ON BİRİNCİ YÜZYIL BAĞDATINDA MÜSLÜMAN EĞİTİM KURUMLARI1
Goerge MAKDİSİ
On birinci yüzyılın ikinci yarısında Bağdat tarihine, doğu hilafetinin hüküm sürdüğü bölgelerde kendisi tarafından kurulan geniş medrese ağıyla ismi ilişkilendirilen Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk damgasını vurmuştur.2 Bunların içinden en meşhur olan ise 457/1065’ta Bağdat’ta kurulan ve 459/1067 tarihinde faaliyete geçen medresedir. Gerek Ortaçağ doğu kaynaklarında gerekse modern doğulu ve batılı bilim adamları tarafından yürütülen araştırmalarda Bağdat Nizâmiye Medresesi öyle bir şöhrete sahiptir ki, bu döneme aşina olan herhangi bir kişinin muhtemelen aklına gelebilecek ilk kurumdur. İster genel ister özel olsun, Müslüman eğitim sahası üzerine çalışma yapmış olan tarihçiler Nizâmiye medresenin şöhretine değinmeden geçmemişlerdir. Şu zamana kadar, bu kurumda çalışan müderrislerin ve burada eğitim gören en meşhur öğrencilerin listesini belirlemek için çaba sarf edilmiş; kapandığı tarihle ilgili tahminler ileri sürülmüş; Bağdat’ın doğu yakasındaki tam yerini tespit için araştırmalar yapılmış; gerilemesinin sebeplerine dair iddialar dile getirilmiş; bu medresenin tarihi üzerine müstakil tezler ve akademik makaleler yazılmıştır.3
Nizâmiye Medresesi, Batı dünyasında ilk örnekleri on ikinci yüzyılda ortaya çıkan ve on üçüncü yüzyılda yaygınlaşan kurumsal eğitim organizasyonlarından çok daha önce ortaya çıkmış olması dolayısıyla böylesi bir ilgiyi hak etmektedir.4 Nizâmiye üzerine yapılan araştırmaların sayısı çoğaldıkça ona atfedilen tarihi rolün önemi de artmaktadır. Sahip olduğu bu önem her geçen gün dikkate değer bir şekilde artmaya devam ederken ona ait arka plan halen belirsizliğini sürdürmektedir.
Çağdaşı kurumlar arasında özellikle bu medreseye5 karşı yoğun bir ilgi gösterilmesinin altında bana göre şu iki faktör yatmaktadır; özellikle Ortaçağ Arap kaynaklarında bu kuruma sıklıkla işaret edilmesi ve F. Wüstenfeld’in çalışmasından6 bu yana modern bilim insanları tarafından bu kaynaklar hakkında yapılan değerlendirmeler. Fakat belki de hiçbir bilim adamı İslam ve Müslüman eğitimiyle ilgili hâlihazırda elimizdeki kaynaklarda gördüğümüz Nizâmiye tasavvurunun oluşmasında Ignaz Goldziher’den daha fazla bir etkiye sahip değildir. Onun bu medreseye atfettiği değer dikkate alındığında asrımızın ilk on yılında Goldziher tarafından dile getirilen ve aşağıda alıntılayacağımız ifadenin kurumun şöhretini açıkça ortaya koyduğu görülmektedir. Goldzihe’e göre Nizâmiye medresesi ve orada görev yapan Şâfiî müderrisler, Şâfiî mezhebiyle ilişkilendirilen ve Eş’arîlik olarak bilinen kelam hareketinin yeniden dirilişinin zaferini temsil etmektedir. Goldziher şöyle yazmaktadır:7
“… uzunca bir süre Eş’arîler kelami yaklaşımlarını alenen öğretme imkanından mahrumdu. Bu durum, Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün, Eş’arî kelamının resmî öğretimini mümkün kılan ve ehl-i sünnet kelamı içinde kabul edilen yeni bu kelam ekolu için Nişabur ve Bağdat’ta kurmuş olduğu medreselerde bir kürsü ihdas ettiği, ki bunları en meşhur olanı Nizâmiye Medresesi’ndeki kürsüdür, on birinci yüzyıl ortalarına kadar böyle devam etti. Aslında Eş’arî ekolünün zaferi sadece Mu’tezileye değil Ehl-i Hadis’e8 karşı verilen bir mücadele olarak da bilinmektedir. Bu dönemde bu türden kurumların yaygınlaşması sadece eğitim tarihi açısından değil aynı zamanda İslam kelam tarihi açısından da oldukça önemlidir.”
Bu ifadeye dayanarak, aynı zaferi teyit eden ve buna ilaveten Eş’arîliğin, Şiîlik ve onun uç örneği Bâtıniyyeye9 karşı kazandığı bir diğer zaferden de bahseden Bağdat Nizâmiye Medresesi üzerine bir çalışma daha yapılmıştır. Fakat yakın zamanda Goldziher’in iddiasına yapılan bu eklemeyi reddeden bir makale de yazıldı.10 Her hâlükârda Goldziher’in bu iddiası halen geçerliliğini sürdürmektedir. Bizler, İslam ve Arap tarihi üzerine yazdığımız kitaplarda bu iddiayı temel almaya devam etmekteyiz. Eş’arîliğin on birinci yüzyılın ortalarında Bağdat’ta bir zafer kazandığı sürekli dillendirilir; bu zaferdeki en önemli rol Nizâmiye Medreselerine, özellikle de Bağdat Nizâmiye Medresesine atfedilir; sıklıkla gerek bu zafer ve gerekse bu kurum sadece Nizâmülmülk’le ilişkilendirilmez aynı zamanda bir kelam âlimi olarak dehası hem sûfî mistisizminin hem de Eş’arîliğin Ehl-i Sünnet içinde kabulünü mümkün kılan ünlü âlim Gazzâlî ile de ilişkilendirilir.11
Nizâmiye’ye dair böylesi bir algı, hem eğitim alanında hem de kelam ilminin gelişimi konusunda on birinci yüzyıl İslam tarihini anlamamız noktasında bazı mahzurlar taşımaktadır. En azından diğerleriyle paylaşması gereken övgüyü tek başına alarak bu dönemdeki diğer kurumların hakkını gasp etmiş olmaktadır. Fakat tek problem bu değildir; bu, meselenin en önemsiz tarafıdır. Nizâmiye Medresesi’nin Eş’arîliğin öğretildiği resmi bir kurum olduğunun iddia edilmesi dolayısıyla Eş’arîliğin bu dönemde resmi İslam kelamı olarak kabul edildiği şeklinde bir iddia dillendirilmektedir. Eş’arîliğin kalesi olarak Nizâmiye Medresesi’nin resmi karakteri kabul edildiği takdirde şu varsayımı temellendirmek de kolaylaşır: Resmi himayeden uzak Eş’arîliğe rakip kelamî akımlarla resmi bir misyon çerçevesinde bu Eş’arî medresesi eliyle mücadele ediliyordu.
Goldziher haklı olarak eğitim ve kelam tarihinde on birinci yüzyıla özel bir önem atfetmektedir ki bunun böyle olduğundan şüphe yoktur. Fakat on birinci yüzyıl Nizâmiyesine atfettiği rol ve temel özellikler bana göre çok daha titizlikle incelenmesi gereken kaynakların yorumlarına dayanmaktadır. Biz, on birinci yüzyıl Bağdat öğretim kurumlarını türlerine ve özelliklerine göre analiz etmeyi ve bu analizi Nizâmiye’nin rolünü belirlemek ve kendiyle ilgili dile getirilen önemli iddiaları test etmek için arka plan olarak kullanmayı öneriyoruz. Hem Nizâmiye Medresesinin kuruluşundan önceki hem de sonraki kurumları analiz etmek suretiyle içiçe geçmiş dini, sosyal, ekonomik ve politik faktörlere nüfuz etmenin yanında bu kurumların tarihî gelişimleriyle ilgili bir takım bilgilere ulaşılması da arzulanmaktadır.
On birinci yüzyıldaki eğitim kurumları iki kategoride ele alınabilir: Kapsayıcı (unrestricted) ve tahsisli (exclusive) kurumlar. Biz işe birincisini analiz etmekle başlayacağız.
1.Kapsayıcı Kurumlar
1.1.Ulucami (Merkezî Cami)
Tartışılan dönem boyunca ulucami eğitim alanındaki önemini sürdürmüştür. Tıpkı öncesinde ve sonrasında olduğu gibi beşinci (m. 11) yüzyılda dinî ilimler konusunda uzman ulema buralardaki öğretim faaliyetlerini devam ettirmiştir. Müderrislik kürsüsü “halka” terimi ile ifade edilmiştir.
Bu dönemin üç önemli camii şunlardı: Mansur Camii ki Medine Camii olarak da bilinen bu Camii Halife Mansur’un daire şeklinde inşa ettiği şehrin (the Round City) Camiiydi; Halife Mehdi’ye nisbetle Mehdi Camii olarak isimlendirilen cami ki aynı zamanda şehirde kurulduğu yere nispetle Ruşâfe Camii olarak da adlandırılıyordu; Kasr Camii ki Halife Camii olarak da bilinen Saray camiiydi. Bahsi geçen ilk camii şehrin batı yakasında bulunurken diğer ikisi doğu tarafındaydı.12 Bu camilerden her biri iki isime sahipti ve ilk ifade edilen isim çağdaş kaynaklarda en çok kullanılanıdır.
Atamalar: Camideki müderrislik kürsüsüne atamayı Halife bizzat kendisi yapıyordu.13 Bununla birlikte itibarlı kişiler eliyle belli bir kişiyi atamak hususunda ikna edilmesi de söz konusu olabiliyordu. Örneğin İbn Akîl (ö.513/1119) zengin bir Hanbelî tüccar olan Ebu Mansur b. Yusuf’un (ö.460-1067) sayesinde Mansur Camii’nde saygın bir kürsüye atanmıştı.14 Aşağıda görüleceği gibi camideki bir kürsüye, bir başka camideki veya tahsisli kurumlardan birindeki bir kürsüyle aynı zamanda sahip olunması mümkündü.
Birden fazla kürsüye sahip olma: Bu halkalar ya da kürsüler caminin değişik bölümlerinde bulunurlardı. İbnü’l-Bennâ (ö. 471/1079) Mansur Camii’nde revakın ortasında bir kürsüye sahipken Kasr Camii’ndeki diğer kürsüsü mekşûre civarındaydı.15 Bazı halkalar ise temsil ettikleri ilmî disiplinlerle bilinirlerdi; hadisçilerin halkası (halka-i ehl-i hadis) ve gramercilerin halkası (halka-i nahviyyîn) gibi. Diğerler bir kısmı ise tevarüsle o kürsüyü devralanlara nispetle isimlendirilirdi; Berâmike halkası (halka-i Berâmike) gibi.16
Görev süresi: Normalde bir müderris Halife tarafından ulucamilerden birine tayin edildiğinde hayatı boyunca bu kürsüde görevine devam ederdi. Görev süresinin uzunluğuna dair örnekler biyografilerde yer almaktadır. Seksen yaşında vefat eden Ebu Ali el-Kettânî (453/1061) elli yıl boyunca görevini sürdürmüştür.17 Yukarıda zikri geçen İbnü’l-Bennâ’nın en büyük oğlu, biri Kasr Camii’nde diğeri de Mansur Camii’ndeki iki kürsüde görevini 39 yıl boyunca devam ettirmiştir.18
Bazen müderrisler bir ulucamiden diğerine gitmişlerdir. Örneğin Şerif Abu Câfer (ö. 470/1077) ilk olarak Bağdat’ın batı yakasındaki Mansur Camii’nde görev almış, ardından sarayın yakınlarındaki tahsisli bir medresede ders vermek için şehrin doğu yakasına geçmiş ve akabinde yeni atandığı Kasr Camii’nde 466/1074 tarihinde yaşanan sel sebebiyle de biraz daha kuzeye gitmiştir.19 Bâbü’l-Merâtib’in20 daha müreffeh bir bölgesinde yaşamak için eski görevini bırakıp Kasr Camii’ndeki yeni görevi devralmak suretiyle şehrin doğu yakasına taşındığı 450 senesine kadar Mansur Camii’ndeki görevini sürdüren Ebu Muhammed et-Tamîm (ö. 488/1095) de bunun bir diğer örneğidir.21
Şöyle bir genel kural ortaya çıkmaktadır: Her bir ulucamideki kürsü sadece bir müderrise veriliyordu; bununla birlikte bir müderrisin değişik camilerde birden çok kürsüye atanması da mümkündü. İbnü’s-Semmâk (ö.424/1033) biri Mansûr diğer de Mehdî Camii’nde olmak üzere iki göreve atanmıştı.22 Ebu Tâhir el-Gubârî (ö.432/1041) biri Mansûr diğeri ise Kasr Camii’nde iki görevi birlikte yürütmüştü ki23 aynı durum İbnü’l-Bennâ için de geçerlidir.24 el-Anbârî (ö.507/1113) ikisi bahsi geçen Ulucamiler, üçüncüsü ise Mehdî Camii olmak üzere üç kürsüyde görev yapmıştır.25
Görev Devri: Görevli kişinin ölümü dolayısıyla boşalan kürsüye normal şartlarda Halife, o kişiden eğitim almış oğulları ya da öğrencileri arasından bir atama yapardı. Vefat eden kürsü sahibinin kendisinden sonra bu görevi devralacak kişi hakkındaki tercihinin o kişinin ölümünden önce bilinmemesi durumunda Halife yapacağı atamada atanacak kişinin liyakati yanında kıdem prensibini de gözetirdi. İbn Hâmid’in (ö.403/1013) kürsüsü öğrencilerinden biri olan el-Âmidî’ye (ö.467 veya 468/1075 veya 1076) intikal etmiştir.26 Bahsi geçen Ebu Tâhir el-Gubârî’nin iki kürsüsü ise oğlu Ebu’l-Ganâim b. El-Gubârî’ye (ö.439/1048) devredilmiştir.27 Aynı şekilde Ebu Nasr b. El-Bennâ babasına ait iki kürsüyü tevarüs etmiş; Et-Temîmî’ye ait kürsü ise babasından kendisine intikal etmiştir. Ebu’l- Hattâb el-Kelvadânî 510/1116 senesinde öldüğünde Halife, oğulları o dönemde bu göreve atanmak için çok genç olduğundan, öğrencisi olan Ebu Bekir ed-Dinâverî’yi (ö.532/1138) onun yerine atamıştır.28
Müfredat ve işleyiş: Kuran ve bir şekilde onunla ilişkili olan bütün ilimler bu camilerde yürütülen eğitim faaliyetleri içinde kendilerine yer buluyorlardı: Hadis, tefsir, fıkıh, fıkıh usulü, gramer ve belagat. Aynı zamanda burada, müderrisler fetva verir, vaaz eder ve fıkhî konulara dair münazaralar da yaparlardı. Bahsi geçen bu farklı alanlar düzenli olarak öğretilirken bunların dışındakiler nadiren bu kurumlarda eğitime konu ediliyordu. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet sınırlarının dışında görülen Yunan felsefesi gibi sapkın kabul edilen yabancı bilimler bu camilerden uzak tutuluyordu.
Bazı ders halkaları diğerlerinden daha büyüktü ve dersi veren hocanın şöhreti katılan öğrenci sayısını etkiliyordu. Fakat genel olarak söylemek gerekirse hadis dersleri fıkıh derslerine göre daha büyük ilgi görüyordu. Ders halkasında Kadı Ebû Ya’lâ’ya, görevi, dinleyiciler arasında hocanın söylediklerini duyamayacak kadar uzakta olan kişilere bunları ulaştırmak olan ve müstemlis ya da mübelliğ olarak isimlendirilen üç asistan yardımcı oluyordu. Hanbelî tabakât yazarı olan oğlu İbn Ebî Ya’lâ, Mansur Camii’nde 29 Zilkade 456 senesinde (12 Kasım 1064) Cuma günü gerçekleşen böyle bir dersi rivayet etmektedir.29
Fıkıh, özellikle bu alanda ihtisas yapmak isteyen kişilerin takip ettiği uzmanlık gerektiren bir dini alan olması nedeniyle hadise nazaran bu derslere katılım daha azdı. Fıkıh ders halkasında fakîh, sadece öğrencilerden gelen sorulara değil aynı zamanda fetva talebiyle dinleyicilerden kendisine ulaştırılan yazılı sorulara da cevap verirdi. Genelde fetva almak için yazılan bu notlar bazen fakîhin, temelde dinen meşru görülmeyen kimi yeteneklerinden yararlanmak amacıyla da yazılabiliyordu. Bir rüya tabircisi olarak meşhur olan fakîh İbnü’l-Bennâ, o döneme ait günlüğünde bu tarzda kendisine iletilen notlardan söz etmektedir.
Aynı zamanda bazı müderrisler sırf halka dönük fıkıh dersleri de veriyordu. İki Hanbelî fakîh İbn Zibibye (ö. 460/1068) ve onun çağdaşı İbnü’l-Bezkurdî Ruşâfe Camii’nde kendilerine ait şahsî ders halkalarında bu türden dersler vermişlerdir.30
Öte yandan, farklı mezheplere mensup fakîhler arasında üst düzey fıkhî münazaralar da yapılmaktaydı. Bu tartışmalarda izleyiciler dinlerken, fakîhler ve onların seçkin öğrencileri aktif rol alıyordu. Bazı fakîhler sırf bu amaçla ders halkaları oluşturmuştur. Normal fıkıh dersleri verdiği başkaca yerler olmasına rağmen el-Âmidî’nin Mansur Camii’ndeki ders halkası özellikle fıkhî tartışma ve kararlara hasredilmişti.31 Talha el-Âkûlî’nin (ö. 512/1118) Kasr Camii’ndenki ders halkası da münazaraya tahsis edilmişti.32 İbnü’z-Zâğûnî’nin (ö. 527/1132) ders halkasında bu tür tartışmalar Cuma namazı öncesine (Cuma namazı sonrası bölüm vaaza ayrılmıştı) ve Cumartesi gününe tahsis edilmişti.33 İbn Akîl, günümüze kısmen ulaşmış Kitâbü’l-Fünûn adlı meşhur eserinde, Abbasilerin başkentindeki ulucamilerde kendisinin aktif olarak katıldığı ya da dinleyici olarak bulunduğu çok sayıda fıkhî münazaradan bahsetmektedir.
1.2.Öğrenim Ve Tartışma Merkezleri
1.2.1.Dârü’l-İlm
Dârü’l-İlm, Basâsîrî sorununun zirve yaptığı 451/1059 yılında yıkılmıştır. Bu kurum 383/993 yılında Bağdat’ın batı yakasında Büveyhi veziri Ebu Nasr Sâbûr b. Ardeşir tarafından kurulmuştur.34 O, bir bina satın almış, onu restore etmiş, döşemiş ve içine kendisi için hazırlanmış özel bir kataloğu olan bir kütüphane kurmuş ve ailesi adına onu vakfetmiştir. Oranın bakım ve idaresiyle ilgili olarak Hz. Ali soyundan iki şerifi ve bir kadıyı görevlendirmiş, buradaki öğretim faaliyetlerinin başına da Hanefi bir şeyhi koymuştur.35
Şu açıkça görülmektedir ki, burada görev yapan personelin tamamı Şiî olmadığı için bu merkez sadece Şiîlere hasredilen bir öğrenim merkezi değildir. Onun vakfı, yangın sonucu yok olmazdan önceki 70 yıl boyunca faaliyetlerine devam etmesini sağlayacak yeterlilikteydi.36 Eliminizdeki kaynaklar onun kuruluşu, yıkılışı, yenilenmesi, 403/1012 senesinde Hanefi Şeyhin vefatından sonra görev alan personel37, özellikle de 418/1027 tarihinde vefat eden bir kütüphaneciye38 dair ayrıntılı bilgiler vermektedir.39
Araştırmanın mevcut amacı sebebiyle Dârü’l-İlmin kapsayıcı (unrestricted) bir kurum olduğunu ifade etmekle yetineceğiz ki bu kurumun halefi Dârü’l-Kütüb’dür.
1.2.2.Dârü’l-Kütüb
Hicri 452 yılı Recep ayında (Ağustos 1060) tarihçi Ebu’l-Hasen Muhammed bin Hilâl eş-Şâbî şehrin batı yakasında İbn Ebu Avf mevkiinde bir öğrenim ve münazara merkezi kurmuştur.40 Ayrıca bu merkez için bir vakıf meydana getirmiş ve orayı kendi kitaplarıyla donatmıştır. İbnü’l-Cevzî, vezir Sâbûr b. Ardeşir tarafından bina edilen kurumundaki (Dârü’l-İlm) birçok şeyin geçirmiş olduğu yangında yok olmasının ve bu yüzden de öğrenimin sıkıntıya gireceği yönündeki kaygısının el-Şâbî’yi buna ittiğini ve onun yeni bir kurum inşa ettiğini nakleder.41 Bu sebeple bu merkez muhtemelen bahsi geçen merkezden kurtarılan ve buraya konulan kitaplar ile yanan ya da kaybolan kitapların yerine koyulmak üzere Şâbî’nin miras olarak bıraktığı kitaplarından oluşmaktadır.
Bu kurum tıpkı kendisinden öncekiler gibi kapsayıcı bir kurum izlenimi vermektedir. Bahsi geçen metinde bu kurumda görev yapan personel ya da vakfiye ile ilgili herhangi bilgiye yer verilmemektedir. Bu kurumun kütüphane olarak açıkça hizmet vermesine ek olarak yerine getirmiş olduğu diğer faaliyetlerden en azından birine dair bize dair net bir fikir veren ek bir bilgiye daha sahibiz. İbn Akîl, meşhur Eş’arî tartışmacılardan birinin katıldığı ve burada gerçekleşen kelami bir tartışmayı nakletmektedir.42
Sonraki dönemde başka kişiler tarafından da bu kuruma kitaplar hediye edilmiştir. Mu’tezili âlim Ebu Yûsuf el-Kazvînî (ö. 488/1095) Mısır dönüşünde beraberinde birçok kitap getirmiş ve bunlardan bir kısmını Vezir Nizâmülmülk’e hediye etmiştir. Bunlardan biri, ki bu eser İbrahim el-Harbî’nin43 on ciltlik Garîbü’l-Hadis adlı eserinin Ebu Ömer b. Hayaveyh44 (ö. 382/992) tarafından yazılan nüshasıdır, Nizâmülmülk tarafından bu merkeze bir vakıf mirası olarak verilmiştir.45
1.2.3.Meclisü’n-Nazar (Meclisü’l-İlm)
Sadece eğitim ve öğrenme alanı dikkate alınsa bile bu terim birçok teknik anlama sahiptir. R. Dozy46 bununla ilgili önemli olanlardan birkaçını “müderrisin ders verdiği sınıf”, “bir müderrisin dersi”, “ders boyunca müderrisin yazdırdıkları” şeklinde ifade ettikten sonra meclisü’n-nazar ve onun yerine kullanılan meclisü’l-ilmin esas itibariyle “münazara yapan ulemanın toplantısı” manasına geldiğini söylemektedir.
Bu araştırmada meclisü’n-nazar (kimi zaman kaynaklar meclisü’l-ilmi de aynı anlamda kullanmaktadır) Dozy’nin vermiş olduğu anlamda kullanılmıştır. Yani o, belli fıkhî ve kelamî meseleleri tartışan âlimlerin toplantısına ve bir araya gelmesine işaret etmektedir.
Bu tarz oturumların gerçekleştirileceği yerle ilgili bir kısıtlama yoktu. Bu meclisler bir âlimin evinde veya yukarıda bahsi geçen kapsayıcı kurumların birinde ya da aşağıda değinilecek olan tahsisli kurumlarda gerçekleştirilebilirdi. Biz böyle bir amaçla ulucamilerde oluşturulan halkalardan daha önce bahsettik ve ayrıca Dârü’l-Kütüb’ün böylesi bir amaca hizmet ettiğini de gördük.
Bu oturumlara katılım noktasında, kendi evinde ya da sorumlu olduğu kurumda bu türden bir oturumu düzenleyen âlimin talebi istisna tutulursa, herhangi bir sınırlama yoktu. Dönemin yazarı İbn Akîl, bütün fıkıh ve kelam ekollerinin üyeleri yanında hadisçilerin de katıldığı bu türden toplantılarla ilgili mükemmel bir rehber ve bilgi kaynağıdır. Toplantıya katılanların kimliği ne kadar süreceği belli olmayan bu tartışmalarda fıkıh ya da kelama dair hangi konunun ele alınacağını belirliyordu. Bu tartışmalar kendi alanında yetkin üst düzey âlimlere özgü bir öğrenim faaliyeti olduğundan her fakîh veya kelamcı bu toplantılara katılamıyordu. Bu yüzden tabakât yazarları bu toplantılara katılan kişileri eserlerinde zikretmeye önem vermişlerdir.
2.Tahsisli Kurumlar
2.1.Bazı Teknik Terimler
Tahsisli kurumların temel özelliklerini tartışmaya başlamadan önce kaynaklarda geçen bu kurumlarla ilgili bazı teknik terimleri ele almak uygun olacaktır. Bu çalışmada ifade edilen şeylerin çoğu Ortaçağ akademik terminolojisine ait anahtar kelimelerin bize sağladığı içgörüye bağlıdır. Bu sebeple tarih bilimcileri şu konuda hemfikirdirler ki bir metnin doğru yorumlanması sadece tarihçinin genel olarak o dile değil aynı zamanda onun yazılmış olduğu dönemin diline de aşina olmasına bağlıdır. Zira onun, günlük kullanımdaki anlamıyla metin içinde kullanıldığı bağlama uygun terim anlamının birbirinden ayrılması gerekmektedir. Bu konudaki asıl yanılgı terimin günlük kullanımı ile teknik kullanımındaki ayrımın fark edilememesinden kaynaklanıyor olabilir ki bu sebeple bizzat o dönem ait olan ya da o döneme ait kaynaklara (temelde biyografik eserler, özellikle de farklı mezheplere ait tabakât kitapları) dayanan47 belgelere göre oluşturulmuş aşağıdaki kısa listeyi hazırlamamız gerekti. Kullanılan her bir terim ilgili yazarın kendi dilindeki kullanımı çerçevesinde ele alınmıştır.
2.2.Kurumlar
Medrese: Bu terimin “fıkıh ekolü” (school of law) şeklinde ifade edilişinin delili “d-r-s” kök fiilinden türetilen teknik anlamında bulunabilir. Hukuk için kullanılan terim “fıkıh”tı ve fıkıh dersi “ders”; fıkıh hocası ise “müderris” terimiyle ifade ediliyor; “derrase” fiili ise mutlak anlamda fıkıh öğretmek anlamında kullanılıyordu. Bu terminoloji “hadis” olarak ifade edilen Peygambere ait sözlü gelenek için kullanılan farklıydı. Zira bu manada ilgili fiilin ikinci babdaki şekli olan “haddese” hadis öğretmek, onun mastar hali olan “tahdîs” kelimesi ise hadis öğretme ya da hadis öğreticiliği anlamında kullanıyordu. Fakat hukuk anlamında kullanılan “fıkıh” terimi böylesi bir kullanıma sahip değildi; “haddese” ve “tahdîs” kelimelerinin emsali (fıkıh kelimesinden türetilen) “fakkaha” ve “tefkîh” kelimeleri değil, daha çok, sırasıyla fıkıh öğretme veya fıkıh öğreticiliği anlamına gelen “derrase” ve “tedrîs” terimleriydi. Fıkıh öğretme metodu anlamındaki “tedrîs” terimi hadisle ilgili öğretim metodu olan “imlâ” (yazdırma) ve “rivayet”in muadili olarak kullanılmaktaydı. Fıkıh ve hadis tahsil eden öğrenciyle ilgili de farklı terimler kullanılıyordu ki bunun en güzel örneği işitme anlamına gelen “semi’a” fiiliyle birlikte kullanılan isimdi; “o, hadisi işitti (öğrendi)” anlamındaki “semi’a’l-hadis” ifadesi yeterince bilinirken bunun emsali olan ve “f-k-h” fillinin beşinci babdaki hali olan “tefakkahe” fiili ile eşanlamlı kullanılan “o, fıkıh dersini dinledi (öğrendi)” anlamındaki “semi’a’d-ders” ifadesi aşina olunan bir kullanım değildi.
Nihayetinde medrese öğretmen ve öğrencinin temel faaliyetinin ders, yani fıkıh dersi olduğu mekanın ismiydi (ism-i mekân). Şunu göreceğiz ki her medresede sadece bir kürsü vardı ve bu kürsü fıkıh öğretimine tahsisliydi. Mescidin aksine medrese, bunun dışında hiçbir ana amaç için kullanılmadı; Kur’an ilimleri, hadis, gramer vb. konuların öğretimi sadece tâli konular olarak ele alındı.
Mescid: Bu terime işaret için “mosque-collage” (mescid) tabiri kullanılmıştır. O, temel fonksiyonu fıkıh öğretimi olan mescitlere işaret etmektedir. İleride ele alacağımız üzere bu türden çok sayıda kurum vardı. Esasında bu kurumlar medreselerden önce ortaya çıkmışlardı ve bashi geçen dönem boyunca da Bağdat’taki medreselerden sayıca fazlaydılar. Bununla birlikte fıkıh öğretimi için kullanılmayan mescitler de vardı. Ebu Bekir el-Hayyât el-Mukrî’nin kendi evi ve camiinin48 yanı sıra orada Kuran ilimleri ve hadis öğrettiği Ebu Bekir el-Hayyât el Mukrî Mescidi ve kendisini bina eden tüccarın ismini taşıyan Ebu Bekir el-Hayyât el Mukrî’nin de amalara Kuran ilimleri öğrettiği İbn Cerade Mescidi buna örnek olarak verilebilir.49 İbn Şâhîn Mescidi(ö. 385/995) hitabet sanatı öğretimi için tahsis edilmişti ve İbn Şâhîn’in fıkıh konusunda bir müktesebatı yoktu.50 Şehrin doğu yakasındaki bu mescitte hitabet hocalığı yapan bir diğer kişi ise hatip Ebu Ali et-Temîmî idi (ö. 444/1052).51
Biz sadece fıkıh öğretimi yapılan mescitleri ele almakla yetineceğiz. Bu kurumlar söz konusu olduğunda medreseyle ilişkilendirilen tüm teknik terimler aynı şekilde mescitle de ilişkilendirilmektedir. İkisi arasındaki fark mescidin aynı zamanda imamla birlikte günlük namazların ifa edildiği bir ibadet yeri olmasıdır. İmam ile onun namaz kıldırdığı yer olan ve aynı zamanda kıblenin yönünü gösteren mihrap mescidin temel unsurlarıydı. Fakat minber hem mescitlerde hem de medreselerde bulunmakta ve her iki yerde de vaizler tarafından kullanılmaktaydı. Bununla birlikte tüm bu kurumlarda vaizler tarafından verilen vaazlarla merkezî camilerde hatipler tarafından irâd edilen hutbeler arasında fark olması dolayısıyla bu durum medreseleri ulucami (cami) yapmaz.52 Bir mescitteki fıkıh hocası aynı zamanda oranın imamı olabilirken, imamın zorunlu personel içinde yer almadığı medresede böyle bir durum söz konusu değildi.
Meşhed: Bu terim genelde saygın bir kişinin mezarının bulunduğu bir binayı tanımlamak için kullanılırdı. Nizâmiye Medresesi döneminde ana işlevi bu olan birçok meşhed vardı
Dostları ilə paylaş: |