Öğrenme olayını ele almaya karar verdiğim zaman kafamda daha çok insan beyninin çalışma mekanizmasını daha ayrıntılı olarak incelemek vardı. Nasıl öğreniyoruz, neden öğreniyoruz sorularının cevaplarını da bu çerçeve içinde ele almak istiyordum. Ama işin içine girince durum değişti.
Şöyle ki; öğrenmek, “dışardan”-“çevreden”- gelen informasyonları sahip olduğumuz bilgilerle işleyerek yeni bilgiler üretmek, sonra da, üretilen bu bilgileri muhafaza ederek, bunları daha sonraki informasyon işleme süreçlerinde kullanmak demekti. Ama, bu mekanizmanın işle-yebilmesi için, yani beyinin duyu organlarımız aracılığıyla alınan informasyonları işleyerek onları bilgi adını verdiğimiz ürünler haline getirebilmesi için, bir ön bilgiye ihtiyacı vardı. Yani öğrenmek demek, öyle hiç bir ön bilgiye sahip olmadan beyinin yeni bilgiler “üretmesi” demek değildi! Öğrenmek, eskiden beri varolan bilgilere yenileri ilâve edilerek gerçekleşiyordu. Bu durumda, beyinin nasıl işlediğini, nasıl öğrendiğini açıklayabilmek için, önce bu, yola ilk çıkıldığı anki “ön bilgi” olayının açıklanması, bu bilgilerin kaynağının ortaya konulabilmesi gerekiyordu. Ama bütün mesele de bu değil miydi zaten, yola ne zaman çıkılıyordu? Doğumdan sonra mı? Yoksa, ana karnına düşmeyle birlikte mi başlıyordu yolculuk, öğrenme yolculuğu?
Burada, kökü çok eskilere dayanan “Doğalcılık”-“Deneycilik” tartışmalarına girmek istemiyo-rum, çünkü bugün artık çoktan aşıldı bunlar! Kişiliğimizin oluşmasında hangisi daha önemlidir; “doğuştan” (Angeboren) sahip olduğumuz genetik bilgiler mi, yoksa daha sonra, deneyimler yoluyla elde ettiğimiz bilgiler mi? Kişiliğimizin yüzde kaçı genetiktir, yüzde kaçı daha sonradan sahip olduğumuz bilgilerle, deneyimlerle oluşmaktadır tartışması bu! Bu tartışmada, her ne kadar iki taraf da “uzlaşmaz” fikirlere sahip olduklarını düşünseler de, aslında bunların üzerinde anlaştıkları temel aynıydı. Öğrenme olayı, iki taraf açısından da, özünde doğumdan sonra başlayan bir süreçti. Ana karnında geçirilen sürecin öğrenmeyle bir alâkası yoktu! Bu süreç tamamek “genetik”ti. Önce, organizmanın ve öğrenme organı beyinin DNA’larda kayıtlı “inşa planına” göre inşa edilmesi gerekiyordu! Öğrenme, yani “beyinin yeni bilgiler üretmesi” ancak doğduktan sonra başlayabilir, doğduğumuz zaman sahip olduğu-muz ön-genetik bilgi temeli üzerinde gerçekleşebilirdi! Dışardan gelen ve duyu organlarımız aracılığıyla aldığımız informasyonlar bu esas-ön bilgiyle işlenebilirdi. Öğrenme olayına bakı-şın esası buydu.
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler o kadar hızlandı ki, bugün artık yirmi yıl önceki, on yıl önceki bilgiler bile yetersiz kalıyor! Bırakınız “Doğalcılık-Çevrecilik” tartışmalarını bir yana, daha şurda yakın zamana kadar, “insanın DNA yapısı bir çözülsün, bak ondan sonra herşey ortaya çıkacak” diye düşünülüyordu! Sonra o gün de geldi ve büyük “Genom Projesi” açıklandı. Açıklandı da ne oldu peki? Tam bir hayal kırıklığı! Çünkü bir insanla bir fare arasında, bunların DNA’larındaki gen sayısı ve bu genlerin dizilişleri açısından çok az bir fark bulunuyordu! Bunlar %99 aynıydı ve ikisinde de aşağı yukarı 30.000 gen vardı. O halde, bir fareyle, ya da bir maymunla insan arasındaki farkı, sadece bunların sahip oldukları genlerle açıklamaya çalışmak doğru değildi. Genler bir legonun taşlarına benziyordu. Aynı taşları farklı biçimlerde üstüste koyarak bir fare, ya da bir insan yapmak mümkündü! Sorun, o taşların biribirleriyle nasıl ilişkilendirileceklerindeydi. Bu bilgiler ise genler arasında bulunan “DNA Kontrol Bölgelerinde” bulunuyordu. O zaman bütün mesele, genetik yapının şifresinin saklı bulunduğu bu kontrol bölgelerindeydi, buraların nasıl aktif hale getirildiğindeydi. Nasıl aktif hale getiriliyordu bu bölgeler peki? Kontrol bölgelerinden organizmanın inşaa planını çekip çıkaran instanz ne idi?
Ama hepsi bu kadar da değil! Bu inşaa planını aktif hale getirsen bile, ürünün, yani organizmanın oluşumu bir fabrikada bir arabanın üretilmesi olayı gibi sadece bu programın aktif hale getirilmesiyle gerçekleşmiyordu ki! Ya da, bir binanın belirli bir inşaa planına göre yapılmasına benzemiyordu organizmanın inşaası. Binanın inşaasına siz karar veriyordunuz, inşaa planının yapılması için mimara giderek planı hazırlatan sizdiniz, peki DNA’ların kontrol bölgelerindeki planı aktif hale getiren kimdi? Ve de, buralarda kayıtlı olan bilginin-programın aktif hale getirilmesiyle bitiyor muydu iş? Kendi kendini üretmekle, bir fabrikada bir araba üretmek arasında hiçbir fark yok muydu? Kendi kendini üretme sürecinin her aşamasında yeniden oluşan ve o anki durumu temsil eden nefsin-self’in gerçekliği ne idi?
Öğrenme olayını “daha farklı bir şekilde” açıklamaya çalışan bir diğer eğilim de, öğrenmeyi, bilgi üretme sürecini, doğumdan sonraya bırakmadan, ana karnındaki gelişme aşamasından başlayarak açıklama çabasıdır. Buna göre, öğrenme süreci, fetüsün kendi çevresi olan ana rahmiyle, dolayısıyla da anneyle etkileşmesiyle birlikte başlıyordu. Annenin sağlık durumu, beslenme şekli, sigara-alkol bağımlısı olup olmadığı, hamilelik sürecinin nası geçtiği, stress faktörü gibi birçok etki çocuğun şekillenmesinde ve öğrenme sürecinde son derece önemli rol oynuyordu.
Hepsi de doğru ve yerinde tesbitlerdi bunların, ama bu çalışmalarda da gene eksik bir nokta vardı, çünkü bunlar da öğrenmeyi son tahlilde gene sinir sisteminin ve beynin oluşumuyla birlikte başlatıyorlardı. Sinir sisteminin, dolayısıyla da beynin oluşumu ise embriyonal gelişmenin belirli bir aşamasında gerçekleşiyordu, ya ondan öncesi? Beyin oluşmadan önce öğrenmiyor muydu embriyo? Soru bu idi. Bu nedenle, öğrenme sürecini açıklarken ana karnında geçen sürecin belirli bir aşamasından itibaren başlamak da yetmiyordu problemi çözmek için. Öğrenme sürecinin başlangıcı kabul edilen “beyinin-sinir sisteminin oluştuğu o ilk an”’a ilişkin sorular, o anın içindeki “ön bilginin” kaynağı sorusu halâ ortada duruyordu. Evet ne idi bu bilginin kaynağı? “Genetik”mi? Gördünüz mü, gene aynı yerde duruyoruz! Olaya nereden yaklaşırsanız yaklaşın anlayış değişmiyordu. Sanki ortada, aynen bir mimarın çizdiği inşaat planı gibi, içinde daha sonra ortaya çıkacak ürün olan organizmaya ilişkin bütün ayrıntıların yer aldığı bir inşaa planı vardı da herşey bu plana göre oluşuyordu. Bunun ise öğrenmeyle bir alâkası yoktu. Zaten varolan (DNA’larda) bir bilginin-programın otomatik bir inşaa süreciyle gerçekleşmesiydi bu. Ancak daha sonra, bu sürecin belirli bir aşamasında ortaya çıkan “öğrenme organı”nın (beyinin) oluşumuyla birliktedir ki öğrenme süreci de başlıyordu. Öğrenme olayından anlaşılan buydu.
Mekanik dünya görüşü öyle bir illet ki onunla başetmesi gerçekten çok zor! Öğrenmekten mi bahsediyordunuz, elimizle ayağımızla öğrenecek değildik ya, elbette ki beynimizle öğrene-cektik! Bu nedenle, öğrenme sürecinin beyinin oluşmasıyla birlikte başlaması da son derece doğaldı! Öte yandan beyin, dışardan gelen informasyonları bir ön bilgiyle işleyerek öğrendiği için, beyinin sahip olduğu bu ön bilgi de elbette ki genlerden beyne aktarılan bilgi olacaktı. Çünkü, başka bir bilgi kaynağı yoktu ortada! Belirli bir inşaa planına göre organiz-ma oluşuyor, bu oluşumun belirli bir aşamasında beyin ortaya çıkıyor, öğrenmek için gerekli ilk bilgiler de gene genetik olarak bu beyine yükleniyordu. Son derece mantıki bütün bunların hepsi, öyle değil mi? Öyle, mantıki, ama bu, kökleri günlük hayatımızda olan mekanik bir mantık! “Olayların ve nesnelerin biribirlerinden bağımsız objektif-mutlak gerçeklikler olarak varoldukları” mantığı-anlayışı bu.
Burada bir parantez açalım ve konuyla ilişkisi açısından kısaca, daha önceki çalışmalarda ayrıntılı olarak ele aldığımız, kuantum fiziğinin özünü teşkil eden tartışmaya girelim [3]:
Bir elektron üzerinde ölçme işlemi yapan bir bilimadamını-bir gözlemciyi düşünüyoruz. Ölçme işlemi sonucunda elde edilen bilgiler ölçme işleminden önce “objektif bir gerçeklik olarak varolan” elektrona ait ölçme değerleri midir, yoksa, ölçme-etkileşme esnasında gerçekleşen, elektron-gözlemci (ölçme aletleriyle birlikte) sistemine ait ürünler midir? Bu soruya verilecek cevaptır ki, klasik bilimle ve onun dünya görüşü olan mekanik materyalizmle modern bilim arasındaki farkı ortaya koyan da budur. Klasik bilime göre, “olaylar ve süreçler biribirlerinden bağımsız olarak varolan objektif gerçekliklerdir”. Bu nedenle, elbette ki, üzerinde ölçme işlemi yapılan elektron ölçme işleminden önce de objektif bir gerçeklik olarak vardır. Ölçme işlemi, zaten varolan ölçü değerlerini ortaya çıkarmaktadır o kadar. Modern bilim ise “hayır” der, ölçme işleminden önce gözlemciyi temel alan koordinat sistemine göre objektif bir gerçeklik olarak bir elektronun varlığından bahsedemeyiz. Bu durumda, gözlemciyi temel alan koordinat sistemine göre elektron potansiyel bir gerçekliktir, üzerinde ölçme işlemi yapıldığı, yani etkilendiği taktirde ortaya çıkması muhtemel özellikleri-değerleri ihtiva eden bir ihtimal dalgasıyla-bir dalga fonksiyonuyla temsil edilir.
Alın şimdi yukardaki bu tartışmayı, “üzerinde ölçme işlemi yapılan o elektronun” yerine ana karnına düşen döllenmiş yumurtayı (zigot), “ölçme aletleriyle birlikte gözlemcinin” yerine de, o zigotun etkileştiği çevresi olarak ana rahmini koyun, olay apaçık çıkar ortaya! Soruyoruz şimdi: Zigotun çevreyle etkileşmesinin ürünü olarak ortaya çıkan sonuçlar bu etkileşmeden önce zigotun içinde objektif gerçeklik olarak varolan değerler midir, yoksa bunlar çevreyle etkileşmenin ürünü olan sonuçlar mıdır? Daha da açarsak, zigot-çevre etkileşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan organizma daha önceden minyatür bir “gerçek” olarak zigotun içinde var mıydı, yoksa o, her aşamada zigot-çevre etkileşmesinin ürünü olarak oluşan bir sentez midir? “Gerçek”, bu iki zıt görüşten hangisidir? Eğer siz, organizmanın bütün ayrıntılarıyla önceden zigotun içindeki DNA’larda “var olduğunu”, daha sonra gerçekleşen gelişme sürecinin ise, zaten varolan bu “gerçeğin” ortaya çıkarak gözle görülür hale gelmesinden ibaret olduğunu düşünüyorsanız, ve bütün bunların “apaçık gözle görülür gerçekler” olduğuna inanıyorsanız bu çalışma sizi hayal kırıklığına uğratacaktır! Çünkü, hemen şunu söyleyelim ki, gerçek durum hiçte böyle “görüldüğü gibi” değildir! Değildir, çünkü her şeyden önce, organizmanın oluşum sürecine ilişkin “genetik plan”, öyle, bir mimarın çizdiği inşaa planı gibi, daha sonra ortaya çıkacak ürün olan organizmaya ilişkin herşeyi içinde barındıran objektif-mutlak bir inşaa planı değildir. DNA’larda kayıtlı olan bilgiler dışardan-çevreden gelecek-gelmesi muhtemel etkilere göre gerçekleşme olanağı bulunan opsiyonlardan ibarettir. Gerçekleşme olanağı bulunan potansiyel bilgilerdir bunlar. Ana karnına düşen döllenmiş yumurtanın içinde bulunduğu süreç, çevreden (döllenmiş yumurtanın çevresi ana karnıdır) gelen etkilerden bağımsız olarak gelişen, sonucu önceden belirlenmiş (bir binanın inşaa plânında olduğu gibi) pasif-tek yanlı bir süreç değildir. Bu süreç, aynı zamanda, çevreyle etkileşme içinde gerçekleşen bir gelişme-öğrenme sürecidir de. Sürecin her aşamasında ortaya çıkan sonuç, önceden belirli olan, “genetik olarak belirlenmiş olan” (determiniert), mutlak bir şekilde gerçekleşmesi gereken bir sonuç değildir. Örneğin, aynı döllenmiş yumurta başka bir annenin rahminde gelişseydi daha farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Devamlı stres altında olan bir anneden doğacak bir bebekle, sağlıklı bir ortama sahip bir annenin bebeği arasında, doğacak çocuğun kaşı, gözü, eli, ayağı, saçının rengi vs. açısından belki ilk bakışta gözle görülür bir fark olmazdı; ama, ortaya çıkan yapının-organizmanın informasyon işleme yeteneği- kişiliği farklı olurdu.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan çıkan sonucu şöyle toparlayalım: Eğer öğrenme-gelişme sürecinin ne olduğunu, bu sürecin nasıl ve ne zaman başladığını bilmek istiyorsanız, kaçınılmaz olarak, işe en baştaki o döllenmiş yumurtadan (zigot), o tek hücreden başla-manız gerekecektir. Çünkü, gelişmeyse gelişme, öğrenmeyse öğrenme, ön bilgiyse ön bilgi, her şey o tek hücreyle birlikte başlıyor, işe oradan, yani işin kaynağından başlamadan olayı aydınlatmak mümkün değildir. Ben de öyle yaptım ve tek bir hücre için öğrenmek nedir, bir hücre nasıl öğreniyor, dışardan gelen informasyonları nasıl işliyor, bu işlemi yaparken kullandığı bilgi hangi bilgidir, üretilen yeni bilgiler hücre içinde nasıl muhafaza ediliyorlar, “hücre hafızası” denilen sistemin özü nedir, ve de, o tek bir hücre neden öğreniyor, neden öğrenmek zorunda kalıyor, neden öğrenmek gelişmek demektir bu sorulara cevap arayarak işe başladım..
Sonra, o “tek hücre” bölünerek çoğalıyor ve çok hücreli bir organizmanın oluşum süreci başlıyordu. Peki bu ne demekti? Bir ürün olarak çok hücreli bir organizmanın oluşumu, gene araba örneğine dönersek, fabrikada bir arabanın oluşumu gibi miydi? Yani nasıl ki, ürün-araba tam olarak oluşupta fabrikadan çıkana kadar henüz daha gerçekleşmemiş sayılıyorsa, beyniyle, sinir sistemiyle vs. her şeyiyle olgunlaşıpta doğum gerçekleşinceye kadar emriyo da o araba gibi aynı şekilde henüz daha olgunlaşmamış, eksik, genetik mekanizma tarafından üretilmekte olan bir hücreler yığını mıydı? Yok eğer değilse, o zaman nasıl bir sistemdi o? Tek bir hücre bile öğrenebilirken ve öğrendiği bilgileri “hücre hafızasında” muhafaza ederek bunları daha sonraki informasyon işleme süreçlerinde kullanmayı başarırken, çok hücreli bir sistem olarak gelişen embriyo nasıl öğreniyordu? “Hücre farklılaşması” (differentiation) olayının öğrenme süreciyle ilişkisi ne idi? O ilk bölünmeyle birlikte ortaya çıkan iki hücre arasında nasıl ve neden bir iş bölümü oluşuyordu? Hepsi de aynı DNA yapısına sahip oldukları halde, farklılaşmaya başlayan bu hücrelerin kaderini belirleyen ne idi? Bir hücre hangi alanda uzmanlaşacağına nasıl karar veriyordu? Uzmanlık için gerekli bilgileri nasıl öğreniyordu? Sadece dış dinamik miydi hücre farklılaşmasını yöneten, iç dinamiğin hiç rolü olmuyor muydu bu süreçte? Beyin oluşmadan önceki aşamada embriyo nasıl bir sistemdi ve kendi kendini nasıl üretiyordu? Eğer herşey önceden hazırlanmış bir “inşa planının” uygulanmasından ibaret değilse, belirli opsiyonlara dayanarak genetik bir harita üzerinde yol alınırken, yol boyunca çevreyle etkileşerek öğrenmenin ve öğrenerek gelişmenin diyalektiği ne idi? Gelişme süreci (bu arada embriyonal gelişme süreci de) belirli bir ön bilgiyle yola çıkarak yol boyunca yeni bilgiler üretip, öğrene öğrene ilerlemek miydi? Kendi kendini üretmek, genetik opsiyonların yol göstericiliği altında, yol boyunca üretilen bilgileri de temsil eden bir yapının kendi kendini üretmesi süreci miydi?
Başlangıçtaki tek hücrenin yeni bilgileri üretme-öğrenme mekanizması açıktı. Üretilen bu bilgiler “düzenleyici proteinlerden” (regulatory proteinen) oluşan hücre hafızasında (“cell memory”) saklanıyorlar, sonra da yeni bilgilerin üretilmesinde kullanılıyorlardı [1,6]. Daha sonra, sinir sistemi ve beyin oluştuktan sonraki durum da ortadaydı. Bu kez de üretilen bilgiler nöronlar arasındaki sinaptik bağlantılarda muhafaza ediliyorlar ve yeni öğrenme süreçlerinde kullanılıyorlardı. Peki, beyin ve sinir sistemi oluşmadan önceki çok hücreli embriyonal yapı nasıl öğreniyordu, eğer öğreniyorsa, bu bilgiler mevcut yapının içinde nasıl, nerede muhafaza ediliyordu; kısacası, bu durumda nasıl işliyordu öğrenme mekanizması?
Bu çalışma sadece “öğrenmek nedir, nasıl öğreniyoruz” sorularına cevap aramakla sınırlı değil. Çalışma boyunca bir yandan da, neden öğreniyoruz, neden öğrenmek zorundayız sorularına cevap arıyoruz .
Öğrenmek, dışardan gelen etkilerin baskıların sonucu olarak mı gerçekleşiyordu? Eğer öyleyse, örneğin kim zorluydu bizi öğrenmeye? O tek hücreyi öğrenmeye zorlayan ne idi? Ana karnında öğrenerek kendini inşa eden (buna biz gelişmek diyoruz) o embriyonun zoru ne idi peki, onu kim zorluyordu? Zorla öğrenmek mümkün müydü? Değilse, içerden gelen o öğrenme isteği (motivasyonu) ne idi? Dışardan-çevreden gelen etkilere uyum sağlama zorunluluğuyla içerden gelen istek arasındaki bağ nasıl kuruluyordu? Öğrenme sürecinin duygusal (emotional) yanıyla öğrenme motivasyonu arasındaki bağ nasıl oluşuyordu? Küçük bir çocukta öğrenme ihtiyacı (biz buna öğrenme isteği-motivasyonu diyoruz) yemek, içmek, tuvalete gitmek gibi doğal bir istekken, çocuk her şeyi sorgulayarak bilmek ihtiyacıyla yanıp tutuşurken, daha sonra ondaki bu istek-motivasyon neden ortadan kayboluyordu? Sönmüş bir ateşi tekrar canlandırmak mümkün müydü? Bunlar da, çalışma boyunca cevap aradığımız konulardan bazıları.
Ama bir de bu çalışmanın en üst düzeyde varmak istediği teorik bir hedef var! Onu da şöyle ifade edelim: Öğrenme olayını, sistem ve informasyon işleme bilimleri zemininde, doğanın kendi bilincine varması diyalektiği olarak açıklayabilmek.