BİLİŞSEL TARİH VE TOPLUM BİLİMİ AÇISINDAN OSMANLI
Osmanlının aşiret kökenini ele alırken, önce genel olarak, barbarlığın orta aşamasındaki göçebe bir toplumun-aşiretin yapısınından yola çıkalım: “Dağınık bir sistemdir” bu özünde. Her çoban-aile sistemin bir elementi konumundadır ve sistemin yapısı-işlevi gereği bunlar (bu elementler) biribirlerinden uzakta, ayrı yerlerdedir, yani birarada bulunmazlar. Daha önce bunu, bu durumu, internet kullanıcılarına benzetmiştik! Normal zamanlarda senede birkere biraraya gelerek aşiret toplantıları yaparlar bunlar; hepsini ilgilendiren genel sorunlar burada görüşülüp kararlaştırılır. Çevre’nin etkileri (sorunlar), sahip oldukları Gentilice-Kan Bilgi Sistemiyle değerlendirilir-işlenir ve kararlar oluşturulur (çıktı). Aşiretin şefi de gene bu toplantılarda seçilir; sonra da dağılırlar, herkes kendi köşesine-çöplüğüne çekilir. Ama sistem dağılmaz, varlığını sürdürür. Çünkü, aşiretin-toplumun sahip olduğu Kan Bilgi Sistemi her elementin-çobanın beyninde nöronal bir program olarak varlığını muhafaza etmektedir. Sistemin merkezi varlığının temsili sorununa gelince, gentilice toplumda sistemin maddeleşmiş bir merkezi yoktur zaten. Sistem merkezini (yani sıfır noktasını) temsil eden “şef”, “kendi bireysel varlığıyla” diğer çoban-elementlerden farksızdır. Hiçbir ayrıcalığı-şef olarak ayrı bir varlığı- yoktur. Aşiret toplantısında onun şef olarak seçilmesi sadece bir “temsil” olayıdır. Ama bu “temsil” kelimesinin o toplumdaki anlamıyla bizim için, yani sınıflı toplumdaki insanlar için anlamı farklı olduğundan, biz olayı kavramakta güçlük çekiyoruz! “Şef”, kendi bireysel varlığından dolayı “şef” olarak diğer insanlardan farklı özel bir statüye sahip olmadığı için, sistemin diğer elementleri onu zaten beyinlerindeki gentilice-nöronal programın merkezindeki sıfır noktasında, kendi içlerinde taşımaktadırlar. İşte, elementleri “dağınık” bile olsalar sisteme varlığını koruma olanağı kazandıran bu durumdur. Ayni durum internet’te de böyle değil midir? Milyonlarca insanı düşünün, bunların herbiri ayrı bir yerde yaşamaktadır. Ama sistem bu şekilde “dağınık” olduğu halde, sistemin elementleri olan insanlar kendi arasındaki ilişkiyle-bağlantıyla kayıt altında tutulan bu ortak bilgiyi kullanarak sisteme işlerlik kazandırmakta, sistemi ayakta tutmaktadırlar. Bu sistemin merkezi mi nerede? Sıfır noktasında! Yani bu bilgiye “sahip olan” bir “üst beyin-varlık” yok ortada! Her element-internet kullanıcısı- bilginin sahibi olan sistem merkezini kendi içinde taşıyor. İşte aşiret toplumunda da böyledir, burada da Bilgi-Kan bilgisi herkesindir, ama hiçkimsenindir. Şef’in onu-Kan bilgisini- temsili sadece bir semboldür! Bu “temsil” bir sahipliği içermiyor.
Osman Gazi’nin aşiretine, Kayı Boyu’na gelince: Çevreyle, çevredeki sınıflı toplumlarla ilişkiler içinde bunlarda artık yukardaki özelliklerin çoğu eski saflıklarını kaybetmeye yüz tutmuş durumdadır; ama gene de, genel olarak, Osman Gazi döneminde bu çerçeve halâ ağır basan yandır diyebiliriz. Aşiret şefinin “varlığı”-ağırlığı biraz daha artmış durumdadır tabi; çevreye uyum sorunu şefin bireysel varlığını ve fonksiyonunu daha belirgin hale getirmiştir; değişen durumlar karşısında ani kararlar alabilmek zorunluluğu şefin kişiliğini daha bir ön plâna çıkarmıştır. Toplum henüz daha sınıflı bir toplum değildir, ama bu yönde potansiyel bir birikimi de çoktandır taşamaktadır içinde. “Körle yatan şaşı kalkar” atasözü boşuna söylenmemiştir; bunun ne anlama geldiği açıkça görülmektedir! Bir yanda Bizans, öte yanda Selçuklular, Moğollar, Beylikler, aşiretin ilişki halinde olduğu diğer insanlar-toplumlar bunlar. Tam bir aşure çorbası Anadolu o dönemde! Barbarı da var, sınıflı toplum insanı da, bunların hepsi birarada yaşıyorlar. Osmanlı tarihsel devrimi ise, aslında çok uzun yıllardan beri ısınmaya başlayan bu kazanın son taşma noktasını oluşturuyor! Devrimi yapan güç de öyle paraşütle inmiyor gökten; bu sürecin içinde şekilleniyorlar onlar da, değişirken değiştirmeye başlıyorlar yani!.
Fetihlerle ve devletleşmeyle birlikte kısa zamanda bu yapıda büyük değişiklikler ortaya çıkmaya başlıyor. En önemli değişiklik de “birey” olgusuyla tanışma! Çünkü ilkel komünal toplumda birey yoktu. Toplum vardı. Birey kendi varlığını toplumun varlığıyla birlikte oluşturabiliyordu. Sınıflı toplumda ise birey çıkıyor ortaya.
Sınıflı topluma geçiş bir süreç tabi, öyle bir anda olup bitmiyor herşey. Bu sürecin ilk adımlarıyla birlikte “ilk durumu” oluşturan aşiret toplumunun elementleri olan barbar-insanlar bireyselleşmeye başlıyorlar. Şef de daha önceki kendi varlığında yok olan barbar şef olmaktan çıkarak bizim anladığımız anlamdaki bir “Şef” haline gelmeye başlıyor.
GELDİK CANALICI NOKTAYA
Şimdi; toplum-sistem bu haldeyken, yani bir durumdan başka bir duruma geçiş süreci halindeyken, iki şey olabilir:
Birincisi: tarımsal faaliyete yönelinir, toprağa yerleşilir, kent kurulur bir kent toplumu haline gelinir. Sınıflı toplum’a geçiş sürecine bu zeminden devam edilir. Örneğin, eski Greek’ler, Roma vs. bu tür bir gelişmenin ürünüdürler.
İkincisi: tarımsal faaliyete falan yönelmeden, yani kent toplumu haline gelmeden, fetihçilik yoluyla devlet kurarak sınıflı topluma geçmeye çalışılır.
İşte Osmanlı Toplumu ve Osmanlı Devleti bu ikinci sürecin ürünüdür. Yani Osmanlı, yerleşik bir toplum (kent toplumu) haline gelmeden, fetihçilik yoluyla sınıflı topluma geçen bir toplumdur. Gerisi çok basit!
Bu geçiş nasıl mı gerçekleşiyor?
„İlk durum“ olarak eski aşiret toplumunu düşünelim. “Son durum”, yani sınıflı toplum ve devlet bu toplumun içinde gelişiyor ve daha sonra da, tıpkı kabuklarını kırarak doğan bir civciv gibi bunun içinden ortaya çıkıyor. Eski yapı, sistem merkezini temsil eden aşiret şef’i ve diğer aşiret üyelerinden oluşuyordu. Fetihçilikle birlikte, önce bu şef (askeri şef) ve onun etrafındaki kadronun öncülüğünde, yeni duruma uygun olarak yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkar. Buna „Aşiret Devleti“ demiştik. Sonra da bu süreç gelişir ve devlet oluşur. Dikkat edilirse burada devletin ortaya çıkışıyla toplumun sınıflı toplum haline gelmesi bir ve aynı süreçtir. Çünkü, ancak devletin oluşmasıyla birliktedir ki, devleti elinde tutan kadro bir „devlet sınıfı“ haline gelir. Toplumun en tepesindeki bu sınıfın dışında kalan diğer insanlar da sistemin karşıt kutbunu oluştururlar. Osmanlı’da, devlete egemen olan „devlet sınıfının“ dışında kalan insanlara verilen isim „Reaya“ idi. Reaya „sürü“ demektir. Bu durumda “Devlet sınıfı” da “çoban” oluyor, görevi ise “sürüyü”, yani Reaya’yı gütmek! İşte Osmanlı’da devletin ve toplumun yapısı budur.
Bu toplum, esas olarak, kendi varlığını üreterek yaratmaya dayalı bir toplum değildir. Yani, sistemi birarada tutan esas bilgi üretime yönelik bilgi değildir. Bu yüzden de, sistemi birarada tutan esas bağ sınıflar arasındaki üretim ilişkisi değildir. Sistem, fetihçilik üzerine kurulmuştur. Esas gelir kaynağı da “Ganimet” ve “Haraç”tır. Üretim de yapılıyor tabi. Reaya’nın bir görevi de bu zaten. Ama bu üretimin amacı asker yetiştirmek, orduya lojistik destek sağlamaktır. Sistem kendi varlığını ve işleyişini böyle değerlendiriyor en azından. Devleti elinde tutan sınıf’ın (“Devlet sınıfı’nın) esas görevi, fetih politikasını belirlemek, orduyu sevk ve idare etmektir. “Yönetilenler’in” (yani alt sınıfın, Reaya’nın) görevi ise, savaşa hazırlanmak, gerektiği zaman da savaşmaktır. Toplum-sistem bu şekilde askeri bir yapıya-işleyişe sahiptir. Devlet sınıfı’nın esas belkemiğini de bu yüzden askerler oluşturmaktadır.
Üretim faaliyetinin esas amaca hizmet eden bir yan faktör olduğunu, sistemin esas varlık nedeninin üretmek, üreterek varolmak olmadığını söyledik. Bu demektir ki, “Devlet sınıfı’yla” Yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirleyen esas unsur bizzat üretim sürecinin kendisi değildir; ilişkileri belirleyen, sistemin temel varoluş gerekçesi olarak fetihçiliktir. Nitekim, toplumdaki egemen sınıf, yani, üretim araçlarının ve toprağın mülkiyetine Tanrı adına sahip olan Padişah ve onunla birlikte bu “sahip olma” yetkisini kullanan Devlet Sınıfı, üretim sürecinin oluşturduğu bir sınıf değildir. Evet, bu Devlet Sınıfı, üretim araçlarının ve toprağın mülkiyetine sahip bir sınıf gibi davranır, onun kendi varlığını oluşturma, ya da kendi varlığını yaratma sürecinin bir parçasıdır bu da; ama onun esas varlık nedeni değildir. Esas varlık nedeni fetihçiliktir.
Bütün bunları daha iyi kavrayabilmek için kent toplumuna dönelim, sınıflı topluma geçişin, devletin ortaya çıkışının klasik yolunu gözümüzün önüne getirelim. Burada “İlk durum” kent toplumudur. Bu toplumu birarada tutan esas faaliyet alanı ise üretimdir. Yani tarımsal faaliyettir. Sosyal sınıflar da bu üretim faaliyeti içinde ortaya çıkarlar. Evet fetihçilik bu toplumda da vardır. “Kahramanlık çağını” bu toplumlar da yaşamaktadırlar. Ama bunların amacı sadece ganimet elde etmek, ticaret yollarını kontrol altında tutarak haraç toplamak değildir; bunların amacı daha çok üreterek satmak, yani ticaret yapmaktır. Ticaret yollarına egemen olma çabalarının esas nedeni budur. Daha çok üretmenin, satmanın ve zenginleşmenin yolu ise, daha çok üretim aracına, yani daha çok köleye sahip olmaktan geçmektedir. Savaşın bir nedeni daima budur! Çünkü köle bir savaş esiridir.
İşte, toplumun zamanla köle sahipleri sınıfı ve köleler olarak ayrışması sürecinin diyalektiği budur. Kent toplumunun içinde sosyal sınıfların ortaya çıkma süreci bu şekilde gerçek-leşmektedir. Sistem daha sonra, bir avuç köle sahibinin dışında kalan diğer özgür vatandaşlarını da bu esir-köleler ordusuna katar ve iyice yerine oturur. Tam bir köleci toplum haline gelir. Devlet de bu sürecin ürünü olarak ortaya çıkar ve köle sahipleri düzeninin koruyucusu olur.
Olayı Sistem Teorisi açısından ele aldığımız zaman [4], Osmanlı Toplumu: Devleti elinde tutan Devlet Sınıfı’yla (A), Yönetilenler’den (B) oluşan bir AB sistemidir. Bu sistemin esas varlık nedeni ise fetihçiliktir. Bunu, yani bu sistemin işleyişini İnformasyon İşleme Teorisi açısından şöyle ifade edebiliriz: Çevreden gelen etkiler (madde-enerji-informasyon) sistemin içindeki bilgiyle (ki bu bilgi, savaş-fetihçilik bilgisidir) değerlendirilir-işlenir, Devlet Sınıfı tarafından bir savaş-fetih planı-politikası oluşturulur. Sonra da bu plan-politika sistemin motor gücü olan ordu-Yönetilenler tarafından gerçekleştirilir. Esas yapı ve fonksiyon budur. Bu yapının lojistiğini ise ikinci planda kalan üretim faaliyeti oluşturuyor. Bunun da nasıl örgütlendiğini daha önce gördük. Dirlik Düzeni denilen bu düzende, herşey yukardaki devletin denetim ve kontrolü altında yapılmaktadır! “Yukardaki devletin” diyoruz, çünkü devlet burada üretim sürecinden kopuktur. Üretim sürecini bir ahtapot gibi uzanan kollarıyla- memurları aracılığıyla denetimi altında tutmaktadır. Kentten çıkma köleci toplumda ise, devletin kökleri köle sahipleri aracılığıyla üretim sürecinin içindedir. Köleci devletin üretim sürecini denetim altında tutmak gibi bir görevi yoktur. Bu görev köle sahiplerine aittir. Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyetine sahip olan köle sahipleri, üretim faaliyetini devlete bağlı olmadan yaparlar. Devlet sadece bu köleci sistemin korunmasıyla görevlidir.
Bütün bunları Doktor şöyle ifade ediyor: “Nasıl olur? Sosyal Sınıflar dışında Devlet olur mu? Olmaz! Ama, ya Osmanlıda görüldüğü gibi, sosyal sınıflar kurulup keskin sınırlar edinmeden önce devlet kuruldu ise? Ve Memleket (toplum), bu devletleşme sırasındaki Fütuhatla biçimlenmişse?” “Devlet: Memleketin sınıflaşma'sına göz yumamazdı. Memleket yalınkat, hep bir boy yenik insanların alayı idi. Orada, tam "Dâbbedtül Arz" çıktığı zamanki dünyada olduğu gibi: "Kurtla kuzu yanyana", kardeş kardeş geçineceklerdi“... „Hiç değilse Osmanlının kafasında ve uzun yüzyıllar gücünün yettiği yerde bu böyle oldu. Yalnız Osmanlıda mı? Osmanlı battı, Türkiye çıktı. Türkiye Cumhuriyeti’nde de sosyal sınıfların çekişmeleri şöyle dursun, var oluşları bile ne zaman "kabul" edildi?“[11].
Bu satırlara bütünüyle katılıyorum! Devlet, Memleketin, yani toplumun sosyal sınıflara bölünmesine müsade etmiyor diyor Doktor!76 Ne demek bu? İşte bütün bir Osmanlı Devleti’nin ve daha sonra göreceğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de, kuruluş-varoluş felsefesi (sistemin sahip olduğu esas bilgi temeli) budur. Peki insan bir kere bu gerçeği tesbit ettikten sonra, nasıl olur da halâ o çağ dışı-dinazorlaşmış Devlete, Devlet Sınıfına umut bağlar, onunla ittifak yaparak sınıfsız toplumu kurma hayalleri güder!! Çok basit! “Sosyalizm” nedir? İşçi sınıfının burjuvaziyi yok ederek, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma hakkını onlardan alıp, bunları toplumun (yani devletin) mülkiyeti haline getirmesi değil midir! Önünde, üretim araçlarının ve toprakların yüzde yetmişine sahip, burjuvaziye düşman bir “Devlet” varken daha ne istiyorsun! Anadolu’da kapitalizmin gelişmesi karşısında hareket alanı gittikçe sıkışan bu çağdışı “Devlet”, denize düşenin yılana sarılması gibi, pekalâ, kendisini (yani Devleti) kurtarmak için solcularla da ittifak yapabilirdi, neden olmasındı! İşte bu anlayıştır ki, sadece Doktor’u değil, Türkiye’deki bütün “sol”u zehirleyen de bu olmuştur!77
Dostları ilə paylaş: |