Yazı yaşamin her alaninda mücadeleye • Manşet sermaya saydirilarina faşİzme irkçiliğa karşI


MEDYA KÜLTÜRÜ : BEYNİMİZİ YİYORLAR



Yüklə 387,53 Kb.
səhifə5/8
tarix07.08.2018
ölçüsü387,53 Kb.
#67689
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8

MEDYA KÜLTÜRÜ : BEYNİMİZİ YİYORLAR
Medya kültürü : beynimizi yiyorlar

Günümüzde egemenler, insanları şiddetle geriletip tepki toplamak yerine, tepkileri engelleyecek yöntemler kullanarak insanları etkisiz hale getiriyorlar. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz kitle iletişim araçlarıdır. Bu yazıda tartışmaya çalışacağımız konu, televizyon programlarının, gazete konularının ve her köşe başında karşılaştığımız reklam ve ilan panolarının hiçbirinin tesadüflere veya kişisel tercihlere bağlı olmadığı, işlevlerinin, egemenlerce çok önceden belirlendiğidir. Bunu sosyo-psikolojik tezler öne sürerek ispatlamaktansa “iletişim” teriminden yola çıkıp, cıa raporlarına ve araştırmacıların verilerine dayanarak ispatlamayı daha anlamlı buluyoruz. Çünkü bugün, dünya egemenliğine oynayan abd, bunu, ancak ve en önce insanların zihinlerini denetleyebildiğinde başarabileceğini çok önceden keşfetmişti. Bu keşfini yönlendirdiği diğer ülkelerle de paylaştı. Bu sayede hem ideolojisini pazarlayıp, herkesi amerikalılaştıracak, hem de medya patronlarına yeni pazarlar açacaktı. Herşeyin tek amacı vardı: toprak fethetmekten daha zor olan beyinleri fethetmek.

Bugüne nasıl gelindiğini anlayabilmek için matbaanın keşfinden sonra ilk gazetelerin basılıp dağıtılmasıyla başlayan, insanların “yazılı söz”le iletişim kurdukları ve yazar neil postman’ın “tipografi çağı”olarak adlandırdığı dönemin (19. Yy.) Yapısından bahsetmek anlamlı olacaktır. O dönemde bilgi açlığı çeken insanlar, farklı politik görüşlerin uzun uzun anlatıldığı, tartışmaların yer aldığı gazeteleri büyük ilgiyle okuyorlardı. Bu çağın en önemli özelliği yazılı sözün karekterinden kaynaklı, düşünmeye, analiz etmeye, geçmiş-bugün-gelecek bağlamını oluşturmaya olanak sağlamasıdır. Yani o dönemde insanların okudukları her şey yaşamlarına dair bir şey ifade ediyor ve bir “eylem” oluşturuyordu. Alınan enformasyonun bağlamı bulunduğundan enformasyon-eylem birlikteliği vardı.(“eylem” ile kastedilen, sokağa dökülmekten çok, bireyin geçmiş tecrübeleriyle yeni bilgiyi harmanlayarak o günkü yaşamına dair bir fikir üretmesidir)

Fakat bu çağ uzun sürmedi. Telgrafın ve fotografinin icadıyla, gazetelerin de niteliği değişti. İnsanların yaşamlarında hiçbir anlamı olmayan bilgiler gazetelerin manşetlerine yerleşti ve gazeteler birbirleriyle en uzaktaki habere ulaşabilmek için yarışır oldular. Hiçbir bağlamı olmayan, geçmişten kopuk, bugün için anlam ifade etse bile geleceğe hiçbir anlam bırakmayan, kopuk cümlelerden oluşan, birkaç paragraftan ibaret haberler insanların zihinlerine saldırıyı başlattı. İşin sırrı ise “bol resim, az yazı”da gizliydi. Paragraftan oluşan haberin yanına kocaman bir fotoğraf da eklenince insanların zihinlerinin işleyişi ve yönelimi tam egemenlerin istediği doğrultuda değişmeye başladı. Yazı ile anlatılanı daha anlaşılır ya da vurucu kılmak amacıyla başvurulan görsel malzeme, başat malzeme oldu. Yazı alabildiğine kısaltılıp, görüntünün açıklayıcısı olarak kullanılmaya başlındı. Amaç artık en çok okunan değil, en çok bakılan gazeteyi yapmak oldu. Bu yeni yönelim ülkemizde karşılığını günaydın gazetesinde buldu. Gazetenin yayın hayatına toplumsal muhalefetinin güçlü olduğu dönemlerden birinde başlaması, egemenlerin asıl amacının muhalefetin tabanını oluşturan halk kitlelerinin zihinlerini yönlendirmek olduğunu anlatıyor. Artık enformasyon-eylem birlikteliğinden de söz etmek mümkün değildi.



Her taşın altında abd

İlk modern hükümet propaganda yöntemi 1. Dünya savaşı sırasında woodrow wilson yönetimi sırasında abd’de ortaya çıktı. Halk bir avrupa savaşına girmek için isteksizdi, gerek görmüyordu. Ama wilson yönetimi bir şekilde savaşa dahil olmakta kararlıydı. Ve creel komisyonu adıyla bir hükümet propaganda komisyonu kuruldu. Bu komisyon altı ay içinde pasifist bir halkı, alman olan her şeyi yok etmek, almanları lime lime etmek isteyen, savaş çığırtkanı bir halka dönüştürmeyi başardı. Bu başarıyı savaştan sonra yeni bir zafer izledi. Sendikaları yok etmede, basın ve düşünce özgürlüğü gibi tehlikeli sorunları bertaraf etmede hayli başarılı olan isterik “kızıl panik”i kamçılamada da aynı taktikler kullanıldı. Kullanılan en önemli taktik-araç ise kuşkusuz bizim de hiç yabancısı olmadığımız kolları kopmuş ve öldürülmüş bebek resimleriydi. Kurulan komisyonun nihai hedefi ise tüm dünyanın düşünce yapısını belirlemekti.



Rıza üretimi tekniği

Komisyonun en önemli adımlarından biri, toplumun kültür düzeyi daha yüksek, daha zeki üyelerinin düşüncelerini denetlemekti. Bu çok işe yaradı ve bir şey öğretti: devlet propagandası, eğitimli sınıflar tarafından desteklendiği ve hiçbir sapmaya izin verilmediği zaman büyük bir etki yaratabiliyordu. Bu düşünceye açıklık getirmek açısından amerika’da medyanın önde gelenlerinden, bir iç ve dış politika kuramcsı olan walter lippman’ın düşüncelerine bir göz atmak yararlı olacaktır. Lippman, “demokrasi sanatında devrim” olarak adlandırdığı şeyin, rızanın üretilmesi, yani yeni propaganda teknikleriyle halkın istemediği şeyleri onaylamasını sağlamak için kullanılabileceğini iddia etti. Bu gerekliydi, çünkü, ona göre “ortak çıkarlar, kamuoyunu tamamen arka plana atar.” Dı ve neyin feda edileceğini bilecek kadar akıllı ve sorumluluk sahibi insanlardan oluşan özel bir sınıf tarafından anlaşılır ve yönetilebilirdi ancak. Bu kuram yalnızca küçük bir seçkinler grubunun herkesi ilgilendiren fakat birçoğunun gözünden kaçan ortak çıkarları anlayabileceğini öne sürüyordu.

“ortak çıkarları” çok iyi anlayan, üstün niteliklerle kuşanmış topluluk, doğal olarak nüfusun küçük bir yüzdesini oluşturur. Onların misyonu; “diğerlerine” ne yapmaları gerektiğini söylemektir. “kendimizi şaşkın sürünün ayakları altına alınmaktan ve öfkesinden korumak zorundayız.”

Bir demokraside iki işlev vardır. İlki, uzmanlaşmış sınıfın yerine getireceği yürütme işlevi, diğeri de “şaşkın sürü”nün işlevi olan seyirciliktir. Fakat seyirci olmaktan daha fazlasına sahiptirler. Zaman zaman ağırlıklarını üstün nitelikli sınıfa duyurmalarına izin verilir. Yani “bizi senin yönetmeni istiyoruz.” Demelerine izin verilir. Çünkü devlet totaliter değil demokrattır. Sürü, bu işlevinin yerine getirdikten sonra tekrar seyirci konumuna dönmelidir. Burada yatan mantık, halkın onları anlayamayacak kadar aptal olduğudur. Halk işlerin yürütülmesine katılmaya çalışırsa sorun çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. “şaşkın sürü”yü yönetmek için egemenlerin tek şeye ihtiyaçları vardır; rıza üretmek. Bunun için araç çoktur: medya, okullar, ve popüler kültür... Okul eğitimi alabilecekler ancak, şaşkın sürüden ayrılıp uzmanlaşmış sınıfın bir parçası olabilirler. Şaşkın sürü ise başka bir yöne yöneltilmelidir, sorunların dışında tutulmalıdır ve bu durum garanti altına alınmalıdır. “askeri bir devlette bu kolaydır, kafalarının üzerinde bir sopa sallandırırsın olur biter, eğer yoldan çıkarlarsa kafalarına indiriverirsin. Fakat toplum daha özgür ve demokratik oldukça bu olanağı yitirirsin. Dolayısıyla propaganda tekniklerine yönelinmelidir. Mantık çok açık; totaliter bir devlet için sopa neyse, demokrasi için de propaganda odur. Bu akılcı ve iyidir, çünkü ortak çıkarlar, bir kez daha şaşkın sürüyü bertaraf eder ve onlar da ortak çıkarları seçemezler.”

Lippman’ın yüzsüzce savunduğu bu tez başta abd olmak üzere pek çok ülkede uygulanmış ve gelişen yeni tekniklerle hala uygulanmaktadır.

Creel komisyonu’nun yarattığı bu mantık, bugün dünya üzerindeki tüm egemenlerin ortak anlayışıdır. Bugün egemenlerin kitlelere yönelik en önemli saldırı aracı ise kitle iletişim araçlarıdır. Egemenler için bu araç o kadar önemlidir ki, bu silahın aynı diğer silahları (nükleer, biyolojik v.s.) Diğer halk kesimlerinin eline geçmemesi için herkesin olan gökyüzünü bile parselleyerek işlerine gelenlere pazarlamaktadırlar. Çünkü gökyüzünden evlere dolan mesajlar, nükleer silahlardan daha etkilidir.

İnsanlar kendilerine gelen mesajları çeşitli grup ilişkileri aracılığı ile açımladıklarında kendi yaşamlarının içinde katıldıkları, kitle iletişiminden, kendileri sistemin isteklerine uygun anlamlar çıkarmış olmaktadırlar.

Diziler ise dış gerçekliğin anlaşılmasına yardım edecek bir “bellek edindirme”den çok insanın reel yaşantısını “haklılaştırıcı” algı ve değerlendirme yinelemelerini amaç edinmişlerdir. İnsanları en çok etkileyen ve tepki duyulması gereken yayın şekilleri reklamcılık, eğlence programları ve haberlerdir. Çünkü devlet bunları truva atına dönüştürerek ruhlarımıza sokmaktadır.

Bunun en çarpıcı örnekleri yine abd’nin icraatlarında gözlenebilir. Abd bilgisizlendirme ve propaganda servisi usıa, 1989 baharında küba halkına karşı psikolojik saldırı başlatarak istikrarsızlaştırmayı amaçlamıştır. Merkezi, florida’da olan ve kaçak yayın yapan radyo marti ve tv marti kurulmuştur. Abd’nin hedefi küba halkının ruhu ve beynidir. Bu noktada tv marti’nin ilk yayınının “müsic television” mtv olması dikkat çekicidir. Bir diğer örnek de immediast* araştırmacıların bulduğu, davranış değişikliği sağlama, bilinçaltı algı manipülasyonu ve zihin denetimi taktiklerini içeren cıa’in hazırlayıp, nikaragualı teröristlere, kontrgerillalara dağıttığı psikolojik savaş el kitabıdır. İşte bu kitaptan bir alıntı:

“ aslında, siyasal bir savaşta, insan, asli hedef olarak düşünülmelidir. Gerilla savaşının askeri hedefi olarak algılanan insanın en kritik noktası zihnidir. Zihne bir kez ulaşıldı mı “siyasal hayvan” mermilere bile gerek kalmadan yenilgiye uğratılabilir...gerilla savaşının siyasal savaş olarak kavranması, psikolojik operasyonlarda sonuç almada en belirleyici etkini dönüştürür. O zaman hedef halkın, bütün halkın zihni olur. Bizim birliklerimiz, düşman birlikleri ve sivil halktır... İletişim soruyu sorma ve aynı soruya yanıt verme yoludur.”

Bir diğer örnek fred landis’in cıa’nın 1873’te şili’de çıkarılan günlük gazeteleri tarayarak ortaya çıkardığı, medyadaki zihin denetim mekanizmalarından biri olan “anlambilimsel fark”tır. Bu yöntem şöyle uygulanır. İlk olarak medya birimleri, hedef kitlenin günlük ev içi, kültürel ve ruhsal yaşamlarıyla derin duygusal çağrışımları olan kültürel simgeler belirler. Daha sonra bu simgeleri halkın bilinç dışına baskılar düzenlemekte kullanır ve cıa’nın ürettiği durumlara uygunluk içinde yankılanan ya da uzlaşmaz çelişki haline sokulan bilinçaltı haplar olarak manipule eder. “herhangi bir siyasi parti yöneticisine yönelik dolaylı saldırılar, hedef alınan kişinin yanına ilgisiz başlıklar, bilinçaltıyla algılanan propaganda ve önceden seçilmiş sözcük çağrışımlarının yanyana konmasıyla uygulanır. Anlambilimsel farktan doğan sözcük çağrışımları ile bilinçaltı hapların birleşik etkisi o kadar güçlüdür ki, başka her türlü mesajı-etkinin anlamını ve yan anlamlarını çürüten mesajları bile azleder.”

Devletin medya taktikleri, haber kisvesi altında bilinçaltı ve bilgisizlendirici emirler verir. Her kültürde varolan derin psikolojik gömüleri hedef alan devlet, bu gömüleri düşmanları için şeytani, kendi çıkarları içinse dini mucizeler ve iyi şans gibi şeylerle eşleştirerek ya da anlam çelişkisi yaratarak şok, terör, kafa karışıklığı, korku ya da belirsizlik yaratır.

Bunun en güzel örneklerini susurluk kazası sonrasında gördük. Kazayla gözler önüne serilen çete devleti, önce insanları şok etti. Sonra katillerle polis şeflerinin samimi fotoğrafları basına yansıdı, halk tepki gösterdi. Aylarca kafaları karmakarışık edecek birbirinden kopuk bilgi zihinlere dolduruldu. Halk tepkisini yönlendirecek net bir hedef bulamadı, devletin kontrolü altında,tepki gösterdi. Bir gazete haberinde çatlı’nın yaptığı kaçakçılıklar, işlediği cinayetler anlatılıyor, aynı haberin yanında meral çatlı’nın açıklamasının bir bölümü manşet yapılıyordu: ”kocam devlet adına çalışıyordu.” Bu yöntemlerle, insanlara “devletin bir bildiği vardır.” Dedirtiliyordu.

Amerikalıların kendi ülkelerindeki deneyimlerinden öğrenerek, sömürge ülkelere taşıdıkları önemli bilinç yönlendirme taktiklerinden biri de “biz” kavramında gizlidir. “biz” sınıflar üstüdür. Devlet yetkilileri, işverenler, işçiler, öğrenciler ve diğer halk kesimleri “biz”i oluşturur. Devlete ve işverenlere yönelik tüm tepkiler “biz”i yok etmeye yöneliktir. “biz” ülkemizde türkiye cumhuriyeti’dir. Cumhuriyet de, tüm halkın çıkarlarını koruyan, halkın varlık sebebidir. Direnişteki işçiler, eylemdeki öğrenciler, kürtler, hepsi halkın çıkarlarına karşı ayaklanmakta ve “huzurumuzu” kaçırmaktadırlar. İşveren ile işçi aynı çıkarlara sahiptir. Abd bu yöntemi 1936’da mohawk vadisi, bethlehem çelik grevi sırasında keşfetti. Grev kırıcıların ve saldırıların işe yaramadığı görüldükten sonra, halka, grevcilerin bozguncu oldukları, ortak çıkarlara ters davrandıkları propagandası yayıldı. Herkes amerikancılık için çalışmalıydı. Bu taktik başarıya ulaştı ve adı “mohawk vadısı formülü” oldu.

Bu yöntemin en etkili silahlarından biri ise, boş ve anlamsız sloganlardır. “türkiye cumhuriyeti’nin 75 yılı” sloganının bir anlam içerdiğini kim söyleyebilir. İşin püf noktası da budur zaten; kimsenin karşı koyamayacağı, herkesin yanında yer alacağı, çünkü kimsenin anlamını bilmediği, çünkü anlamı olmayan; fakat olmazsa olmaz değeriyle, dikkatimizi gerçekten anlamı olan bir sorudan (cumhuriyetten memnun musunuz?) Uzaklaştırmasıdır.

Halk, egemenler için hep bir sorun olmuştur. Onların dikkatleri hep başka yönlere çekilmelidir. Televizyonun önünde oturup, yaşamdaki tek değerin daha fazla eşyaya sahip olmak, izlediği zengin orta sınıf ailesi gibi yaşamak ve uyum içinde cumhuriyet gibi hoş değerlere sahip olmak olduğunu söyleyen mesajllara kafalarını doldurmak gerekir. Çarkıfelek, turnike, pembe diziler ya da şiddet filmleri seyrettirmek, arada bir de “türkiye cumhuriyeti’nin 75 yılı” gibi anlamsız sloganları tekrarlatmak gerekir. Daima ürkmüş halde tutulmalıdırlar, zira daima tehdit altındadırlar. Eğer bu tehditler ortadan kalkarsa düşünmeye başlayabilirler, bu da çok tehlikelidir, çünkü onlar aptaldırlar ve düşünceler onları “ortak çıkarlar”dan uzaklaştırabilir.

Evet, egemenler için hepimiz “şaşkın sürü”nün bir ferdiyiz. Hergün televizyonlardan izlediğimiz ve atalarımızın da söylediği gibi sürüden ayrılanları “kurtlar” yer. Sorun tüm bu gerçeklikleri bilerek koyun olmaya devam edip etmeyeceğimizdir. Sürüden ayrılıp, insanlıkta direnip direnmeyeceğimizdir. İşin bir garip tarafı da şudur; “insanlar koyunları sevmezler, yerler.”

*ımmediast; medyanın devlet ve şirketler elinden alınarak halk denetimine geçmesini isteyen ve bunun için mücadele veren grup... Aslolarak abd ve avrupa’da faaliyet yürütüyorlar.

Tarih’de Ve Gelecekte Sanat Gerçek Yolunu Bulur (2)
TARİH’DE VE GELECEKTE SANAT GERÇEK YOLUNU BULUR (2)

Kimilerinin teknik bilimleri, sanatın yerine koyması sık görülmekle birlikte, kapitalizm bu yöntemi tercih etmez. Onun henüz sanatla işi bitmemiştir.

Owen Gregory’nin bir ters ütopya yazını olan Mecciana (Üstün Devlet) romanında, insan varlığının kendine özgü olan taraflarını tamamen yok eden örgütsel işleyişler kurulmuştur. İnsanların yaşamlarını kontrol etmek üzere işletilen ‘Zaman Dairesi’ne bağlı ‘Halkı Eğlendirme Dairesi’ sanatın gerekliliği üzerinden bir eğitim öngörür. İnsanların doğumlarından itibaren amansız bir yarışın içinde olduğu gibi ilkel bir savla ve hiyerarşik bir şekilde işletilen bu yöntem, basit bir işbölümü üzerinden yürür, sanata katılma veya onu yapma süresi belirlidir ve sadece kodlanmış ilkelerle yapılması mümkün olmaktadır.

Gerçek ve yeni dünyada da sanata yüklenen misyon, faydacı bir gereklilik işlevidir fakat günümüzdeki işleyiş, ‘Üstün Devlet’teki biçimin daha ilkel olanıdır. Kapitalizm, sanatı satın almasının koşulları olmadığı zaman onu kendine mal eder. Orada sanatın dilinin çeşitli olması mümkün değildir. Şüphesiz bir takım insanlık değerleri kapitalizmde de dile getirilir, fakat bunların da baştaki amaç doğrultusunda deforme edilerek uygunlaştırıldığı görülür.

Kapitalizmde, sanatsal açıdan bazı başarıların toplumsal gelişmelere ve maddi altyapıya uymadığı durumlara sıklıkla rastlanır. (Burada sanatın kendi tutuculuğu bir kenara bırakılarak ampirik imgelerin toplum tarafından doğrulandığı söylenebilir.) Fakat bu durumda, sanat varoluş koşullarıyla çatışmadığı gibi bu koşulları bir sonuç olarak ortaya koyar. Sanatı, araç olarak değil, kendinde bir amaç olarak değerlendirmek, bir toplum algılaması yaratmak açısından daha anlamlı olacaktır.

Sanat elbette halkı kapsamak zorundadır. Fakat sanatın, halkın çok az bir kesimi tarafından izlenebildiği durumlarda fatura her zaman sanatçıya çıkarılmamalıdır. Sanatın elitleştirilmesi, toplumun sanattan (devletlerin uyguladığı politikaların da etkisiyle) uzaklaştırılmasıyla karıştırılmamalıdır. Yani halkın, sanatçıların yaptığı eyleme, yani sanata katılamaması sadece sanatta kullanılan üst dille ilgili değildir. Çünkü halkların sanata katılabilmesi için önce ona ulaşabilmesi gerekmektedir.

Bu koşullarda sanatçının görevi, toplumun sanat anlayışını geliştirmek ve sanatın toplumsal misyonunu kurgular değil gerçekler üzerinden kurmaktır (günümüzde toplumun sanatçıdan beklediği yaratı tartışmasını yapmak bu konuya açıklık getirmeyecektir. Çünkü, belirsiz bir tartışma olmakla beraber, topluma hakim olan sanat anlayışı ortadadır.)

Sanat ak ve karayı işaret etmez. Yani toplumcu olmamanın karşılığı toplumdan kopmak değildir. Alışılmış değerleri ve anlamsız imgeleri yıkmaya çalışmak yöntemi, sanatın özünde bulunduğu için bir çok sanatçı toplum için hak ettikleri yeri bulmuştur. Sanatçı çalışmalarını ne kadar öznel şartlarda yaparsa yapsın, toplumun yaşamlarından kesitler barındırır, onun yaşamı bütünüyle farklı değildir, daha yoğundur o kadar... Gerçeklik, onda dile getirilmekle kalmaz, estetik değer kazanır. Gerçek sanatçının içtenliği su götürmezdir. Bu karmaşık dünyada içtenliğin, soruların tam cevabı olduğu söylenemez ama o olmadan da hiçbir şeyin başarılamayacağı ortadadır.



Devrimciler ve Sanat

Yazar Jimmie Durham, yalanın çokça en insancıl sanatlarda söylenebileceğinden ve farkedebileceğinden bahsediyor ve ekliyor ‘Yalan gerçekle değil, entelektüel doğrulukla ilişkilidir.’ * Diğer bir deyişle sanatçı etiğiyle... Sanatçı etiği, söylenen söz, yapılan sanat ve sanatı yapan kişinin bir ve aynı şey olmasıyla geçerliliğini korur. Bu koşulda, sanatla girilebilecek tek ticari ilişki, onun paylaşımı söz konusu olduğunda gerçekleştirilebilir. (Burada belki de bir kategori olarak beliren profesyonel-amatör kavramı tartışması devreye girecektir. Bunların yükselen değerler dünyasına ait kavramlar olduğu ortadadır.) Sanatçı, sermayeyle girdiği doğrudan gelir ilişkisi içermeyen biçim söz konusu olmadığı durumda üretken bir emekçi kategorisinde yer alır. Böylece sanatçı, kendi emeğiyle sadece belli bir gelir tüketmediği için artı değer üretmiş olur. Bu tanımın handikapı ise artı değer ilişkisinde girilmediği durumda yaratının paylaşılamaması riskidir.

Sanat paylaşımcılarının ilkel güdülerini tatmin etmek, çapraşık dünyanın tüm kötülüklerini yok etme umudu taşıyan destanların peşinden gitmek ,geleceğin dünyasına ait şeyler değildir. Topluma aynı bir savaşın kurallarını belirler gibi kaba yapıtlar sunmak, halkın geri kalması adına zaten onun dili olduğu iddia edilen dili daha da basit ve yoz kılarak ona geri vermek ve kullanılan dili metoda uygun olsun diye “icad etmek” yöntemleri bugün sosyalistler tarafından çeşitli biçimlerde kullanılsa bile bu yöntemler sadece kapitalizmin sanat anlayışında bulunur. Fakat devrimci olduğu düşünülen bazı yaratılarda, sanatla kurulan ilişkinin çok üstten olduğu, halkın sanat anlayışını geliştirmek bir yana yontulmamış ilişkilerle sanat yapılmaya çalışıldığı çok açık görülmektedir. Böylece hem sahip olunan değerler, kaba duygu sömürüleriyle etkisizleşmekte hem de halka gerçek sanatın ne olduğu anlatılamamaktadır. Bu koşullarda (kimi istisnalar katılmaksızın) konunun boyutlarının, halkın değerlerini sömürerek para kazanmaya kadar vardığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sosyalistlerin sanatla girdiği ilişki (özellikle günümüzde) biçim ve anlam sorunu olarak nitelenebilir. Engels, Kautsky’ye yazdığı bir mektupta partizan şiire karşı olmadığını bildirir ve “fakat” diye devam eder: “Sanıyorum ki amaç açıkça gösterilmeden, durumun ve eylemin kendisinden belli olmalıdır. Ve yazar, betimlediği toplumsal çekişmelerin gelecek tarihsel çözümünü, okura bir tepside sunmamalıdır.” ** Yani sanatta salt propoganda kolaycalıktır ve elbette sanat olduğu tartışılır. Daha önce belirtilen”sanatı sadece destan yazıcı araç” olarak görmek ve biçim-anlam sorunu, böylece kendini belli eder.

Anlam kaybolmaya başladığı anda sanat giderek biçimler iskeletine dönüşecektir. Öyleyse biçim ve öz arasında direkt bir bağlantı aramak yersiz olmayacaktır. Fakat sanatın belli bir biçimden yoksun olarak anlam arama çabasında bir takım zorlanmalar görüldüğü durumda aynı anlamsızlık söz konusu olacaktır. Kendine yeni biçimler arama konusunda yeterli önseziyi ve duyarlılığı gösteremeyen anlam, kendi başına yaşayamayacağı gibi, sanat olmaktan da çıkar.

Sanat ve edebiyat gibi kavramların başına ancak “devrimci” ön takısı konulduğu zaman politikayla ilişkili olunması, politikayla ilişkili olunması ise, sosyalistlerin sanatla girdikleri ilişkiyi açığa vurmaktadır. “Devrimci” ön takısı, yapılan sanatı, halkın ilerlemesi adına devrimcileştirmediği gibi, yapıldığı düşünülen sanatın özü olan eleştiri, kuram düzeyinde bile olsa, geçersiz kılmaktadır. Bu yüzden politika için varolmayacak ama kendi politikasını yaratacak bir sanat anlayaşının aciliyeti belirmektedir.



*Birikim Sayı 104 Sayfa 94

**Yazın ve Sanat Üzerine Marx-Engels

KAYNAKÇA: Yazın ve Sanat Üzerine/Marx-Engels Birikim/Sayı 104 Demokrat!/Sayı 1 Sanatın Gerekliliği Üzerine/E.Ficsher

FAŞİZM VE ÖRGÜTLENME AŞAMALARI
Dosya:

Faşizm ve örgütlenme aşamaları

MHP’nin “seçim başarısıyla” birlikte sadece toplumsal muhalefet güçleri değil egemenler de kısa süren bir şaşkınlığın ardından, “ne yapmalı?” sorusunun cevabını aramaya başladı. Cumhuriyetçi faşist bir kitle temelini doğru biçimde “istihdam” etmekte pek de istediğini gerçekleştiremediği görülen egemenler, seçimlerin hemen ardından durumu en iyi biçimde nasıl değerlendireceklerinin hesabını yapmaya başladılar. Asıl olarak toplumsal muhalefet güçlerinin sonuçlar çıkarması gereken bu olgu, maalesef halen ya görmezden gelinmeye çalışılıyor ya da kısır bir tartışmanın konusu haline getiriliyor...

MHP’nin -ve egemenlerin- bu başarısının nedenlerini kuşkusuz tek başına seçim sürecinde aramamak lazım. ‘80 sonrası oluşturulan ve Kürt hareketinin gelişimiyle birlikte, toplumda kendi meşruluk zeminini geliştiren MHP’nin yüzde 18 oy alması, Refah Partisi de göz önüne alındığında aynı zamanda geleneksel merkez siyasetinin de iflasını simgeliyor. Hangi politik kimliği taşırsa taşısın, hükümet olduğunda kendi dışında oluşturulan politikaları uygulamak zorunda olan düzen partilerinin “istikrarlı biçimde oy kaybetmesi” beraberinde halkta farklı arayışların açığa çıkmasını getiriyor. Demagojik, muhafazakar, uluslararası ilişkilerde ulusalcı söylemlerle propaganda yapan, ancak hükümeti döneminde bunların tam tersini yapmak zorunda olan düzen partilerinin birçoğu artık inandırıcılığını yitirmiştir. MHP’nin yükselişini, şovenizmin tırmandırılması, ile beraber böyle bir eksende tartışmak gerekir.

Kriz denetim politikaları içerisinde şekillenen temsili ilişkiler ve toplumsal bilincin bu denli çarpıtılmış olmasının ardında yatan temel neden, Türkiye faşizminin güncel biçimi olan ‘savaş rejimi’ nin olgunlaştırılması için egemenlerin attıkları adımlardır.

Seçimlerin öncesinden sonrasına, iyice ‘popülerite’ kazanan faşizm tartışmalarında doğru bir ideolojik-politik sistematiği oluşturmak için “Dünyada ve Türkiye’de faşizmin tarihsel gelişimini” güncel bir olgu olarak milliyetçilikle birlikte ele aldığımız bu dosyayı hazırladık. Şüphesiz sömürge tipi faşizmin örgütlenme süreçleri (emperyalizmle kurulan ilişkiler, oligarşik egemen sınıf bloğunun tarihsel olarak eğilimleri, devlete ilişkin genel kavramsal tartışma vs.) burada yazdıklarımızdan çok daha ayrıntılı incelenmesi gereken karmaşık bir biçimde gelişiyor. Ancak bu dosyanın ideolojisizliğin egemen olduğu gençlik hareketi açısından güncel bir ihtiyacı karşılayacağını düşünüyoruz...

Yüklə 387,53 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin