Trevanian Şibumi



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə6/33
tarix22.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74291
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33

69

bir çalışmadan sonra, akşam üstleri işçilerden biri kuvvetten kesilir, sırtındaki ağır yükün altında yere yıkılırdı. O zaman Gurka'lar ellerinde copları veya demir sopalarıyla olay yerine gelirlerdi. Yıkılan tembel de ya yeniden güç kazanır, ya da sonsuz istirahate geçerdi.



Yeni yetme fahişeleri çalıştıranlardan polisin göz göre göre rüşvet alışını izledi Nicholai. «Yeşiller»le «Kızıllar»ı birbirinden ayıran belirtileri öğrendi. Bunlar dünyanın en büyük gizli kuruluşlarıydı. Koruma ve öldürme eylemleri dilencilerden politikacılara kadar herkesi kapsardı. Çang-Kay-Şek de Yeşillerdendi. Gruba bağlılık yemini etmişti. Bir Çin proletarya diktatörlüğü kurmaya çalışan genç üniversite öğrencilerim işkencelerle öldürenler de Yeşillerdi. Nicholai bir Yeşille bir Kızılı birbirinden çok kolaylıkla ayırabiliyordu. Sigarasını tutuşundan... Yere tükürüşünden...

Gündüzleri öğretmenlerinden matematik, klasik edebiyat ve felsefe öğrenen Nicholai, akşamları sokaklarda başka şeyler öğreniyordu. Ticaret, politika, emperyalizm ve hümanizm.

Gece olduğunda annesi kenti yöneten en akıllı erkekleri eğlendirir, onlarla sohbet ederken annesinin yanında, salonda otururdu. Bu erkeklerin çoğu Nicholai'yi çekingen buladursun, içlerinden zeki olanlar onu gururlu ve içine kapanık diye nitelendirirlerdi. Onların böyle gördüğü, böyle adlandırdığı nitelik aslında çocuğun tüccarlara ve tüccar zihniyetine karşı duyduğu nefretti.

Zaman geçti. Alexandra Ivanovna'nın dikkatle yapılmış, kurnazca yönetilmiş yatırımları meyve vermeye başladı. Fakat beri yandan kadının sosyal yaşam temposunda da bir yavaşlama görüldü. Vücudunda daha bir rahatlama, hareketlerinde daha bir nazlanma belirdi. Ama canlılığı, güzelliği başka bir olgunluk kazandı. Aileden gelme bir olgu vardı onda da. Annesi de, teyzeleri de yarım yüzyılı aştıkları zaman ancak otuz yaşlarında gösterirlerdi. Eski âşıklar yavaş yavaş sürekli arkadaş ve dost kimliğine hüründüler ve Joffer Bulvarında hayat giderek yumuşamaya başladı.

Alexandra Ivanovna zaman zaman bayılma nöbetleri geçiriyordu. Bunun pek üzerinde durduğu yoktu. Soylu bir kadının aşk hayatında normal kilometre taşları olarak değerlendiriyordu bunları.

70

revresindeki doktorlardan biri zaten yıllardan beri onu muayene etmek istiyordu. Sonunda yaptığı muayenede bu nöbetleri kalp yetersizliğine yorumlaymca, Kontes konuk kabul günlerini haftada bire indirdi, başka bir şey yapmadı.



«...bana kalbimin zayıf olduğunu söylüyorlar, bu aslında romantik bir kusur. Bundan çok sık yararlanmaya çalışmayacağınıza söz vermenizi istiyorum sizden. Bir de kendinize iyi bir terzi bulacağınıza söz verin. Bu elbise... hiç olur mu!»

9 Temmuz 1937 tarihli Kuzey Çin Günlük Haber gazetesi, Pekin yakınındaki Marco Polo köprüsü üzerinde Çinlilerle Japonlar arasında silâhlı çatışmaların yer aldığını yazıyordu. The Bunda Caddesinin üç numaralı binasında İngiliz işadamları, bu durum ciddi şekilde ele alınmazsa doğulular arasındaki arbedenin çığrından çıkacağı konusunda görüş birliğine vardılar. Generalissimo Çang-Kay-Şek'e derhal ordusunun başına geçip kuzeye yönelmesini, Japonları orada oyalamasını ve kendi şirketlerini tehlikeden korumasını söylediler.

Fakat Generalissimo Japonları Şanghay'da beklemeyi yeğ tuttu. Kentteki uluslararası toplumun tehlikeyle karşı karşıya kalması, batılı güçleri kendisini desteklemeye itebilirdi.

Bu bir sonuç vermeyince de, bir yandan Japon birlikleriyle savaşırken bir yandan da uluslararası toplumu türlü şekillerde tedirgin etmeye girişti. Derken 9 Ağustos akşamı, kent dışında Japon pamuk tesislerini dolaşmakta olan Yarbay Isao Oyama ile şoförü, Çinli birlikler tarafından durduruldu.

Cesetleri, Anıt Yolu'nun kenarnıda, her yanı kurşun delikleriyle dolu, ve cinsel işkence yapılmış durumda bulundu.

Buna karşılık olarak Japon savaş gemileri Whangpoo'ya doğruldu. Bin Japon askeri, Chapei'deki Japon ticarî kolonisini korumak üzere kıyıya çıktı. Onları barikatların arkasında bekleyen 10.000 seçkin Çinli asker karşıladı.

Rahat yaşamaya alışkın İngiliz işadamlarının feryadı Avrupa'lı ve Amerikalı sefirlerin çığlıklarıyla desteklendi. Hepsi Şanghay'ın savaş bölgesi dışında tutulmasını istiyorlardı. Japonlar bu isteği olumlu karşıladı. Tek şartları, Çinlilerin de bu bölgeden çekilmesiydi.

71

Ama 12 Ağustos günü Çinliler kentteki Japon konsolosluğunun ve Japon şirketlerinin telefon hatlarını kestiler. Ertesi gün de Çinli-lerin 88'inci Birliği gelip kuzeye giden tüm yollan tuttu. Amaçları, kendilerinden çok az sayıda olan Japonlarla aralarına mümkün olduğu kadar büyük bir sivil grup sokmaktı.



14 Ağustos'ta Amerikan yapımı Northrop uçaklarına binmiş Çinli pilotlar Şanghay üstünde uçuşa geçti. Birinci bomba Place Otelinin damında patladı. İkinci Cafe Oteli'nin önündeki kaldırıma indi. 729 kişi ölmüş, 861 kişi yaralanmıştı. Bundan otuz bir dakika sonra, eskiden lunapark olup sonradan kadınlar ve çocuklar için bir muhacir kampı duruman getirilen yere bomba atıldı. Bin on iki ölü, bin yedi yaralı.

Tuzağa sıkışmış Çinliler için Şanghay'dan kurtuluş yoktu. Gene-ralissimo'nun askerleri bütün yolları tutmuştu. Ama yabancı işadamları için kurtuluş her zaman vardı. Ter içindeki liman işçileri bavullar ve denkler dolusu eşyayı, Çin'den yağmalanmış mallan merdivenlerden gemilere taşıdı. İngilizler Raj Putanca, Almanlar Oldenburg, Amerikalılar President MacKinley, Hollandalılar Tasman gemisine bindiler. Birbirleriyle veda ederken kadınlar minik mendilleriyle gözlerindeki yaşları siliyor, erkekler bu doğuluların ne kadar güvenilmez ve nankör kişiler olduğunu tartışıp yakınıyorlardı. Gemiler limandan ayrılırken bandolar milli marşları çalmaktaydı.

O gece kum torbalarından kurulmuş barikatların arkasına gizlenen Çinli askerler, nehirdeki Japon gemilerine ateş açtı. Japonlar da ateşe karşılık verip tüm barikatları yerle bir ettiler.

Bu olaylar sırasında Alexandra Ivanovna kenti terketmeye hiç yanaşmıyordu. Bomboş kalan Joffre Bulvarı üzerindeki büyük evin camları kırılmış, içeriye tüm rüzgârları ve tüm yağmacıları davet eder bir görünüm kazanmıştı. Kontesin bir milliyeti olmadığı için, başka bir deyimle, ne Sovyet, ne Çinli, ne de ingiliz uyruğunda olduğu için, resmi koruma sistemlerinin dışında kalıyordu. Bu yaştan sonra, bunca itinayla bu hale getirdiği evini terkedip de, cehennemin dibinde bir yere taşınmaya hiç niyeti yoktu. Bildiği kadarıyla Japonlar da öteki uluslardan daha aptal değildi. İngilizlerden daha kötü yönetici olmaları da olanaksızdı.

72

Çinliler savunma savaşlarının en büyüğünü Şanghay'da verdiler. Kalabalık Japon ordusunun onları bu kentten söküp atması tam üç ay sürdü. Hâlâ dış müdahale uman Çinliler, birkaç bombalama «Hatası» yaratıp, kentteki ölü sayısının daha yüksek görünmesine katkıda bulundular.



Ayrıca yollara barikatlar kurup onbinlerce sivili, kendi yurttaşlarını kaçmaya çalışırken biçtiler.

Bu korkunç aylar boyunca mütevekkil Çin halkı günlük yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Tabii ellerinden geldiği kadar. Önce ilâç, sonra yiyecek, sonra konut sıkıntısı başgösterdi, ama korku içindeki kentte yaşam gene de sürdü. Nicholai ile diğer lacivert elbiseli arkadaşları sokaklarda kendilerine yeni tür oyunlar buldular. Yıkılan binaların enkazı içinde oynamak, bombardıman başladığında kendilerine acele siper bulmak, patlamış ve kırılmış kanalizasyon künkleri-ne şirip çıkmak gibi.

Nicholai yalnızca bir kere ölümle burun buruna geldi. Diğer sokak çocuklarıyla birlikte, büyük mağazaların bulunduğu yerde oynuyorlardı. Tam o sırada bombalama «hata»larından biri yeraldı. Bir Çin uçağı dalış yapıp Nanking Caddesine bir bomba atıverdi. Öğle vaktiydi. Yemek tatili için sokağa dökülmüş olan kalabalık tümüyle yere yıkılırken karşı kaldırımdaki mağazanın bir duvarı yok oldu. Süslü tavanlar, ne olduğunu anlamak için yukarıya bakmakta olan halkın suratına çöktü. Asansördeki grup bir ağızdan çığlık atarken kayış koptu, asansör bodruma düştü. Pencereden bakmakta olan bir kadının son gördüğü şey camın patlaması oldu. Vücudunun ön tarafındaki bütün etler yüzülüp kemikler ortaya çıktığı halde, arkadan bakıldığında hiçbir şey belli olmuyordu. İhtiyarlar, topallar ve çocuklar, panik içinde kaçmaya çalışanların ayakları altında ezilerek can verdiler. Nicholai ile yanyana duran çocuk bir homurtuyla yere, kaldırımın üstüne oturdu. Ölmüştü. Bir taş çarpmıştı göğsüne. Bombaların ve yağan iri taşların sesi kesildiğinde, halkın çığlık ve iniltileri duyulmaya başladı. Şaşkın bir kadın, cam kırıkları arasında bir Şeyler arıyordu. Çok şık bir kadındı. Şanghay'ın batı modasına göre giyinmişti. Elbisesi dizine kadar yırtmaçlı, yakası dikti. Yüzündeki

73

solgun sarı renk belki de pirinç tarlaları arasında büyümüş olmaktan geliyordu. Ama hayır, öyle değildi. Kadın tam bomba atılırken eline alıp incelemekte olduğu porselen bibloyu... ve o sıra onu tutan kendi elini aramaktaydı.



Nicholai kaçtı.

Onbeş dakika sonra sessiz bir semtte, haftalar önce atılmış bombaların yarattığı enkaz yağınları üzerinde oturuyor, kuru hıçkırıkları göğsünü yırtıyordu. Ağlamıyordu ama. Yüzünü kaplayan toz tabakası üzerinde hiçbir gözyaşı izi yoktu. Dudakları durmadan aynı kelimeleri tekrarlıyordu. «Northrop bombardıman uçakları. Amerikan bombardıman uçakları.»

Sonunda Çinli askerler kentten çıkarılınca binlerce sivil de bu kâbus kentini terketti. Geride yapı enkazlarıyla dolu bir kent bırakarak kaçtılar. Enkazın arasında neler yoktu ki! Bir tarihin halka içine alındığı takvimler, eski püskü resimler, intihar mektupları, piyango biletleri aynı zarf içinde bile bulunabiliyordu.

Kaderin garip bir cilvesi olarak The Bund Caddesi, yabancı emperyalizmin o etkin anıtı sapasağlam ayakta kalmıştı. Boş pencereleri, iş adamlarının yarattığı, sömürdüğü ve sonra da terkettiği kente bakıp duruyordu.

Kente ilk giren Japon birliğini izlemek için kaldırıma birikmiş mavi elbiseli Çinli çocuklar arasında Nicholai de vardı. Çocuklara şeker dağıtılmış, ellerine doğan güneşi gösteren Japon bayrakları verilmiş, kameralar çalışırken bunları sallamaları söylenmişti. Bozuk Çincesiyle çocuklara talimat veren Japon subay, önüne çıkan bu sarı saçlı, yeşil gözlü çocuğu ne yapacağına karar veremedi. Sonunda onu kalabalığın en arkasına yolladı.

Nicholia ömründe ilk defa böyle kaba, güçlü, işini bilir askerler görüyordu. Ama bu askerler geçit törenleri için eğitilmiş tiplerden değildi. Almanlar, İngilizler gibi robot adımlarıyla yürümüyorlardı. Temiz, ama bozuk sıralar halinde ilerlemekteydiler. Önlerinde ciddi yüzlü, bıyıklı, komik sayılacak kadar uzun kılıçlı subayları vardı. Gerçi kentin kibar semtlerinde sağlam kalan evlerin sayısı par-

74

makla gösterilecek kadar azdı ama, bir gün kapısına flamalı resmi bir Japon arabasının dayandığını gören Kontes gene de epey şaşırdı. İçeri gelen Japon subayı, bozuk bir Fransızcayla Kontes'e, Şanghay valisi General Kişikava Takaşi'nin bu evde oturacağını bildirdi. Kontesin bencil içgüdüleri, Generalin burada olmasının kendisine bazı yararlar sağlayacağını hemen sezmekte gecikmedi. Onunla dostça ilişkiler kurmakta yarar vardı. Özellikle yaşam için gerekli temel maddelerin bu kadar kıtlığı çekilirken. Bu Generali de kendi hayranları listesine kolaylıkla ekleyebileceğinden bir an bile kuşku duymamıştı zaten.



Ama yanılıyordu. General kendisini her an meşgul eden işleri arasında vakit bulup Kontes'le konuştuğunda, garip aksanlı fakat dilbilgisi açısından kusursuz Fransızcasıyla, savaşın verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diledi, buna karşılık bu evde kendisinin Kontes'in konuğu olmadığını, tersine Kontes'in kendi konuğu olduğunu açıkça belirtti. Kadına karşı davranışı her zaman nazik ve dürüsttü ama, bunca işinin arasında flörtlere ayıracak hiç vakti yoktu. Alexandra Ivanovna önce şaşırdı, sonra sıkıldı, daha sonra bu adamın nazik ilgisizliği onu meraklandırmaya başladı. Daha önce hiçbir heterosek-süel erkek kendisine böyle tepki göstermemişti. Generale gelince, o da Kontes'i ilginç buluyor, ama bu evde bir fazlalık diye nitelendiriyordu. Şanghay'ın en kibirli kadınlarını bile etkileyen soyluluk, onu pek ilgilendirmiyordu. Kendi ailesinin binlerce yıllık samurai geçmişiyle kıyaslanınca Kontesin soyluluğu birkaç yüzyıllık Hun liderliğinden başka bir şey değildi. Gene de, nezaket gereği olarak haftada bir kere, batılı usulde, aileyle akşam yemeği yemeye başladı. Bu yemekler sırasında gerek Kontes, gerekse içine kapanık oğlu hakkında bir hayli şey öğrendi. Oysa onlar Generalle ilgili pek bir şey öğrenemediler. Yaşı ellilerin sonlarına yaklaşıyordu. Bir Japon Generali için oldukça genç sayılabilecek bir yaş. Karısı ölmüştü. Tek kızı Tokyo'da oturuyordu. Vatanını çok seven bir kimse olmasına, yani vatanının doğal güzelliklerine, göllerine, dağlarına, sisli vadilerine derin bir sevgi beslemesine karşın, askerlik mesleğini kişiliğinin doğal ihtiyaçlarını karşılayacak bir yaşam tarzı olarak görmüyordu. Gençliğinde

75

yazar olmayı hayal etmişti. Ama aile geçmişinin kendirini eninde sonunda orduya iteceğini daha başından biliyordu. Kendi kişiliğine saygısı ve görevine bağlılığı onu çalışkan bir subay yapmışsa da, düşüncelerinde askerliği bir türlü meslek olarak kabul etmiyordu. İşine kalbini değil, aklını, heyecanlarını değil, vaktini veriyordu yalnızca.



Generali sabahın erken saatlarından geceyarısma kadar Bund Caddesindeki çalışma yerinde tutan çabalar sonucu, kent yavaş yavaş kendini toplamaya başladı. Kamu hizmetleri kendine geldi, fabrikalar onarıldı, Çinli köylüler birer ikişer şehre akmaya başladılar. Sokaklara tekrar hayat ve onunla birlikte de çeşitli sesler döndü. Arasıra gülme sesi bile duyulabiliyordu artık. Gerçi uygarlık ölçüleriyle karşıla ştırılmasa bile, bugün için Çinli köylülerin yaşamı Avrupalılar zamanmdakinden çok daha iyiydi. İş buluyorlardı. Temiz su, temel sağlık hizmetleri ve benzeri hizmetler vardı. Dilencilik mesleği yasaklanmıştı ama fahişelik tabii devam ediyordu. Bu arada pek çok da vahşet ve şiddet olayları yeralmaktaydı. Ne de olsa işgal altında bir kentti Şanghay. Askerler de erkeklerin en hayvanca davranan kesimiydi.

General Kişivaka'nm kendi seçimiyle üstlendiği yoğun işler sonucu sağlığı bozulmaya başlayınca çalışma temposunu biraz hafifletti. Her gün akşam yemeği saatında Joffre Bulvarındaki eve gelir oldu.

Bir akşam, yemekten sonra konuşulurken General lâf arasında Go oyununa çok meraklı olduğunu söyledi. Nicholai kendisine soru sorulmadıkça pek konuşmayan bir çocuk olmasına karşın bu sefer ağzım açıp bu oyunu kendisinin de oynadığını belirtti. Çocuğun bu sözü kusursuz bir Japoncayla söylemesi Generali hem eğlendirdi hem de epey etkiledi. Nicholai bu dili ders kitaplarından, ve bir de Generalin emirlerinden öğrendiğini açıkladığında, adam güldü.

«Altı ay içinde doğrusu çok iyi öğrenmişsin,» dedi.

«Bu benim altıncı dilim, efendim. Bütün diller matematik olarak birbirine benziyor. Her birini öğrenmek de son öğrendiğinizden daha kolay oluyor. Hem aynı zamanda (çocuk omuzlarını hafifçe kaldırdı) benim dillere karşı yeteneğim var.»

76

Nicholai'nin bu sözü hiç övünmeksizin, İngilizler gibi mahcubiyet belirtileri de göstermeksizin söylemesi Kişikava-san'ın pek hoşuna gitt'- Sanki solak olduğunu, ya da yeşil gözlü olduğunu söylüyordu çocuk. Beri yandan, birinci söylediği cümleyi herhalde önceden düşünüp prova etmişti. Çünkü daha sonraki sözleri, dilbilgisi açısından doğru olmakla birlikte, deyim ve telâffuz hataları göstermekteydi. General kendi kendine gülümsedi ama bir şey belli etmemeye çalıştı. Nicholai'nin bu yaşta kendini oldukça ciddiye almasının normal olduğunu, utanırsa acı duyacağını düşündü.



«İstersen sana Japonca konusunda yardım ederim,» dedi. «Ama daha önce, Go oyununda iyi bir rakip olabilecek misin, onu görelim.»

Nicholai'ye dört taşlık avans verildi ve kısa, belli zaman süresinde bitecek bir oyuna başladılar. Çünkü Generalin ertesi gün çok .işi vardı. Az sonra ikisi de oyuna iyice dalmışlardı. Alexandra Iva-novna kendisinin yıldız olmadığı sosyal olaylardan hiç hoşlanmadığı için, o gece kendini biraz halsiz hissettiğini söyledi, odasına çekildi.

Oyunu General kazandı ama, sandığı kadar da kolay kazanamadı. General bu oyunda iyi bir amatördü. Profesyonelleri epey uğraştırır, pek açık vermezdi. Nicholai'nin oyun üslûbuna hayranlık duyuyordu.

Fransızca olarak, «Ne kadar zamandır Go oynuyorsun?» diye sordu. Niyeti çocuğu az bildiği bir dili konuşma rahatsızlığından kurtarmaktı.

«Aşağı yukarı dört beş yıldır efendim.»

General kaşlarını çattı. «Beş yıl mı? Ama... kaç yaşındasın sen?»

«On üç efendim. Olduğumdan genç gösterdiğimi biliyorum. Bu ailenin tipik bir niteliğidir.»

Kişikava-san başını salladı ve gülümsedi. Alexandra Ivanov-na'nın işgal kuvvetlerine verilmek üzere bir form doldurması istendiğinde yaş hanesine ne yazdığını hatırlamıştı. Eğer o yazdığı doğru olsa kadının daha 11 yaşındayken bir generalin metresi olması, ve bu çocuğu da daha on dokuzuna gelmeden doğurmuş olması gerekirdi. Çükü istihbarat servisi Kontes hakkındaki bilgileri çoktan ver-

77

misti Generale. Ama bu çapkın hilenin üstünde durmamıştı. Kadının sağlık durumunu bildiği için de özellikle yüzlememişti.



«On üç yaşında bir erkek için bile, gene çok iyi oynuyorsun Nik-ko,» dedi. Japonlar «I» harfini çok güç telâffuz ettikleri için çocuğa bu adı takıvermişti. Sonuna kadar onu hep bu isimle çağırmayı sürdürdü. «Herhalde resmî bir eğitim görmedin.»

«Hayır efendim. Hiçbir zaman eğitilmedim. Kitap okuyarak öğrenirim.»

«Sahi mi? Duyulmamış şey!» «Belki de, efendim. Ama ben çok zekiyim.» General bir an çocuğun ifadesiz yüzüne baktı. Mücevher gözler içtenlikle karşılıyordu Generalin bakışlarını. «Söyle bana, Nikko, Go oynamayı neden seçtin? Bu oyunu yalnız Japonlar oynar. Herhalde senin arkadaşların da bilmiyorlardır. Belki de ömürlerinde duymamışlardır.»

«Ben de işte bu nedenle Go'yu seçtim efendim.» «Anlıyorum.» Ne garip bir çocuk, diye düşündü. Hem her an kı-rılabilecek kadar hassas, dürüst, hem de küstah. «Peki okuduğun kitaplar sana bu oyunu iyi oynayabilmek için nelerin gerekli olduğunu öğretti mi?»

Nicholai cevap vermeden önce bir saniye düşündü. «Şey... önce tabii dikkati toplama yeteneği gerekli. Cesaret. Kendini kontrol. Bunlar çok normal. Ama hepsinden önemli olan, insanda bir... nasıl söylemeli bilemiyorum. İnsan hem matematikçi olmalı hem de şair. Sanki şiir bir bilimmiş, matematik de bir sanatmış gibi. İnsanın Go'yu birazcık iyi oynayabilmesi için proporsiyona sevgi duyması gerekli. Demek istediğimi iyi anlatamıyorum efendim, özür dilerim.»

«Tersine. Anlatılamayacak bir şeyi anlatmaya çalışırken olağanüstü başarılısın bence. Peki bu saydığın nitelikler arasında senin en kuvvetli olduğun hangisi Nikko?»

«Matematik efendim. Bir de dikkat toplama ve kendini kontrol.»

«Peki zayıf noktaların?» «Şiir dediğim kesimde.»

78

General kaşlarını çatıp bakışlarını çocuktan ayırdı. Bunu bu yaşta farkedebilmesi şaşılacak şeydi. Bu yaş çocuklarının böyle kendisi dışına çıkıp kişisel niteliklerini tarafsız ölçüler içinde ayrıştırması olacak şey değildi. Nikko'nun bu oyunu iyi oynatabilmek konusunda batılı kavramları sayması beklenirdi. Dikkat toplama, kendini kontrol ve cesaret gibi. Ama algılamayla ilgili duygusal faktörler, yani onun şiir diye adlandırdığı şey, batılı bir zihnin kapasitesi dışın-daydı. Beri yandan çocuğun Avrupa'nın en soylu kanlarından gelmekle birlikte Çin atmosferinde yetiştirildiği düşünüldüğü zaman... Acaba onu batılı saymak da doğru muydu? Doğulu da olmadığı kesindi. Irk kültürü yoktu onda. Belki de onu kendine özgü bir ırk kültürün tek üyesi diye düşünmek daha doğruydu.



«Aslında bu zayıflığı ikimiz de paylaşıyoruz efendim.» Nicholai'nin yeşil gözleri espri doluydu. «Şiir dediğim alanda ikimiz de zayıfız.»

General şaşkınlıkla başını kaldırdı. «Ya!»

«Evet efendim. Benim oyunumda bu nitelik pek yok. Sizinkinde ise gereğinden fazla var. Oyun boyunca üç kere hamlenizi gerilettiniz. Vurucu ve bitirici oyunu seçmek yerine, zarif olanını seçtiniz.»

Kişikava-san hafifçe güldü. «Yaşından ve tecrübesizliğinden ötürü sana taviz vermediğimi nereden biliyorsun?»

«Öyle olsa kendinizi üstün gördüğünüze ve bana acımasız davrandığınıza hükmederdim. Bence siz öyle bir insan değilsiniz.» Nicholai'nin gözleri tekrar gülümsedi. «Özür dilerim efendim. Fransız-cada saygı ifade eden kelimeler pek yok. Buy üzden konuşmam belki size fazla katı ve itaatsiz gibi gelmiş olabilir.»

«Evet, biraz öyle. Ben de tam onu düşünüyordum.»

«Özür dilerim efendim.»

General başını salladı. «Herhalde batılıların satranç oyununu da oynamışsındır.

Nicholai gene omuzlarını kaldırdı. «Biraz,» dedi. «Ona pek ilgi duyamıyorum.»

«Go ile karşılaştırdığın zaman o oyunu nasıl buluyorsun?»

Nicholai bir an düşündü. «Şeyy... Filozoflar ve savaşçılar için Go ne ise, muhasebeciler ve tüccarlar için de satranç o bence.»

79

«Ah, gençlerin bu acımasızlığı! Go insanın içindeki filozofa hi-tab eder, satranç ise içindeki tüccara hitab eder desen, daha insaflı olurdu Nikko.»



«Evet, daha insaflı olurdu. Ama beri yandan daha az gerçek olurdu.»

General oturduğu yastığın üstünden kalktı, oyunun taşlarını toplamayı Nicholai'ye bıraktı. «Geç oldu,» dedi. «Uykuya ihtiyacım var. Eğer istersen yakında gene oynarız.»

General kapıya yaklaşırken Nicholai arkasından seslendi, «Efendim?»

«Evet?»


Çocuk gözlerini yere indirmiş, eğer sözüne ret cevabı alırsa fazla incinmemeye çalışıyordu.

«Dost olacak mıyız, efendim?»

General önce soruyu düşündü, sonra sorunun seslendirilişinde-ki ciddi tonu düşündü.

«Olabilir Nikko,» dedi. «bekleyelim, görelim.»

İşte tam o gece General Kişikava'nm daha önce tanıdığı erkeklere hiç benzemediğine karar veren Alexandra ivanovna, gelip adamın oda kapısını tıkırdattı.

Bunu izleyen bir buçuk yıl boyunca bir aile gibi yaşadılar. Alexandra ivanovna daha yumuşak, daha mutlu, belki biraz da daha tombul bir kadın oldu. Uçarılığından kaybettiğini, sakinliğiyle kazanmaya başladı, ve Nicholai'de ömründe ilk defa onu sevdiğini hissetti. Generalle Nicholai'nin arasında hiç acele etmeksizin, gösterişsiz olduğu kadar derin bir bağlantı oluştu. Birinin hiçbir zaman babası olmamıştı, öbürünün de oğlu. Kişikava-san böyle zeki, çabuk düşünen bir genci eğitmekten, ona yol göstermekten hoşlanacak türde bir insandı. O genç zaman zaman fikirlerinde fazla atak ve kendi niteliklerine fazla güvenli olsa bile.

Alexandra ivanovna Generalin güçlü ve yumuşak kişiliğinde duygusal bir sığmak buldu. General de kadının parlayan kişiliğinde,

80

r



geniş mizah yeteneğinde yeni bir lezzet tattı. Generalle kadının arasında nezaket, cömertlik, anlayış, fiziksel zevkler gelişirken, Generalle çocuk arasında da güven, dürüstlük, rahatlık, sevgi ve saygı gelişti. Derken bir akşam Alexandra ivanovna sofrada kendi bayılma nöbetleri üzerine birkaç espri yaptıktan sonra odasına dinlenmeye çekildi.- ve orada öldü.

Şu anda gökyüzünün doğu kısmı siyah, Çin tarafı ise mordu. Kentin sokaklarında turuncu ve sarı lambalar göz kırpıyor, sal evlerin teraslarına insanlar yataklarını seriyorlardı. Çin'in içlerindeki karanlık yaylalarda hava soğumuştu. Artık denizden rüzgâr esmiyordu. General taşını iki parmağının uçlarıyla havada, dengeli durumda tutarken verandanın perdeleri de dışarı uçmuyordu.

Alexandra ivanovna öleli iki ay olmuştu. Generalin de başka bir bölgeye tayin emri gelmişti. Nicholai'yi yanma alıp götüremezdi. Onu Şanghay'da da bırakmazdı elbette. Çocuğun burada hiç dostu, arkadaşı yoktu. Vatandaş olmayışı nedeniyle en basit korunma haklarından bile yoksundu. General sonunda çocuğu Japonya'ya göndermeye karar vermişti.

Çocuğun yüzüne bakıp annesinin zarif hatlarını seyretti. Aynı hatlar çocukta daha küçük, daha köşeli görünüyordu. Nerede arkadaş edinebilirdi bu delikanlı? Kök salabileceği toprağı nerede bulabilirdi? Altı dil konuşan, beş dilde düşünen, ve en küçük yararlı eğitimden bile yoksun yaşayan bu çocuk? Dünyada ona yer var mıydı acaba?

«Efendim!»

«Evet? Ha... şey... Sen oynadın mı Nikko?»

«Epey oluyor efendim.»

«Ha. peki. Özür dilerim. Neyi oynadığını bana söyleyebilir misin?»


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin