BİBLİYOGRAFYA:
İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 300-310; Mustafa Rona, Elit Yıllık Türk Musikisi, İstanbul 1970, s. 433-440; Rahmi Kalaycıoğlu, Zeki Arif Ata-ergin Külliyatı Sayı 1 (Türk Musikisi Bestekârları Külliyatı Sayı 6), İstanbul 1960; R. [Rıdvan] Lâle, "Üstad ve Maruf Bestekâr Zeki Arif Bey", TMD, 111/35 (1950), s. 9, 16-17; "Bestekâr Zeki Arif Ataergin Vefat Etti", MM, sy. 191 (1964], s. 316; Orhan Nasuhioğlu, "Ölümünün 10. Yıldönümünde Bestekâr Zeki Arif Ataergin", MM, sy. 296 (1974), s. 5-8; Alâed-din Yavaşça, "Zeki Arif Ataergin", Kök Dergisi, sy. 7, İstanbul 1981, s. 9; a.e., sy. 8, s. 6, 31; a.e., sy. 9, s. 6, 30; Öztuna, TMA, I, 78-79.
H NURIÖZCAN
ATÂÎ, Nev'îzâde
(ö. 1045/1635)
Daha çok
eş-Şeka iku'n-Nu mâniyye'ye yazdığı zeyille tanınan Osmanlı âlim ve şairi.
İstanbul'da doğdu (Şevval 991/Ekim 1583). Sultan III. Mehmed devri kazaskerlerinden tanınmış şair ve âlim Nevî Yahya Efendi'nin oğludur. Önce babasından, daha sonra Kafzâde Feyzullah Efendi'den ders okudu. 1601 yılında Ahî-zâde Abdülhalim Efendi'den mülâzım olarak tahsilini tamamladı. İstanbul kadısı Zekeriyyâ Yahya Efendi'nin yardımıyla 1605'te Kırk akçelik Canbaziye Medresesi müderrisliğine tayin edildi. 1608'-de müderrisliği bırakarak kadılığa başvurdu ve Lofça kadılığına gönderildi. Bir süre sonra kadılıktan alındı. 1610'da Babaeski kadısı, ardından Varna, Rusçuk ve 1618'de Silistre kadısı oldu. 1620 yılında Tekirdağ, arkasından da Hezargrad kadılıklarına tayin edildi. Buradan azle-
dilince bir süre Tırnova ve Sahra kadılıklarının gelirleri kendisine verildi. 1624'te Tırhala kadılığına gönderildi. Manastır ve yeniden Tırhala kadılıkları yaptıktan sonra 1632'de Üsküp kadısı oldu. Üç yıl sonra azledilerek İstanbul'a döndü ve çok geçmeden yeni bir tayin beklerken vefat etti (Cemâziyelevvel 1045 / Ekim 1635). Mezarı Şeyh Vefa Tekkesi naziresinde babasının yanındadır. Ölüm tarihi Keşfü'z-zunûn'da 1044, Tezkire-i Rızâ'da 1046 olarak gösterilmiştir. Buna karşılık Şeyhî Mehmed'in Vekâyiu'î-fu-zaJâ'sında Cemâziyelevvel 1045, Muhib-bî'nin Hulâşaîü'l-eşer'i ve Âsım'ın Zeyl-i Zübdetü'l-eş'âr'mda Cemâziyelâhir 1045 tarihleri verilmiştir.
Atâî, mâzul bulunduğu kısa süreler dışında ömrünü İstanbul'dan uzakta, Bal-kanlar'daki çeşitli kadılıklarda geçirmiştir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre güzel konuşan, nükteli ve alaycı bir insandır. Dedesi ve babası gibi o da tasavvufa yönelmiş ve Celvetiyye'nin kurucusu Aziz Mahmud Hüdâyfnin müridlerinden olmuştur. Bursalı Mehmed Tâhir'in bildirdiğine göre Aziz Mahmud Hüdâyî Tür-besi'nin kapısı üstündeki Arapça tarih kitabesi onundur.
Eserleri. Atâî değişik konularda manzum ve mensur pek çok eser vermiştir. Başlıca eserleri şunlardır: 1. Divan. Şeyhülislâm Yahya Efendi'ye ithaf ettiği divanı orta büyüklükte bir eserdir. Yazma nüshaları oldukça fazladır. Yalnız İstanbul kütüphanelerinde on sekiz nüshası vardır. Manzume sayıları çok farklı olan bu nüshalar karşılaştırıldığında divanda mensur bir dîbâceden sonra bir mi'râ-ciye, otuz bir kaside, 303 gazel, iki mersiye, dört muhammes, dört müseddes, bir muaşşer, elli kıta, on üç rubâî, yirmi sekiz tarih ve yetmiş beyit bulunduğu görülür. Atâî orta derecede bir şair olduğundan şiirleriyle fazla tanınmamıştır. Dili oldukça ağır ve külfetli olan şairin gazellerinde Fuzûlî, Nev'î ve Bâkî'-nin etkileri görülür, z. Hamse. Nizâmfyi örnek alarak meydana getirdiği hamsesinde Atâî'nin bu şaire bağlılığı sadece iki müsveddesinin adlarında ve dış gö-rünüşlerindedir. Şair bu eserlerinde çok kullanılmış konular yerine yeni konuları ele almıştır. Yer yer mahallî hayatı, halkın yaşayış ve törelerini dile getirmiş, özellikle İstanbul'un değişik manzaraları ve güzelliklerini ortaya koymaya çalışmıştır; hatta hikâyeler içinde bazı gerçek olayları dahi anlatmıştır. Böylece mesnevilerine yerli unsurlar katarak İran
mesnevi geleneğinden kurtulmayı denemiştir. Hamse nüshalarına, Hilyetü'I-ef-kâr dışında divanı ile bir arada külliyat halinde çokça rastlanmakta, tamamı ise Topkapı Sarayı Müzesi (III. Ahmed, nr. 2650), İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 4013) ve Süleymaniye kütüphanelerinde (Esad Efendi, nr. 2872) bulunmaktadır. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde bulunan (nr. 1989] dört sütun halinde yazılmış nüsha ise tezhipli, minyatürlü ve çiçekli bir yazmadır. Yazmalarının çokluğu mesnevilerinin sevilerek okunduğunu gösterir. Bundan dolayı da Atâî daha çok mesnevi şairi olarak tanınmıştır. Atâî'nin hamsesini oluşturan beş mesnevi şunlardır: l. Âîemnümâ (Sâklnâme). 1617 yılında "faulün faulün faul" kalıbıyla yazılan bu mesnevinin başında Atâî. Osmanlı şairlerinin kaside ve gazel vadisinde geçtikleri İran şairlerinin mesnevide hâlâ üstün oldukları hususu tartışılırken Fâizî'-nin ve diğer bazı şairlerin ısrarları üzerine bu mesneviyi yazdığını söyler. Âlem-nümâ yirmi dört "bahis" içinde 1561 beyitle Boğaziçi'nin ve hisarların güzelliklerini anlatmakla başlar. Ardından bir içki meclisinde sırasıyla sâkî, şarap, asma, küp, kadeh, sürahi, pîr-i mugan, meyhane, şarkıcı, gece, mum, sabah ve bahar anlatılır. Âîemnümâ, Hamserım en çok tanınmış mesnevilerindendir. Yalnız İstanbul kitaplıklarında kırktan fazla nüshası vardır. II. Nefhatü'l-ezhâr. Atâî'nin 1625 yılında Nizâmî'nin Mah-zenü'l-esrar'ına nazîre olarak "müftei-
lün müfteilün fâilün" kalıbıyla yazdığı bu mesnevi 3200 beyittir. Baştaki tev-hid, na't, mi'râciye gibi dinî şiirler ve eserin sunulduğu Sultan IV. Murad ile Şeyhülislâm Yahya hakkındaki kasidelerden sonra mesnevi yirmi "fasl"a ayrılmış, "nefha" ve "dâstân" başlıkları altında padişahlardan, aşktan, Anadolu-hisan'ndaki maskaralar, soğuk latife yapanlar, âşıklar ve cömertlerden söz edilmiştir. Nefhatü'l-ezhâr dinî-ahlâkî ve öğretici bir eserdir. Arasına bazı küçük hikâyeler de serpiştirilmiştir. III. Sohbe-tü'1-ebkâr. Atâfnin 1626 yılında Molla Câmrnin Sübhatü'l-ebrâr'mdan etkilenerek "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla yazdığı 3450 beyitlik bir mesnevidir. Eserin başında, bir kır gezintisinde dostlarının Câmî'nin eserini överek bunun Türkçe'ye çevrilmesi gerektiğini söylemeleri üzerine bu mesneviyi yazdığını açıklar. Mesnevi kırk "sohbet" halinde düzenlenmiş, bunlarda aşk, ibadet, tevazu, fazilet, çalışma, iyilik, bağlılık ve yalan gibi konular işlenmiştir. Yirmi sekizinci sohbette de Nasreddin Hoca hikâyeleri anlatılmıştır, iv. Heft Hân'. 1627 yılında Nizâmî'nin Heft Peyker'ı örnek alınarak "feilâtün mefâilün feilün" kalıbıyla yazılan mesnevi 2784 beyittir. Heft Peyker'üe yedi ülkenin kızlarının anlatıldığı hikâyeler burada yedi âşık tarafından anlatılmıştır. İstanbul'da ansızın bir periye tutulan bir âşık gece gündüz yanıp yakılır, derdini ve sevgilisinin adını kimseye açıklamaz. Kendisi gibi âşık olan yedi arkadaşı onu avutmak için sırayla yedi hikâye anlatırlar. Bu hikâyeler Şam ve Edirne'de, Çîn ü Mâçin'de, Gazne, Bağdat, Rey, Belh ve İstanbul'da
geçer. Hamsenin en tanınmış mesnevisi olan Heft Hân Turgut Karacan tarafından yayımlanmıştır {AtSî'nin Heft-hSn'ı, İnceleme-Metin, Ankara 1974, XII -h 349 s.). V. Hilyetü'!-efkâr. Hamsenin yakın zamanlara kadar ele geçmeyen bu mesnevisinin eksik bir nüshası ilk defa Agâh Sırrı Levend tarafından ortaya çıkarılmıştır [At&t'nin Hilyetü 7-efkâr'ı, Ankara 19481. Sonradan üç eksik nüshası daha bulunan mesnevinin mevcut kısmında münâcât ve na't gibi başlangıç bölümleri yer almakta, asıl konu ile ilgili bölümler bulunmamaktadır. Ancak A. S. Levend bazı karinelere dayanarak bu mesnevinin Hüsrev ü Şîrîn konusunda kaleme alındığını ve bazı küçük hikâye ve menkıbelerden meydana geldiğini ileri sürmektedir. 3. Hadâiku'l-hakâik* îî tekmi-leti'ş-Şekâik. Atâfnin Üsküp kadısı iken 1634 yılında bitirdiği ve Zeyl-i Şekâik veya Zeyl-i Atâî diye de tanınan bu mensur eseri, Taşköprizâde'nin meşhur eş-Şekâ3iku'n-Nu'mâniyye adlı eserinin 965-1044 (1558-1634) yıllarını içine alan Türkçe zeylidir. Bu yetmiş altı yıllık sürede Osmanlı Devleti sınırları içinde yetişen şeyhler, ilim adamları ve şairler hakkında bilgi veren eser, kendisini 1730 yılına kadar zeyleden Şeyhî'nin Vekâ-yiul-îıızalâ'sıyla birlikte Şekö'ik'm en önemli zeyli olarak ilim tarihimizin ana kaynaklarından sayılmaktadır. Türkiye'de ve dış ülkelerde pek çok yazma nüshası vardır. İstanbul kütüphanelerinde-ki nüshaları Zahir Güvemli tarafından, tercüme ve zeyilleri ise Behçet Gönül tarafından (bk. Bibi.] tesbit edilen eser ay-
rıca iki cildi bir arada İstanbul'da basılmıştır (1268). Bu neşrin tıpkıbasımı, Mec-dî'nin Şekâ'ik tercümesi ve öteki yazma zeyillerle birlikte bir indeks ilâvesiyle 1989'da Abdülkadir Özcan tarafından yapılmıştır.
Atâî'nin bunlardan başka, bir kısım külliyat nüshalarının sonunda, devrinde yaşayan bazı kişiler hakkında yazılmış 100 beyit kadar tutan Hezliyyât'ı (İÜ Ktp., TY, nr. 319), yarım kalmış bir Si-yer-i Veysî' zeyli, sekiz mektuptan oluşan bir Münşeat'] (İÜ Ktp., TY, nr. 4097), ayrıca Kudûrî, Kâdîhan, Dürer gibi birçok fıkıh kitabında yer alan bazı görüşleri müellif ve kitap ismi vererek tenkit etmek üzere hazırlanmış el-Kavlü'1-ha-sen îî cevâbi'l-kavli li-men adlı Arapça küçük bir fıkıh kitabı (Râgıb Paşa Ktp., nr. 576) vardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Kafzâde Fâizî. Zûbdetü'l-eş'âr, Süleymaniye Ktp., Şehîd Mİ Paşa, nr. 1877, vr. 66a; Atâî, Zeyl-i Şakâik, s. 496, 539; Riyâzî. Tezkire, Mu-ruosmaniye Ktp., nr. 3724, vr. 106b; Muhibbi", HulSşatü'l-eşer, IV, 263; Keşfü'z-zunûn, I, 724, 802; Seyyid Mehmed Rızâ, Tezkire, İstanbul 1316, s. 70; Âsim, Zeyl-i Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, 2401, s. 41; Şeyhî, Vekâyiul-fuzalâ, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2361, î, 4-7; Müstakİmzâde, Mecelletü'n-NLsâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, s. 230; Muallim Naci, Esâmî, İstanbul 1308, s. 410-411; Sicill-i OsmârıT, III, 475; Osmanlı Müellifleri, II], 95; Ergun, Türk Şairleri, II, 541-543; Brockelmann. GAL, II, 427; Agâh Sırrı Levend, AtStnin liilyetü'l-efkâr'ı, Ankara 1948; İstanbul Kitaplıkları Türkçe Yazma Divanlar Katalogu, İstanbul 1959, II, 283; Turgut Karacan. Atâî'nin Heft-hân'ı, İnceleme-Metin, Ankara 1974; İsmet, Tekmiletü'ş-Şakâik, Giriş, s. V-VII; Zahir Güvemli, "Hadâ'ikü'l-hakâ'İk fî Tek-mileti'ş-Şakâ'ik", Yeni Türk Dili, VI, İstanbul 1938, s. 66; a.mlf., "Hadâ'ikü'l-Hakâ'ik fî Tekmileti'ş-Şakâ'ik, İstanbul Kütüphanele-rindeki Yazma Nüshaları", Yeni Türk Yurdu, VII, İstanbul 1939, s. 75-76; Behçet Gönül. "İstanbul Kütüphanelerinde Al-Şakâ'ik al-Nu-mâniya Tercüme ve Zeyilleri", TM, V1I-VIII (1940-421, s. 136-168; Tunca Kortantamer, "XVII. Yüzyıl Şairi Atayî'nin Hamse'sinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Görüntüsü", T/O, I (1983), s. 61-105; Abdülkadir Karahan, "Nev'î-zade Atâ'î", İA, IX, 226-228; J. Walsh, "'Atâ'î",
E/2(1ng.), I, 732-733. m Mİ
ATÂİYYE
Halûk İpekten
Rifâiyye tarikatının Muhammed Atıyye er-Rifâî'ye
(ö,VH/XIII. yüzyıl)
nisbet edilen bir kolu
{bk. RİFAİYYE).
ATALAR KÜLTÜ
Özellikle ilkel dinlerde görülen ata ve ecdat ruhlarına tapınma.
İnsanoğlunun soyundan geldiği kimselere karşı tabii ve fıtrî olarak her zaman duymakta olduğu saygı ve sevginin zaman zaman aşırı bir şekle dönüşmesi, ataları ölümlerinden sonra da çeşitli şekillerde yaşatma fikrini ve çabasını doğurmuştur. Öte yandan ruhların yaşamaya devam ettiğine inanılmakla birlikte bu yaşama keyfiyetinin bilinmemesi veya yanlış değerlendirilmesi, ilkin ölülerin ruhlarından korkup çekinmeye, daha sonra da onlara tapınmaya yol açmıştır.
Atalar kültü ailenin ölmüş üyelerine karşı saygı, tazim ve korkuyu ifade eder. Saygı ve tazim esasen hayatta iken büyüklere, yaşlılara, özellikle baba ve atalara karşı duyulan ilgi ve yakınlıktan kaynaklanır. Korku ise ata ruhlarının mekân ve zamana bağlı olmaksızın geriye döneceği, yaşayanlara zarar verebileceği inanç ve endişesinden ileri gelir. Her iki durumda da ata ruhlarının hayattaki insanlarla ilişkisinin devam ettiği inancı esastır.
Atalar kültünün paleolitik devreden kalma izleri vardır ve bu izler özellikle ilkel kabilelerde (en çok Afrika, Güney ve Doğu Asya, Okyanus adaları) yaygındır. Bu kabileler ölen atanın manevî varlığının yeryüzünde kaldığına ve geridekileri olumlu veya olumsuz yönlerde etkileyebileceğine, ekinlerin ve hayvanların verimli olmasını, insan neslinin çoğalmasını sağlayabileceğine inanırlar; bu yüzden onlara yemek, meyve ve çeşitli hediyeler sunar, kurbanlar keser, adlarına ve anılarına büyük taşlar dikerler; heykeller ve maskelerle onları temsilî olarak canlandırmaya çalışırlar.
Atalar kültünün en belirgin şekli Çin'de asırlar boyunca hâkim geleneklerden biri olarak sürdürülmüş ve daha sonra oradan Japonya'ya geçmiştir. Çin'de halkın ata ruhları için kurban sunup sunmadığı yolunda elimizde yeterli bilgi ol masa da geleneksel Çin aristokrasisi atalarının ruhlarının kaderlerini etkilediklerine, ceza ve mükâfat verdiklerine, kendi neslinden gelenlerden tazim töreni ve itaat istediklerine inanırdı. Çin evlerinde özel bir dolapta veya bölmede muhafaza edilen atalara ait levhalar önünde belirli vesilelerle törenler yapılırdı. Atalara ait eşyanın bulunduğu bu dolap,
asil ve zengin tabakada artık küçük birer tapınak haline getirilmiştir. Burada, levhaları bulunan atalara danışılır, bazı kehanet yolları ile onların arzulan öğrenilmek istenirdi. Atalara ait tapınaklarda onlara kurbanlar sunulurdu. Konfüç-yüsçülüğün bazı ekolleri atalara tapınmayı daha da geliştirmiş, defin, yas ve kurban âyinlerindeki ayrıntıları belirlemiştir. Chou hanedanı zamanında ölüler için tablet dikme âdeti ortaya çıkmıştır (tahminen m. ö. 3501.
Eski Çin'de ata ruhları için yedinci ayın on beşinci günü bir tören yapılırdı. Ayrıca üçüncü ayda bir de ilkbahar kabir şenliği vardı. Bu şenlikte kabirler ziyaret edilir, onanlır, süslenir ve ata ruhlarına yiyecek sunulurdu.
Şintoizm'de Öldükten sonra ruhun devamı konusunda müphem bir kıanç varken Konfüçyüsçülüğün V. yüzyılda Japonya'ya girmesi sonucu bu inanç ve atalar kültü gelişerek zamanla Şinto'nun aslî rüknü haline geldi.
Eski Türkler'de de Çin ve Japon gele-neklerindeki kadar ayrıntılı olmamakla birlikte atalar kültü mevcuttu. Onlarda ayrıca ata ruhlarına kurban da kesilirdi.
Yahudi ve hıristiyan geleneğinde atalar kültü ile ilgili az da olsa bazı bilgilere rastlanmaktadır. Ahd-i Atîk'te. bazı ölülere ulûhiyyet nisbet edildiğine dair ifadeler mevcuttur (İşaya, 8/ 19). Ayrıca Ahd-i Atîk'te sık sık geçen ve insan şeklindeki ev tanrılarının tasvirlerinin ismi olarak kullanılan Terafim'in (I. Samuel, 19/13) aslında ataların imajı olduğu ileri sürülmektedir. Diğer taraftan Ahd-i Atîk'te ölülere yiyecek takdimi ile ilgili bilgiler de vardır (Tesniye, 26/14). H. Spencer, dinin kaynağının atalara tapınma olduğunu ileri sürmüştür. Fakat diğer evrim nazariyeleri gibi H. Spencer'in görüşü de tenkit edilmiştir (bk. DİN).
Çin ve Japon kültürlerindeki kadar güçlü, ayrıntılı, kuralları belirlenmiş ve yaygınlaşmış olmamakla birlikte İslâm'-dan önce Araplar arasında da bir tür atalar kültü mevcuttu. Nitekim onlar Kur'-an'ın daveti, Hz. Muhammed'in tebliği karşısında, "Biz atalarımızı hangi yol üzere bulduysak o yoldan gider, o yoldan ayrılmayız" diyerek atalarına bağlılıklarını ifade etmişlerdi (bk. el-Bakara 2/170; el-Mâide 5/104; el-A'râf 7/28, 70; et-Tev-be 9/23; Lokman 31/21; Sebe' 34/43; es-Sâffât 37/69, 70; ez-Zuhruf 43/22). Arap-lar'da, aralarında insan şeklinde olanları da bulunan (meselâ İsaf ve Naile) putlar (sanem-esnâm) yanında, yine önemli kim-
seler ve bilhassa kahramanlar adına dikilen dikili taşlar da (nusub-ensâb) vardı. Fakat her aile için kendi atalarına yönelmiş bir kültten söz etmek güçtür. Şu kadar var ki Hz. Peygamber'in başlangıçta kabirleri ziyaret etmeyi, oraları bir ibadet mahalli olarak kullanmayı yasaklaması, Câhiliye devri aile ve kabilelerinin ecdat kabirlerini bir ibadet yeri olarak kabul ettiklerini, kabirde kilerin ruhlarına taptıklarını göstermektedir (bk. CevadAli,VI,48).
İslâm dini tevhid inancı üzerinde ısrarla durmuş, şirkin ve putperestliğin her çeşidini yasaklamıştır; ana babaya, ecdada saygıyı emretmişse de bu saygı ve sevginin onları putlaştıracak dereceye vardın İma sini, onlara tapınılmasını şirkin bir çeşidi saymış ve kesinlikle haram kılmıştır. İslâm dininde sadece ataları putlaştırmak değil onların bâtıl olan âdet ve telakkilerine bağlanmak, bunu bir ibadet haline getirmek de yasaklanmıştır. Ayrıca ata ruhlarının yaşayanları olumlu veya olumsuz yönde etkilediği şeklindeki bir düşünceye de İslâmiyet'te yer verilmemiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
S. Veyis Örnek, Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1971, s. 23; (bnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Eşnâm: Putlar Kitabı (trc. ve nşr. Beyza Düşüngen]. Ankara 1969, s, 28, 48, 62; Cevâd Ali, el-Mufaşşai, VI, 47-49; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Ankara 1976, s. 1-4; Ömer Rıza Doğrul. "Âba", İTA, I, 31-35; "Ancestor Cults", DCR, s. 77-78; W. Crooke v.dğr. "Anceslor - Wor-ship", ERE, I, 425-467.
GÜNAY TÜMI-R
ATALAY, Besim
(1882-1965) Türk dil âlimi ve yazar.
I
Uşak'ta doğdu, ilk ve orta öğrenimini burada yaptı. On bir yıl kadar medreseye devam ettikten sonra 1905'te İstanbul'a gitti. Şehzade Camii'nde iki yıl Çar-şambalı Hacı Ahmed Efendi'nin derslerini takip etti. Daha sonra imtihanla Dâ-rülmuallimîn'e girdi, 1908'de buradan mezun oldu. Bu arada medrese derslerine de devam etti ve Ahmed Efendi'-den icazet aldı (1909). 1909-1919 yılları arasında sırasıyla Konya Muallim Mek-tebi'nde öğretmenlik. Trabzon ve Ankara Muallim mekteplerinde müdürlük, İstanbul'da Dârüşşafaka'da öğretmenlik, Konya Muallim Mektebi'nde müdürlük yaptı. Maraş, İçel. Niğde ve tekrar İçel'de Millî Eğitim müdürlüğü görevlerinde
bulundu. Millî Mücadele yıllarında bazı siyasî faaliyetlere de katılan Atalay, 1919'da Silifke'de Müdâfaa-i Hukuk Ce-miyeti'nin kurulmasında önemli rol oynadı. Uşak'ta İstiklâl Savaşı'nı destekleyen çalışmalar yaptı. 1920'de Maarif Vekâleti hars müdürü oldu; aynı yıl 1. Büyük Millet Meclisi'ne Kütahya milletvekili olarak girdi. Daha sonra üç devre Aksaray, üç devre de Kütahya milletvekili seçildi. 12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin 26 Eyiül 1932'de gerçekleştirdiği I. Türk Dil Ku-rultayı'nda merkez heyeti muhasibi seçildi. Adı sonradan Türk Dil Kurumu olarak değiştirilen bu müessesede on sekiz yıl merkez heyeti üyesi olarak çalıştı. Sonraları bu kurumun çalışmalarını beğenmeyerek karşı çıktı ve 1949'da kendi isteğiyle Türk Dil Kurumu'ndan ayrıldı. 1937-1942 yılları arasında Dil ve Ta-rih-Coğrafya Fakültesi ile Polis Enstitü-sü'nde Farsça dersleri okuttu. Bazı nâdir yazmaları da ihtiva eden kütüphanesini Millî Kütüphane'ye, Türk folkloruna ait pek çok eşya ile levhalarını ise Etnografya Müzesi'ne bağışladı. 7 Kasım 1965'te Ankara'da öldü.
Asıl şöhretini Türk dili sahasında yayımladığı tercüme ve telif eserlerle yapan Besim Atalay'ın faaliyetleri arasında en önemlisi Dîvönü lugâti't-Türk tercümesidir {bk. DtVÂNÜ LÜGATİ't-TÜRK). Kur'ân-ı Kerim'i Türkçe'ye tercüme eden ve bazı dinî eserler de kaleme alan Ata-lay'ın diğer eserlerinin bazıları Türk dili için faydalı çalışmalardır.
Belli başlı eserleri şunlardır: Maraş Tarihi ve Coğrafyası (Ankara 1339), Bektaşilik ve Edebiyatı (İstanbul 1340), Müslümanlara Öğütler (Trabzon 1342], Türk Dili Kuralları (Ankara 1931), Türk Dilinde Ekler ve Kökler Üzerine Bir Deneme (Ankara 1941), Divonü lûgati't-Türk Tercümesi (1-1II, Ankara 1939-1941), Di-vanü lûgati't-Türk Dizini (Ankara 1943],
Türkçe'de Kelime Yapma Yollan (İstanbul 19461, Kur'ân Tercümesi: Tanrı Kitabı (İstanbul 1965), Türk Dilinde Ana Kelimeler veya Türkçe Türetme Sözlüğü (Ankara 1967), Çeşitli Halk Fıkraları ve Deyimleri (Ankara 1968), Abus-ka Lügati veya Çağatay Sözlüğü (Ankara 1970). Ayrıca Türk dilinin kaynak eserlerinden olan et-Tuhfetü'z-Zekiy-ye ti'1-lûgati't-TürkiYye (İstanbul 1945], Müyessiretü'1-uiûm (İstanbul 1946), eş-Şüzûru'z-zehebiyye ve'1-kitâbü'l-Ah-mediyye îi'1-lûgaÜ't-Türkiyye (İstanbul 1949) ve Seng-lâh, Lûgat-i Nevâî'-yi (İstanbul 1950) yayımlamıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
M. Şakir Ülkütaşır, "Atalay'm Yaşam Öyküsü", Türk Dilinde Ana Kelimeler ueya Türkçe Türetme Sözlüğü, Ankara 1967, s. 7-10; a.mlf., "Besim Malay", TK, İV/38 (1965), s. 194-196; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1972, s. 415, 419, 421; Sevgi Özel, Besim Atalay, Ankara 1983.
Iffl Nuri Yüce
r
L
r
ATALIK
(bk. ATABEG).
ATASÖZÜ
Atalardan gelen ve onların
yüzyıllar içindeki tecrübe ve
müşahedelerine dayalı düşüncelerini
Öğüt ve hüküm şeklinde nakleden
anonim mahiyette kısa ve özlü söz.
Atasözleri zamanla çok defa gerçek anlamlan yerine mecazlı bir mâna kazanarak sözlü gelenek içinde nesilden nesile aktarılan ve halk hafızasında yaşayan, halka mal olmuş, kalıplaşmış ifadelerdir. Bu sözlere Almanca'da Sprich-wort, Arapça'da mesel, Farsça'da pend, Fransızca'da proverbe, İngilizce'de pro-verb, İslav dillerinde posloviçe denilmektedir. Türkiye Türkçesi'nde çoğul olarak atasözleri denmekle beraber eskiye doğru gidildiğinde atalar sözü, seyrek olarak da atalar sözleri şeklinde geçer. Türkçe'nin çeşitli lehçeleriyle Anadolu'nun bazı yöre ağızlarında atasözü terimini karşılayan kelimeler de vardır. Onun yerine, meselâ Çuvaşlar'da çomak ve saman, oranlama, bazı Altaylılar'da ülger-comak, Kazan lehçesinde eski söz, Kırım lehçesinde kartlar sözü, hikmet. Doğu Türkistan'dan Kırım'a kadar uzanan sahada makal, Türkistan, İran ve Afganistan Türkmenleri'nde bunun yanı sıra nakil, Doğu Türkistan'da tabma, ulular
sözü, Kerkük ağzında darb-ı kelâm, emsal ve cümle-i hikemiyyeden başka deme, demece, deyişet, eskiler sözü, bazı Anadolu yörelerinde ise deyişet ve ozan-lama denildiği de görülmektedir.
Atasözleri anonim halk edebiyatı verimleri arasında bulunmakla beraber mâni, türkü, masal gibi başlı başına bir edebî nevi durumunda değildirler. Çünkü atasözleri konuşmalarda, didaktik şiirlerde ve çeşitli ifade şekillerinde birer küçük söyleyiş halinde kalıp, tek başına bir eser veya parça teşkil etmezler. Ancak günlük dili süslemek, ifadeye canlılık vermek gibi bir vazife görmelerinden dolayı onları bir araya toplayıp ayrı bir nevi gibi incelemek ihtiyacı duyulmuştur. Bir kısım atasözlerinin söyleniş hikâyeleri de vardır. Yalnız bunlardan pek azı günümüze ulaşmış, diğerleri zaman içinde unutulup gitmiştir. Atasözleri çok defa ölçülü ve kafiyeli olur. Böylece akılda daha koiay tutulurlar. Ayrıca aliterasyon başta olmak üzere pek çok atasözünde cinas, kinaye, intak, teşbih, tezat gibi söz sanatları da bulunur. Mecazın ise başlı başına bir yeri vardır. Atasözleri günlük hayatta sık sık kullanılan bir ifade malzemesidir. Bir konudaki bir görüşü özetlemek, bir durum ve olay karşısındaki bir düşünceyi açıklamak için çok elverişli ve hazır birer malzeme olarak sık sık atasözlerine başvurulmak ihtiyacı duyulur.
Atasözleri her durum ve olayı, her türlü davranışı, bir ortamdan başka ortama değişen yönleri nüanslı olarak aksettirir. Bundan dolayı atasözleri arasında bazan birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen örneklere de rastlanır. Meselâ, "Kardeş kardeşi atmış, yar başında tutmuş" ile "Kardeş kardeşin ne öldüğünü ister, ne onduğunu" örneğinde olduğu gibi. Atasözlerinin yorum ve açıklamalarında onların hangi duruma bağlı olarak söylendiğine bilhassa dikkat etmek gerekir.
Atasözleriyle deyimler ve vecizeler arasında fark vardır. Deyimler atasözlerin-de olduğu şekilde bir hüküm taşımadıkları gibi çok defa kendi başlarına bir cümle yapısı göstermezler. Vecizeler ise atasözleri gibi anonim olmayıp adı bilinen kişiler tarafından söylenmişlerdir.
XV. yüzyıldan sonra pend ve mesel terimleri bizim yazılı kaynaklarımızda da görülmeye başlamıştır. Aslında "örnek" ve "örnek verme" anlamındaki mesel ve darbımesel Osmanlı Türkçesi'nde zamanla atasözünün karşılığı olmuştur. Bun-
dan dolayı el yazması ve matbu birçok atasözü mecmua, risale ve kitabında darbımeselin çoğul şekli olan durûb-i emsal adına rastlanır. Dîvânü lugâti't-Türk'te yer alan atasözleri bizzat Kâş-garlı Mahmud tarafından sav adı ile verilmekte, bunlar "Şu savda dahi gelmiştir" şeklindeki cümlelere bağlı olarak kelimelerin Arapça açıklamalarının arkasından tanık olarak gösterilmektedir.
Dostları ilə paylaş: |