BİR SİSTEMİN YAPISI
“Bir sistemin elementleri o sistemin sahip olduğu toplam bilgiye göre biribirlerine bağlanmış-lardır. Bu yüzden, tek tek elementlerinde meydana gelen değişimler belirli bir seviyeyi aşma-dıkları sürece, sistemin yapısı değişmez. Elementlerde meydana gelen değişimlerin belirli bir sınırı aşmaları halindedir ki, bu, sistemin bütününün de değişmesine ve yeni bir niteliğin-yapının doğuşuna yol açar.
Elementler arasındaki farklı bağlaşım şekillerine uygun olarak, farklı yapı şekilleri ortaya çıkabileceği gibi, belirli bir yapı, farklı tipteki bağlaşımlar tarafından meydana getirilmiş de olabilir. Önemli olan o yapıyla birlikte maddeleşen bilgidir. Yapının elementleri bir puzzel’ın, ya da lego’nun elementlerine benzerler. Ancak farklı bilgiler farklı yapılarda maddeleşirler. Örneğin, aynı lego taşlarından bir uçak da bir bina da yapabilirsiniz. Burada, ne yapmak istediğinize dair bilgi ortaya çıkan ürünü karakterize eden başlıca faktördür. Yani ürün bu bilginin belirli bir yapıyla gerçekleşmiş şeklidir. Ama aynı ürünü taşları farklı biçimlerde ilişkilendirerek de yapabilirdiniz. Ürün, vardığınız, varmak istediğiniz amaçsa , bu amaca ulaşma yolları farklılıklar gösterebilir.
Bir sistemin niteliğini belirleyen şey, onun dışardan gelen informasyonları işleme yeteneğidir. Bu ise, belirli bir bilgiyi temsil eden belirli bir yapıyı gerektirir. Bu yüzden, belirli bir yapıyla ancak belirli informasyonlar işlenebilirler. Daha çok, daha farklı informasyonların işlenilebilmesi için, daha karmaşık, gelişmiş yapılara ihtiyaç duyulur.
Daha gelişmiş, karmaşık yapılar, evrim sürecinde basit yapılardan ortaya çıkarlar. Bu süre-cin en üst basamağında da kendi kendilerini üreterek varolan canlılar yer alırlar.
“Kendi kendini üretmek” ise, son tahlilde, bilgi üretmektir; dışardan gelen informasyonları hammadde olarak alıp, bunları işleyerek, bunlardan ürün olarak bilgiler ortaya çıkarabilmektir. Buna, elde edilen bu ürünleri muhafaza ederek, bunları daha sonra yeni bilgilerin üretiminde kullanmayı da ekleyince, adına öğrenmek dediğimiz yetenek ortaya çıkıyor. O halde öğrendikçe, daha fazla bilgiye sahip oldukça, bilginin maddi bir gerçeklik olarak ortaya çıkmasından başka bir şey olmayan yapı da gelişir, daha karmaşık yapılar böyle ortaya çıkarlar.
Bilgi üreten ve ürettiği bu bilgileri muhafaza ederek öğrenen sistemlerin kendi kendini üreterek gelişen sistemler olduğunu söyledik. Bu demektir ki, bilgi üretmekle, öğrenmekle gelişmek bir ve aynı sürecin parametreleridir.
Peki, canlı bir yapının öğrenerek, kendi kendini üreterek gelişmesi somut olarak ne anlama geliyor? Öğrenme ve gelişme süreciyle bu süreç içinde ortaya çıkan yapı arasında ne gibi bir ilişki vardır? Örneğin, döllenmiş bir yumurta-zigot söz konusu olduğu zaman, sürecin daha sonraki aşamalarında ortaya çıkan yapı en baştaki çekirdeğin içinde gizli midir? Yani gelişmek dediğimiz süreç, en başta varolanın içinde bulunan hazır bir programın aktif hale gelerek tek yönlü bir şekilde kendini gerçekleştirmesi süreci midir? Yoksa gelişmek, başlangıç durumunun potansiyel gerçekliği içinde gizli bulunan gerçekleşmesi muhtemel olanaklardan, çevreyle etkileşme süreci içinde gerçekleşme imkânı bulanların, çevreden gelen etkiler işlenirken ortaya çıkması mıdır? Bu süreç içinde her aşamada ortaya çıkan yapı, daha önceden belirlenmiş, zorunlu olarak gerçekleşmesi gereken bir varoluş biçimi midir; yoksa, çevreyle etkileşmeye göre, somut durumun gerektirdiği bir oluşum mudur? Bu türden soruları çoğaltabiliriz. Gerçek ise apaçık ortada duruyor: Her sistem (canlı), çevreyle etkileşme süreci içinde, çevreden gelen informasyonları-etkileri işleyerek bunlara karşı reaksiyonlar oluşturabilme-denge kurabilme çabası içinde sahip olduğu belirli bir yapıyla birlikte gerçekleşiyor”.
BİR SİSTEMİN İŞLEVİ
“Yapı ve işlev, bir sistemin biribirinden ayrı düşünülemeyecek iki varoluş özelliğidir. Çünkü her sistem, belirli bir yapıyla belirli bir işlevi gerçekleştirirken varolur. İşlev, var oluşun gerçekleşme biçimidir; çevreden gelen etkilere karşı reaksiyonlar oluşturarak denge kurabilmenin kendine özgü biçimidir. Bir sistemin, sistem merkezinde temsil olunan varlı-ğıyla, başka bir sistem içindeki etkileşmede oynadığı rolle birlikte gerçekleşmesidir diye de tanımlayabiliriz onu. Daha başka bir deyişle işlev, bir AB sisteminde, A ve B’nin “dışardan gelen” madde-enerjinin-informasyonun (etkinin) sistemin içindeki bilgiyle işlenilmesi sürecindeki rolleridir, yani, sistem elemanlarının informasyon işleme sürecinde yaptıkları iştir.
Peki, işlevsiz bir varlık olabilir mi? Eğer “varlık” derken objektif gerçeklik olarak var olmayı anlıyorsak, olamaz. Çünkü, var olmak, çevrenin etkilerine karşılık verebilmektir. Bunun adına da işlev deniyor.
Peki, belirli bir kuantum seviyesinde atalet halinde bulunan bir elektronu nasıl ele alacağız? Bu durumdayken bir işlevden bahsedilebilir mi? Bu durumdaki bir elektron, objektif bir gerçeklik olmadığı için (potansiyel bir gerçeklik olduğu için)[3] onun yukarda tanımladığımız anlamda bir işleve sahip olduğunu da söyleyemeyiz. Onun hakkında söyleyebileceğimiz tek şey şudur: Elektron, atalet hareketini yapmakla, içinde bulunduğu sistemin atalet hareketine, yani denge durumuna katkıda bulunmaktadır. Bu arada eğer dışardan bir etki gerçekleşirse, o, bu etkiye karşı oluşan reaksiyonla birlikte, dalga fonksiyonunun karesiyle orantılı olarak, muhtemel varoluş biçimlerine ve işlevlere sahip objektif bir gerçeklik şeklinde de ortaya çıkabilir[3]. Söyleyebileceğimiz bundan ibarettir.
Bir sistemin işlevini belirlemede yapının oynadığı rolü gördük. Peki işlevin yapı üzerindeki etkisi nedir? Çevre koşullarındaki değişime bağlı olarak bir organizmanın işlevini değiştirme zorunluluğu, her ne kadar onda hemen yapısal değişikliklere yol açmıyorsa da (çünkü bunun için varoluşun esasına ilişkin bilgi temelinin-DNA-değişmesi gerekir), aynı yapıyla farklı işlevleri üretebilmenin de bir sınırı vardır. Tek bir hücrede, özellikle bağışıklık sistemi hücrelerinde, yönetici protein sisteminin (regulatory protein) DNA yapısı üzerinde oynayarak neler yapabileceğini biliyoruz. Bu sürecin, uzun vadeli olarak, yapısal değişikliklerin oluşmasında rol oynayacağını da tesbit ettik. Ama yapısal değişiklik için tek başına bütün bunlar yeterli değildir[1].
Gelişmiş sistemler, yapısal değişiklikleri gerçekleştirebilecek mekanizmalara da sahip olurlar. Ama ister basit, ister gelişmiş bir sistem olsun, bir sistemde yapısal değişimi zorlayan etkenler aynıdır: Yaşamak ve varlığını devam ettirebilmek için çevreye uyum sağlamak zorunluluğu. Çevre koşullarındaki değişmeler, yeni duruma uygun yeni bir işleve sahip olmayı zorunlu hale getirdiği zaman, bu, yeni bir yapıyı da beraberinde getirir”.
Bu denklemin en güzel örneğini Türkiye toplumunun içinde bulunduğu değişim sürecinde görüyoruz bugün! Yeni dünya düzenine, global koşullara uyum sağlayabilme zorunluluğu bazı yapısal değişiklikleri kaçınılmaz hale getirince, bunlar “AB’ne uyum reformları” olarak birer birer gerçekleşmeye başladılar! Dışardan esen rüzgârı da (dış dinamiği) arkasına alan anadolu burjuvazisi, bu yapısal değişiklikleri gerçekleştiren devrimci burjuvazi haline geldi! Çünkü hayat, Türkiye’nin ve anadolu burjuvazisinin önüne problemi öyle koyuyordu ki, hiç çaresi yoktu! Ya, yapısal değişikliklerle birlikte kendini de değiştirerek çağa uyum sağlayacaktı, ya da yok olacaktı! Önünde, Osmanlı imparatorluğu gibi bir örnek de olunca, harikalar yarattı burjuvazi! “Muhafazakarım” diye bağırırken devrimci yaptı hayat onu! Değişen koşullara uyum sağlayamadığı için yok olmamışmıydı Osmanlı!
Dostları ilə paylaş: |