Ö. 1119/1707 [?] Türk saz şairi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə11/25
tarix05.09.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#77458
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   25

BİBLİYOGRAFYA:

İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 300-310; Mustafa Rona, Elit Yıllık Türk Musikisi, İstanbul 1970, s. 433-440; Rahmi Kalaycıoğlu, Zeki Arif Ata-ergin Külliyatı Sayı 1 (Türk Musikisi Beste­kârları Külliyatı Sayı 6), İstanbul 1960; R. [Rıdvan] Lâle, "Üstad ve Maruf Bestekâr Zeki Arif Bey", TMD, 111/35 (1950), s. 9, 16-17; "Bestekâr Zeki Arif Ataergin Vefat Etti", MM, sy. 191 (1964], s. 316; Orhan Nasuhioğlu, "Ölü­münün 10. Yıldönümünde Bestekâr Zeki Arif Ataergin", MM, sy. 296 (1974), s. 5-8; Alâed-din Yavaşça, "Zeki Arif Ataergin", Kök Dergi­si, sy. 7, İstanbul 1981, s. 9; a.e., sy. 8, s. 6, 31; a.e., sy. 9, s. 6, 30; Öztuna, TMA, I, 78-79.

H NURIÖZCAN

ATÂÎ, Nev'îzâde

(ö. 1045/1635)

Daha çok


eş-Şeka iku'n-Nu mâniyye'ye yazdığı zeyille tanınan Osmanlı âlim ve şairi.

İstanbul'da doğdu (Şevval 991/Ekim 1583). Sultan III. Mehmed devri kazas­kerlerinden tanınmış şair ve âlim Nevî Yahya Efendi'nin oğludur. Önce baba­sından, daha sonra Kafzâde Feyzullah Efendi'den ders okudu. 1601 yılında Ahî-zâde Abdülhalim Efendi'den mülâzım olarak tahsilini tamamladı. İstanbul ka­dısı Zekeriyyâ Yahya Efendi'nin yardımıy­la 1605'te Kırk akçelik Canbaziye Med­resesi müderrisliğine tayin edildi. 1608'-de müderrisliği bırakarak kadılığa baş­vurdu ve Lofça kadılığına gönderildi. Bir süre sonra kadılıktan alındı. 1610'da Ba­baeski kadısı, ardından Varna, Rusçuk ve 1618'de Silistre kadısı oldu. 1620 yılın­da Tekirdağ, arkasından da Hezargrad kadılıklarına tayin edildi. Buradan azle-

dilince bir süre Tırnova ve Sahra kadılık­larının gelirleri kendisine verildi. 1624'te Tırhala kadılığına gönderildi. Manastır ve yeniden Tırhala kadılıkları yaptıktan sonra 1632'de Üsküp kadısı oldu. Üç yıl sonra azledilerek İstanbul'a döndü ve çok geçmeden yeni bir tayin beklerken vefat etti (Cemâziyelevvel 1045 / Ekim 1635). Mezarı Şeyh Vefa Tekkesi nazire­sinde babasının yanındadır. Ölüm tarihi Keşfü'z-zunûn'da 1044, Tezkire-i Rı­zâ'da 1046 olarak gösterilmiştir. Buna karşılık Şeyhî Mehmed'in Vekâyiu'î-fu-zaJâ'sında Cemâziyelevvel 1045, Muhib-bî'nin Hulâşaîü'l-eşer'i ve Âsım'ın Zeyl-i Zübdetü'l-eş'âr'mda Cemâziyelâhir 1045 tarihleri verilmiştir.

Atâî, mâzul bulunduğu kısa süreler dışında ömrünü İstanbul'dan uzakta, Bal-kanlar'daki çeşitli kadılıklarda geçirmiş­tir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre gü­zel konuşan, nükteli ve alaycı bir insan­dır. Dedesi ve babası gibi o da tasavvu­fa yönelmiş ve Celvetiyye'nin kurucusu Aziz Mahmud Hüdâyfnin müridlerinden olmuştur. Bursalı Mehmed Tâhir'in bil­dirdiğine göre Aziz Mahmud Hüdâyî Tür-besi'nin kapısı üstündeki Arapça tarih kitabesi onundur.

Eserleri. Atâî değişik konularda man­zum ve mensur pek çok eser vermiştir. Başlıca eserleri şunlardır: 1. Divan. Şey­hülislâm Yahya Efendi'ye ithaf ettiği di­vanı orta büyüklükte bir eserdir. Yazma nüshaları oldukça fazladır. Yalnız İstan­bul kütüphanelerinde on sekiz nüshası vardır. Manzume sayıları çok farklı olan bu nüshalar karşılaştırıldığında divanda mensur bir dîbâceden sonra bir mi'râ-ciye, otuz bir kaside, 303 gazel, iki mer­siye, dört muhammes, dört müseddes, bir muaşşer, elli kıta, on üç rubâî, yirmi sekiz tarih ve yetmiş beyit bulunduğu görülür. Atâî orta derecede bir şair ol­duğundan şiirleriyle fazla tanınmamış­tır. Dili oldukça ağır ve külfetli olan şa­irin gazellerinde Fuzûlî, Nev'î ve Bâkî'-nin etkileri görülür, z. Hamse. Nizâmfyi örnek alarak meydana getirdiği hamse­sinde Atâî'nin bu şaire bağlılığı sadece iki müsveddesinin adlarında ve dış gö-rünüşlerindedir. Şair bu eserlerinde çok kullanılmış konular yerine yeni konuları ele almıştır. Yer yer mahallî hayatı, hal­kın yaşayış ve törelerini dile getirmiş, özellikle İstanbul'un değişik manzarala­rı ve güzelliklerini ortaya koymaya çalış­mıştır; hatta hikâyeler içinde bazı ger­çek olayları dahi anlatmıştır. Böylece mesnevilerine yerli unsurlar katarak İran

mesnevi geleneğinden kurtulmayı dene­miştir. Hamse nüshalarına, Hilyetü'I-ef-kâr dışında divanı ile bir arada külliyat halinde çokça rastlanmakta, tamamı ise Topkapı Sarayı Müzesi (III. Ahmed, nr. 2650), İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 4013) ve Süleymaniye kütüphanelerinde (Esad Efendi, nr. 2872) bulunmaktadır. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde bulunan (nr. 1989] dört sütun halinde yazılmış nüs­ha ise tezhipli, minyatürlü ve çiçekli bir yazmadır. Yazmalarının çokluğu mesne­vilerinin sevilerek okunduğunu gösterir. Bundan dolayı da Atâî daha çok mesne­vi şairi olarak tanınmıştır. Atâî'nin ham­sesini oluşturan beş mesnevi şunlardır: l. Âîemnümâ (Sâklnâme). 1617 yılında "faulün faulün faul" kalıbıyla yazılan bu mesnevinin başında Atâî. Osmanlı şair­lerinin kaside ve gazel vadisinde geçtik­leri İran şairlerinin mesnevide hâlâ üs­tün oldukları hususu tartışılırken Fâizî'-nin ve diğer bazı şairlerin ısrarları üzeri­ne bu mesneviyi yazdığını söyler. Âlem-nümâ yirmi dört "bahis" içinde 1561 be­yitle Boğaziçi'nin ve hisarların güzellik­lerini anlatmakla başlar. Ardından bir iç­ki meclisinde sırasıyla sâkî, şarap, asma, küp, kadeh, sürahi, pîr-i mugan, mey­hane, şarkıcı, gece, mum, sabah ve ba­har anlatılır. Âîemnümâ, Hamserım en çok tanınmış mesnevilerindendir. Yal­nız İstanbul kitaplıklarında kırktan faz­la nüshası vardır. II. Nefhatü'l-ezhâr. Atâî'nin 1625 yılında Nizâmî'nin Mah-zenü'l-esrar'ına nazîre olarak "müftei-

lün müfteilün fâilün" kalıbıyla yazdığı bu mesnevi 3200 beyittir. Baştaki tev-hid, na't, mi'râciye gibi dinî şiirler ve eserin sunulduğu Sultan IV. Murad ile Şeyhülislâm Yahya hakkındaki kaside­lerden sonra mesnevi yirmi "fasl"a ay­rılmış, "nefha" ve "dâstân" başlıkları al­tında padişahlardan, aşktan, Anadolu-hisan'ndaki maskaralar, soğuk latife ya­panlar, âşıklar ve cömertlerden söz edil­miştir. Nefhatü'l-ezhâr dinî-ahlâkî ve öğretici bir eserdir. Arasına bazı küçük hikâyeler de serpiştirilmiştir. III. Sohbe-tü'1-ebkâr. Atâfnin 1626 yılında Molla Câmrnin Sübhatü'l-ebrâr'mdan etkile­nerek "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıy­la yazdığı 3450 beyitlik bir mesnevidir. Eserin başında, bir kır gezintisinde dost­larının Câmî'nin eserini överek bunun Türkçe'ye çevrilmesi gerektiğini söyle­meleri üzerine bu mesneviyi yazdığını açıklar. Mesnevi kırk "sohbet" halinde düzenlenmiş, bunlarda aşk, ibadet, te­vazu, fazilet, çalışma, iyilik, bağlılık ve yalan gibi konular işlenmiştir. Yirmi seki­zinci sohbette de Nasreddin Hoca hikâ­yeleri anlatılmıştır, iv. Heft Hân'. 1627 yılında Nizâmî'nin Heft Peyker'ı örnek alınarak "feilâtün mefâilün feilün" kalı­bıyla yazılan mesnevi 2784 beyittir. Heft Peyker'üe yedi ülkenin kızlarının anla­tıldığı hikâyeler burada yedi âşık tara­fından anlatılmıştır. İstanbul'da ansızın bir periye tutulan bir âşık gece gündüz yanıp yakılır, derdini ve sevgilisinin adı­nı kimseye açıklamaz. Kendisi gibi âşık olan yedi arkadaşı onu avutmak için sı­rayla yedi hikâye anlatırlar. Bu hikâye­ler Şam ve Edirne'de, Çîn ü Mâçin'de, Gazne, Bağdat, Rey, Belh ve İstanbul'da

geçer. Hamsenin en tanınmış mesnevisi olan Heft Hân Turgut Karacan tarafın­dan yayımlanmıştır {AtSî'nin Heft-hSn'ı, İnceleme-Metin, Ankara 1974, XII -h 349 s.). V. Hilyetü'!-efkâr. Hamsenin yakın za­manlara kadar ele geçmeyen bu mes­nevisinin eksik bir nüshası ilk defa Agâh Sırrı Levend tarafından ortaya çıkarıl­mıştır [At&t'nin Hilyetü 7-efkâr'ı, Ankara 19481. Sonradan üç eksik nüshası daha bulunan mesnevinin mevcut kısmında münâcât ve na't gibi başlangıç bölümle­ri yer almakta, asıl konu ile ilgili bölüm­ler bulunmamaktadır. Ancak A. S. Levend bazı karinelere dayanarak bu mesnevi­nin Hüsrev ü Şîrîn konusunda kaleme alındığını ve bazı küçük hikâye ve men­kıbelerden meydana geldiğini ileri sür­mektedir. 3. Hadâiku'l-hakâik* îî tekmi-leti'ş-Şekâik. Atâfnin Üsküp kadısı iken 1634 yılında bitirdiği ve Zeyl-i Şekâik veya Zeyl-i Atâî diye de tanınan bu men­sur eseri, Taşköprizâde'nin meşhur eş-Şekâ3iku'n-Nu'mâniyye adlı eserinin 965-1044 (1558-1634) yıllarını içine alan Türkçe zeylidir. Bu yetmiş altı yıllık sü­rede Osmanlı Devleti sınırları içinde ye­tişen şeyhler, ilim adamları ve şairler hakkında bilgi veren eser, kendisini 1730 yılına kadar zeyleden Şeyhî'nin Vekâ-yiul-îıızalâ'sıyla birlikte Şekö'ik'm en önemli zeyli olarak ilim tarihimizin ana kaynaklarından sayılmaktadır. Türkiye'­de ve dış ülkelerde pek çok yazma nüs­hası vardır. İstanbul kütüphanelerinde-ki nüshaları Zahir Güvemli tarafından, tercüme ve zeyilleri ise Behçet Gönül ta­rafından (bk. Bibi.] tesbit edilen eser ay-

rıca iki cildi bir arada İstanbul'da basıl­mıştır (1268). Bu neşrin tıpkıbasımı, Mec-dî'nin Şekâ'ik tercümesi ve öteki yaz­ma zeyillerle birlikte bir indeks ilâvesiy­le 1989'da Abdülkadir Özcan tarafından yapılmıştır.

Atâî'nin bunlardan başka, bir kısım külliyat nüshalarının sonunda, devrinde yaşayan bazı kişiler hakkında yazılmış 100 beyit kadar tutan Hezliyyât'ı (İÜ Ktp., TY, nr. 319), yarım kalmış bir Si-yer-i Veysî' zeyli, sekiz mektuptan olu­şan bir Münşeat'] (İÜ Ktp., TY, nr. 4097), ayrıca Kudûrî, Kâdîhan, Dürer gibi bir­çok fıkıh kitabında yer alan bazı görüş­leri müellif ve kitap ismi vererek tenkit etmek üzere hazırlanmış el-Kavlü'1-ha-sen îî cevâbi'l-kavli li-men adlı Arap­ça küçük bir fıkıh kitabı (Râgıb Paşa Ktp., nr. 576) vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kafzâde Fâizî. Zûbdetü'l-eş'âr, Süleymaniye Ktp., Şehîd Mİ Paşa, nr. 1877, vr. 66a; Atâî, Zeyl-i Şakâik, s. 496, 539; Riyâzî. Tezkire, Mu-ruosmaniye Ktp., nr. 3724, vr. 106b; Muhibbi", HulSşatü'l-eşer, IV, 263; Keşfü'z-zunûn, I, 724, 802; Seyyid Mehmed Rızâ, Tezkire, İstanbul 1316, s. 70; Âsim, Zeyl-i Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, 2401, s. 41; Şeyhî, Vekâyiul-fuzalâ, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2361, î, 4-7; Müstakİmzâde, Mecelletü'n-NLsâb, Sü­leymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, s. 230; Muallim Naci, Esâmî, İstanbul 1308, s. 410-411; Sicill-i OsmârıT, III, 475; Osmanlı Müellif­leri, II], 95; Ergun, Türk Şairleri, II, 541-543; Brockelmann. GAL, II, 427; Agâh Sırrı Levend, AtStnin liilyetü'l-efkâr'ı, Ankara 1948; İstan­bul Kitaplıkları Türkçe Yazma Divanlar Kata­logu, İstanbul 1959, II, 283; Turgut Karacan. Atâî'nin Heft-hân'ı, İnceleme-Metin, Ankara 1974; İsmet, Tekmiletü'ş-Şakâik, Giriş, s. V-VII; Zahir Güvemli, "Hadâ'ikü'l-hakâ'İk fî Tek-mileti'ş-Şakâ'ik", Yeni Türk Dili, VI, İstanbul 1938, s. 66; a.mlf., "Hadâ'ikü'l-Hakâ'ik fî Tekmileti'ş-Şakâ'ik, İstanbul Kütüphanele-rindeki Yazma Nüshaları", Yeni Türk Yurdu, VII, İstanbul 1939, s. 75-76; Behçet Gönül. "İs­tanbul Kütüphanelerinde Al-Şakâ'ik al-Nu-mâniya Tercüme ve Zeyilleri", TM, V1I-VIII (1940-421, s. 136-168; Tunca Kortantamer, "XVII. Yüzyıl Şairi Atayî'nin Hamse'sinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Görüntüsü", T/O, I (1983), s. 61-105; Abdülkadir Karahan, "Nev'î-zade Atâ'î", İA, IX, 226-228; J. Walsh, "'Atâ'î",

E/2(1ng.), I, 732-733. m Mİ

ATÂİYYE


Halûk İpekten

Rifâiyye tarikatının Muhammed Atıyye er-Rifâî'ye

(ö,VH/XIII. yüzyıl)

nisbet edilen bir kolu

{bk. RİFAİYYE).

ATALAR KÜLTÜ

Özellikle ilkel dinlerde görülen ata ve ecdat ruhlarına tapınma.

İnsanoğlunun soyundan geldiği kim­selere karşı tabii ve fıtrî olarak her za­man duymakta olduğu saygı ve sevgi­nin zaman zaman aşırı bir şekle dönüş­mesi, ataları ölümlerinden sonra da çe­şitli şekillerde yaşatma fikrini ve çaba­sını doğurmuştur. Öte yandan ruhların yaşamaya devam ettiğine inanılmakla birlikte bu yaşama keyfiyetinin bilinme­mesi veya yanlış değerlendirilmesi, ilkin ölülerin ruhlarından korkup çekinmeye, daha sonra da onlara tapınmaya yol aç­mıştır.

Atalar kültü ailenin ölmüş üyelerine karşı saygı, tazim ve korkuyu ifade eder. Saygı ve tazim esasen hayatta iken bü­yüklere, yaşlılara, özellikle baba ve ata­lara karşı duyulan ilgi ve yakınlıktan kay­naklanır. Korku ise ata ruhlarının me­kân ve zamana bağlı olmaksızın geriye döneceği, yaşayanlara zarar verebilece­ği inanç ve endişesinden ileri gelir. Her iki durumda da ata ruhlarının hayattaki insanlarla ilişkisinin devam ettiği inancı esastır.

Atalar kültünün paleolitik devreden kalma izleri vardır ve bu izler özellikle ilkel kabilelerde (en çok Afrika, Güney ve Doğu Asya, Okyanus adaları) yaygındır. Bu kabileler ölen atanın manevî varlığı­nın yeryüzünde kaldığına ve geridekileri olumlu veya olumsuz yönlerde etkileye­bileceğine, ekinlerin ve hayvanların ve­rimli olmasını, insan neslinin çoğalması­nı sağlayabileceğine inanırlar; bu yüz­den onlara yemek, meyve ve çeşitli he­diyeler sunar, kurbanlar keser, adlarına ve anılarına büyük taşlar dikerler; hey­keller ve maskelerle onları temsilî ola­rak canlandırmaya çalışırlar.

Atalar kültünün en belirgin şekli Çin'­de asırlar boyunca hâkim geleneklerden biri olarak sürdürülmüş ve daha sonra oradan Japonya'ya geçmiştir. Çin'de hal­kın ata ruhları için kurban sunup sun­madığı yolunda elimizde yeterli bilgi ol masa da geleneksel Çin aristokrasisi ata­larının ruhlarının kaderlerini etkiledikle­rine, ceza ve mükâfat verdiklerine, ken­di neslinden gelenlerden tazim töreni ve itaat istediklerine inanırdı. Çin evle­rinde özel bir dolapta veya bölmede mu­hafaza edilen atalara ait levhalar önünde belirli vesilelerle törenler yapılırdı. Ata­lara ait eşyanın bulunduğu bu dolap,

asil ve zengin tabakada artık küçük bi­rer tapınak haline getirilmiştir. Burada, levhaları bulunan atalara danışılır, bazı kehanet yolları ile onların arzulan öğre­nilmek istenirdi. Atalara ait tapınaklar­da onlara kurbanlar sunulurdu. Konfüç-yüsçülüğün bazı ekolleri atalara tapın­mayı daha da geliştirmiş, defin, yas ve kurban âyinlerindeki ayrıntıları belirle­miştir. Chou hanedanı zamanında ölü­ler için tablet dikme âdeti ortaya çık­mıştır (tahminen m. ö. 3501.

Eski Çin'de ata ruhları için yedinci ayın on beşinci günü bir tören yapılırdı. Ayrı­ca üçüncü ayda bir de ilkbahar kabir şenliği vardı. Bu şenlikte kabirler ziya­ret edilir, onanlır, süslenir ve ata ruhla­rına yiyecek sunulurdu.

Şintoizm'de Öldükten sonra ruhun de­vamı konusunda müphem bir kıanç var­ken Konfüçyüsçülüğün V. yüzyılda Japon­ya'ya girmesi sonucu bu inanç ve atalar kültü gelişerek zamanla Şinto'nun aslî rüknü haline geldi.

Eski Türkler'de de Çin ve Japon gele-neklerindeki kadar ayrıntılı olmamakla birlikte atalar kültü mevcuttu. Onlarda ayrıca ata ruhlarına kurban da kesilirdi.

Yahudi ve hıristiyan geleneğinde ata­lar kültü ile ilgili az da olsa bazı bilgile­re rastlanmaktadır. Ahd-i Atîk'te. bazı ölülere ulûhiyyet nisbet edildiğine dair ifadeler mevcuttur (İşaya, 8/ 19). Ayrıca Ahd-i Atîk'te sık sık geçen ve insan şek­lindeki ev tanrılarının tasvirlerinin ismi olarak kullanılan Terafim'in (I. Samuel, 19/13) aslında ataların imajı olduğu ile­ri sürülmektedir. Diğer taraftan Ahd-i Atîk'te ölülere yiyecek takdimi ile ilgi­li bilgiler de vardır (Tesniye, 26/14). H. Spencer, dinin kaynağının atalara tapın­ma olduğunu ileri sürmüştür. Fakat di­ğer evrim nazariyeleri gibi H. Spencer'in görüşü de tenkit edilmiştir (bk. DİN).

Çin ve Japon kültürlerindeki kadar güçlü, ayrıntılı, kuralları belirlenmiş ve yaygınlaşmış olmamakla birlikte İslâm'-dan önce Araplar arasında da bir tür ata­lar kültü mevcuttu. Nitekim onlar Kur'-an'ın daveti, Hz. Muhammed'in tebliği karşısında, "Biz atalarımızı hangi yol üze­re bulduysak o yoldan gider, o yoldan ayrılmayız" diyerek atalarına bağlılıkları­nı ifade etmişlerdi (bk. el-Bakara 2/170; el-Mâide 5/104; el-A'râf 7/28, 70; et-Tev-be 9/23; Lokman 31/21; Sebe' 34/43; es-Sâffât 37/69, 70; ez-Zuhruf 43/22). Arap-lar'da, aralarında insan şeklinde olanla­rı da bulunan (meselâ İsaf ve Naile) putlar (sanem-esnâm) yanında, yine önemli kim-

seler ve bilhassa kahramanlar adına di­kilen dikili taşlar da (nusub-ensâb) vardı. Fakat her aile için kendi atalarına yö­nelmiş bir kültten söz etmek güçtür. Şu kadar var ki Hz. Peygamber'in baş­langıçta kabirleri ziyaret etmeyi, oraları bir ibadet mahalli olarak kullanmayı ya­saklaması, Câhiliye devri aile ve kabile­lerinin ecdat kabirlerini bir ibadet yeri olarak kabul ettiklerini, kabirde kilerin ruhlarına taptıklarını göstermektedir (bk. CevadAli,VI,48).

İslâm dini tevhid inancı üzerinde ıs­rarla durmuş, şirkin ve putperestliğin her çeşidini yasaklamıştır; ana babaya, ecdada saygıyı emretmişse de bu saygı ve sevginin onları putlaştıracak derece­ye vardın İma sini, onlara tapınılmasını şirkin bir çeşidi saymış ve kesinlikle ha­ram kılmıştır. İslâm dininde sadece ata­ları putlaştırmak değil onların bâtıl olan âdet ve telakkilerine bağlanmak, bunu bir ibadet haline getirmek de yasaklan­mıştır. Ayrıca ata ruhlarının yaşayanları olumlu veya olumsuz yönde etkilediği şeklindeki bir düşünceye de İslâmiyet'­te yer verilmemiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

S. Veyis Örnek, Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1971, s. 23; (bnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Eşnâm: Put­lar Kitabı (trc. ve nşr. Beyza Düşüngen]. Anka­ra 1969, s, 28, 48, 62; Cevâd Ali, el-Mufaşşai, VI, 47-49; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Ta­rihi, Ankara 1976, s. 1-4; Ömer Rıza Doğrul. "Âba", İTA, I, 31-35; "Ancestor Cults", DCR, s. 77-78; W. Crooke v.dğr. "Anceslor - Wor-ship", ERE, I, 425-467.

GÜNAY TÜMI-R

ATALAY, Besim

(1882-1965) Türk dil âlimi ve yazar.

I

Uşak'ta doğdu, ilk ve orta öğrenimini burada yaptı. On bir yıl kadar medrese­ye devam ettikten sonra 1905'te İstan­bul'a gitti. Şehzade Camii'nde iki yıl Çar-şambalı Hacı Ahmed Efendi'nin dersle­rini takip etti. Daha sonra imtihanla Dâ-rülmuallimîn'e girdi, 1908'de buradan mezun oldu. Bu arada medrese dersle­rine de devam etti ve Ahmed Efendi'-den icazet aldı (1909). 1909-1919 yılları arasında sırasıyla Konya Muallim Mek-tebi'nde öğretmenlik. Trabzon ve Anka­ra Muallim mekteplerinde müdürlük, İs­tanbul'da Dârüşşafaka'da öğretmenlik, Konya Muallim Mektebi'nde müdürlük yaptı. Maraş, İçel. Niğde ve tekrar İçel'­de Millî Eğitim müdürlüğü görevlerinde



bulundu. Millî Mücadele yıllarında ba­zı siyasî faaliyetlere de katılan Atalay, 1919'da Silifke'de Müdâfaa-i Hukuk Ce-miyeti'nin kurulmasında önemli rol oy­nadı. Uşak'ta İstiklâl Savaşı'nı destekle­yen çalışmalar yaptı. 1920'de Maarif Ve­kâleti hars müdürü oldu; aynı yıl 1. Bü­yük Millet Meclisi'ne Kütahya milletveki­li olarak girdi. Daha sonra üç devre Ak­saray, üç devre de Kütahya milletveki­li seçildi. 12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin 26 Eyiül 1932'de gerçekleştirdiği I. Türk Dil Ku-rultayı'nda merkez heyeti muhasibi se­çildi. Adı sonradan Türk Dil Kurumu ola­rak değiştirilen bu müessesede on se­kiz yıl merkez heyeti üyesi olarak çalıştı. Sonraları bu kurumun çalışmalarını be­ğenmeyerek karşı çıktı ve 1949'da ken­di isteğiyle Türk Dil Kurumu'ndan ayrıl­dı. 1937-1942 yılları arasında Dil ve Ta-rih-Coğrafya Fakültesi ile Polis Enstitü-sü'nde Farsça dersleri okuttu. Bazı nâ­dir yazmaları da ihtiva eden kütüpha­nesini Millî Kütüphane'ye, Türk folklo­runa ait pek çok eşya ile levhalarını ise Etnografya Müzesi'ne bağışladı. 7 Ka­sım 1965'te Ankara'da öldü.

Asıl şöhretini Türk dili sahasında ya­yımladığı tercüme ve telif eserlerle ya­pan Besim Atalay'ın faaliyetleri arasında en önemlisi Dîvönü lugâti't-Türk ter­cümesidir {bk. DtVÂNÜ LÜGATİ't-TÜRK). Kur'ân-ı Kerim'i Türkçe'ye tercüme eden ve bazı dinî eserler de kaleme alan Ata-lay'ın diğer eserlerinin bazıları Türk dili için faydalı çalışmalardır.

Belli başlı eserleri şunlardır: Maraş Ta­rihi ve Coğrafyası (Ankara 1339), Bekta­şilik ve Edebiyatı (İstanbul 1340), Müs­lümanlara Öğütler (Trabzon 1342], Türk Dili Kuralları (Ankara 1931), Türk Dilin­de Ekler ve Kökler Üzerine Bir Dene­me (Ankara 1941), Divonü lûgati't-Türk Tercümesi (1-1II, Ankara 1939-1941), Di-vanü lûgati't-Türk Dizini (Ankara 1943],

Türkçe'de Kelime Yapma Yollan (İs­tanbul 19461, Kur'ân Tercümesi: Tanrı Kitabı (İstanbul 1965), Türk Dilinde Ana Kelimeler veya Türkçe Türetme Sözlüğü (Ankara 1967), Çeşitli Halk Fık­raları ve Deyimleri (Ankara 1968), Abus-ka Lügati veya Çağatay Sözlüğü (An­kara 1970). Ayrıca Türk dilinin kaynak eserlerinden olan et-Tuhfetü'z-Zekiy-ye ti'1-lûgati't-TürkiYye (İstanbul 1945], Müyessiretü'1-uiûm (İstanbul 1946), eş-Şüzûru'z-zehebiyye ve'1-kitâbü'l-Ah-mediyye îi'1-lûgaÜ't-Türkiyye (İstan­bul 1949) ve Seng-lâh, Lûgat-i Nevâî'-yi (İstanbul 1950) yayımlamıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

M. Şakir Ülkütaşır, "Atalay'm Yaşam Öykü­sü", Türk Dilinde Ana Kelimeler ueya Türkçe Türetme Sözlüğü, Ankara 1967, s. 7-10; a.mlf., "Besim Malay", TK, İV/38 (1965), s. 194-196; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sa­deleşme Evreleri, Ankara 1972, s. 415, 419, 421; Sevgi Özel, Besim Atalay, Ankara 1983.

Iffl Nuri Yüce

r

L



r

ATALIK


(bk. ATABEG).

ATASÖZÜ


Atalardan gelen ve onların

yüzyıllar içindeki tecrübe ve

müşahedelerine dayalı düşüncelerini

Öğüt ve hüküm şeklinde nakleden

anonim mahiyette kısa ve özlü söz.

Atasözleri zamanla çok defa gerçek anlamlan yerine mecazlı bir mâna ka­zanarak sözlü gelenek içinde nesilden nesile aktarılan ve halk hafızasında ya­şayan, halka mal olmuş, kalıplaşmış ifa­delerdir. Bu sözlere Almanca'da Sprich-wort, Arapça'da mesel, Farsça'da pend, Fransızca'da proverbe, İngilizce'de pro-verb, İslav dillerinde posloviçe denilmek­tedir. Türkiye Türkçesi'nde çoğul olarak atasözleri denmekle beraber eskiye doğ­ru gidildiğinde atalar sözü, seyrek olarak da atalar sözleri şeklinde geçer. Türk­çe'nin çeşitli lehçeleriyle Anadolu'nun bazı yöre ağızlarında atasözü terimini karşılayan kelimeler de vardır. Onun ye­rine, meselâ Çuvaşlar'da çomak ve sa­man, oranlama, bazı Altaylılar'da ülger-comak, Kazan lehçesinde eski söz, Kı­rım lehçesinde kartlar sözü, hikmet. Do­ğu Türkistan'dan Kırım'a kadar uzanan sahada makal, Türkistan, İran ve Afga­nistan Türkmenleri'nde bunun yanı sıra nakil, Doğu Türkistan'da tabma, ulular

sözü, Kerkük ağzında darb-ı kelâm, em­sal ve cümle-i hikemiyyeden başka de­me, demece, deyişet, eskiler sözü, bazı Anadolu yörelerinde ise deyişet ve ozan-lama denildiği de görülmektedir.

Atasözleri anonim halk edebiyatı ve­rimleri arasında bulunmakla beraber mâni, türkü, masal gibi başlı başına bir edebî nevi durumunda değildirler. Çün­kü atasözleri konuşmalarda, didaktik şiirlerde ve çeşitli ifade şekillerinde bi­rer küçük söyleyiş halinde kalıp, tek ba­şına bir eser veya parça teşkil etmezler. Ancak günlük dili süslemek, ifadeye can­lılık vermek gibi bir vazife görmelerin­den dolayı onları bir araya toplayıp ayrı bir nevi gibi incelemek ihtiyacı duyul­muştur. Bir kısım atasözlerinin söyleniş hikâyeleri de vardır. Yalnız bunlardan pek azı günümüze ulaşmış, diğerleri za­man içinde unutulup gitmiştir. Atasöz­leri çok defa ölçülü ve kafiyeli olur. Böy­lece akılda daha koiay tutulurlar. Ayrıca aliterasyon başta olmak üzere pek çok atasözünde cinas, kinaye, intak, teşbih, tezat gibi söz sanatları da bulunur. Me­cazın ise başlı başına bir yeri vardır. Ata­sözleri günlük hayatta sık sık kullanılan bir ifade malzemesidir. Bir konudaki bir görüşü özetlemek, bir durum ve olay karşısındaki bir düşünceyi açıklamak için çok elverişli ve hazır birer malzeme ola­rak sık sık atasözlerine başvurulmak ih­tiyacı duyulur.

Atasözleri her durum ve olayı, her tür­lü davranışı, bir ortamdan başka orta­ma değişen yönleri nüanslı olarak ak­settirir. Bundan dolayı atasözleri ara­sında bazan birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen örneklere de rastlanır. Meselâ, "Kardeş kardeşi atmış, yar başında tut­muş" ile "Kardeş kardeşin ne öldüğünü ister, ne onduğunu" örneğinde olduğu gibi. Atasözlerinin yorum ve açıklamala­rında onların hangi duruma bağlı ola­rak söylendiğine bilhassa dikkat etmek gerekir.

Atasözleriyle deyimler ve vecizeler ara­sında fark vardır. Deyimler atasözlerin-de olduğu şekilde bir hüküm taşıma­dıkları gibi çok defa kendi başlarına bir cümle yapısı göstermezler. Vecizeler ise atasözleri gibi anonim olmayıp adı bili­nen kişiler tarafından söylenmişlerdir.

XV. yüzyıldan sonra pend ve mesel te­rimleri bizim yazılı kaynaklarımızda da görülmeye başlamıştır. Aslında "örnek" ve "örnek verme" anlamındaki mesel ve darbımesel Osmanlı Türkçesi'nde zaman­la atasözünün karşılığı olmuştur. Bun-

dan dolayı el yazması ve matbu birçok atasözü mecmua, risale ve kitabında darbımeselin çoğul şekli olan durûb-i emsal adına rastlanır. Dîvânü lugâti't-Türk'te yer alan atasözleri bizzat Kâş-garlı Mahmud tarafından sav adı ile ve­rilmekte, bunlar "Şu savda dahi gelmiş­tir" şeklindeki cümlelere bağlı olarak ke­limelerin Arapça açıklamalarının arka­sından tanık olarak gösterilmektedir.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin