Vakiflar dergiSİ



Yüklə 2,35 Mb.
səhifə28/32
tarix27.12.2018
ölçüsü2,35 Mb.
#87065
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32

ÖZET

Amasya Kentinin fiziksel Oluşum Süreci İçerisinde Saray Olgusu başlığını taşıyan bu çalışmamızda; kentin ilk oluşum sürecinin ve ilk yerleşim noktasının neresi olabileceği tartışmasından hareket edilerek; Pontus Krallığı döneminden itibaren Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlının ilk yerleşim sahaları ve gerçekleştirmiş oldukları imar faaliyetleri üzerinde durulmuştur.

Çoğu günümüze gelememiş olan bu eserlerden hareketle kentin fiziki oluşumunun ilk aşaması tespit edilmeye çalışılmış ve bu oluşum haritalarla desteklenmiştir. Burada yönetici sınıfın yaşadığı mekanların (saray, köşk) fiziki oluşumu etkileyen en önemli unsur olduğundan hareketle bu mekanların nerelerde inşa edildiği araştırılmıştır.

Kentten günümüze herhangi bir saray kalıntısı gelmemiş olsa da kaynaklar yardımıyla; Romalılar döneminde Kral Sarayı (Bu sarayı daha sonra Selçuklular isim değiştirmek suretiyle bir süre kullanmışlardır.), Danışmentliler döneminde Ahmet Gazi Sarayı, Selçuklular döneminde Sultan Mesut Sarayı (Aşağı Saray) Pervaneoğulları döneminde Muniiddin Pervane Sarayı ve Osmanlılar döneminde de bugün hala Saray Düzü olarak bilinen mevkide yer aldığı düşünülen Beyler Sarayı'nın inşa edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Çakallar Mevkii'ne 3 km. mesafede yer alan Kaya Paşa Suyu mevkiinde Köşklü Kaya olarak bilinen ve Çelebi Mehmet başta olmak üzere şehzadelerin avlandığı bu sahada da bir köşk yaptırıldığı bilinmektedir.

Günümüze gelmemiş olmalarına rağmen yerlerini tespit etmeye çalıştığımız 5 saray ve 1 köşkten oluşan bu yapıların yer seçimi üzerinde durulmuş ve neden bu yerlerin seçilmiş olabileceği tartışılmıştır. Bu tartışma neticesinde yönetici evi olarak isimlendirdiğimiz bu mekanların kentin fiziki oluşumuna etkisi ele alınmıştır. Ayrıca kentin Türk-İslam döneminden itibaren dini bir kimlik kazanmaya başlamasıyla birlikte yoğunlaşan dinsel yapıların fiziki oluşum sürecine katkısına da kısaca yer verilmiştir.

Saray olgusunun kentin fiziki oluşumuna etkisini ayrıntılı şekilde vermeye çalıştığımız bu çalışmada; kentin fiziki yapısının şekillenmesinde (Türk-İslam döneminden itibaren) ordu (Otağ-ı Hümayun)-saray arasındaki siyasi ve fiziki paralellikler ele alınmıştır. Böylece kentin, 1075 yılında Melik Danışment Gazi tarafından Bizans valisi Jutateüs'u yenerek ele geçirilmesinden itibaren kentte ordunun konakladığı yerler ile inşa edilen saray ve köşklerin yer seçimi arasında bir paralellik olabileceği üzerinde durulmuş ve bu paralelliğin fiziki şekillenmeye etkisinin kaçınılmaz olduğu düşünülmüştür.

Çizim 1: Amasya'nın Topoğrafik durumu (İller Bankası Halihazır Haritalarından ve Genel Kurmay Başkanlığı Haritalarından Yararlanılarak Çizilmiştir.)

Çizim 2: Roma Döneminde Amasya.

Çizim 3: 15. Yüzyılda Amasya Kentinin Fiziki Dokusu.

Resim 1: Amasya Kalesi ve Yeşilırmak (H.J. Van Lennep 1870).

Resim 2: Amasya kalesi (Milli Kütüphane Süreli Yayınlar Kolleksiyonu) "Pazmaveb Venediğ 1861".

Resim 3: Kızlar Sarayı Hamamı.

Yrd. Doç. Dr. İnci A. BİROL



SİVİL MİMARİMİZİN İNCİLERİNDEN AMCAZADE HÜSEYİN PAŞA YALISININ BEZEMELERİ

Bilindiği gibi vakıf kurumlarının kuruluş gayesi, başta insan olmak üzere bütün yaradılanlara yardımdır. Kadim bir geçmişe sahip vakıf geleneği, hemen her dinde görülmüş olup insanların yardım ve hayır yapmak ihtiyacının kurumlaşmış şeklidir. Zaman içinde yıpranmış olsa da yok olmamış, günümüze kadar devam etmiştir. Merkezinde insan bulunan ve bütün yaradılmışları kucaklayan bu hayır müessesesinin hedefinden sapmadan hizmetini sürdürmesi ve gelecek nesillere aktarılması, toplumların vakıf ruhuna sahip olması, bu kurumları sevmesi ve benimsemesi ile mümkündür.

Sanat ise ait olduğu toplumun aynasıdır. Bu aynaya bakan insan, o toplumun tarihini, geleneklerini, inançlarını, hayata bakışını, kültür seviyesini, felsefesini, kısaca yaşanmış maddi ve manevi bütün dünyasını seyreder.

Günümüze kadar varlığını korumuş vakıf eserleri ise hem var oluş gayesi, hem de sahip olduğu sanat değerleri bakımdan son derece önemlidir. Zira bu ata mirası eserler sayesinde, vakıf ruhu gelecek nesillere taşınabilir, geçmiş ile gelecek arasında kültür köprüleri oluşturulur. Aynı zamanda bunlar, ait olduğu milletin kimlik belgeleri ve medeniyet ölçüsüdür. Milletçe bu eserlerin benimsenerek üzerine titrenmesi, devrinin özellikleri yok edilmeden korunması ve yaşatılması gerekir. Bir milletin dünya haritası üzerindeki yeri, milli kimliğinin itibarı ve devamlılığı, halkının bu şuur ve anlayışta olmasına bağlıdır.

İşte Vakıf Haftasının etkinlikleri sırasında bu düşüncelerle dolup taştığımız bir günde, müstesna bir vakıf eseri olan Amcazade Hüseyin Paşa yalısını hatırlayarak yad etmek istedik. Bir anda kırk sene evveline giderek Süheyl Ünver Hocamız ile yapılan bir Boğaz gezintisinde tanıyarak cazibesine kapıldığımız bu müstesna eserden alınmış belgesel bir bezeme örneğini, arşivden çıkarıp okuyuculara tanıtmanın faydalı olabileceğini düşündük (Res. 1).

Yahya Kemal Boğaziçi hakkında diyor ki;



"İstanbul medeniyetinin yarısı Bizans, yarısı Türk’dür. Ama Boğaziçi medeniyetinin tamamı Türk’tür. Boğaziçi Türkler ile var olmuştur." Bu var oluş içinde kıymetli bir yer işgal eden ve sivil mimarimizin nadide incilerinden Amcazade Hüseyin Paşa yalısını, bütün ihmal ve kadirbilmezliğe gözlerimizi, kulaklarımızı kapayarak, üç yüz senelik muhteşem geçmişi içinde, bezemeleriyle hatırlamaya ve tanıtmaya çalışacağız.

Anadolu Hisar’ında vapurdan inerek Vaniköy’e doğru sahil boyunca birkaç metre yürünürse, sırtını yabani otların kapladığı büyük yeşil koruluğa dayamış, Köprülüler veya Amcazade Hüseyin Paşa adıyla anılan yalının son uzantısı, iki katlı ahşap divanhanenin varlığı, hemen fark edilmese de hissedilir. Çünkü bu mütevazi yalı, adeta çileli ömrünün sırları içine gizlenir gibi bahçeyi kaplayan otlar arsında da hemen göze görünmez. Fakat bu müstesna esere bir de boğazın sularından bakılırsa, bütün azim ve gayretini toplayarak bükülmüş belini payandaların desteğine dayamış, zorlukla ayakta kalmaya çalışırken, küskün ve sitemkar çehresiyle boğazın mavi sularında perişan halini seyrederken görülür (Res. 2)

Şüphesiz insanlar gibi eşyanın da bir alın yazısı vardır ve bu yazı, onları var eden tarafından değiştirilemez. İstanbul yangınlarında nice paha biçilmez yazma eserler kül olurken, niceleri de kaderlerinin çizdiği yoldan geçerek Topkapı Sarayında saltanat sürmekte veya müze ve kütüphanelerde korunma altındadır. Acaba hangi sanatkar, binbir hayaller içinde meydana getirdiği eserinin akıbetini bilmeye muktedirdir?

Köprülüler Yalısı da kaderine boynunu bükmüş bir mü’min sabrı ile akıbetini beklerken, düşkün haline rağmen asırlar ona, asaletinden bir şey kaybettirmemiştir. Nitekim Süheyl Hoca 1956 da yalı hakkında yazdığı küçük kitabında, mimaride klasik devrin şaheseri olarak tanıttığı bu yapıyı, 19-20 yaşlarındaki bir güzelin iki buçuk asır sonraki haline benzetir ve "Güzel ihtiyarlamış. Fakat güzelliğinin izleri kaybolmamış" diyerek adeta teselli bulur. Her şeye

rağmen bu yalıyı, geçmişine uzanarak saltanatlı günleri içinde tanımak ve seyretmek istersek, duyacağımız hayranlık ve üzüntü kimbilir iç ağrılarımızı ne kadar arttıracak ve içimizi sızlatacaktır!

Yalı Köprülüler soyundan gelen ve (1697-1702) tarihleri arasında sadrazamlık yapan Amcazade Hüseyin Paşa tarafından, vakfiyesinde belirtildiği üzere 1700 yıllarında yaptırılmıştır1. XVII. yüzyılın sonlarında esmeye başlamış Avrupa üslubunun etkisinde kalmayarak, hem mimari, hem de tezyini bakımdan milli benliğini en güzel şekli ile korumuş müstesna bir abide örneğidir. Bunun için daima yabancıların ilgi ve hayranlık odağı olmuştur. Fakat ne bu ilgi, ne de Türk mimarisinin mutena temsilcisi oluşu onu, bugün içinde bulunduğu perişan halden kurtarmaya yetmemiştir.

İmzalanan Karlofça Anlaşması’nın kararlarını tasdik ettirmek üzere İstanbul’a gelen Avusturya elçisi Oettingen yalının ilk şeref misafiri olmuş ve şatafatlı bir törenle bu yalıda ağırlanmıştır. Aynı yılın yaz aylarında Üsküdar Sarayında kalan Sultan Mustafa, sadrazam tarafından bu yalıda düzenlenen ziyafete gelmiştir. Birkaç gün sonra gene bu yalı Leh elçisini ağırlamıştır. Yalının bu görevi Amcazade Hüseyin Paşa’nın vefatından sonra da bir müddet devam etmiştir.

Yalının güney tarafında, sahilde bulunan iki ahşap binası ve hamamı, 1860 yıllarında yok olmuş, sadece boğaza uzanan iki katlı divanhane veya selamlık denilen bölüm kalmıştır. Bu gün denize uzanmış, tek katlı bir yalı olarak görülen bu kısımda, 1840-1850 yıllarında çizilen krokisinden anlaşıldığı üzere, arka tarafında iki sütunla ayrılmış iki sofa ve bunlardan birinci sofanın önünde giriş holü bulunuyormuş. Ayrıca ilk sofanın iki yanında birer hela ve abdest almak için odalar ile merdiven aralıkları varmış. Fakat daha sonra bu plan değişikliğe uğramış, bazı kısımlar kaldırılarak arka cepheye ahşap bir konak yapılmıştır. Bu konak, uzun seneler yabancılar tarafından yaz ayları için kiralanmış ve onların ilgi odağı haline gelmiştir2.

Daima yabancıların hayranlığını kazanmış olan bu yapı, Fransız romancısı Pierre Loti’nin de dikkatini çekmiş, kurtarılması için girişimlerde bulunmuştur. Fransız elçisinin eşi Madame M. Bompard’ın öncülüğünde, İstanbul’daki tarihi eserleri korumak için kurulan bir topluluk, yalının rölövelerini çizdirip altın varak kullanarak işlenen renkli nakışların aynen kopyasını yaptırmıştır. 1915’de albüm halinde bastırılmış bu eser, bize yalının geçmişini anlatan önemli bir belge teşkil etmektedir (Res. 3).

Aşı boyalı bu köşkün saltanatlı yıllarında da dış mimarisi, içerisindeki göz kamaştıran güzelliği ve ihtişamı herhangi bir şekilde açığa vuracak nitelikte değilmiş. Dıştan bu sade ve mütevazi görünüşüne rağmen içinde gizlediği muhteşem güzellik ile yalı, Türk mimarisindeki milli sanat üslubunun, hayatta kalan en güzel temsilcisi olmuştur.

Zira bilindiği gibi Türk’ün Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan engin sanat dünyasında, tıpkı bir zincirin halkaları gibi iç içe geçerek devam etmiş, hakim ve belirgin bir milli sanat üslubu, zaman zaman incelse de kopmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlardan ilk akla gelenler; güzellikleri sadelik içinde ifade etmek ve eserde yansıtmak, eserin dışından çok iç güzelliğine önem vermek, daha çok içini bezemek. Sanatkar realist ve hayranlıkla baktığı alemde olayların özünü yakalamak istemiş ve bunları veciz ifade tarzıyla anlatmayı tercih etmiştir. Nitekim Türk sanatı, gene en veciz ifadesi ile şöyle tarif edilmiştir; "Dışta sadelik, içte ihtişam. İşte Türk sanatı."

Kaynaklardan öğrenildiği gibi, bu muhteşem yalı mimarisi kadar iç tezyinatı ile de eşine ender rastlanacak bir örnek eser. Halbuki Türk sanat tarihinin en ihmale uğramış, hakkı ile incelenmemiş hatta unutulmaya yüz tutmuş bir dalı olan tezyini sanatlar, pek çok örneği gibi bu mimari eserde de muhteşem bir görünüşe sahipmiş. Fakat maalesef

____________________________________________________________________________

1 Dr. Feridun Nafiz Uzluk’un yayınladığı ve Nazım Divan’ında bulunan bir tarih beyitine göre 1699 (H. 1111) senesinde inşa edilmiştir.

2 Semavi Eyice, "Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı" TDV. İA, C. 3, s.11-12.

yok olup gitmiş. Ümit ediyoruz ki, eldeki belgenin yayımlanması belki bu sanatın hatırlanmasına ve yalıya yapılması beklenen tamirde dikkate alınmasına vesile olur. Nitekim (Res. 4) Catennaci’nin bu gravüründe ayrıntılara inemesek de görünen muhteşem görüntü, yalının iç tezyinatı hakkında fikir vermeye yetiyor.

Günümüze kadar gelen kısım, üç kollu, (T) şeklindeki salondan ibarettir. Fakat yalının iç düzenini koruduğu yıllarda, divanhanenin orta bölümünden bursa kemeri ile ayrılan üç çıkması, ahşap kepenklerle örtülen pencerelerle çevrilmişti. Pencerelerin üst kısmında, mukarnaslı bir silme üzerine oturan raflar bulunmaktaymış. Bu raflar 5 m. kadar olan duvar yüksekliğinin ortasında yer alıyormuş. Böylece bu pencereler sayesinde yalının üç cepheden aldığı Boğaz manzarası korunmuş, fakat üst kısımlarının kapalı olması, öğleden sonra güneş batıncaya kadar içeri giren dayanılmaz ışık fazlalığını önlemiştir.

Orta kısımda üç eyvan halinde açılan hafifçe yüksek çıkıntılar üzerinde sedirler varmış. Merkezde mermer döşeli kare bir alan, ortasında fıskiyeli bir havuz bulunmaktaymış. Bunun yeri halen belliydi. Fakat zamanında burada var olan, yekpare mermerden işlendiği ileri sürülen bir havuz, ajurlu mermer işçiliğinin en mükemmel örneklerinden sayılıyormuş. Aynı zamanda havuzun fıskiyesinden saçılan sular, hem su sesinin Türk kültüründeki yerini ve önemini gösteren bir simge teşkil etmekte, hem de su üstündeki ışınların loş tavan ve duvarlardaki hareketli yansımaları, bu yansımaların tezyin edilmiş alanlardaki altın varaklar üzerinde meydana getirdiği parıltılar, rüya alemi gibi, doyulmasına imkan olmayan muhteşem bir mekan yaratıyordu. Böylece elde edilen büyüleyici ve anlatılması zor muhteşem güzelliğin, ancak odanın içinde bulunup yaşanarak anlaşılabileceği söylenmektedir (Res. 5).

Kubbe ve yan tavanların göbekleri geometrik üslupta bezenmiş olup, merkezlerde mukarnaslı sarkma topuzlar bulunuyormuş (Res. 6). Orta kubbe ile çerçeveler arasında kalan bölünmüş paftalarda gül motifleriyle bezenmiş kare ve üçgen desenler yer almıştır (Res. 7-8).

(Res. 9) Bu bezemelerdeki paftalar, kitabeli zencerek tarzında kenar suları ile ayrılmıştır. Bu ara sularının kitabe boşluklarında, altın zemin üzerinde kurdeleli gül buketleri, Türk buketinin bütün özelliklerini taşımaktaydı. Şerit içinde ise mavi zemin üzerinde, sarı renkteki beşli pençlerin meydana getirdiği kenar suyu deseni dolaşıyor ve dilimli daire boşluklarda gene altın zemin üzerinde, kırmızı renkte, beşli pençlerle tasarlanmış çark-ı felek üslubundaki desenler yer alıyordu. Bu küçük kenar suyu deseni, maalesef örneklerine sahip olamadan kaybolmuş diğer bezemeler hakkında bir fikir vermektedir (Res. 10).

Fakat resimlerde görülen bazı kenar suyu desenleri bu mükemmellikte değildir. Hem motif hem de desen bakımından yalı bezemelerinde rastlanan bu tezat, daha sonraki yıllarda yapılan tamirler sırasında bazı bezemelerin bozularak yenilendiğini düşündürüyor (Res. 11).

İç mekan tamamen nakışlı ahşap kaplama ile örtülmüştü. Kapı ve dolap kapaklarında, tel ve fildişi kakma tekniği yanında renk kullanılmamış, bazı alanlarda ise, sadece altın varak ve siyah-beyaz renkle yetinilmiştir. Bu renk tasarımı bezemelerde bir uyum ve asalet yaratmıştır.

Duvar panoları içinde yarı üsluplaştırılmış çiçeklerle tasarlanmış, büyük boy buketler yer almıştır. Bu buket desenleri arasında, gözü bıktırmayan, uyumlu farklılıklar mevcuttur3 (Res. 12).

Bu mücevher eserin boğazın sularına doğru uzanan son bölümü divanhane veya misafirhane kısmı, taşıdığı özelliler ile hem mimarideki, hem tezyinattaki milli üslubun elden gitmekte olan kıymetli temsilcilerindendir. İhmal yüzünden hızla çökmeye başlayan yalı, 1947’de ufak bir tamir görerek çökmekten kurtarılmışsa da bu teşebbüs yeterli olamamış, aile içi hukuki pürüzler buna mani teşkil etmiştir (Res. 13).

____________________________________________________________________________

3 Sedat Hakkı Eldem, "Köşkler ve Kasırlar II", D.G.S.A. Yüksek Mimarlık Böl., 1974, s.150-178.

KAYNAKÇALAR:

DOLU, Edibe : "Boğaziçi’nin Aşı Boyalı Ev ve Yalıları", Tercüman Gaz. (13-Ekim-1982).

ELDEM, Sedad Hakkı : "Köşkler ve Kasırlar -II-", D.G.S.A. Yüksek Mimarlık Böl. 1974.

ELDEM, Sedad Hakkı : "Boğaziçi Yalıları II, Anadolu Yakası", Koç Vakfı, İstanbul,1994.

ELDEM, Sedad Hakkı : "Boğaziçi Anıları", Alarko Eğitim Tesisi, İstanbul, 1979.

ERDENEN, Orhan : "Boğaziçi Sahilhaneleri 1", İBB Kül. İşleri Dairesi, İstanbul, 1993.

EYİCE, Semavi : "Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı", TDV. İA. C. 3, s.11-12, 1991.

KOÇU, R. Ekrem : "Anadoluhisarı’nda Meşruta Yalı", İstanbul, A. II, s. 823-827.

KURUYAZICI, Hasan : "Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı", Yapı Dergisi, S. 258, s. 70-76, 2003.

SALADIN, H.-MESGUICH, Rene : "Le Yali des Keupruli a Anatoli Hissar", Paris, 1915.

SALADIN, H.-MESGUICH, Rene : (Çeviren: GÖKTEKE, Elif ) "Anadolu Hisarı’nda Köprülü Yalısı", P Dergisi, S.19, s.130-139, 2000.

ÜNVER, A. Süheyl : "Anadolu Hisarında Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı", İstanbul, 1956.

TAMER, Cahide : "Amcazade Yalısı ve Manzumesi Onarımları", Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 2001.

NAİL, Mehmed Seyyid : "Nazim" Divan s.131, İstanbul, H.1257.

NEZİH, Uzel : "Köprülüler Yalısı", Hayat Tarih Mecmuası, S. 8, s. 88, 1965.

PARMAKSIZOĞLU, İsmet : "Silahdar" Nusretname, İstanbul, 1962-66.



Resim 1: Profilden Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı.

Resim 2: Cepheden Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı.

Resim 3: Fransız ressam Th Fzere'nin yağlıboya tablosu. XIX. y.y. ortalarında Amcazade Hüseyin Paşa yalısı.

Resim 4: Catennaci'nin gravürü.

Resim 5: Havuzun tepeli hali ile divanhanenin iç görünüşü. (1860-1870)

Resim 6: Tavan rölövesi.

Resim 7: Bursa kemeri ayrıntısı.

Resim 8: Yan ve orta tavan bezemelerinden ayrıntılar.

Resim 9: Yalının iç süslemelerine ait parçalar, (İstanbul Vakıf İnşaat Eserleri Müzesi teş. 1698) (TDV. İ.A., C.3, s.11).

Resim 11: Yalının iç bezemelerinden ayrıntılar.

Resim 10: İnci A. Birol tarafından, Dr. Süheyl Ünver arşivinden 1/1 ebadında fırça ile çalışılan (1964) kitabeli zencerek kenar suyu deseni.

Resim 12: Pano içindeki buketlerden biri.

Resim 13: Profilden Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı.

Prof. Dr. H. Örcün BARIŞTA



OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ 19 VE 20. YÜZYIL SEDEF İŞLERİNE

İSTANBUL TÜRBELERİNDEN SANDUKA PARMAKLIKLARI ÖRNEKLER

Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul’da bir çok türbe vardır. Bu türbelerin bir grubunda gömülü bulunan ölülerin sandukasını kuşatan parmaklıklar bulunmaktadır. Bir açıklığı süsleyerek bir tür perde ile örtmek, merdivenleri sınırlayarak düşmeyi önlemek v.b. gibi amaçlarla oluşturulmuş şebekelerden, korkuluklardan farklı işlevle tasarlanmış parmaklıklar sandukanın çevresini kuşatarak ona mekanda ayrı bir yer vermek, sandukaya belli bir ölçüyle yaklaşabilmek, saygı ve sevgi ile, sandukanın çevresini dolaşabilmek ve dua etmek için duracak yeri ince bir uyarı ile belirtmek ve sandukayı estetik yaklaşımla süslenmiş, sıcak bir çerçeve ile kuşatmak amacıyla oluşturulmuştur. Dikdörtgen gövdeli, bu kuruluşlar genellikle dört dikme biçiminde düşey kayıt arasına oturtulmuş yatay kayıtlarla birbirine bağlanan parmakçalıklar yada birbirine ulanan tablalardan meydana getirilmiştir. Sandukayı bir çit bir kafes gibi kuşatan dikmeler arasına yerleştirilmiş tablalardan oluşan çeşitlemeleri de bulunan sanduka parmaklıkların metal ve ağaçtan yapılmış örnekleri vardır. Ağaçtan yapılmış olanlar kullanılan malzeme göz önüne alınarak yalnız ağaç kullanılarak yapılmış parmaklıklar, ağaç yanı sıra sedef, bağa, fildişi, taş, cam v.b. süsleyici gereçler kullanılarak yapılmış parmaklıklar olarak iki ana başlık altında kümelenmektedir. Örnekler arasında Hürrem Sultan Türbesi’ndeki sanduka parmaklığı ile Gülbahar Sultan Türbesi’ndeki sonradan yapılmış kollektif işlevli sanduka parmaklığı hiçbir süsleyici gereç kullanılmadan yalnız ağaçtan yapılmış örnekler olmasıyla diğerlerinden ayrılmaktadır. Şehzade Türbesi’ndeki sanduka parmaklığı ise sedef dışında fildişi kullanımıyla ayırt edilmektedir. Süsleyici gereçler kullanılarak yapılmış sedef işi ile bezenmiş sanduka parmaklıkları sayıca çoktur ve çeşitlemelerine hanedan türbeleri ile dinsel kişilikli türbelerde rastlanmaktadır. Mimariyle bütünleşen, onun iç dekorasyonunu tamamlayan, kuruluşlarıyla taşınabilir nitelikleri bulunan bu parçalar ağaç işlerinin bazı taşınabilir nitelikteki kültür varlıklarında gözlenmeyen teknik uygulamaları dışında kullanılan süsleyici gereçleriyle yeni yaklaşımları sergilemeleri yanı sıra estetik değerleri ile önem arz etmektedir. Bu bağlamda sanduka parmaklıkları bilim adamlarının ilgisini çekmiş ve bazı yayınlar yapılmıştır. Örneklersek:

Hakkı Önkal1, "Osmanlı Hanedan Türbeleri" isimli eserinde türbeleri tanıtırken parmaklıklara da eğilmiş bu yapılarda kaç sanduka bulunduğunu kayıt etmiş ve bunların sedef işi ile bezenmiş olanlarına dikkat çekmiştir. Baha Tanman ise Eyüpsultan Külliyesi2, Merkez Efendi Tekkesi3, Yahya Efendi Tekkesi4, konulu makalelerinde bu anıtsal kuruluşları tanıtırken Eyüpsultan, Merkez Efendi, Yahya Efendi, Şehzadeler ve Kadınlar türbelerindeki parmaklıklarla ilgili bilgilere de yer vermiştir.

Doğan Kuban ise Yavuz Sultan Selim Külliyesini tanıtırken sedef kakma bir ahşap parmaklıkla yapılmış maksuranın içinde I. Selim sandukasına5 değinmiştir.

Ancak farklı amaç ve bakış açılarıyla kaleme alınmış bu çalışmalarda: Sanduka parmaklıkları ayrı bir başlık altında toplanarak bunlara toplu bir bakış yapılmamış, bunların tarihleme problemlerine detaylı olarak eğilinmemiş ve bunların görsel nitelikleri yapılış biçimi (formu), boyutları, kullanılan gereç, uygulanan teknik, süslemede seçilen konular, biçimlendirme ve kompozisyon, sırasıyla ele alınarak kayıt edilmemiş ve bunları analoji ile gruplayan bir çalışma yapılmamıştır.

Bu makalede amacımız İstanbul türbelerinde yer alan sandukaların çevresini bezeyen sedef işi parmaklıklar üzerinde bir durum saptaması yapmak, özellikle ağaç işlerinin sedef işçiliğinde bazı bilinmeyen teknikleriyle bazı boşlukları dolduran

____________________________________________________________________________

1 Hakkı Önkal, Osmanlı Hanedan Türbeleri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1992.

2 Baha Tanman, “Eyüpsultan Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı, İstanbul, 1994, C.3, s.238, 242.

3 Baha Tanman, “Merkez Efendi Tekkesi”, Surların Öte Yanı Zeytinburnu, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2003, s.109. Ayrıca bkz. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.

4 Baha Tanman, “Yahya Efendi Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı, İstanbul, 1994 , C. 7, s. 411, s. 410.

5 Doğan Kuban, “Sultan Selim Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı, İstanbul, 1994 , C. 7, s. 63.

19. yüzyıl ve 20. yüzyıl ilk çeyreğine tarihlenebilecek bir grup sedef işi ile bezenmiş parmaklığın tarihleme problemlerine eğilmek, bunların görsel nitelikleri, yapılış biçimi, boyutları, kullanılan gereçler, uygulanılan teknikler ve süslemede seçilen konular, biçimlendirme ve kompozisyon sırasıyla belgelemek, analoji yoluyla gruplayarak tanıtmaktır. Bu bağlamda 20. yüzyılda onları koruyarak 21. yüzyıla taşınmalarına katkıda bulunan Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Türbeler Müdürlüğüne teşekkür etmektir.

"Yazılı ve Görsel Kaynaklardan Sağlanan Parmaklıklarla İlgili Bilgiler" ve "Günümüze 19 ve 20. Yüzyıl İlk Çeyreğinden Ulaşan Sedef İşi Parmaklıklar" olmak üzere iki üniteden oluşan çalışma İstanbul örnekleri ile sınırlıdır. Bu nedenle İstanbul dışında örneğin Bursa’daki Orhan Gazi Türbesi’ndeki Orhan Gazi’nin sandukasını kuşatan sedef işi parmaklık kapsam dışı bırakılmıştır.

Yazılı ve Görsel Kaynaklardan Sağlanan Parmaklıklarla İlgili Bilgiler

Günümüze ulaşan bazı örnekler yazılı ve görsel kaynaklardan sağlanan bilgiler sanduka parmaklıklarının 19. yüzyıldan önceki yıllarda da varlıklarına işaret etmektedir. Bilindiği gibi İstanbul’daki türbelerdeki sedefkari parmaklıkların bir grubu yapı yapılırken oturtulmuş bir grubu ise ya bazı türbelere sonradan bazı kişilerin gömülmesi, parmaklıkların eskimesi, ya yapılan onarım sırasında defin yerinin gözden geçirilmesi sırası yada 1718, 1766 ve 1894 yıllarındaki zelzelelerden6 sonra yapılmıştır. Kalan örnekler dışında bu konuda bazı yazılı ve görsel kaynaklardan sağlanan bilgiler de bazı sanduka parmaklıklarının değişmiş olduğu görüşünü desteklemekte bazıları ise yapılış tarihleri ile ilgili ip uçları vermektedir. Örneklersek:



Hadikatü’l Cevami’de Fatih Türbesi tanıtılırken “Halid Bin Zeyd Ebu Eyyubi‘l Ensari Türbesi’ndeki sandukasının etrafındaki gümüş şebeke yapıldığında büyük sultanların sandukaları etrafında bulunan (musaddef) sedefle bezenmiş tırabzonlar da yapılmıştır. Bu hayrın icadına bais Sultan Ahmet-i Salis (III) dır. Karşı Türbede iki saraylı ve bir kerime ile birlikte yatan Fatih’in eşi Beyazıt‘in annesi Gülbahar Sultan’dır. Burada dört sanduka vardır“7şeklinde bilgiler verilmektedir.

Görsel kaynaklar arasında ilgi çeken bir eser D’Ohsson‘un 1787 yılında Paris’de yayınladığı "Tableau General de L’Empire Ottoman" isimli eseridir. Bu eserde yansıtılan yapılar arasında türbelere de yer verilmiştir. Hatice Turhan Türbesi, Fatih Türbesi, Eyüp Sultan Türbesi’nde sandukaların çevresinde sedefle süslenmiş izlenimi veren parmaklıklar gözlenmektedir8.

Baha Tanman, Eyüpsultan Külliyesini tanıtırken I. Ahmet 1016 (1607 M.) Dönemi’nde Türbenin onarıldığı, Eyüp sandukasının çevresine gümüş telden yapılmış bir şebekenin konduğu daha sonra bu şebekenin III. Ahmet Döneminin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından onarıldığı bilinmektedir demekte ve III. Selim‘in son mısraı ebcetle 1207 (1792 M.) tarihini veren som gümüşten şebekeyi buraya koydurmuş olduğunu eklemektedir9.

____________________________________________________________________________



6 Celal Esat Arseven, Türk Sanatı, C.V, s.341.

7 Ayvansarayi Hüseyin Efendi, Ali Satı Efendi, Süleyman Besim Efendi, Hadikatü’l Cevami İstanbul Camileri ve Diğer Dini-Sivil Yapılar, Hazırlayan, Ahmet Nezih Galitekin, İstanbul, 2001, s. 49.

8 Mustafa Sevim, Gravürlerle Türkiye, İstanbul 2, Kültür Bakanlığı, Ankara 1966, bkz. Tablolar 118, 137, 64, 70.

9 Tanman, a.g.m., s. 238-242. Şebeke için ayrıca bkz. Erman Güven, Eyüpsultan Türbesinin Hat Sanatı Açısından Değerlendirmesi, Tarihi Kültürü ve Sanatıyla IV. Eyüpsultan Sempozyumu, 2000, s.316 ve Eyüpsultan Türbesine Vakfedilen Eserler, Tarihi Kültürü ve Sanatıyla II. Eyüpsultan Sempozyumu Tebliğler.

Yukarda söz edilen eserdeki D’Ohsson‘un Hatice Turhan Sultan Türbesi betimlemesinde dört dikme ile oluşturulmuş dikdörtgen biçimli bir parmaklıkla kuşatılmış sanduka ve beş çocuk sandukası yer almaktadır. Bu parmaklığın ön cephesinde köşelerdekiler babalarla taçlandırılmış yedi parmaklık görülmektedir. Bu gravür türbenin 18. yüzyıldaki durumunu belgelemesi diğer gravürler ise sedef parmaklıkların varlığını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

İç mimari çizimleriyle ilgi çeken başka iki eser Jose Maria Juannin ile Jules Van’ın 1840’da Paris’de yayınlanan, "Turquie" isimli eserlerindeki Fatih Türbesi10, ve Giulio Ferrrario‘nun Frenze‘de 1827’de yayınlanan, "II Costumo Antico e Moderna Storia" isimli eserindeki Eyüp Türbesi11 betimlemeleridir. Bu örnekler D’Ohsson’daki yansıtımlara benzemektedir12. Bu betimlemelerde Fatih Türbesi’nde köşeleri babalarla taçlandırılmış dikdörtgen biçimli ön cephesi dokuz parmakçalıklı bir parmaklık vardır. Günümüzde bu parmaklıklar görülmemektedir. Onların yerine metalden yapılmış sanduka parmaklıkları oturtulmuştur. Bilindiği gibi Fatih Türbesi’nin I. Abdülhamit zamanında onarılıp elden geçirildiği 1199 (1784-1785) tarihli kitabeden anlaşılmaktadır. 1865-66’da Sultan Abdülaziz’in türbeyi onardığı ve sedefli parmaklık yerine gümüş şebeke koydurduğu13 bilinmektedir.

D’Ohsson’un bu kaynakta başka bir betimlemesi II. Beyazıt’in annesi Gülbahar Hatun Türbesi’ni konu almaktadır. Burada ortası giriş için karşılıklı açık bırakılmış dikdörtgen sedefli izlenimini veren bir parmaklık içinde ortadaki daha büyük tutulmuş üç sanduka gözlenmektedir14. Oysa bugün türbede dört sanduka vardır ve bunlar yalnız ağaç kullanarak yapılmış parmaklıkla çerçevelenmiştir. Sanduka sayısı yukarıda değinilen Hadikatü’l-Cevami’deki bilgi ile örtüşmekte, buna karşılık D’Ohsson’un çizimindeki üç sandukaya uymamaktadır.

Anılarında türbelere de yer veren Amicis II. Mahmut Türbesini anlatırken ortada sanduka yükselir. ...etrafı dört büyük şamdanı içine alan sedef kakmalı bir parmaklıkla çevrilmiştir demektedir15. Aynı yazarın bu kitabına eklenen C. Biseo’nun yapmış olduğu gravürlerden birinde Kanuni’nin Türbesi’nin içini yansıtan bir çizime yer verilmiştir. Burada iki basamaktan oluşan bir kaide üzerinde yükselen çevresinde parmaklık bulunmayan sembolik bir lahit görülmektedir16. Buna karşılık Julia Pardoe’nun 1835 yılında Londra’da yayınlanmış olan "The Beauties of Bosphorus", adlı eserindeki Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’nde17 geometrik bezemeli bir dikdörtgen parmaklık arkasında sandukalar ve üç kavuk ile bu parmaklığın bir tarafında üç sanduka gözlenmektedir. Bu betimleme bugün türbenin içinde yer alan sanduka parmaklıklarına benzemektedir.

Günümüzde yapılan bir incelemede gözlenen sanduka parmaklıkları bazı ip uçları veren görsellerde yansıtılan sanduka parmaklıklarıyla karşılaştırıldığı zaman: Türbeler arasında Fatih Türbesi, Gülbahar Sultan Türbesi, Hatice Turhan Sultan Türbesi ile Eyüpsultan Türbesi’ndeki parmaklıkların değiştirildiği; Kanuni Türbesinde ise başka ağaç parmaklıkların devreye girdiği ortaya çıkmaktadır.



Hadikatü’l Cevami’deki bazı bilgiler bu görüşü desteklemektedir. Örneklersek Yeni Cami (Valide Sultan) konusunda bilgi aktarılırken, Hatice Turhan Türbesi’nde Valide Sultan yanı sıra yatanları oğlu Mehmet Han, Mustafa, I. Mahmut, III. Osman, Saliha Sultan, Hatice Sultan, Ayşe Sultan, Şehzade Süleyman 1145 (1732 M.), Sultan Mehmet, Sultan Hasan, Sultan Hüseyin, Sultan Mehmet 1170 (1756 M.), İsa 1118 (1706 M.), Sultan Selim 1120 (1708 M.), Sultan Numan 1178 (1764 M.), Sultan Seyfeddin 1145 (1732 M.), Sultan Abdülmelik 1122 (1710 M.), Sultan İbrahim 1133 (1721 M.), Sultan Murat 1120 (1708 M.), Sultan Selim 1120 (1708/9 M.) yatmaktadır denmekte ve III. Ahmet’in üç oğlunun adının Mehmet üç oğlunun adının ise

____________________________________________________________________________



10 Sevim, a.g.e., Tablo 69.

11 Sevim, a.g.e.,Tablo 63.

12 Sevim, a.g.e., Tablo 70, 64.

13 Önkal, a.g.e., s.228.

14 Sevim, a.g.e., Tablo 115.

15 Edmondo Amicis, İstanbul, Çev. Behnun Akyavaş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 382, 1986, s.410.

16 Amicis, a.g.e., s.411.

17 Sevim, a.g.e., Tablo 87.

Selim olduğunu eklenmektedir18. Bazılarının tarihleri de belirtilen bu döküm sonradan Hatice Turhan Türbesi’ne çok sayıda hanedan mensubunun gömüldüğüne işaret etmektedir.

Eyüp Sultan Camisini anlatılırken III. Selim’i Salis (III) 1207 (1792 M.) senesinde türbeyi onardığını ve sim şebeke kafes yapıldığından19 söz edilmekte ve parmaklığın değişmiş olduğuna işaret edilmektedir.

Öte yandan bu kaynakta 18 ve 19. yüzyıllarda yapılmış bazı gömülere de yer verilmiştir. Kitapta Laleli Camisi’nden söz ederken III. Mustafa ve III. Selim Türbesi’ne de değinilmekte ve Hibetullah, Mihrimah, Mihrişah, Fatma Sultanlar ve Şehzade Mehmet ile 1187’de ölen III. Mustafa’nın yanı sıra III. Selim’in burada yattığı belirtilmektedir20. Nuru Osmaniye Cami (Cami-i Şerif-i Osmaniye) Türbesi’ne değinilirken burada Sultan III. Osman’ın annesi Şehsuvar Sultanın gömülü olduğu21 söylenmektedir. Bu türbede II. Mustafa’nın eşi 1169 (1756 M.) de ölen22 ve III. Mustafa tarafından buraya gömdürülen Şahsuvar Sultan23 sanduka parmaklığı dışında bu türbede 19. yüzyıl özellikleri gösteren iki sanduka parmaklığı daha yer almaktadır.

Bütün bu bilgiler ve günümüze ulaşan sanduka parmaklıkları İstanbul türbelerini bezeyen sanduka parmaklıklarına toplu bir bakış yaparak bunların üzerinde yeni bir değerlendirme yapmanın gereğini ortaya koymaktadır.


Yüklə 2,35 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin