. Esasında meşhed bir türbe ve ziyaret mekânıydı.53 Bununla birlikte öğretim amacıyla kullanılan binaların ilave edildiği meşhedler vardı. Bağdat’taki Ebu Hanife Türbe Medresesi bunun bir örneğidir. Tarihçiler onu kabir (mezar), meşhed (türbe), mescid (cami, mescid) ve nihayetinde medrese (eğitim kurumu) olarak isimlendirmişlerdir. Esasında o, aynı zamanda kabir olarak de isimlendirilen Ebu Hanife meşhed ve mescidinin kenarında inşa edilmiş bir medresedir.
2.3.Eğitim Personeli
Müderris: Sadece bir mescid veya medresedeki kürsünün sahibi olan fıkıh hocası (fakîh) için kullanılırdı. Bu açıdan en küçük mescid ile en büyük medrese arasında hiçbir fark yoktu ki her birisinde fıkıh hocasının, yani müderrisin sahip olduğu tek bir kürsü bulunmaktaydı.
Nâib: Nâib54 fıkıh hocasının vekiliydi. Onun görevi gerekli durumlarda müderrisin eğitim görevini yerine getirmekti. Müderris kurumun yöneticisi görevini de üstlendiğinde haftanın belli günlerinde öğretimle ilgili görevlerini yerine getirecek bir nâib görevlendirirdi. Genelde müderris kadılık gibi başkaca görevleri de yerine getirirdi. Nizâmiye Medresesi’nde nâib genelde müderrisliğin bir hocadan diğerine geçişinde oluşan ara dönem boyunca müderrisin işlerini yapmak için görevlendirilen vekildi.55
Muid: Muid56, müderrisin öğrenciye verdiği dersi tekrar etmek suretiyle müderrise yardım eden bir görevliydi. Bir müderrisin tek bir vekili varken buna karşılık o, birçok muide sahip olabilirdi. Bazı muidler diğerlerinden daha yetenekli ve daha yetkindi; esasında bir muid aynı zamanda küçük bir medresede müderrislik de yapıyor olabilirdi. Her halükarda onun temel görevi müderris tarafından anlatılan dersleri öğrencilere kavratmaktı.
2.4.Öğrenciler
Mütefakkih: Mütefakkih (ç. Mütefakkiha) bazı kaynaklarda görülebileceği gibi, aynı zamanda fakîh (çoğulu fukahâ) olarak da isimlendirilen fıkıh öğrencisiydi. Bu amaçla kullanılan diğer bir terim ise tâlib (ç. talebe veya tullâb) idi.
Sâhib: Sâhib (ç. ashâb) müderrisin savunucusu ya da takipçisiydi. O, ihtisas öğrencisine veya müderristen normal eğitimini (ta’lîka) tamamlamış ve bilgisini kemâle erdirmek için onunla birlikte kalan aynı zamanda da müderris olma noktasında önceliğe sahip öğrenciye benzetilebilir. Kıdem ve bilgisine bağlı olarak genelde bu kişi müderrise muid olarak hizmet ederdi. Fakat Ebu İshak eş-Şirâzî örneğinde müderrisi ondan, kendisine ait mescidde hocalık kürsüsüne geçmesini istemiştir. Şurası kesin ki Şirâzî bir muid değildir ve o ya nâib ya da oranın sürekli müderrisi olarak görev yapmıştır. Zira hocası o dönemde 80 yaşında olup yirmi yıl daha yaşamıştır.57
2.5.Fıkıh Dersi
Ta’lîka: Fıkıh hocası tarafından verilen dersi işaret etmek için kullanılan bir terimdir. O, zaman içinde müderrisin eklemeler yaptığı ders ya da ders notları şeklindeydi. Bu yüzden ta’lîkler onların tamamlanma durumuna göre farklılık arz ediyordu. Bunlardan bazıları neşredilmiş ve müderrisin eserleri arasında yerini almışken58 diğerleri neşredilmemişti.
Aynı kök fiilden ikinci babdan türetilen “alleka” fiili de teknik bir terim olarak kullanılırdı. Bu fiil müderrisin ta’lîkinin istinsah edilmesi anlamına gelirdi. Öğrencilerin miktarı tam olarak bilinmeyen sayıda ta’lîk istinsah ettikleri söylenmektedir. Sâhib ya da ihtisas öğrencisi, eser sahibi müderrisin gözetiminde bütün dersi istinsah eden kişiydi. Onun aynı zamanda müderrisin konuyu ele alış metodunu (tarîka) da istinsah ettiği (alleka) ve kavradığı (hassale) rivayet ediliyordu. Bazıları ise hocalarının ta’lîkini ezberliyordu. Böylece ihtisas öğrencisi eğitimini bitirdiğinde kendisinden ders okutacağı ders notlarına sahip olmuş oluyordu.59
Hal böyle olunca, şekil, içerik ya da her ikisi noktasında kendisinden öncekilerden farklılık göstermeleri göz önüne alındığında bazı ta’lîkler diğerlerinden daha özgündü. Bir kısmı ise diğerlerinin özeti mahiyetindeydi. Onlar aynı zamanda hacim açısından da farklıydılar ki bazıları çok sayıda ciltten oluşuyordu.
Ta’lîkin konusu belli bir mezhebin fıkhı ya da bir mezhebin görüşüne karşılık diğer mezheplerin bakış açılarını ortaya koyan bir tür mukayeseli fıkıh metni olan hilaf üzerine olabilirdi. Ayrıca fıkhın üzerine temellendiği kaynaklar ve prensipler olan usul-u fıkıh da onun konusunu teşkil edebilirdi.
Bir öğrenci birden çok müderrisin ta’lîkiyle ilgili ders alabilir ve onları yazabilirdi. O, bir başka müderrisin gözetiminde ihtisas öğrenimine devam ederken öğrencisi olmadığı bir müderrisin ta’lîkini istinsah edebilirdi.60 Bir müderris ise birden çok ta’lîke sahip olabilirdi.61
2.6.Hukuk Alanında Uzmanlaşma
Fakîh: Bu terim fıkıh alanında öğrenim görmüş kişi için kullanılırdı. Bu, o kişinin fıkıh eğitimi verdiği anlamına gelmezdi. Onun fıkhı bilmesi kadı, müftü, müderris ve münazır olabilmesi için bir ön şarttı. Bir fakîh aşağıdaki terimlerle ifade edilen alanların birinde ya da tamamında tecrübeye sahip olabilirdi:
Kadı: Hukuk sistemi içinde bir göreve sahip olan fakîh.
Müftü: Kendisine sorulan fıkhî konularda fetva veren fakîh.
Müderris: Eğitim kurumlarında fıkıh kürsüsü olan fakîh.
Münâzır: Fıkhî münazara sanatında ün salmış fakîhtir ki o, kendi mezhebinin fıkıh usulünü bilmesine ek olarak bunun dışında bir ya da birden çok mezhebin (hilâf) fıkıh usulü konusunda da uzmandı.
Fıkıh öğreniminin olmazsa olmaz kabul edildiği bu uzmanlık alanlarına ek olarak bir fakîh fıkıhtan bağımsız öğrenme alanlarını temsil eden aşağıdaki uzmanlık dallarından birinde de temayüz etmiş olabilirdi.
Muhaddis: Hadis konusunda uzman olup hadis öğretimiyle meşgul alan kişiydi ki yazdırma (imlâ) metodunu kullanırdı.
Vâiz: Hitabet sanatında uzman olup herhangi bir eğitim kurumunda (cami, mescit, medrese) vaaz veren kişiydi.
Hatip: Camide Cuma hutbesini okuyan kişiydi.62
Mütekellim: Kelam alanında uzmanlaşmış kişiydi. On birinci yüzyıl Bağdatında genel anlamda Eş’arî ve Mutezili kelamı ile kelam karşıtı olan Hanbelîler vardır ve bunlar fikirlerini yaymak için vaazı kullanmışlardır.
Sûfî: Mutasavvıf anlamında kullanılır ki o, sıradan bir mürid, etkin bir hoca ya da bu alanda eser sahibi bir kişi olabilirdi. Bu kişi hadisin yanında hitabet sanatının da öğretildiği bir ribatta, yani dergâhta, öğretim yapabilirdi.
2.7.Tahsisli Eğitim Kurumlarının Temel Özellikleri
Latince “collegium” (cemiyet) kelimesinden türetilen “kolej”63 terimi Batı’da geliştirilen eğitim kurumlarını temsil ettiğinden Ortaçağ İslam dünyasına ait eğitim kurumlarını tanımlamak noktasında yetersiz kalmaktadır. Tıp ya da hukuk koleji gibi uzmanlık eğitimi ya da mesleki eğitim veren kurumlar manasında kullanılması durumunda bu terim belki bir anlam ifade edebilir. Biz sadece bu anlamda “kolej” (tahsisli eğitim kurumu) terimini, fıkıh konusunda uzmanlık eğitimi vermeleri hasebiyle mescit ve medrese, bir açıdan da meşhed gibi Arapça terimlere işaretle kullanacağız.
Fıkıh alanında uzmanlık eğitimi vermelerinin yanında bu kurumlar başkaca şu ortak temel özelliklere de sahiptir: vakıf ve finansmanı; atama, görev süresi ve müderrislerin görevlerini devretmesi; genel müfredatları (fıkıh ve yardımcı ilimler), öğretim usulü ve diğer faaliyetler.
Bu her üçü de benzer şekilde tahsisli kurumlardı. Bu kurumlardan birinde fıkıh eğitimi alabilmesi için öğrencinin, söz konusu kurumun öğrettiği iddia edilen ekol ya da mezhepe tabi olması zorunluluğu vardı. Bu sebeple Şâfiî bir öğrenci Şâfiî; Hanbelî bir öğrenci Hanbelî ve diğer mezhep mensupları da aynı şekilde kendi mezhebine ait tahsisli eğitim kurumunda (kolejde) fıkıh eğitimi alırdı. Tabi ki öğrenci, anne babasından bağımsız olarak tabi olacağı mezhebi seçme konusunda özgürdü; hatta bir tercihte bulunduktan sonra fikrini değiştirip kariyerinin herhangi bir döneminde başka bir mezhebin mensubu olması da mümkündü.
Vakıf: Tahsisli eğitim kurumları zenginlerin, ki genelde bunlar tüccarlardı, veya vezir ya da yüksek düzey devlet görevlilerinin hayır işleme saikiyle kurmuş oldukları vakıflara dayanırdı. Bu kişi, Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere karşılık ve ticari faaliyetlerinden ve sahip olduğu güç ve etkiden kaynaklanan günahlarına bir kefaret olarak sadak-ı cariye kabilinden bir vakıf kurmak amacıyla malını hibe eder, bu vakfı mensubu bulunduğu mezhebin hizmetine sunar ve oradaki yegâne kürsüyü vereceği ilk müderris olarak ünlü bir fakîhi seçerdi. Müderrisler kendi şahsi gelirleriyle kendilerine ait tahsisli eğitim kurumları da kuruyorlardı. Fıkıh öğretimine tahsis edilmiş bir kurumun vakfı Arap değer sistemi içinde çok önemli bir nitelik olarak kabul gören cömertliğin yanında dine hizmetin de bir işareti olarak görülmesi hasebiyle hemen hemen bütün tabakât yazarları tarafından konu edilirdi.
Vakfın Amacı: Bu kuruma ait vakfın amacı onun faaliyetlerine devam etmesi ve finansmanı için gerekli kaynağı sağlamak ve böylece de kurucusunun ölümünden sonra uzun süre onun varlığının devam etmesini temin etmekti. Hayatı boyunca hayır amacıyla kurmuş olduğu şeyler, tabiri caizse, ölümünden sonra kişiye sevap kazandırmaya devam ediyordu.64 Nitekim kurucusunun ölümünden sonra varlığını sürdüren ve kuruluş amacını yerine getirmeye devam eden vakıf, daha çok günümüzde (Batı toplumlarında) ölen bir kişi adına kurulan hayır kurumlarına benzer bir şekilde gelir getirici varlıklardan müteşekkildi.
Hedefler: Tahsisli eğitim kurumunun amacı kendisi için kurulmuş olduğu mezhebin fıkhını öğretmek, böylece toplumda belli görevleri üstlenecek müderris, müftü ve kadı gibi fıkıh uzmanları yetiştirmekti. Tahsisli eğitim kurumu mezunu bir kişi bu her üç alanla ilgili yeterliliklere sahip olabilirdi; kadılık görevini üstlenebilir, müftü olarak fetva verebilir ve medreselerin birinde kürsü sahibi olabilirdi. Fakat hukuk yani fıkıh bir öğrencinin eğitiminin ana konusu ve zirvesiydi. Bir mezhebin tahsilli bir üyesi olmak için, örneğin Hanbelî ya da Hanefi mezhebi, o kişinin Hanbelî ya da Hanefi fıkhıyla ilgili bir öğrenim görmüş olması gerekirdi. Fakat bir fıkıh müderrisinin dersini takip eden bütün öğrenciler fıkıh uzmanı olamazdı. Bir öğrencinin temel ilgisi Kuran ilimleri, hadis, gramer, belagat, kelam ve hitabet gibi diğer alanlara da yönelebilirdi; ayrıca o kendisini tasavvufi bir hayata adayabilir, öğrenen, öğreten ve tasavvufi düşünce alanında eserler veren bir sûfî olarak bir dergâhta eğitim faaliyetlerine katılabilirdi. Tahsisli eğitim kurumlarında bu alanların çoğu öğretiliyor olmakla birlikte onların esas amacı fıkıh öğretimi olarak kalmış ve bu kurumların her birine o dönemde sadece bir müderrise ait olan yalnızca bir kürsü ihdas edilmiştir.65
Vakıf Yönetimi: Kurucusu, kurumun yönetim ve bakımı ile gelir kaynaklarını bir ya da birden çok kişiye tevdi ederdi. Genelde fıkıh kürsüsünün sahibi olan müderris aynı zamanda kurumun yöneticisi olur, müderrislik ve yöneticilikle ilgili bu çift yönlü görev genelde kendisinden sonraki halefine intikal ederdi. Kurucusunun ölümünden sonra tahsisli eğitim kurumunun uygun şekilde görevini yerine getirme noktasında tedbir alma yetkisi devletin eline geçerdi. Nizâmiye örneğinde, Nizâmülmülk hayatta olduğu müddetçe müderris ve yönetici atama yetkisini kendi elinde bulundurmuştur. Ölümünden sonra bu yetki devlete, yani, devlette iktidarı elinde bulunduranlara geçmiştir. Biz kimi kaynaklarda Bağdat’ta Selçuklu sultanları ile halifeler arasında bu konuda bir güç mücadelesinin olduğuna işaret eden durumlarla karşılaşıyoruz. Bu mücadele özellikle Selçukluların güç kaybetmesini de beraberinde getiren Nizâmülmülk’ün ölümünden sonra daha da belirgin hale gelmiştir. Aşağıda Nizâmiye Medresesi’nin yönetimindeki güç oyunlarını gösteren bazı örnekler vereceğiz ki bu kurumun tarihi Bağdat’ta gerçek güç sahipleriyle ilgili bize bir ipucu vermektedir.
Atama ve görev devri: Medrese kurulduğunda oradaki kürsüye ünlü bir ilim adamını atamak normalde kurucuya ait bir yetkiydi. Onun tercihi, kurmuş olduğu medreseyi hizmetine sunduğu ilgili mezhep çerçevesinde şekillenirdi. Bundan sonra normal prosedür, görevli müderrisin ölümünü takiben kendi yerine geçmesi için öğrencileri arasından bir seçim yapması şeklinde işlerdi. Genelde öğrencileri arasından en gelecek vadedeni hocasının yerine geçecek aday olurdu. Bu öğrenci normalde muid olarak hocasının gözetiminde hizmete devam ederdi. Çoğu durumda, bu görevi devralan kişi babasından ders almış olan oğlu oluyordu. Bu kişi aynı zamanda müderrisin tanınmış eski bir sınıf arkadaşı da olabilirdi ki, böyle bir görev devri müderrisin talebelerinin onun yerine geçemeyecek kadar genç olduğu durumlarda söz konusuydu. Görevli müderrisin kendisinden sonra yerine geçecek kişiyi açıkça tayin etmediği durumlarda, muhtemelen bu görev kurumda görev yapanların ortak kararıyla orada bulunan en kıdemli fakîhe verilirdi ki bu kıdem daha önce de ifade edildiği gibi ilmî soyağacına göre belirlenirdi; yani, ders verebilecek yaşta ise müderristen ders alan oğlu ya da en umut vadeden öğrencisi veya görevli müderrisin ortak hocadan ders aldığı sınıf arkadaşı görevi devralırdı.
Görev Süresi: Normal şartlarda, daha önce söylenilenlerden de anlaşılacağı gibi müderrislik kürsüsünü elinde bulunduran kişinin görev süresi hayatı boyunca devam ediyordu. Nizâmiye örneğinde olduğu gibi bu teamülün işlemediği durumlarda eğitim kurumlarını düzenleyen prosedürden çok iktidar sahiplerinin müdahalesi devreye giriyordu.
Bağdat’taki diğer medreselerle Nizâmiye Medresesi arasındaki temel ayrım noktası da burasıdır. Bu kurumdaki müderrislik kürsüsüne atama ve görev devri işlemlerinde takip edilen prosedür siyasi faktörler tarafından kontrol edildiği için çağdaşı diğer eğitim kurumlarında takip edilenden farklıydı; bu sebeple bu kurum için diğerlerinde olduğu gibi bir görev süresinden bahsetmek oldukça zordur.
2.8.Tahsisli Eğitim Kurumlarının Bir Listesi
2.8.1.Hanefi Eğitim Kurumları
On birinci (h. 5.) yüzyıl Bağdatında öne çıkan önemli Hanefi âlimleri el-Kudûrî66, eş-Şeymerî67 ve Ebu Abdullah ed-Demegânî’dir68. Bu üç isimden hemen önce iki diğer isim öne çıkmaktaydı ki bunların her ikisi de Ebu Bekir er-Râzî el-Cessâs’ın69 öğrencisi olan Ebu Abdullah el-Cürcânî70 ve Ebu Bekir el-Havârizmi71 idi. Onların çağdaşı ya da takipçisi olup daha az ün yapmış diğer âlimler ise İlyas ed-Deylemî72, Nurü’l-Hüdâ ez-Zeynebî73, Ebu Hasan ed-Demegânî74 ve diğerleriydi. Bu isimlerden sonra Bağdat’taki Hanefi âlimler liderliklerini doğudaki, özellikle de Horasan ve Mâverâünnehir bölgesindeki Hanefi âlimlere kaptırmışlardır. 459/1067’de Ebu Hanife Türbe Medresesi’nin kuruluşu bu liderliğin Bağdat’ta devam etmesini sağlayamadı; zira esasında bu dönemde Bağdat’taki en meşhur Hanefi fıkıh âlimi olan Ebu Abdullah ed-Demegânî bu kurumda görev yapmadı.75
Aşağıda isimleri verilen tahsisli medreseler Hanefi mezhebine ait eğitim kurumlarıydı.
Abu Abdullah el-Cürcânî Mescidi: Ebu Bekir el-Havârizmî’nin çağdaşı ve onun gibi Ebu Bekir er-Râzî’nin öğrencisi olan Ebu Abdullah el-Cürcânî on birinci yüzyıl boyunca kendi ismiyle anılacak olan bu mescitte fıkıh müderrisi olarak görev yapmıştır. Bu kurum Bağdat’ın batı yakasında bulunmaktaydı. Onun en önemli öğrencisi, kesin olmamakla birlikte muhtemelen kendisinden sonra burada ders vermiş olan el-Kudûrî’dir. Bununla birlikte şurası kesindir ki Kudîrî’nin meşhur öğrencisi Ebu Abdullah ed-Demegânî bu mescidde müderrislik yapmış, Demegânî’nin öğrencisi Mesud er-Râzî öğretim işlerinde yardım etmesi için kendisi tarafından nâib olarak atanmış ve ayrıca Demegânî’nin oğlu Ebu Hasan ed-Demegânî de bu kurumda müderrislik görevinde bulunmuştur.
Sarahsî Medresesi: Ebu Sa’d es-Sarahsî şehrin batı yakasındaki Karh bölgesinde bulunan bir medreseye sahipti ki o, 402/1012 tarihinde Hanefilerle Hanbelîler arasında cereyan eden bir karışıklık esnasında bu medresede öldürülmüştür.76
Bu Hanefi eğitim kurumu çağdaş tarihçi Hemedânî’den yapılan bir alıntıya göre medrese olarak isimlendirilmektedir. Bu dönem Hanefileriyle ilgili bizim en önemli kaynağımız olan Cevâhir’in yazarı, görebildiğimiz kadarıyla Karh bölgesinde yer alan başka bir medreseden bahsetmemektedir. Bununla birlikte yedinci (m. 11.) yüzyıl Hanefi âlimlerinden birine atfedilen tabakâtta, eser sahibinin “Karh bölgesindeki en eski medrese” şeklindeki ifadesi muhtemelen bu kuruma işaret etmektedir. Daha sonraki dönemde burada Muhammed Ali b. Nâsır el-İbrî (ö.629/1232) fıkıh müderrisliği yapmıştır ki bu bilgi çağdaş tarihçi İbnü’n-Neccâr’a dayanmaktadır.77
Ebu Bekir el-Havârizmî Mescidi: Tabakât yazarları bu mescidin Dârü’l-Ebde adı verilen ve muhtemelen çağdaşı diğer Hanefi eğitim kurumları gibi Bağdat’ın batı yakasında yer alan bir yol üzerinde bulunduğunu aktarırlar. Aynı zamanda kendi ismiyle anılan bu eğitim kurumunda ikamet etmiş olan el-Havârizmî’den sonra bir diğer Hanefi fakîh olan Muhammed el-İsfehânî’nin bu kurumda fıkıh müderrisliği yaptığı bilinmektedir.78
Şeymerî Mescidi: Havârizmî’nin bu meşhur öğrencisi, muhtemelen kadı olarak görev yaptığı Bağdat’ın batı yakasında yer alan Darbü’z-Zerrâdin’de kendisine ait bir mescide sahipti. Daha sonradan Ebu Hanife Türbe Medresesi’nin ilk müderrisi olacak olan öğrencisi İlyas ed-Deylemî Mansur Camii’nde bir ders halkasına ve hocasına ait bu mescidde de bir fıkıh kürsüsüne sahipti.79
Ebu Hanife Türbe Medresesi: Kurum 457/1065 yılında inşa edilmiş ve neredeyse Nizâmiye Medresesiyle aynı tarihte 1067’de faaliyete girmiştir. Diğer öğrenim kurumları gibi o da varlığını zengin bir kişinin hayırseverliğine borçluydu. Söz konusu bu kurum olduğunda bahsi geçen kişi Sultan Alparslan’ın Ebu Sa’d el-Müstevfî isimli maliyeden sorumlu görevlisiydi. Nitekim dönemin bilinen en büyük iki eğitim kurumu olan Türbe Medrese ve Nizâmiye Medresesi Selçuklu idaresinde bulunan iki kişinin, ki ilki sultanın finansal temsilcisi, diğeri ise onun veziridir, şahsi tasarruflarıyla sırasıyla Hanefi ve Şâfiî mezhebi için kurulmuştu. Bu iki kişiden birincisi Hanefi diğer ise Şâfiî mezhebine mensuptu.
Batılı tarihçiler tarafından bu dönem boyunca yalnızca Nizâmiye Medresesi’ne atfedilen önem göz önüne alınırsa, temel özellikleri itibariyle çağdaşı meşhur Şâfiî eğitim kurumundan hiçbir şekilde aşağı olmayan ihmal edilmiş bu Hanefi medresesiyle ilgili önemli metinlerin kapsamlı bir şekilde ele alınması bizim için faydalı olacaktır. Klasik dönem Bağdat tarihi yazarlarından biri olan İbnü’l-Cevzî bu kurumun 459/1067 tarihindeki açılışını şu şekilde anlatmaktadır:
“459 yılında, onursal unvanı Şerefülmülk olan Ebu Sa’d el-Müstevfî (maliyeden sorumlu görevli) Ebu Hanife Türbesesi’ni kurdu, mezarı için bir mezar taşı inşa etti ve kubbesini tamamladı. Türbenin yanına içinde fıkıh öğrencilerinin kaldığı ve onlar için maaşlı bir müderrisin atandığı bir medrese inşa etti.”80
İbnü’l-Cevzî bu ifadenin kaynağını vermemektedir. Kuvvetle muhtemel o, bunu İbnü’l-Bennâ’nın bu dönem ait “et-Târîh” (Müzekkire) adlı eserinden almıştır, zira kendisi onun tanıklığına dayanarak bir sonraki yılda, 460/1068, Bağdat’ta meydana gelen bazı bölgesel olaylar hakkında da bilgi vermektedir. İbnü’l-Bennâ’nın bu eseri beşinci (m. 11.) yüzyıl boyunca Türbe Medrese’de görev yapan müderrislerle ilgili nadir kaynaklardan birisidir ve bildiğim kadarıyla ilk müderrisin görevden ayrılışı ve ikincisinin atanmasıyla ilgili net tarih veren tek kaynaktır.
Eğer İbnü’l-Cevzî tarafından verilen kronolojik olaylar arasında bu olayın yerine bakarak bir yargıya varacak olursak, bu medresenin açılışı ilk olayın tarihi olan Cemâziyelevvel ayı ile ondan sonraki olayın tarihi olan Şaban ayı arasındaki bir zamanda, başka ifadeyle 459 yılının beşinci ve sekizinci ayları arasındaki bir dönemde gerçekleşmiş olmalıdır. Bu şu anlama gelmektedir ki bu medrese meşhur Nizâmiye Medresesinden yaklaşık 4-7 ay önce açılmıştır.
Nizâmiye Medresesi’nin inşa faaliyeti açılışından yaklaşık iki yıl önce, 457 yılının Zülhicce ayında başlamıştır.81 Ancak şu an itibariyle Hanefi Türbe Medresesi’nin açılışıyla ilgili net bilgi veren bir kaynağa sahip değiliz. Fakat şunu biliyoruz ki bu medresenin inşa faaliyeti Nizâmiye Medresesi’nden daha sonra başlamıştır. Bu bilgiye Bağdat Selçuklarıyla ilgili olarak Bündârî’nin kaleme almış olduğu Zübdetü’n-Nusra adlı bir tarihî kaynakta rastlıyoruz. Bahsi geçen metnin konuyla ilgili bölümü şu şekildedir:
“(Şerefülmülk Ebu Sa’d) buranın temelini attığında vezir Nizâmülmülk’ün yardımcısı Nizâmiye Medresesi’nin inşasına hâlihazırda başlamıştı. Böylece onu modelleme avantajını kullanarak o, Bâbü’t-Tâk bölgesinde, Ebu Hanife’nin – Allah ondan razı olsun- mezarı civarında bir türbe ve Hanefi mezhebinin mensupları için bir medrese inşa etti. Oranın bir ziyaretgâha dönüşmesi onun Allah’tan alacağı mükâfatın bir nişanesi oldu.”82
Buradan da anlaşılacağı gibi Ebu Hanife Türbe Medresesi’nin inşası Nizâmiye medresesinin inşasından sonra başlamıştır. Eğer onun açılışının Nizâmiye Medresesi’nden önce gerçekleştiği hususunda yanılmıyorsak, onun inşası diğerinden daha kısa sürmüştür. Bu Nizâmiye Medresesi’nin Türbe Medrese’den daha büyük olduğu anlamına gelmez. Bizi böyle bir sonuca götürecek bir tasvire rastlamıyoruz. Eğer Türbe Medrese’nin vakıf gelirine bakılarak bir hükme varılacak olursa, aksine, onun Nizâmiye Medresesi’nden daha önemli olduğu görülecektir.83
Ebu Hanife Türbe Medresesi hem ziyaret yeri olması itibariyle84, hem de Ebu Hanife’nin mezarının üzerine inşa edilen büyük kubbenin içinde birçok Hanefi ulemasının mezarının bulunması dolayısıyla önemlidir.
Yukarıda bahsi geçen metinler dışında Türbe ya da onun yanında yer alan medreseye dair daha ayrıntılı bilgi veren bir kaynağa rastlamıyoruz. Ayrıca Nizâmiye Medresesinin genel yapısını da tam olarak bilmiyoruz.85 Alûsî’nin verdiği bilgi eğer Nizâmiye için doğruysa, Türbe Medrese için de doğru olabilir. Mercan Mescidi, kurucusunun mezarına ev sahipliği yapıyordu. Ebu Hanife’nin türbesinin olduğu bu Türbe Medrese’de ise kendisi için kurulduğu fıkhî düşünce ekolünün kurucusunun mezarı bulunmaktaydı. Öte yandan Nizâmiye Medresesi için böyle bir durum söz konusu değildi.86
Türbe Medrese tıpkı Nizâmiye Medresesi gibi Bağdat’ın doğu yakasında yer almaktaydı ki her ikisi de şehir merkezine yaklaşık olarak aynı uzaklıkta olan bu medreselerden Nizâmiye Medresesi şehir merkezinin doğusuna, Türbe Medresesi ise kuzeyine düşmekteydi.87 Nizâmiye Medresesi’nin yerini tespit zor olmakla birlikte Türbe Medresesi bugün el-Muazzam olarak bilinen Bağdat’ın kenar mahallesinde halen mevcut olan türbenin bitişiğinde bulunmaktaydı.
Nizâmiye Medresesi örneğinde olduğu gibi Türbe Medresesi için de giderlerini karşılamak üzere kurucusu tarafından bir vakıf tahsis edilmiştir. Her iki medresenin de vakfının net geliri hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Modern dönemde Selefi Şeyh Muhammed Abduh Nizâmiye Medresesi’nin yıllık işletme giderlerinin 15.000 dinar olduğu tahmininde bulunmaktadır.88 Diğer taraftan İbnü’l-Cevzî’nin Muntazam adlı eserinde kuruluşundan yalnızca 63 sene sonrasına denk gelen 523 yılına ait olaylar arasında Türbe Medrese’nin yıllık bütçesi ve giderleri hakkında bir tahmine yer verilmektedir.
“Safer ayında, Sultan, Ebu Hanife Medresesi’ne ait varlıklara el konulmasını ve yöneticilerinin de hesap vermesini emretmiş ve Kâdılkudât ez-Zeynebî bu sebeple sorguya alınmıştır. Kendisine kurumun yaklaşık gelirinin 80.000 dinar olduğu, fakat 10.000 dinarının bile kurum için harcanmadığı söylenmiştir.”89
Baş kadı ez-Zeynebî, medresenin yönetiminden sorumlu olmanın yanında aynı zamanda fıkıh hocalığı da yapıyordu. Bu metin açıkça ortaya koymaktadır ki, bu medresenin normal giderlerinin – bina, müderris, öğrenci ve diğer personel giderleri- 10.000 dinardan az olmaması öngörülmektedir.
Nizâmülmülk Nizâmiye Medresesi’nin giderlerini karşılarken medresenin yönetimini de elinde tutmuştur. Diğer taraftan, Türbe Medrese’de ise orada görev yapan müderrisler aynı zamanda kurumun yönetim sorumluluğunu da üstlenmişlerdir.
Türbe Medrese, tıpkı Nizâmiye Medresesi gibi kendine ait bir kütüphaneye sahipti. Ebu Ali el-Velid’in yönlendirmesiyle Müslümanlığı seçmiş olan Hıristiyan fizikçi İbn Cezleh90 kendi kütüphanesini vakıf mirası olarak bu medreseye devretmiştir. Biz ayrıca burada görev yapan kütüphanecilerden biriyle ilgili kısmî bir bilgiye de sahibiz: Medresede ikamet eden ve 568 yılında burada hadis öğrettiği rivayet edilen Abdülaziz b. Ali b. Ebu Said el-Harezmî kütüphanenin (hizânetü’l-kütüb) sorumluğunu üstlenmişti.91
Türbe Medrese’de aynı zamanda bu kuruma ait camide namazları kıldıracak bir imam da bulundurmaktaydı. Bu kurumun personeli fıkıh kürsüsünü elinde bulunduran ve aynı zamanda kuruma ait vakfın baş yöneticisi olan müderris ve onun gözetimi altında görev yapan muidler, yönetici yardımcıları ve dahası namazları kıldıran bir imam ve kitaplardan sorumlu bir kütüphaneciden oluşuyordu. Kısacası, Nizâmülmülk’ün yönetimi altında görev yapan bir imamın bulunmaması durumu istisna tutulursa, ki biz çok sonraki dönemlere kadar Nizâmiye Medresesi’nde bir imamın varlığına dair bilgiye ulaşamıyoruz92, bu kurumun personel yapısı Nizâmiye Medresesine benzerlik göstermektedir.93
Hanefi Türbe Medresesi’nde fıkıh öğreten ilk müderris Ebu Tâhir İlyas b. Nâsır b. İbrahim ed-Deylemî’dir. O, dönemin iki meşhur fıkıhçısı olan Şeymerî ve Ebu Abdullah ed-Demegânî’nin öğencisidir. Bu kuruma atanmadan önce Vâsıt’ta fıkıh öğretmiş, sonrasında Mansur Camii’nde ders vermiş ve hocası Şeymerî’nin mescidinde müderrislik yapmıştır.
İbnü’l-Bennâ “Târîh” (Müzekkire) adlı eserinde Türbe Medresesi’ndeki fıkıh kürsüsünün ilk müderrisi ve ondan sonra yerine geçen halefiyle ilgili kıymetli bilgiler vermektedir. Ebu Tâhir İlyas’ın vefatına yalnızca ed-Deylemî nisbesi altında yer verilmektedir.94 İbnü’l-Bennâ, onun, Hayzurân Mezarlığı’nda bulunan Ebu Hanife Türbesi’ne bitişikliği dolaysıyla, ders verdiği yer olan Türbe Medrese’ye gömüldüğünden özellikle bahseder.95 Aynı yaprağın karşı tarafında birkaç isim sonra İbnü’l-Bennâ Türbe Medrese’nin ikinci müderrisinin atanması hakkında bilgi verir.96 Burada sadece İlyas ismi zikredilir. İlyas ve ed-Deylemî her ikisi de aynı kişiye işaret etmektedir. 97
İlyas ed-Deylemî’nin bu görevi, ölümünden iki hafta sonra, 4 Recep 461’de, Hâşimî soyundan gelen (nakîbü’n-Nükebâ)98 ve Tirâd ez-Zeynebî’nin kardeşi olan ve 4 Recep 461 (29 Nisan 1069) Perşembe’den 11 Sâfer 512 (3 Haziran 1118) Pazartesi gününe kadar yaklaşık elli bir buçuk sene fıkıh müderrisliği yapan Nûrülhüdâ Ebu Tâlib el-Hüseyin b. Muhammed b. Ali ez-Zeynebî tarafından devralınmıştır.99
Bu isimden sonra Türbe Medrese’de görev yapan başkaca müderrisler de bulunmakla birlikte, kaynakların yetersizliği ve İbnü’l-Bennâ’nın “Târîh” (Müzekkire) adlı eserindeki gibi detaylı bilgilerin yokluğu, ki bu eser ilk dönem müderrislerin görevi devralma süreçleri hakkında bilgi veren ulaşabildiğimiz tek kaynaktır, şu an itibariyle sonraki müderrislerin görevi devralma süreçlerinin net bir şekilde belirlenmesine imkan vermemektedir. Şu da var ki, bizim odaklandığımız dönem on birinci (h. 5.) yüzyıldır.100
2.8.2.Şâfiî Eğitim Kurumları
On birinci yüzyıl Bağdatındaki eğitim kurumlarıyla ilişkili önemli Şâfiî isimler, başında Ebu İshak el-İsferâyinî’nin bulunduğu ana akım Şâfiî ekolüne mensuptur.101 Bu Şâfiî fakîhin, aralarında kendisinin fıkıh kürsüsünü devralan Ebu Abdullah el-Keşfulî102 ve Ebu’l-Feth er-Râzî103 ile kendi adını taşıyan mescidde ders veren İbnü’l-Lebbân’ın104 da olduğu çok sayıda öğrencisi bulunmaktaydı. Fakat bunların içinden en başarılısı, on birinci yüzyıl Bağdatında Şâfiî ekolünün öncüsü olan ve bu sebeple meşhur âlimler silsilesinin başında bulunan Ebu Tayyib et-Taberî’dir.105 O, bunların dışında başkaca çok sayıda öğrenciye de sahiptir ki bunların içinde şu isimler öne çıkmaktadır: Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ne yapılan ilk atamada birbirine rakip olan Ebû İshâk Eş-Şirâzî106 ve İbnü’ş-Şebbâğ107; Taberî’nin gözetiminde öğrenimini tamamlamak için Suriye’den gelip Bağdat’a yerleşen Ebu Bekir eş-Şâmî108; ve son olarak hem Şirâzî hem de İbnü’ş-Şebbağ’dan ders alan Ebu Bekir eş-Şâşî109.
Aşağıdaki tahsisli eğitim kurumları Şâfiî mezhebine aittir:
Abdullah b. Mübârek Mescidi:110 Bu kurum Katî'atürrabî
Dostları ilə paylaş: |