şekilde. Irak’ta Suriye’de biz her yerdeyiz. Bu ritüeller var bu inanç dünyası var ve bunlar yüzyıllardır yaşamaya devam etmiş. Ama bugün çok bilindik bir problem var. Belki bunlar tartışılıyor, konuşuluyor. Ama elli yılda eriyen kültür son iki üç yılda güçlü bir erimeye maruz kalmış durumda. Özellikle ben bunu Alevî ocakları için söylüyorum. Bir gittiğiniz köye tekrar gittiğinizde bazı şeylerin değiştiğini görüyorsunuz. Burada akademisyenlere çok mühim bir görev düşüyor. Sahaya çıkmak lazım. Her köy, her ocak, belde belde değerlendirilmesi lazım. Her ocağın, kağıt altına alınması lazım. Masadan kalkmak gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten masadan kalkıp sahaya, bu insanların içine girmek lazım. Çünkü geleneksel yaşamda öyle bir yere gidiyorsunuz ki her şey ortamında güzel. Yanlış anlaşılmasın. Ben İstanbul’da Şahkulu’nda cem’e girdiğimde görmediğim bir havayı, bir evde on beş yirmi kişinin bir odada yaptığı cemde muazzam bir şekilde o ruhani havayı hissedebiliyorum. Bu farklı bir şey. Bunu anlamadan bir ritüeli anlamak çok zor. Seksen yaşında bir dededen vahdeti aklınızı sarsabilecek bir şekilde dinlemek muhteşem bir şey. Ahmet hocam da söyledi “sır”. Sır orda. Bunun yaşaması için bu bize ait olan bir şey, devam etmesi için bizim bunu kağıt altına almamız lazım. Yarın bir dedenin fotoğrafını bile arayacağımıza inanıyorum. Bundan on yıl sonra burada konuşulan çoğu şey gerçekleşecek. Alevîlerin cem evleri, ibadethaneleri olacak. Başka şeyler de olacak benim bundan şüphem yok. Çünkü bu kaçınılmaz bir gerçek. Ama yarın o cem evlerinin içini kiminle dolduracağız. Benim söylemek istediğim, bu Alevî inanç önderlerine düşen kendi kültürlerini, kendi özlerini geleneksel ortamında kağıt altına almak. Bunun her ocağın kendi inanç dünyasında bir anlamı var. Bunların sorgulanması ve bunların bilim dünyasına kazandırılması lazım. Ondan sonra çok mantıklı çözümlerin ortaya çıkacağına inanıyorum. Bu bize ait olan bir şey, biziz. Teşekkür ediyorum.

Cemal TOSUN: Aslında belirtmek istediğim iki husus var. Birisi okul dışında yaygın eğitim kapsamında din eğitimi vermek isteyenler için sağlıklı olan yolların düşünülmesi. Sadece Kur’an kurslarının giderlerini devlet tarafından karşılayıp Alevîlerin veya Caferîlerin vs istisna edilmesi düşünülemez. Bunun yolarının araştırılması ve bulunması gerekir. Okul içerisine mezhebi farklılığı ön plana çıkaran eğitimi yerleştirmektense, okul dışı imkânları aramak daha doğru olur. Doksan hatta seksenli yıllardan itibaren bütün dünyada özellikle de dinler arası ilişkiler ve diyalog bağlamında farklı dinlerin ortaklıklarından hareket etme üzerinde çok duruluyordu. Ama etnik ve dinî azılıkların tanınması politikaları ile birlikte ayrılıkların üzerinden hareket edilmeye başlandı. Bu da eğer dikkat edilmezse bizi farklı uçlara götürebilir. Farklılıklar üzerinde eğitim yapmaya çalışmak ve bunu özellikle de okula taşımak Türkiye açısından benim düşünceme göre çok tehlikeli sonuçlar çıkarabilir. Onun için çocuklara mümkün olduğunca erken yaşlarda aileye, yaygın eğitime ve örgün eğitime paylaştırarak eğitim yapılmalı.

Öğretmen eğitimi de çok önemli. Çünkü mesela bir öğretmene mezhepler arası farklarla ilgili bir ders koyduğumuzda arkadaşlarımın çoğunluğu, akademisyen arkadaşlarımızın çoğunluğu mesela Recep Hoca, ben eğitim merkezine gittiğimde, gelen imamlar veya hatip ve vaizler bize önce şunu sormuşlardı: “hocam Şafîler böyle diyor Caferîler böyle diyor bu nasıl olacak.” Ben bu konularda hiç bilgi edinmemiştim. Şimdi öğretmenlerimizin ve din görevlilerimizin çoğunluğu da Alevîlik konusunda hiç bilgi edinmemişti. Bundan sonraki program çalışmalarında daha fazla bilgi edinmek için gayret göstermek gerekiyor. Birlikte çalışmaya, ancak bunun biraz zaman istediğine inanmak lazım. Teşekkür ediyorum.



İştar GÖZAYDIN: Öncelikle ben din eğitiminin, eğitimin çok önemli bir parçası olduğuna inanıyorum. İnsanla ilgili bütün duyular ne kadar önemli ise din de ön önemli kısımlarından bir tanesi. Hiçbir şekilde yokmuş gibi davranılmasını, eğitime hiç katılmamasını ancak başını kuma gömmek gibi olduğunu düşünüyorum. Temel eğitimde din kültürü verilmesi mutlaka şart; ama nasıl verileceği hususunda naçizâne bir düşüncem var. Yapılan çalışmalarda hep teolojik bir anlayışı, İlahiyatçı bir anlayışın ağır bastığını düşünüyorum. Oysa din ile ilgili araştırma ve çalışmalarda teoloji çok çok önemli, yüksek öğrenim alanı, farklı bir alan ama dinsel araştırmalar “religious studies” adı verilen bir yaklaşım var. Yalnızca bir örnek vermek istiyorum. Hurafeden bahsediliyor. Bir anlayış bakımıdan “hurafe” olarak tanımlananlar çoğunlukla başka bir anlayış bakımından aslında bir temeldir. Buna “hurafe” demek “endoktrine” edici “perfection” bir yaklaşımın sonucudur. Dolayısıyla Diyanette de Diyanetin çalışmalarında da (aslında benim çalışma alanın Diyanet İşleri Başkanlığı) yaklaşımında aynı sorun var. Belirli bir anlayışın bir anlamda “endoktrine” edilişi. Tabiî ki çoğunluğun olduğu anlayış, İslam anlayışı her şeyin önüne geçecek ama bunun da belirli bir mesafede “religious studies” denilen dinsel çalışmalarda işin antropolojisiyle, sosyolojisiyle yaklaşımın daha yararlı olabileceğini düşünüyorum. Birde her türlü dinin öğretilmesi konusuna cevap vermek istiyorum. Şu anda kitaplarda zaten bu mevcut. Belki yeterli olmayabilir ama mevcut. Bunların benim anlatmak istediğim doğrultuda geliştirilmesi sanırım daha yararlı olacaktır. Çok teşekkür ediyorum.

Hasan ONAT: Çok kısa olarak. Sonra sayın valime söz vereceğim.

Ali KENANOĞLU: Sadece yanlış bir değerlendirme ve eksiklik olmasın. Tekke ve zaviyeler kanunu ile ilgili muhalefetim şunadır. Bir taraftan çok net bir şekilde dede, baba, pir, mürşit gibi Alevîlerin kutsal kabul ettikleri..

Şakir KEÇELİ: Dede yoktur o kanunda

Ali KENANOĞLU: Var. Yapmayın. Kanunu elli kere okuduk. Hatta hükümete o kanun üzerinden öneri sunduk. Şimdi bunlar kanunda var iken şimdi biz çıkıp ben dedeyim, dede olayım diye kendimizi ifade ediyorsak bu gibi toplantılara davet ediliyorsak bu çelişkiyi ortadan gidermek gerekir anlamında söylüyorum. Tekke ve zaviyeler kanununda bu anlamda düzenlemelere ihtiyaç var. Bir bütün olarak kaldırılsın demiyorum. Düzeltilen maddeleri var ama halen düzeltilmeye ihtiyaç duyan maddeleri var. Bu kadar bariz bir uygulama var. Bu yanlıştır. Kentleşen Alevî sürecinde bu topraklarda, ya bu güne kadar gelmiş, bir şekilde getirilmiş Alevîliği yok edeceğiz bitireceğiz, başkalaştıracağız, cem evlerine birer minare dikip kurtulacağız; yada bu zenginliği bir zenginlik olarak görüp yaşaması için el birliği ile birtakım gayretler sarf edeceğiz. Aslında şu anda tamamen bu noktadayız. Belki bunun farkındayız veya değiliz ama kentleşen Alevîliği hep beraber inşa ediyoruz. Bunun aktörleri olarak duyarlı olmamızı, atacağımız adımları, söyleyeceğimiz sözleri bu hassasiyet içinde sürdürmemizi diliyorum. Teşekkür ediyorum.

Hasan ONAT: Ben teşekkür ediyorum. Aslında cem evlerine minare dikilmedi. Camilerin minaresi de yıkıldı. Birlikte mütalaa edersek sanıyorum daha sağlıklı düşüneceğiz.

Cemal ŞENER: Cem evleri sorunu konuşulurken sanki son yıllarda ortaya çıkmış bir problem gibi ifade ediliyor. Halbuki tarihimize baktığımızda cem evlerinin tarihi Ahmet Yesevî’ye Hacı Bektaş Veli’ye kadar uzanır. Onların yaşadıkları mekanlara baktığımızda dergahları içinde cem evleri vardır. Alevî dedelerin tümünün evi cem evidir. Ahmet Yesevî’den bu yana. Alevî dedesi olupta evi cem evi olmayan Alevî dedesi tarihte yoktur. Bir de buraya gelirken duyduğum bir haber var. Sizinle paylaşayım mı paylaşmayayım mı diye tereddüt ettim ama Hacı Bektaş’ta Karacahöyük diye bir dergi çıkıyor. Onun verdiği habere göre Hacı Bektaş Dergahı özelleşmiş. Alevîliğin konuşulduğu bu toplantıda Alevîlerin çok önemli bir merkezidir Hacı Bektaş Veli. O nedenle buranın diğer müzeler gibi addedilip müzeleştirilmesi uygun değildir. Çok teşekkür ediyorum.

Hasan ONAT: Evet sayın valim.

Ali Haydar ÖNER: Değerli başkanım, hocam çok teşekkür ediyorum. Tabi halkımızın Alevî kesiminden Sünni kesiminden düşünürler, filozoflar, bilginler yan yana oturuyorlar. Hiçbiri yanındakinden dolayı gocunmuyor. Sağımda Süleyman Demirel Üniversitesi’nin İlahiyat Fakültesi Sayın Dekanı, solumda da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin İslam Mezhepleri Tarihi’nin saygın hocası. Bende aralarında Adana Tufanbeyli’li Taşpınar’dan Ali Haydar Öner. Ailesi Horosan’dan yola çıkıp bir dönem Sivas’ta konaklayan sonra da Tufanbeyli ilçesinin eski adıyla Kayapınar şimdiki adıyla Taşpınar olan köyüne yerleşen bir çocuğum. Gurbet köylüyüm diyorum. Çünkü orada büyümedim, okumadım, köyümün bağlı olduğu ilçede hizmet vermedim. Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin her köşesinde yetkili makamların ve halkın teveccühü ile görev yaptım. Bu imkanı bulduğum için de Yüce Tanrı’ya şükrediyorum. Dört buçuk aydır Isparta’da görev üstlendim. Ispartalı hemşerilerimizin beklentilerini karşılamaya, Isparta’yı büyük önderimizin işaret ettiği yolda, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma konusunda sivil ve mesleki toplum örgütleriyle, siyasal partilerle, yerel yöneticilerle, sade yurttaşlarla birlikte ileriye taşımaya çalışıyoruz.

Ama bu güne nasıl geldik bilemezsiniz. Tomarca kaymakamıyım. Bir gün yazı işlerinde bir evrak açtım. “Diyanet İşleri Başkanlığına. Ankara. İlçemiz kayakamı Ali Haydar ismi müsemmasına şamil olmak üzere imam Hakkı’yı himaye etmekte adı geçen imam dükkan işlettiği halde hakkında hiçbir işlem yapmamaktadır. Gereğini arzederim.” Vaiz Cihangir Özatmaca’yı çağırttırdım. Müftü olmadığı için vekalet ediyordu. Geldi iki eliyle daldı. Elini sıkmadım. Geç dedim. Başladım okumaya. “Diyanet İşleri Başkanlığına. Ankara. İlçemiz kayakamı Ali Haydar ismi müsemmasına şamil olmak üzere imam Hakkı’yı himaye etmekte adı geçen imam dükkan işlettiği halde hakkında hiçbir işlem yapmamaktadır.” “Ne demek hocam”? dedim. Cevap yok. “Yahu ne demek”? Cevap yok. “Kardeşim ne demek”? “Efendim, zatınızın adının Ali Haydar olduğunu söylemek istedim”. “Sen bana ön adımla mı hitap ediyorsun”? “Ben senin okul arkadaşın mıyım, asker arkadaşın mıyım, hapishane arkadaşın mıyım”? Yani anlayın diyor bu adamın adı Ali Haydar’dır. Böyle başladım ben memuriyete.

Muhtarlarla yaptığımız bir toplantıda aynı hoca “zaman oluyor ki köye acayip garaip bir cenaze geliyor kimse imam efendiye yardımcı olmuyor. Muhtarlıklarda imam efendiye yardımcı olmalı.” Köprübaşı köyünün muhtarı kalktı: “Sayın kaymakamım, sayın müftüm izah etsin bakalım acayip garaip cenaze ne oluyor?” Yani böylesine din görevlileri ile bu günlere geldik.

Bayburt’a atandım. Yanında staj yaptığım valim Mehmet Altan Isparta’lı bir hemşehrimizdir. Kaymakamlık stajındaki değerlendirme raporuna sağ olsun, müteşekkirim, minnettarım “istikbal vadeden bir idarecidir. Çok kısa sürede vali olur” diye yazmış. Sonra dedim sen bunu nasıl yazdın. Bir maiyet memuruna, bir kaymakam stajyerine, genç bir kamu görevlisine nasıl yazdın. Aynı valim sayın Demirel’e ve dönemi İçişleri Bakanı’na da benden sitayişle bahsetmiş.

Bayburt’a atandığım duyulunca halk, “nerden bulmuşlar bu valiyi ?” diye tepki göstermiş Ankara’dan teftişe gelen bir müfettiş, “sayın valim otobüste gelirken böyle konuşuyorlardı” dedi. Birkaç sene sonra söylem değişmedi ama tarz değişti. “Nerden bulmuşlar bu valiyi?, halk öfkeli tepkili, Ali Haydar adında ismi müsammasına şamil bir vali, Bayburt’a atanmış, Bayburt’tan başka bir yer mi yok? Belediye başkanı, “sayın valim dört yıldır görevdeyim, dördüncü valimizsiniz. Biraz kalın da bir şeyler yapalım” dedi. “Neyse hayırlısı olsun” dedim, “Teveccüh sürerse devam ederiz. Ama valiler üç gün de kalabilir, üç yıl da kalabilir, fakat iki yıldan az kalırsa Bayburt’a yazık olur” dedim. “Çünkü bir altı ay tanıyacak, bir altı ay plan program yapacak, sonra uygulamasına geçecek, fakat bil ki, üç yıldan fazla kalırsa valiye yazık olur” dedim. Ben yedi yıl kaldım Bayburt’ta. Her valiler kararnamesi arifesinde vali gidiyor vesaire... Bir gün de tatildeydim, bir söylem olmuş valinin tayini çıkacak. DYP il başkanı İdris Bey çıkmış Ankara’ya gelmiş. Dönemin bakanına “sayın bakanım” demiş, “bizim valiyle ilgili bir niyet mi var?” “Bırak onu canım,” demiş. “Efendim ne diyorsunuz? “Bırak o valiyi canım” demiş. “Filan şöyle diyor, filan böyle diyor.” deyince, “Efendim, valimize bir şey olursa, ben bunun siyaseten hesabını veremem” demiş. Namık Kemal Zeybek Devlet Bakanı’ydı.Ona gidiyor, “efendim bakanın niyetini iyi görmedim” diyor. Namık Kemal Bey ismiyle hitap ediyor, “biliyorsunuz ben Bayburtluyum” diyor, “Ali Haydar Bey’le ilgili bir tasarrufunuz olacaksa, -bunu söylemek kendi adıma değil, yani, bir takım oluşumları ifade bakımından anlatıyorum-, bir İstanbul valisi yapacaksınız, iki yerine Ali Haydar bey gibi bir vali vereceksiniz.” “Efendim ne diyorsunuz diyor?”

Düşüncelerimi aktarıyorum. Ama neler yaşadık, Bayburt’ta Yeniköy köyüne cem evine yardım yaptığım için şikâyet edildim. Yüz elli torba çimento yetmiş beş bin lira nakit. “Vali Tuncelilidir, Yeniköy’de cem evine yardım etmektedir.” Tuncelili değilim, Adana Tufanbeyli’yim, Tuncelili olmak da suç mu bilmiyorum, ama bu mantaliteyi de şikâyet ettim. “Evet” dedim, “yardımımı yaptım, ibadethane olarak yardım yaptım, isteyen ceme gider isteyen namaz kılar.” Bayburt’ un yüz seksen bir köyü var hepsine de yardım ettim. İmam evine de yardım ettim, camiye de yardım ettim, mezarlık ihatasına da yardım ettim, çeşmeye de yardım ettim, irsale hattına da yardım ettim. Hiç birisi suç değil. Cem evine yardım etmek suç sayılmaya kalkışıldı. Kendimi hiç ayrıcalıklı hissetmedim, ama haysiyetimi hep korudum.

Çankırı’ya atandığım zaman Bayburt’taki benzeri bir tepki oluşmuş. Hatta Profesör unvanlı bir milletvekili Ankara’da bir cemaat evinde, “bize bir Kızılbaş kâfir geldi” demiş. Herkesi kucaklayan bir insanım, hiç kimseyi dışlamayan bir insanım. Haysiyetimi korumak kararlılığında olan biriyim. AKP il başkanıyla yardımcısını çağırdım, “Ne diyorsunuz?” dedim. “ Ne gibi efendim?, “işte böyle böyle” dedim. “Hocanız söylemedi mi? Ayrı ayrı kaynaklardan teyit etmeseydim söylemezdim. Sayın Onat hocam tanığıdır. “Efendim görüşeceğiz” dediler. “Görüşün” dedim. Yarım saat sonra geldiler, “Hocamızla görüştük, “söylemedim” diyor”, “sizi de arayacak” dediler. “Aradı”, dedim. “Ne konuştunuz efendim”, dediler. “Cevap vermedim, çok ağır söyler söyleyebilirim. Duygularım dağıldıktan sonra görüşelim. Hissiyatıma yenik düşmek istemem” dedim. Üç gün sonra üç Millet vekilimiz birlikte ziyaret ettiler. “Efendim demedim”. “Dememiş olsanız, üç ayrı kaynaktan teyit etmesem bunu gündeme getirmem. Hatta bir sayın bakanımız sizi uyarmış cumhuriyetin bir valisi hakkında böyle konuşamazsınız diye, dönüşte söylendiğiniz bilgisi de ulaştı bana” dedim. “Ya biz valiyi bakana şikâyet ediyoruz, bakan bize ne yapıyor” dedi, sayın milletvekili, “Siz annenizi babanızı seçtiniz mi?” “Hayır.” “Ben de seçmedim. Ben Adana Turfenbey’li Taşpınar köyünden Dursun Fethi ve Nazlı oğlu Haydar Öner’im,” dedim. “Alevi Bektaşi kökenli bir ailenin çocuğuyum, bundan dolayı hiç bir eksiklik hissetmiyorum, fazlalık iddiasında da değilim. Yüce Mevla öyle uygun görmüş. Kimse kendini papaz yerine koymasın. Papazlar istediklerini cennete istemediklerini cehenneme gönderiyorlar. Ben Çankırı’ya verdiğim hizmetlerden dolayı herkese hesap vermeye hazırım. Dağdaki çobana da köydeki çiftçiye de şehirdeki esnafa da, meclisteki vekile de, hükümetteki bakana da, köşkteki cumhurbaşkanına da. Ama dünyaya geliş şeklimden dolayı hiç kimseye hesap vermeye mecbur değilim,” dedim.

On dört yıl valilik yapmışım, haysiyetimi korudum. Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar. Vali sıfatına ulaşmışsınız, ama Profesör sıfatlı milletvekili sizi hazmedemiyor. Birbirimize karşı bu düşünceleri nasıl taşırız. Hani gıybet en büyük günahlardan biriydi. Gıybet eden pek çok kimseler, bu tür söylemlerden ne yazık ki sakınmıyorlar.



O kadar çok paylaşabileceğim şeyler var ki... Bir kaymakam meslektaşım valilik bekliyor, olmadık bir yere atandı. Dedim “bak valilik bekliyordu nereye gitti.” Bir vali yardımcısı, “Abi, Çankırı’da onu vali yaparlar mı? O Alevi” dedi. “Abi siz böyle mi düşünüyorsunuz,” dedim. “Yok canım” dedi, “en azından bu iktidar zamanında yapmazlar.” Silahlı kuvvetlerimizin çok başarılı bir tümgenerali, korgenerallik bekliyordu, hemşehrisi olan bir Orman İşletme Müdürüyle konuşuyoruz. “Bak paşamızın terfisini bekliyorduk, kısmet değilmiş”, deyince, “Efendim nasıl olur, o Alevi” dedi. Orman İşletme Müdürüne, “Türkiye Cumhuriyeti devletinde, böyle mi düşünüyorsun?” dedim, “Efendim öyle değil de aslında şu yüzden falan…” Bir milletvekilimizin babası bir ortamda, “Efendim, bir alevi arkadaşımız vardı, biliyorsunuz onlar ana bacı tanımaz, beni ceme davet etti de gitmedim”. “Hacım sen böyle mi düşünüyorsun, gördün mü duydun mu? Efendim söylediler. “Bak” dedim, “sen filan hacı efendisin, hoca efendisin, sen bilmediğin konularda nasıl ahkâm kesiyorsun? Bunun günah olduğunun farkında değil misin?” Ama çok vahim başka örnekler yaşadım. Demiröz’ün Akyaka Köyü’nün Bali Mezrası, programa girmiş, Bali mezrası susuz perişan, hendek açılmış, uygulamaya geçmeden önce, boruları döşemeden önce, hendekler kapattırılmış. Mahallenin lideri konumunda olan zat geldi, “Efendim”, dedi “Biz şöyle olduğumuz için bize su vermediler, biz şöyle oluyoruz, böyle oluyoruz.” “Sen sadece suyunu iste, şöyle oldu diye böyle oldu diye söylemlerde bulunma” dedim. Türkiye’de kardeş kardeşe su vermiyor. Köy hizmetlerine “programı uygulayın” diye talimat verdim. Uzattıkça uzatıyorlar. Kesin emir verdim. Neyse başladı, hemen peşinden köy ihtiyar heyeti muhtarıyla çıktı geldi. “Efendim Bali Mezrasına su vermeyi emretmişsiniz, biz suyumuzu vermek istemiyoruz.” “Niye?” “Efendim sadece bize yeter, davarımızı otlatacağız.” “Bu yayladaki su, Tanrının bahşettiği bir nimet… Biz suyun sadece dokuzda birini o mezraya ileteceğiz.” Azalardan biri baktım, tertemiz sakallı, “Sen hacca gittin mi?” Dedim. “Gittim efendim,” dedi. “Allah kabul etsin, niye gittin?” “Sevap almak için, dinimizin emrini yerine getirmek için.” “Peki, komşuya su vermenin sevap olduğunun farkında değil misin?” Zor ikna ettim, Müftü efendiyi görevlendirdim. “Efendim köylüler çok şeyimizi yaktılar, çobanın kulübesini yaktılar.” “Ben size yeni bir kulübe yaptırırım, daha iyisini yaptırırım” dedim. Sonra çok vahim bir şey oldu. O köyde iki çocuk kayboldu. İki küçük çocuk, üç dört yaşlarında, biri, ikinci gün bulundu, biri de ölüsü dördüncü gün Bali mezrası yakınlarında bulundu. Dehşeti düşünebiliyor musunuz? Köyün asıl ağırlıklı olan mahallesinden bir çocuk, Alevi mezrasının yanı başında bulundu. Efendim, “Balililer öldürdü”. “Yetkili makamlar araştıracak” dedim. Araştırdılar; önce erkekler sorgulamaya alındı, sonra kadınlar sorgulanmaya alındı, sonra gençler sorgulanmaya alındı. Sonra on beş yaşındaki kız çocukları sorgulamaya alındı. Kaymakam arkadaşımıza da söyledim, yargıya müdahale söz konusu değil ama, duyarlı davranılması gerektiği konusunda hatırlatmalarda bulunduk savcımıza. Sonra, “efendim vali Alevi, bu yüzden Alevi mahallesini himaye ediyor”, fesadı yayılmaya kalkışıldı. Allahtan katili bulduk. İki çoban, görevlerini iyi yapmadıkları için çobanlıktan azledilmişler. Bir kahvehanedeki konuşmayı istihbari olarak edinince mesele ortaya çıktı; “ben onları öyle bir edeceğim ki hiç unutmayacaklar” diye. Çocuğun katilinin işten çıkarılan çoban olduğu anlaşıldı. Katili bulmasaydık yanmıştık.

Buradan neye geliyorum, çok not aldım, anılarım var ama, anlatmayacağım, kendime saklayacağım, yararı da yok. Ama hocalarımızdan birisi söyledi, “din bilgisi öğretmenlerinden birisi, Aleviliği anlat”, deyince “bilgim yok”, demiş. Bravo öğretmene! Çok teşekkür ediyorum, tebrik ediyorum, bilmediğini bilmiş. Bilgisi olmadığını itiraf etmiş, ama bilmediğini bilmeyip öyle söylemlerde bulunanlar var ki! Anlatılamaz. Öğretmen, sınıfta herkese bir öğretide bulunuyor, sınıftakilerin hangisinin hangi kökenden geldiğini hiç umursamıyor, İslamiyet’le, dini itikatla da bağdaşmayan şeyler söylüyor. Bakın, bilginler, erenler hiç böyle şeyleri söylüyorlar mı? Küçük anlayış farklılıkları var, bilgi farklılıkları var, çok uygarca paylaşılıyor. O bakımdan cehalet arttıkça önyargı çoğalıyor, kültürel düzey yükseldikçe önyargılardan arınılıyor. Çünkü aslı bir nesli bir…

İslamiyet Arap âleminde müjdelenmiş, kız çocuklarını kurtarmaya yönelmiş, ama Arap geleneği yeniden kadınları mahkûm etmeye yönelmiş. İslami inançla bağdaşmayan bir baskı kız çocuklara kadınlara… Her gün yeni bir günah icat ediliyor: Topuklu ayakkabı giymek günah, kadınların çalışması günah, araba kullanması günah, bir gün bakıyorsunuz kadınların araba kullanması günah olmaktan çıkmış. Kim koyuyor bu günahı, kim günah olmaktan çıkarıyor. Ama Hoca Ahmet Yesevi’den bu yana Türk toplumu İslami inancı farklı bir şekilde algılamış, Sünnisiyle, Alevisiyle, Bektaşisiyle. Herhalde dünyada İslam’ın en iyi anlaşıldığı, uygulandığı, yaşandığı ülke laik Türkiye devletidir. Arabistan’da bizden daha iyi yaşanıyor diye iddiada bulunabilecek var mı? Veya bir başka ülkede? “Osmanlı Bankası” kadar birbirimizden farkımız var, daha fazlası var mı? Bir genç arkadaşımız vardı grup içinde, bir gün “Alevi-Bektaşi olduğumu” söyledim, “Estağfurullah” dedi! Niye, “estağfurullah diyorsun” dedim, izah edemedi. Nasıl yerleşik bir kalıp bu! Ortaokuldaki, lisedeki din dersleri müfredatını muhtevasını değiştirebiliriz, çok da iyi olur. Yanlışları düzeltmeliyiz, çok gerekli ama o dersleri kim verecek? Hangi öğretmen verecek? Hangi öğretmen halis niyetlerle objektif hüsnüniyet duygularıyla verecek? Çok kuşkuluyum. Onun için öğretmen yetiştiren kuruluşlar iyi öğretmen yetiştirmeliler. Sevgi dolu, hoşgörü dolu, öğrencisine, komşusuna, din kardeşine iyi duygularla bakan öğretmenler yetiştirmeliler. Faziletli, erdemli öğretmenler yetiştirmeliler. Özverili, öğrencilerini ilgilerini yeteneklerini izleyen, onları geleceğe hazırlayan, ama her şeyden önce birbirlerini seven öğrenciler yetiştirmeliler.

Çok kişilerle karşılaştık. Çok kişiden haksızlığa uğradığımızı düşündük, bize iftira edenlere buğz etmedik. İyi hizmetlerle, amellerle göç edenlere Allah rahmet eylesin dedik, bunu yapmayanlara da Allah affetsin dedik. Ama geleceğimizi iyi inşa etmek istiyorsak, bu toplantının aydınlığını gelecek nesillere ülkemize toplumumuza taşımalıyız. Bu toplantı çok seçkin kişilerin oluşturduğu bir toplantı. Çok iyi niyetlerle güzel görüşlerin önerilerin sunulduğu bir toplantı. Eğirdir bunun kıvancını yaşayacaktır, Isparta bunu kıvancını yaşayacaktır. İslami inanca dâhil olan Alevisi, Sünnisi Bektaşisi, Hanefisi, Şafisi, Malikisi bu feyzden yararlanacaktır. O bakımdan hepinize teşekkür ediyorum. Tebriklerimi şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum, sağ olasınız…



Yüklə 1,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin