Trevanian Şibumi



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə10/33
tarix22.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74291
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   33

«Hâlâ Go'dan mı söz ediyoruz, hocam?»

«Evet, Go'dan. Ve onun gölgesi olan hayattan.»

117


«O halde bana ne yapmamı öğütlersin?» «Onlarla temastan kaçın. Kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. Onlara aptal ve uzak görün. İçlerine girme. Ayrı yaşa ve şibu-mi'yi incele. Hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. Saklan, Nikko.»

«General Kişikava da bana hemen hemen aynı şeyi söylemişti.» «Bundan kuşkum yok. Burada kaldığı son gece senin konunu enine boyuna konuşmuştuk. Batılı buraya geldiği zaman sana karşı nasıl davranacağına ikimiz de karar veremedik. Sen sonradan bizim kültürümüze dönmüş birisin. Ve sonradan dönenlerin aşırı bağlılığı var sende. Bu senin kişliğinde bir kusur. Ve trajik kusurlar da eninde sonunda...» Otake-san omuzlarını kaldırıp sustu.

Nicholai başını salladı, gözlerini indirdi. Hocasının odadan çıkmasına izin vermesini bekledi.

Bir sessizlik süresinden sonra Otake-san ağzına bir nane şekeri daha attı. «Seninle önemli bir sırrı paylaşabilir miyim. Nikko?» dedi. «Bunca yıldır herkese nane şekerlerini karnımın ağrısını geçirdiği için aldığımı söylüyordum. Oysa aslında bunları sevdiğim için yiyorum, ama koskoca bir insanın herkesin ortasında şeker emmesi yakışıklı bir hareket olmuyor.»

«Şibumi'ye mi uymuyor, efendim?»

«Evet, öyle.» Otake-san bir an hayale dalmış gibi göründü. «Evet, belki de haklısın. Belki dağ sisi gerçekten sağlıksız. Ama gene de bahçeye melankolik bir güzellik katıyor. Bu yüzden ona da şükran duymamız gerek.»

Cenazenin yakılma töreninden sonra Otake-san'ın ailesi ve öğrencileriyle ilgili olarak yaptığı planlar yürürlüğe kondu. Aile hemen eşyalarını toplayıp, Otake'nin erkek kardeşinin yanına yerleşecekti. Öğrenciler de evlerine döneceklerdi. Nicholai her ne kadar on beş yaşından fazla göstermiyorsa da aslında yirmi yaşını geçtiği için, General Kişikava'nm kendisi için bırakmış olduğu para eline verildi, ne isterse yapsın, nereye isterse gitsin diye serbest bırakıldı. Delikanlı amaçsız özgürlüğün verdiği sosyal başdönmesi duygusunu ilk defa tadıyordu.

118


1945 Ağustosunun üçüncü günü Otake evinin bütün halkı, yanlarında eşyalarıyla tren istasyonunun platformu üzerindeydiler. Nic-jıolai'nin Mariko'ya duygularını açabileceği bir fırsat olmamış, iki genç hiç yalnız kalamamışlardı. Ama delikanlı ayrılırken onu ilk fırsatta ziyaret edeceğini büyük bir içtenlik ve inançla söyledi. Tokyo'da bir baltaya sap olur olmaz. Gerçekten de bu ziyareti yapmayı hevesle istiyordu Nicholai. Çünkü Mariko ona ailesinden, arkadaşlarından, güzel kentinden öyle sevgiyle söz etmişti ki! Anlaşıldığına göre ülkenin en güzel kentlerinden biriydi Hiroşima.

WAS! TNGTON

Başyardımcı konsolun başında sandalyesini biraz geriye itip başını salladı «Elde yetirince veri yok, efendim, Şişko bu Hel'in Tokyo'ya gelmesinden önceki süreye ait hiçbir şey vermiyor.» Adamın sesi enikonu tedirgindi. Hayatını çok olaysız ve sessiz yaşayan, Şiş-ko'ya bilgisini ortaya serme olanağını bile tanımayan insanlara karşı tuhaf bir duygu kaplıyordu içini.

«Hımmm.» Diamond dalgın dalgın homurdanıyordu. Kendi önüne çektiği kâğıtlara bazı notlar çiziktirmekteydi. «Üzülme.» dedi. «Buradan sonra veriler çoğalacak. Savaşın bitiminden az sonra Hel, İşgal kuvvetleri hesabına çalışmaya başladı. Ondan sonra da her zaman görüş alanımızın içinde kaldı. Hemen hemen.»

«Bu taramaya gerek duyduğunuzdan emin misiniz, efendim? Bu adam hakkında her şeyi daha şimdiden biliyor gibisiniz.»

«Gözden geçirmek işime yarar. Bak, aklıma bir şey geldi. Bu Nicholai Hel'i Münih Beşlisi'ne bağlamak için elimizdeki tek ipucu, Hel'le kızın amcası arasındaki yakın dostluk. Biraz fazla uçarı davranmadı-

119

ğımızdan emin olmak istiyorum. Şişko'ya sor bakalım, Hel şimdi nerede oturuyormuş.» Bir yandan masanın yan tarafındaki zile bastı.



Başyardımcı konsola doğru dönerken, «Başüstüne, efendim.» dedi.

Bayan Swiven, Diamond'un zili üzerine odaya girmekteydi.

«Buyrun?»

«İki şey. Birincisi, bana Hel'in eldeki bütün resimlerini getir. Llewellyn sana eflâtun kart kot numarasını versin. İkincisi, Bay Ab-le'la ilişki kur. OPEC temsilcisiyle yani. İlk fırsatta buraya gelmesini sağla. Gelir gelmez bu odaya getir. Muavinle o iki salak da gelsinler. Hepsini toplayıp aşağıya sen kendin getirmelisin. Onların On Altıncı Kat'a girme yetkisi yok.»

«Başüstüne efendim.» Bayan Swiven dışarı çıkarken kapıyı gereğinden biraz daha hızlı kapamıştı. Diamond kâğıtlarından başını kaldırıp, buna da ne oluyor der gibilerden kapıya baktı.

Şişko, sorulara cevap veriyordu. Başyardımcısının sesi duyuldu. «Görünüşüe göre Nicholai Hel'in birçok evi var. Paris'de bir daire, Dalmaçya kıyılarında bir ev, Fas'da bir yazlık villa, New York'da bir daire, Londra'da bir tane daha... ah! İşte geldi. Son ikamet yeri eşit Etchaber köyünde bir şato. Bu galiba esas evi. Son on beş yılda en çok orada vakit geçirmiş.»

«Bu Etchebar neredeymiş peki?»

«Şeyy... Pirenelerde, Bask bölgesinde efendim.»

«Demek ki Hannah Stern, Roma'dan uçağa binip, Pau'ya, yani bu köye en yakın havaalanına yöneldi. Sor bakalım Şişko'ya, Bu Etc-hebar'a en yakın havalanı neresiymiş. Eğer Pau ise, başımız dertte dernektir.»

Soru bilgisayara verildi. Ekran önce beyazlaştı, sonra Etchebar'a yakın havaalanlarının listesi, en yakınından başlayarak yansımaya başladı.

Listenin en başında «Pau» kelimesi görünüyordu.

Diamond kaderci biçimde başını salladı.

Başyardımcı içini çekip işaret parmağını gözlüğünün altına soktu, burnunun yanlarındaki kırmızı izleri ovaladı. «İşte çıktı,» dedi. «Bu Hannah Stem'in şu anda eflâtun kartlı biriyle ilişkide olduğunu düşünmemiz için her türlü neden var artık. Dünyada eflâtun kartlı-

120


¦I

lardan yalnızca üç kişi sağ kalmışken bu kız da kalkıp onlardan birini buluyor. Şansa bakın!»

«Evet, öyle. Ama hiç değilse şimdi Nicholai Hel'in bu işe bulaşmış olduğunu biliyoruz. Sen makinene dön, Hel hakkında ne bilgi bulabilirsen söküp almaya bak. Bay Able gelince onu bu konuda aydınlatmamız gerekecek. İşe Hel'in Tokyo'ya gelişinden başla.»

ooo


JAPONYA

İşgal en hızlı ve etkili dönemi yaşıyordu. Demokrasinin peygamberleri, imparator sarayına çok yakın, ama saraydan bakılınca anlamlı biçimde gizlenip gözükmemeyi başaran Dai İchi Binasından emirlerini yağdırmaktaydılar. Japonya fiziksel ekonomik ve duygusal bir enkaz halindeydi. Ama işgalciler yenik halkın çıkarları açısından idealist savaşı dünyasal ihtiyaçlardan daha ön plana alıyorlardı. Kazanılan bir beyin, kaybedilen bir hayattan daha önemliydi.

Nicholai Hel de diğer milyonlarca insan gibi savaş sonrasının yarattığı mücadelelenin içinde hayatta kalmaya çabalıyordu. Roket gibi yükselen enflâsyon, elindeki küçük serveti kısa zamanda değersiz bir kâğıt yığını haline getirmişti. O da bir sürü Japon işçisi gibi enkaz kaldırma, bombalanmış arazileri temizleme gibi işler aradı. Fakat ustabaşılar onun yabancı bir ırktan olduğunu görünce amaçlarından kuşku duyuyor ihtiyaçlarına inanmıyorlardı. İşgalcilerden de ona yardım gelmesine olanak yoktu, çünkü bu ülkelerden hiçbirinin vatandaşı değildi. Sonunda o da evsiz, işsiz, aç durumda so kakları arşınlayan, parklarda, köprü altlarında, tren istasyonlarında uyuyanlar ordusuna katıldı. İşçiler fazla, işler azdı. Yeni efendiler durumuna gelen kaba saba, fazla beslenmiş askerlerin gözünde değeri olan tek hizmeti sunabilenler de ancak genç kadınlar oluyordu.

121


Parası bittiği zaman iki gün aç gezdi. Gündüzleri iş arıyor, gece uyumak üzere Şimbaşi istasyonuna dönüyordu. Yüzlerce aç insanla birlikte. Bu insanlar kendilerine ya kanape üstlerinde, ya kanape altlarında uyuyacak bir yer buluyor, ya da ortaya yere yanyana uzanıp kâbus dolu bir uyuklama dönemine giriyor, ikide bir midelerinin acısıyla yerlerinden sıçrayarak sabahı ediyorlardı. Her sabah polis gelip onları dışarıya çıkarıyor, istasyon trafiğinin, akabilmesini sağlıyordu. Ve her sabah içlerinden sekiz-on tanesi polisin uyandırma çabalarına hiç karşılık veremiyordu. Açlık, hastalık, yaşlılık gibi nedenler gece bir ara gelip oları hayatın yükünden kurtarmış oluyordu.

Nicholai binlerce kişi arasında yağmur altında sokakları dolaşıp önce iş aradı, sonra çalabileceği bir şeyler aramaya başladı. Ama ne çalışacak iş vardı, ne de çalmaya değer bir şey. Giydiği dik yakalı öğrenci üniforması çamur lekeleriyle dolu ve her zaman nemliydi. Ayakkabılarına sular doluyordu. Bir tekinin tabanını yırtıp çıkarmıştı. Ayrılan tabanın durmadan lâp lâp diye ses çıkarması kabul edilebilecek şey değildi. Ama sonradan, keşke yırtmasaydım da, bir paçavrayla bağlasaydım diye düşünerek pişman oldu.

Aç gezdiği ikinci günün akşamı Şimbaşi istasyonuna geç saatta, yağmur altında döndü. Kocaman madeni tavanın altında çelimsiz ihtiyarların, çaresizlik içinde çocuklu kadınların, birkaç parça değer verdikleri eşyalarını sardıkları çıkınları yanlarına yerleştirerek sessiz bir gurur içinde kendilerine birer küçük bölge ayırmaları Nicholai'-nin içini gururla doldurdu. Daha önce Japon ruhunu hiç bu kadar takdir etmemişti. Tıkış tıkış, korku içinde, aç, üşümüş durumda, gene de birbirlerine terbiye çerçevesi içinde davranıyorlardı. Geceyarı-sı bir ara bir adam genç bir kadından bir şey çalmaya kalkıştı. Bekleme salonunun karanlık bir köşesinde sessiz sayılabilecek bir çatışma sonucu ona cezası çabucak ve ebedî olarak verildi.

Nicholai kendine bir kanape altında yer bulabilmişti. Böyle olunca gece tuvalete kalkanların üstünden atlamasından kurtulmuş oluyordu. Üstündeki kanepede iki çocuklu bir kadın vardı. Çocukların bir tanesi henüz bebekti. Kadın çocuklarıyla konuşuyordu. Yumuşak bir sesle, ta onlar uyuyuncaya kadar konuştu. Çocuklar so-

122

nunda annelerine, fazla direnmeksizin, aç olduklarını son bir kere daha hatırlatıp uyudular. Kadın onlara hâlâ, dedelerinin aslında ölmediğini, yakında onları almaya geleceğini söylüyordu. Sonra onlara deniz kıyısındaki köyünü tarif etmeye koyuldu. İyice uyuduklarından emin olunca, kendi kendine ağlamaya başladı.



Nicholai'nin yanıbaşmda yerde yatan yaşlı adam, yatmadan önce değerli eşyalarını katlanmış bir bezin üstüne sıralayıp başının hemen yanma koymaya büyük itina gösterdi. Değerli eşyalar, bir fincan, bir fotoğraf, ve defalarca katlanmaktan kat yerleri tirfillenmiş bir mektuptu. Ordu komutanlığından gelen ve komutanlığın üzüntüsünü belirten form mektuplardan bir tane. Yaşlı adam gözlerini yummadan önce yanında yatan genç yabancıya iyi geceler diledi. Nicholai gülümsedi ve iyi dileğe karşılık verdi.

Kâbuslu uyku bastırmadan önce Nicholai zihnini bir noktaya toplayıp mistik yolculuğuna kaçarak açlık duygusundan bir süre kurtuldu. Küçük çayırından geri döndüğünde, hâlâ aç olmasına karşın, içi dopdolu, hâlâ umutsuz ve çaresiz olmasına karşın ruhu sakindi. Ama ertesi gün mutlaka iş veya para bulması gerektiğini biliyordu. Yoksa yakında ölüp gidecekti.

Şafak sökmeden önce polis onları kaldırmaya geldiğinde, yanındaki yaşlı adam ölmüştü. Nicholai fincanı, fotoğrafı ve mektubu kendi çıkını içine sardı. İhtiyarın bu kadar özenle sakladığı şeylerin sürülüp çöpe atılması korkunç bir şey gibi gözükmüştü ona.

Öğlene doğru Nicholai bir iş bulmak, ya da bir şey çalmak amacıyla Hibiya Parkı dolaylarında geziniyordu. Açlık artık tatmin edilmemiş bir iştah olmaktan çıkmıştı. Bir kramp, bir acıydı. Bacaklarına güçsüzlük veren, başını kuş gibi hafifleten bir acı. Umutsuz insan seli arasında ilerlerken bu olanların gerçek dışı olduğunu hissetti. Çev-redik insanlar ve cisimler bir an anlamsız şekiller oluyor, bir an şaşılacak değerler kazanıyorlardı. Bazen kendisini yüzleri olmayan insanlar arasında, bir akarsuya kapılmış akar gibi görüyor, onların enerjisini ve gittikleri doğrultuyu kendine malediyor, kendi düşüncelerini küçük bir çember içinde, atlı karınca gibi döndürüp duruyor, böylece tümünü anlamsız kılıyordu. Açlık, mistik yolculuklarını

123

bilinç düzeyine çok yaklaştırmıştı. Kısa kaçamakları, apansız gerçekle burun buruna gelip sona eriyordu. Kendini dimdik ayakta, ya bir duvara, ya karşısındaki bir insana bakar buluyor, bunun olağanüstü bir durum olduğunu düşünüyordu. Daha önce hiç kimse duvardaki bu tuğlaya bu kadar dikkatle bakmamıştı. Hiç kimse şu adamın kulağını böylesine incelememişti. Bunun bir anlamı olmalıydı. Değil mi?



Başını hafifleten açlık, parça parça halde karşısına çıkan gerçek, bu amaçsız dolaşma bir bakıma insana garip bir zevk veriyordu. Ama içinden bir ses onu bu durumun tehlikeli olduğuna karşı uyarmaktaydı. Bu kısır döngüden kurtulmalıydı. Yoksa ölecekti. Ölmek? Ölmek? Bu sesin bir anlamı da var mıydı acaba?

İnsan kalabalığı onu parktan dışarıya sürükledi. Kapıdan çıktığında kendini iki geniş caddenin kesiştiği bir köşebaşında buldu. Trafik çok sıkıydı burada. Cadde, askerî taşıtlar, siyah otomobiller, tramvaylar, inanılmaz ağırlıkta yükleri taşıyan küçük arabaları iten bisikletlerle doluydu. Küçük bir kaza olmuştu herhalde. Trafik dört yöne doğru uzayan hareketsiz taşıtlar halinde birikmiş, bekliyordu. Elleri beyaz eldivenli bir Japon trafik polisi, Amerikan jipine binmiş bir Rus'la, gene Amerikan jipine binmiş bir Avustralyalının arasını bulma çabasmdaydı.

Nicholai istemeden, meraklı kalabalığın baskısıyla, giderek artan tartışmaların ortasına doğru itiliyordu. Rus yalnızca Rusça biliyor. Avustralyalılar ise İngilizce'den başka dil konuşamıyorlardı. Tabii polis de yalnızca Japonca bilmekteydi. Her üçü seslerini gittikçe yükselterek suçu ve sorumluluğu birbirine yükleyen sözler söylüyorlardı. Nicholai arkadan itilerek kendini Avustralyalıların jipine dayanmış buldu. Arka kanapedeki subay gözlerini karşıya dikmiş, taş gibi oturuyordu. Çok tedirgindi. Şoförü ise avazı çıktığı kadar, bu işi Rus şoförle teke tek, erkek erkeğe halletmeye hazır olduğunu duyurmaktaydı. İsterse subayı da ona yardım etsin, diye haykırıyordu. Bütün Allanın belâsı Kızıl Ordu gelse vız gelir?

«Aceleniz mi var efendim?»

«Ne?» Avustralyalı subay, bu partal kılıklı Japon gencin kendisine İngilizce söz söylemesine şaşmış gibiydi. Kendisine bakan yüzde-

124


İçi yeşil gözleri görüp çocuğun doğulu olmadığını farketmesi birkaç saniye sürdü. «Elbette acelem var! Toplantıya yetişeceğim...» Bileğini kıvırıp saatına baktı. «On dakika önce başlayan toplantıya!»

«Size yardım ederim,» dedi Nicholai. «Para karşılığı.»

«Anlamadım!» Adamın aksanı, sömürge halkının İngilizlerden fazla İngiliz aksanı yapmaya meraklı oldukları zaman kullandıkları aksandandı.

«Bana biraz para verin, size yardım edeyim.»

Subay saatma bir daha baktı. «Eh, pekâlâ,» dedi. «Yap bakalım.»

Avustralyalılar Nicholai'nin önce Japon polise, sonra da Ruslara neler söylediğini anlayamadılar ama, birkaç kere MacArthur kelimesinin geçtiğini duydular. İmparatorlar imparatorunun adı sihirli bir etki yaptı. Beş dakika içinde birikmiş arabaların arasından bir yol açıldı ve Avustralyalıların jipi parkın çimenleri üzerine alındı. Oradan çakıllı yola geçip, şaşkın park halkı arasından yan sokağa çıkmayı başardı. Kornalarını hiç durmadan çalan, trafiğe sıkışmış taşıtların hepsi gerilerde kalmıştı. Nicholai de bu arada şoförün yanına atlamış bulunuyordu. Sorun ortadan kalktıktan sonra subay şoföre arabayı kenara çekmesini söyledi.

«Pekâlâ, söyle bakalım sana borcum ne kadar?»

Nicholai'nin yabancı paraların şimdiki değeri hakkında zerre kadar fikri yoktu. Rastgele bir sayı söyledi. «Yüz dolar.»

«Yüz dolar mı? Deli misin sen?»

«On dolar,» diye düzeltti Nicholai.

Subay, «Ne koparabilirsem diyorsun, öyle mi,» diye alay etti. Ama bir yandan cebinden cüzdanını çıkarıyordu. «Hay Allah! Hiç para kalmamış. Şoför, sende var mı?»

«Üzgünüm efendim. Bende de yok.»

«Hımm! Bak sana ne diyeceğim! Şu karşı kaldırımdaki binada çalışırım.» Eliyle San Şin Binasını gösteriyordu. Burası İşgal Kuvvetlerinin Haberleşme Merkezi olarak kullanılmaktaydı. «Benimle içeri gel, hemen işini gördürürüm.»

Binaya girdiklerinde subay Nicholai'yi «Tediye ve Muhasebe» Servisine götürdü ve oradakilere on dolar ödemeleri için talimat

125

I

verip acele acele toplantısına yetişmek üzere ayrılmak istedi. Ama gene de gitmeden önce Nicholai'yi şöyle bir süzüp, «Baksana, sen İngiliz değilsin, değil mi?» diyecek kadar vakit buldu. O sıralarda Ni-cholai'nin aksam hâlâ küçükken kendisini eğiten İngiliz dadılarının etkilerini taşımaktaydı. Ama subay çocuğun bu aksanını, giydiği parasız okul üniformasıyla bağdaştırmamıştı.



«Hayır,» diye karşılık verdi Nicholai.

«Subay çok rahatlamış gibi.» Haa! dedi. «Tahmin etmiştim.» Bunu söyler söymemez de hemen arkasını dönüp asansörlere doğru uzaklaştı.

Nicholai yarım saat kadar servisin dışındaki tahta kanapede oturup sırasını bekledi. Koridorda insanlar İngilizce, Rusça, Fransızca ve Çince konuşmaktaydılar. San Şin binası müttefik işgal kuvvetlerinin her ırktan temsilcisinin biraraya geldiği nadir yerlerden biriydi. Birbirleriyle arkadaş gibi konuşurlarken içlerinden tutukluk ve güvensizlik hissettikleri de öylesine belliydi ki! Burada çalışanların yarısından çoğu sivil memurlardı. Orada dolaşan insanlar arasında nasıl Amerikalılar ötekilerin toplamından fazlaysa, asker üniformalılar da sivil giysililerden fazlaydı. Nicholai Amerikalıların «r»leri yutarak konuşmasını ömründe ilk defa burada duydu.

Amerikalı sekreter kapıyı açıp onu içeriye çağırdığı zaman kendini iyice hasta ve uykulu hissetmeye başlamıştı. İçice geçme iki odanın birincisine alındığında, önüne doldurması için bir form verdiler. Sekreter de daktilosunun başına döndü. Ama arasıra bu kirli kılıklı inanılmaz insana kaçamak bir bakış fırlatmaktan da kendini alamıyordu. Gösterdiği ilgi yalnızca meraktan ibaretti. Asıl dikkati, o akşam birlikte çıkacağı binbaşıyı düşünmek üzere toplanmıştı. Kızlar binbaşının çok hoş biri olduğunu ve insana iyi vakit geçirttiğini söylüyorlardı.

Nicholai formu doldurup uzattığında sekreter kâğıda şöyle bir göz attı, kaşlarını havaya kaldırıp burnunu çekti, ve sonunda kâğıdı «Tediye ve Muhasebe»yi yöneten kadına götürdü. Birkaç dakika sonra da Nicholai iç odaya çağrıldı.

126


Servisin başı olan kadın kırklık, tombulca, hoş birisiydi. Kendisini Bayan Goodbody(*) olarak tanıttı. Nicholai hiç gülümsemedi.

«Bayan Goodbody eliyle Nicholai'nin formunu göstererek, «Bunu gerçekten doldurmanız gerekir, biliyor musunuz?» dedi.

«Dolduramıyorum. Yani... bütün satırlara cevap yazamıyorum.»

«Yazamıyor musunuz?» Kadının bunca yıllık memuriyet tecrübesi bir ürperti geçirdi. «Ne demek istiyorsunuz...» Formun en başındaki satıra göz attı. «..Nicholai?»

«Size adres veremem, çünkü adresim yok. Kimlik kart numaram da yok. Sonra... neydi onun adı... bağlı bulunduğu kuruluş... o da yok.»

«Bağlı bulunduğu kuruluş demek, çalıştığınız yer, ya da annenizin, babanızın çalıştığı yer demek.»

«Benim bağlı bulunduğum kuruluş yok. Fark eder mi?» ¦ «Ama formu doğru dürüst doldurmadan size bir şey ödeyemeyiz. Bunu anlıyorsunuz, değil mi?»

«Açım ben.»

Bayan Goodbody bir an için şaşaladı, öne doğru eğildi. «Annen baban işgal kuvvetlerinde mi çalışıyor. Nicholai?» Karşısında duranın evden kaçmış yaramaz bir çocuk olduğu kanısına varmıştı.

«Hayır.»


«Sen burada yalnız mısın?» Kadının sesi inanmaz gibiydi.

«Evet.»


«Şeyy...» Kaşlarını çattı, sonra omuzlarını kaldırdı. «Nicholai, kaç yaşındasın sen?»

«Yirmi bir yaşındayım.»

«Ah, özür dilerim. Sanmıştım ki., yani, on dört on beşten fazla göstermiyorsunuz. O zaman durum değişiyor. Şimdi bir bakalım, neler yapabiliriz!» Bayan Goodbody'de öksüz bir çocuğa benzeyen, oysa aslında tam bir erkek olan bu gence karşı analık duygularıyla, karşı cinse olan ilgi birarada uyanmıştı. Kadın bu garip karışımı iyi bir Hıristiyanın yardımseverliği kılığına sokmayı da başarmıştı.

«Bana on dolarımı verseniz olmaz mı? Ya da beş dolar?»

"Güzel vücut

127


«Bu işler öyle yürümüyor Nicholai. Bu formu doldurmanın bir yolunu bulsak bile gerekli işlemlerin tamamlanması on gün sürer.»

Nicholai bütün umudunun söndüğünü hissetti. Bürokrasi engellerinin de her gün üzerinde yürüdüğü kaldırımlar kadar güç aşıldığını bilmiyordu. Tonsuz bir sesle, «Öyleyse hiç para alamayacak mıyım?» diye sordu.

Bayan Goodbody omuzlarını hafifçe kaldırıp ayağa kalktı. «Üzgünüm ama... Dinle bak, benim yemek saatim geldi. Sen de benimle memurlar kafeteryasına gel. Birkaç lokma bir şey yiyelim, sonra da bu işe bir çare düşünelim.» Nicholai'ye gülümsedi, elini onun omuzuna dayadı. «Olur mu?» dedi.

Nicholai başını salladı.

Bayan Goodbody'nin üç ay sonra Amerika'ya tayin emri çıknca-ya kadar geçen süre, kadının belleğinde ölünceye kadar en parlak ve heyecan verici anı olarak kaldı. Nicholai geçmiş tecrübeleri arasında bir çocuğa en çok benzeyeni, üstelik tek uzatmalı sevgilisiydi. O üç ay boyunca hissettiği girift duyguları hiç sözle ifade etmeye kalkışmadığı gibi, kendi kendine analizini bile yapmaya cesaret edemedi. Birisinin kendisine ihtiyacı olmasından hoşlanmıştı elbette. Kendisine bağımlı olmasından da. Zaten gerçekten iyi yürekli bir insandı ve yardım etmekten de hoşlanırdı. Cinsel ilişkilerinde ise çok tatlı bir utanç duygusu vardı. Aynı anda hem anne, hem sevgiliymiş gibi. Bir yandan sevgi, bir yandan günah.

Nicholai o on dolarını hiçbir zaman alamadı. Kimlik kartı numarası olmayan bir makbuz formunu muameleye sokmak. Bayan Goodbody'nin bile, yirmi yıllık bürokratik tecrübesine rağmen, kolay cesaret edebileceği bir şey değildi. Ama bunun yerine Nicholai'yi tercüme servisinin müdürüne tanıştırmayı başardı. Bir hafta geçmeden Nicholai o serviste günde sekiz saat çalışmaya başlamıştı. Evrak tercüme ediyor, sonu gelmez toplantılarda sözcülerin kalabalık içinde söylemeye cesaret edebileceği çekingen çıkışları üç dört dile çevrilip duruyordu. Kısa zamanda ana ilkeyi öğrendi. Diplomaside temel fonksiyon, söylenen şeyin anlamını gizlemekti.

128

Bayan Goodbody ile ilişkileri dostça ve terbiyeliydi. İlk fırsatta İcadının başlangıçta kendisine aldığı kıyafetlerin ve tuvalet malzemesinin parasını, onun büyük itirazlarına rağmen ödeyip, ortak hayatlarının masrafını da paylaşmayı önerdi. Bu kadını, ona borçlu olacak kadar da sevmiyordu. Sevmiyor demekle... yani, sevmediği bir insan değildi. Zaten sevilmeyecek bir yanı yoktu. Nefret gibi, aşk gibi yoğun duygular yaratacak tür bir insan değildi çünkü. Zaman zaman aptalca konuşmaları can sıkıyor, fazla üstüne düşmesi bir yük oluyordu ama, zavallı iyi davranmaya o kadar çok uğraşıyordu ki! Sonra cinsel tecrübeleri için de öyle minnet duyuyordu ki! Nicholai de ona gerçek bir sempati duymaya başladı. İnsanın beslediği hayvana karşı duyduğu sevgiye benzer bir şey.



Nicholai, Bayan Goodbody ile birlikte yaşarken bir tek önemli sorunla yüzyüze geldi. Batılılar yedikleri fazla hayvansal yağ nedeniyle Japonların koku alma sistemine kötü bir etki yapmaktaydı. Buna alışıncaya kadar Nicholai kendini fiziksel olarak rahat bırakmakta güçlük çekti ve ilişkilerinde doruk noktasına erişmesi çok uzun sürdü. Bayan Goodbody için bu durum yararlı bile oluyordu tabii. Ama aslında mukayese olanağı pek yoktu. Nicholai'nin cinsel yeteneğini normal sanıyordu. Sonradan yurduna döndüğünde birkaç kısa serüven yaşadı ama, hepsinde de hayal kırıklığına uğradı. Sonunda Kadın Hakları akımının büyüklerinden biri olarak hayatını noktaladı.

Nicholai, Bayan Goodbody'yi yurduna giden gemiye bindirip yolcu ederken içinde hiç sevinç duygusu yoktu da denemezdi. Rıhtımdan dönünce hükümetin kadına tahsis ettiği evden, Tokyo'nun kuzeye kesimindeki Asakusa Mahallesinde kendi kiraladığı bir eve taşındı. Burası eski bir mahalleydi. Orada göze görünmeyen zariflikte bir hayat yaşayabilirdi. Hemen hemen şibumi. Batılılarla ilişkilerini de, hayatını kazanmaya ayrıldığı haftada kırk saatla sınırlayabilirdi. İyi kazanıyordu. Özellikle Japon standartlarına göre. Hem maaşı yüksekti, hem de Amerikan vatandaşları için getirilen malların satıldığı yerlerden alışveriş etme hakkı vardı. Çünkü Nicholai artık bir insan için en gerekli şeye sahipti. Kimlik belgelerine. Bu belgeler Bayan Goodbody ile diğer memur arkadaşları arasında geçen


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin