, bu vekili çağırtmış, “bir müderrisin görevini nasıl üstlenirsin” diye onu azarlamış, o bölgeden çıkışını yasaklamış ve katiplik görevine başkadı eliyle son verdirtmiştir. Daha sonra, çok ilginçtir, Mîhenî’nin yokluğundan ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Halife’nin veziri kendi seçtiği birini vekil olarak atamıştır.
Ebu’l-Feth b. Berhân: İbnü’l-Berhân’ın vekil olarak atanmasının tadını ancak bir gün çıkarabildiğini görüyoruz. Onun müderris olarak atandığı ve yalnızca bir ay sonra görevden alındığı da söyleniyor. Bu bir aylık atama için herhangi bir tarih verilmiyor.211
İbn Salmân: 521 yılında (Rabîülâhir ve Cemâziyelâhir ayları arasında) gerçekleşen olaylar arasında İbn Selmân’ın Nizâmiye Medresesi’nde fıkıh öğretmek için atandığı ve Bağdat’a ulaştığı bilgisi de yer alır.212 Onun görev süresiyle ilgili net bir bilgi yoktur, fakat birkaç yıl sonra orada Mîhenî’yi tekrar görmemiz dolayısıyla bunun uzun bir süre olmadığı anlaşılmaktadır.
Esad el-Mîhenî: Mîhenî Nizamiye Medresesi’ne üçüncü kez müderris olarak atanmıştır. Bu üçüncü atamanın ne zaman yapıldığını bilmiyoruz; fakat 523 yılı olayları arasında onunla ilgili verilen bilgilerden yola çıkarak ilgili senenin sonlarında burada görev yaptığı tahmin edilebilir. Nizâmülmülk’ün, kendisine Nizâmiye Medresesi’nde görev yapmayı yasaklaması dolayısıyla bahse konu olan yılın Safer ayında onun, Kasr Camii’nde fıkıh okuttuğu söylenir. O aynı yıl Hemedan’da vefat etmiştir.213
İbnü’l-Hucendî: 22 Rabiülevvel 531 Cumartesi günü İbnü’l-Hucendî müderrisliğe atanmıştır. Bu onun ilk ataması değildir. Birkaç kez bu göreve atanmış ve bir o kadar da görevden alınmıştır. Bu, onun son görevden alınışı olmuş, zira atmasının yapılmasından yaklaşık dört ay sonra aynı yılın Şaban ayının ilk gününde memleketi İsfehan’da vefat etmiştir.214
İbnü’r-Rezzâz: İbnü’r-Rezzâz daha önce karşımıza Nizâmiye Medresesi’nde vekil olarak çıkmıştı. Esasında o, bu medreseden mezundur ve bu kurumda ona hocalık yapmış kişilerin listesi onunla ilgi bize aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Bu liste belli bir dönemde bu kurumda görev yapan müderrislerin atanma sırası hakkında net bir bilgi vermese de oradaki istikrarsızlık düzeyiyle ilgili açık bir fikir sunmaktadır. İbnü’r-Rezzâz, Nizâmiye Medresesi’nde en az beş farklı hocadan fıkıh tahsil etmiştir: Ebu Sa’d el-Mütevellî, Ebu Hamid el-Gazzâlî, el-Kiyâ el-Harrâsî, Ebu Bekir eş-Şâşî ve Esad el-Mîhenî.
İbnü’r-Rezzâz’ın atandığı tarih konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Tabakât müellifleri bize basitçe onun atandığını ve görevden alındığını söylüyorlar. Bununla birlikte biz onun 537 tarihinde görevde olduğunu biliyoruz.215
Altıncı (m.12.) yüzyılın ortalarında Nizâmiye Medresesi’ndeki durum tamamen değişmiştir. Öncesinde atamalar Nizâmülmülk ve onun soyundan gelenler tarafından yapılırken sonrasında atamaların Halife tarafından yapılmadığı durumlar bir endişe konusu olmuştur. 545 yılında Ebu Necib’in Halife’nin oluru olmadan Nizâmiye Medresesi’nde ders verdiği ve derslerini Farsça işlediği rivayet edilir. O daha sonra Halife’nin idaresindeki bir memur olan muhtesib tarafından bir suçlu gibi cezalandırılmıştır.
Bu olaydan önce 537 yılında öğrenciler hocalara, en azından muîdlere karşı düşmanca tavır sergilediğinde bir olay meydana gelmiştir. Bu yıl Nizâmiye Medresesi’nin önüne birçok kayık bağlanmıştır.216 Onlar şarapla doluydu ve görülen o ki muidlerin onu oraya getirmekle amaçladıkları bir şeyler vardı. Öğrenciler olup bitenleri onaylamadılar ve bir mücadele başlattılar. Muidler, Türklerin desteğini aradılar ki onlar daha sonra medreseye saldırıp öğrencileri darp ettiler. Bu dönemde müderrislik kürsüsünde buluna İbnü’r-Rezzâz evinde kalarak bu çekişmeden uzak durmuştur. Görünen o ki şarap Türkler için getirilmiş, fakat medrese personeli bu yasak malzemenin yerine ulaştırılmasında önemli bir rol oynamıştı.
Diğer Nizâmiye Medreseleri: Nizâmiye Medreseleriyle ilgili bizim ulaşabildiğimiz en iyi kaynak Şâfiî tabakât yazarı Subkî’nin Tabakâtü’ş-Şâfiyye adlı eseridir. Medreselerin gelişimiyle ilgili bilgi içeren bölümde Goldziher’in işaret ettiği üzere217 Sübkî, Nizâmülmülk’ün Irak ve Horasan bölgesinin her bir önemli kasabasında medrese kuran biri olarak nam saldığını söyler. Ayrıca Sübkî dokuz Nizâmiye Medresesi’nin listesini verir: Bağdat, Belh, Nişabur, Herât, İsfahan, Basra, Merv, Amul ve Musul Nizâmiyeleri. Şu görülmektedir ki bunların dördü (Belh, Nişabur, Herât, Merv) Horasan; üçü (Bağdat, Basra, Musul) Irak; biri (İsfahan) Cibâl ve biri de (Amul) Taberistan bölgesindedir.
Görünen o ki Sübkî’nin bu listesi, kendisi tarafından derlenen tabakâttaki biyografik notlardan elde edilen bilgilere dayanmaktadır. Altı ciltlik bu önemli eseri okurken, bu listenin Sübkî’nin, Nizâmülmülk tarafından kurulduğu konusunda kesin bilgi sahibi olduğu medreselerden ibaret olduğunu fark ettim. Bunların içinden Herat (II,99), Basra (VI, 96) ve Amul’dan (IV, 321) sadece bir kez söz edilirken en çok bahsi geçeni Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’dir.
Subkî Nizâmülmülk tarafından kurulmuş Harezm’deki bir başka medreseden de söz eder ki, buradaki Nizâmülmülk Harzemşeh veziri olan Mesud b. Ali’dir. Sübkî bu Nizâmülmülk ile ondan önceki meşhur adaşı arasındaki benzerliklerden bahseder: Lakapları, vezir oluşları, Şâfiî taraftarlıkları, medreseler kurmaları, sapkınlar tarafından öldürülmeleri. Lakin onların şöhret düzeylerinin farklı olduğunu da belirtir.
Biz, şu an Bağdat Nizâmiye Medresesi ile bu şehirdeki diğer eğitim kurumları arasında bir mukayese yapacak durumdayız. O, tıpkı diğer bütün eğitim kurumları gibi temel amacı hukukçu ve fakîh yetiştirmek olan tahsisli bir fıkıh medresesiydi. Bağdat’taki medreselerle ilgili bizim elimizde bulunan listede üç büyük mezhebe ait 24 kurum yer almaktadır: Hanefilere ait beş, Şâfiîlere ait sekiz ve Hanbelîlere ait yedi kurum. Şüphesiz bunların dışında da medreseler vardır; fakat en önemli ve temsil kabiliyeti en yüksek olanları bunlardır. Nizâmiye Medresesi gerek kuruluş zamanında gerekse kuruluşunu takiben Bağdat’taki tek medrese değildi; bu nedenle dönemin başarılı bilginlerine ev sahipliği yapan diğer önemli eğitim kurumlarını görmezden gelip yalnızca bu kuruma odaklanmamak konusunda dikkatli olunmalıdır.
Nizâmiye Medresesi, öğrenciler için yaşam alanı barındırdığından, kuruluş esnasında faaliyette olan diğer mescidlerden şüphesiz ki daha büyüktür. Fakat bu, aynı sene kurulmuş olan ve içinde öğrenciler için yaşam alanı bulunan Ebu Hanife Türbe Medresesi’nden daha büyük olduğu anlamına gelmez; diğer temel hususiyetleri itibariyle Nizâmiye ile kıyaslandığında şu görülür ki Nizâmiye Medresesi’nde Şâfiîler için bulunan her şey Hanefiler için burada vardı. Ekonomik imkânlarına gelince, Nizâmiye Medresesi’nin yıllık gelirinin 15.000 dinar olduğu rivayet edilir. Fakat gerçek rakamın bundan fazla olması gerekir; zira Türbe Medrese’nin gelirinin 80.000 dinar olduğu belirtilmektedir. Her halükarda, bu kurumun geliri en azından Nizâmiye Medresesi’inin geliriyle mukayese edilebilir olmalıdır.
Eğer durum buysa, Nizâmiye Medresesi şöhret bulmuş ve Türbe Medrese de kaynaklarda az çok zikredilmişken diğer önemli eğitim kurumları bu noktada niçin konu edilmez? İnanıyorum ki bunun cevabı kaynakları yorumlama tarzımızda bulunabilir. Aşağıdaki metin böylesi bir yorumun tipik ifadesidir:
“Medresenin kuruluşundan sonra yıllar boyunca müderrislik ya da hocalık makamına yapılan her atama tarihçiler tarafından not edilmiştir ve bu sebeple o, ilgili makamın çok önem verilen bir yer olduğu zannına götürebilir.”218
Fakat bu varsayımın geçersiz olduğunu görmek için bizim bu dönemdeki medrese müderrisliğinin genel statüsüne bakmamız yeterli olacaktır. Normalde bir müderris kürsüye bir kez atanır ve ölünceye kadar görevini sürdürürdü. Her fıkıh medresesi yalnızca bir tane fıkıh kürsüsüne sahipti ve her biri bir hocaya mahsuben kurulmuştu. Bu hoca vefat ettiğinde onun halefi ya bizzat kendisinin tayin ettiği ya da yaşlı bir ulema heyeti tarafından belirlenen birisi olurdu. Genelde bu görev kıdem usulüne uygun olarak hocasına asistan olarak hizmet etmiş ve hocasının çalışmalarını devam ettirebilecek olan en iyi öğrenciye verilirdi. Hoca vefat ettiğinde tarihçiler onun ölümüyle ilgili bilgi verirken, “kendisi için kurulan” ya da “falanca kürsüyü devraldı” şeklinde (kurumu ya da görev yaptığı kürsüyü vasfeden) bir yorumla birlikte veya hiçbir yoruma yer vermeden “o falanca medresede fıkıh müderrisliği yaptı” şeklinde not düşmüşlerdir. Bu bilginin önemsiz olduğu söylenemese de çok da abartılmaması gerekir.
Kurulduğu tarih olan 459/1067 yılından, sonraki yüzyılın ikinci on yılına kadar Ebu Hanife Türbe Medresesi’nin, atamaları Hanefi mezhebinin yaşça önde gelenleri tarafından yapılan sadece iki müderrisi olmuştur. Birinci müderris 459/1067’den vefat ettiği tarih olan 461/1069 yılına; ikincisi ise 461/1069’dan vefat tarihi olan 512/1118 yılına kadar burada ders vermiştir; yarım asrı aşkın bir sürede sadece iki atama gerçeklemiş ve bu iki atama arasında kürsü yalnızca 15 gün boş kalmıştır.
Aynı süreç içerisinde kurucusu ya da onun oğulları tarafından Nizâmiye Medresesi’ne 11 farklı müderris’in en az 14 kez ataması gerçekleştirilmiştir. Bu müderrislerden üçü ikişer kez atanmış, yani araya bir görevden alma girmiştir. On birincisi 512/1118’den sonra iki kez daha atanmış ve toplamda sayı üç olmuştur.
Bu sebeple Nizâmiye Medresesi’ndeki müderrislerin durumu çağdaşı olan diğer kurumlarda görev yapanlardan farklıdır; ölene kadar görev yapma kuralı onun kurucusu olan Nizâmülmülk ve onun haleflerinin müderrisleri keyfen ataması ve görevden alması dolayısıyla bozulmuştur. Nizâmülmülk’ün ölümünden sonra bir müderris iki kez atanmıştır ki bunlardan birincisi bir ay, ikincisi ise bir gün görev yapmıştır. Bu usul, bütün medreselerde yerleşik hale gelmiş hayat boyunca görevde kalmak üzere atama kuralının yok sayılması anlamına gelmektedir. Hayat boyu görevde kalma alışılmış bir usuldü. Bu sebeple normal atamalar alışılageldik yolla, yani ölen müderrisin ölümüyle ilgili bilgi verirken aktarılırdı.
Bağdat Nizâmiyesi’ndeki atamalar, Türbe Medrese ve diğer bütün medreselerde yapılan atamaların aksine daha sık yapılıyordu ve (bu sebeple de) bahse değerdi; o bölgede yer alan medreselerle kıyaslandığında bu alışılmadık bir durum olduğundan tabakât yazarları bunu bahse konu ediyorlardı. Yeni bir atama, genelde, bir görevden alma olduğu anlamına geliyor ve Nizâmülmülk’ün yeni bir gözdesine işaret ediyordu. Bu sebeple Nizâmiye Medresesi’ndeki atamalar ve görevden almalar, bugün ki gazetecilik deyimi ile ifade edersek bir manşet değeri taşıyordu. Bunlara sadece ölümle ilgili haberlerde değil, yılın olayları arasında ilk sıralarda yer veriliyor ve idareciler tarafından buradaki kürsü sıklıkla boş bırakıldığından bu durumlar da kayda alınıyordu.
512/1118 senesinden sonra hem Türbe Medrese hem de Nizâmiye Medresesi’nin adı bir skandala karıştı. Daha önce ifade edildiği üzere Türbe Medrese’nin yolsuzluktan suçlu bulunan bir idarecisi vardı ve Nizâmiye Medresesi’nin yöneticisi de atamalarda rüşvet almaktan suçlu bulunmuştu. Yine daha önce belirtildiği gibi Şâfiî tarihçi Samânî, kendisi için medrese inşa etmeye yetecek paradan daha fazlasını atamasını yaptırmak için harcayan Nizâmiye müderrislerinden birinden bahsetmektedir.
Nizâmiye Medresesi’nin atama sistemindeki bu durum öğrencilerin eğitim sürecinde sıksık inkıtaya sebep oluyordu. Normalde hukuk eğitiminin tamamlanması dört yıl sürüyordu. Öğrenci, diğer medreselerde olduğu gibi, kendi hocasından öğrenimini tamamlayacak kadar şanslı olabileceği noktasında emin olamıyordu. Sık görülen göreve başlatma ve görevden almaya ek olarak bir atamanın sonlandırılmasıyla diğerinin başlatılması arasında da uzun bir boşluk doğuyordu. Aynı zamanda öğrenim aksıyor ve geçici vekil müderrisler kullanılıyordu. Bu durum, bazı öğrencilerin olağan dışı sayıda müderristen ders almış olmasının ve bu sebeple de mezun olmadan önce uzun bir zamana gereksinim duymasının sebebini açıklar. Daha önce ifade edildiği bu öğrencilerinden birisi aralarında Gazzâlî’nin de bulunduğu beş farklı müderristen fıkıh dersi almıştır ki bunların arasında geçici olarak görev yapan vekil müderrisler yoktur.
Bunların hepsi şunu gösteriyor ki tarihî kaynaklarda sıkça Nizâmiye Medresesi’nden bahsedilmesi her zaman onun lehine yorumlanamaz. Bu aynı zamanda şuna da işaret etmektedir ki tarih usulcülerinin “sessizlik argümanı” (the argument from silence) olarak işaret ettikleri şeyden yararlanırken bu konu üzerinde özenle durulması gerekmektedir.
Fakat Nizâmiye Medresesi’nin ana amacı fıkıh öğretimi ise de bu, Eş’arîliğin Nizâmülmülk tarafından ihmal edildiği anlamına gelmez. Eş’arî ulemasıyla olan bağı ve Horasandaki kitlelerle ilişkisi dolayısıyla onun bunu yapma imkânı yoktu. Onun yaptığı arasıra Eş’arîliği arka kapıdan medreseye dâhil etmekti. Dönemin sosyal ve dinî tarihi açışından bakıldığında akamete uğramış iki teşebbüse şahit oluyoruz. Her iki durumda da Eş’arî bir âlim Nizâmiye Medrese’sine vaiz olarak atanmıştı. O, buradaki örfe uygun şekilde, hem bu kurumda hem de şehirdeki diğer yerlerde vaaz vermek için görevlendirilmişti. Fakat bu vaizlerden biri verdiği vaazlara Eş’arî propadandasını karıştırdı. Diğer vaiz ise, şehir nüfusunun en etkin kesimini oluşturan ve Eş’arîliğe ölümüne düşman olan Hanbelîler ve diğer hadisçilere sözlü saldırıda bulundu. Her iki durumda da, şehirde Nizâmülmülk’ü bu vaizleri görevden almaya mecbur bırakacak düzeyde bir kargaşa patlak verdi.219
Nizâmiye Medresesi’nde kurumsal bir kelam kürsüsü yoktu. Sadece vakfiyede değil döneme ait teknik terminolojide de böyle ifadeye rastlanmaz. Bu sebeple hiç kimse burada Eş’arî kelamının resmi öğretiminin yapıldığını söyleyemez; söylenebilecek olan şey şudur ki, vaizler, Nizâmülmülk tarafından desteklenen sistemli bir propaganda aracılığıyla Eş’arîliği Bağdat’ta yaymaya çalışmışlardır; fakat bu kurumsal bir faaliyet değildir ve sıklıkla Hadis uleması tarafından yönlendirilen kitlelerin itirazıyla karşılaşmıştır. Nizâmiye Medresesi, tıpkı diğer medrese ve mescidler gibi kapsayıcı değil tamamen tahsisli bir kurumdur. Diğer medreselerin müderrisleri Bağdat uleması arasından atanırken, Nizâmiye’nin müderrisleri genelde İran ulemasından atanırdı. Nizâmiye Medresesi Nizâmülmülk’ün ölümünden sonra önemini kaybetmiştir ki bu durum, diğer şeylerin yanısıra Nizâmülmülk’ün vefatından hemen sonra medresenin karşılaştığı mâlî sıkıntılarda görülebilir.
Bana göre Eş’arîlik’in ne on birinci, ne de on ikinci yüzyılda Bağdat’da bir zafer kazandığı söylenebilir. Gazzâlî bildiğimiz kadarıyla burada Eş’arîlik’in propagandasıyla ilgili kurumsal anlamda hiçbir şey yapmamış, o, Horasandan geldiği şekliyle, özellikle on birinci yüzyılın ortalarından ve Nizâmiye Medresesi’nin kuruluşundan sonra sıklıkla karşı çıkılan istenmedik ithal bir akım olarak kalmıştır.
Goldziher’in teorsinin aksine, Bağdat’taki on birinci yüzyıl zaferi, Eş’arîlerin Mu’tezililere ve Ehl-i Hadis’e karşı kazandığı bir zafer değildir. Bilakis bu zafer, Ehl-i Hadis’in, yani Hanbelîlerin, diğer güçlü hadis ekollerinin desteğiyle on birinci yüzyılın ilk bölümünde Mu’tezililerin geri çekilmesini sağlaması, ikinci bölümünde ise onlar tarafından boşaltılan alanı doldurmak isteyen Eş’arîlerin tekrarlanan teşebbüslerinin akamete uğratılmasıyla ilgilidir. Hanbelîler ve hadisçilerin bu zaferinin meyveleri, Bağdat’ta Hanbelî medreselerinin yayılmasına tanıklık edilen ve düşüş durumunda olan Nizâmiye Medresesi’nin ödenek yetersizliği dolayısıyla öğrenci kaydını azaltmak zorunda kaldığı bir sonraki yüzyılda, yani on ikinci yüzyılda, görülecektir. Nizâmiye Medresesi en güzel günlerini kurucusunun hayatta olduğu dönemde yaşamıştır.220
5.Tarihî Gelişim
İslam eğitimi üzerine kapsamlı ve aydınlatıcı çalışmalar yapan J. Pedersen, ne medrese ve mescid, ne de medrese ve cami arasında gerçekte bir fark olmadığı sonucuna varmıştır. O, İbnü’l-Hacc’ın medrese ve mescid arasında yaptığı ayrımı ve onun mescide medreseden daha fazla önem verme noktasındaki isteğini de dikkate almaz. Pedersen’a göre buradaki ayrım yapay bir ayrım olup medrese ismi kurumun ana hedefi ve binanın özel yapısınca belirleniyordu, cami ismi ise yalnızca içinde Cuma namazının kılındığı yerler için kullanılıyordu.221 “Medresenin aynı zamanda mescid olarak da isimlendirilmesinin doğal olduğu” şeklindeki ifadesini desteklemek için İbn Cübeyr’den alıntı yapar.222 Fakat metinde İbn Cübeyr tarafından kullanılan bu iki terim iki farkı mekâna işaret eder. İşaret edilen medrese Şâfiî Türbesi yakınındaki Mukattem Dağı’nın eteğinde yer alan Karâfe mezarlığında, mescid ise Kahire’nin merkezindedir. Rihle’de işaret edilen iki farklı binadır ki bunlardan biri medrese diğeri ise mesciddir. Medrese ve mescid kavramları, sadece, bu ikisini de ihtiva eden mimari yapılar için beşinci (m. 11.) yüzyıla kadar giden kaynaklarda kimi zaman birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Örneğin bir mescid, bir medrese ve bir meşhedden (türbe)müteşekkil bir mimari yapı olan Ebu Hanife Türbe Medresesi genellikle meşhed (türbe) olarak isimlendirilir fakat aynı zamanda diğer ikisi de kullanılırdı. Benzer bir durum aynı çatı altında ya da yakınlarda bir mescid ihtiva eden yapıya sahip medreseler için de geçerliydi.
Pedersen aynı zamanda sıradan bir cami ile medrese arasında da çok küçük bir fark olduğunu ve “hemen her medresede vaaz verildiğini” ifade eder.223 Fakat, herhangi bir medresede (zira vaaz, hitabet sanatı, normal bir programda yer alan konulardan biridir) minberdeki bir vaiz tarafında gerçekleştirilen vaaz isimli konuşma ile yalnızca ulucamilerde bir hatip tarafından irad edilen hutbe, yani Cuma hutbesi, isimli konuşma arasında bir ayrım yapılması gerekmektedir. Fıkıh eğitim programının bir parçası olması itibariyle vaaz konuşmaları, bunları sadece ulucamilere hasretmeksizin medreselerde de gerçekleştirilebilirdi.
Pedersen bir başka bölümde224 medresenin gelişiminden bahseder ve yine “medrese ve mescid arasında büyük bir fark olmadığı ve medresenin genelde bir cami olabileceği” şeklinde bir sonuca varır.
Fakat eğitim kurumlarının gelişiminde gördüğümüz farklılık isimlerdeki farklılıkla sınırlı değildir. O, temel nitelikle ilgili bir farklılıktır ki bunun anlaşılması sadece kurum açısından değil dönemin sosyo-politik tarihi açısından da önemlidir.
Müslümanlar için ilimin kutsal bir nitelik taşıdığı malumdur. İster özel bir evde, ister topluma açık bir mekânda, ister günlük namazların ifa edildiği bir camide, isterse böylesi ibadetlerin yerine getirilmediği bir binada öğretim yapılıyor olsun bu böyledir. Bu sebeple ister medrese ister mescid olsun bir eğitim kurumunun kurulması Allah rızası için yapılan salih bir ameldir.225 İslam’da, Hristiyanlığın erken döneminde oluşturulan bir prensip olan kilise ve devlet ayrımı gibi dinî ve seküler alan arasında bir ayrım yoktur.226 Hiristiyan Batı dünyasında gelişmiş olan kurumlardakine benzer nitelikleri İslam eğitim kurumlarına atfetmek noktasında dikkatli olunmalıdır.227 Bu sebeple Avrupa’daki kurumların kilise okullarından seküler okullara evrilmesindeki benzer, cami ve mescidden medreseye doğru giden bir değişime rastlamıyoruz.
Medrese ve mescid arasındaki ayrım sadece müfredatta değil bu kurumların idari kontrollerinde de görülebilir. Daha önce ifade ettiğimiz üzere228 mescid, camide öğretimi yapılan dini ilimlerden sadece birine tahsis edilmiş bir kurumdur. Cami bütün bu dinî ilimler için çok sayıda kürsüye sahipken, mescidde bu ilimlerden sadece biri için tek bir kürsü bulunmaktaydı. Bu sebeple bir mescid fıkıh, hadis, hitabet vb. alanlardan birine tahsis edilmiş olabilirdi. Diğer taraftan medrese ise d-r-s kök fiilinden türetilen ıstılahların gelişiminden görülebileceği üzere sadece fıkıh öğretimine tahsis edilen bir kurumdu.229
Medrese ve mescid arasındaki fark Mevkıfü’l-İmam ve’l-Me’mum adlı eserinde Ebu Muhammed el-Cüveyni230 tarafından verilen aşağıdaki fetvada da görülebilir231. Bu fetva özetle şöyledir:
“Eğer bir âlim bir medrese inşası için para istemek üzere varlıklı kişilerin yanına giderse, medrese yerine mescid inşa etmesi ya da medreseyi kendi mülkiyetine alması da dâhil bu parayı başka bir amaç için kullanma yetkisi yoktur. O kişi ilgili parayı gerçek isteğine uygun şekilde kullanmak zorundadır. Eğer onun yerine mescid inşa ederse bu olmaz, zira ilk niyet ve mutabakata göre anlaşmanın sonuçlandığı anda onun bir medrese olması gerekir.”
Sübkî bu fetvayı alıntıladıktan sonra onun, yani vakfiyede oranın medrese olacağına dair açık bir ifade yer almaksızın sadece ilk niyete binaen bir kurumun medrese olmasının, Ebu Muhammed’e özgü istisnai bir görüş olduğunu ifade eder.232
Ebu Muhammed bu fetvasında iki ismi olan tek bir kuruma değil de iki farklı kuruma işaret ediyor. Bununla birlikte onun bu fetvası maddi yardım talebinde bulunan âlimin niyetindeki değişiklikle neden ilgilendiği hakkında bir sebep ihtiva etmiyor. Medrese yerine mescid yapılmasını niye kendine sorun yapsın ki? Belki de Ebu Muhammed’in fetvasını Subkî’nin istisnai görmesi gibi, bir başkası da mescid yapmanın en az medrese kurmak kadar kıymetli olduğunu düşünebilir.233 Şüphesiz ki Ebu Muhammed bunun farkındadır ve onun ilgilendiği mesele bu olamaz. Bana öyle geliyor ki o, bir medresenin kurulmasına imkân sağlayan ilk niyetten daha çok bu âlimin büyük bir ekonomik menfaat elde etmesiyle ilgileniyordu. Zira mescide ait vakıf yalnızca, görevleri tek bir kişi tarafından yerine getirilebilecek olan personel, ki genelde bunlar bir müderris ve bir imam oluyordu, için maaş imkanı sunarken medresenin vakfı personele maaş, öğrencilere burs sağlıyordu. Bu açıdan bakıldığında kurumun medreseden mescide dönüşmesi maddi yardım talebinde bulunan âlim için önemli bir maddi kazanç doğuruyordu. Âlimin medreseyi kendi mülküne geçirmesi halinde de ortaya çıkan durum bu idi.
Nizâmülmülk’ün bir yenilik getirip getirmediği hususunda uzunca süredir bir tartışma devam ediyor ki eğer getirmişse, onun medrese ağının inşasındaki bu yenilik nedir? Görünen o ki bu tartışma Ortaçağ İslam tabakât tarihçilerinin en vukufiyetlilerinden biri olan Şâfiî âlim Subkî ile başlamıştır. Subkî eserinde Nizâmülmülk ile ilgili bölümde, hocası Zehebî’nin bu vezirin medreseleri kuran ilk kişi olduğunu söylediğini nakleder. Sübkî bu ifadeye karşı çıkar ve Nizâmülmülk gelmeden önce var olan medreselerin yerine işaret eder. Fakat görünen o ki Sübkî, hocasının bu ifadesinde üzerinde durulması gereken bazı hususlar olduğu hissiyle Nizâmülmülk’ün ilk yaptığı şeyin ne olduğu sorusu üzerinde uzunca düşündükten sonra bu vezirin öğrencilere burs vermeyi düşünen ilk kişi olduğu şeklinde geçici bir sonuca ulaştığını belirtir. Daha sonra o, bursun Nizâmülmülk’ten önce olup olmadığı konusunun netlik taşımadığını belirterek konuya devam eder.234
Tartışma Subkî’den sonra Arap tarihçiler tarafından sürdürüldü ve yakın zamanda bilim insanları arasında tartışıldı; fakat meselenin çözümü noktasında Subkî’nin ulaştığı noktadan ileriye gidilemedi. Zehebî’nin zihininde bu konuda net bir fikir olduğu konusunda emin değilim ki benim gibi Sübkî’de şüphe etmiş görünüyor. Böyle olsun ya da olmasın bana göre Nizâmülmülk tarafından kurulan medrese ağı başlıbaşına bir yeniliktir.
Medresenin vakfı personel için maaş, öğrenciler için burs imkânı sağlıyordu. Medrese aynı zamanda Cüveynî’nin fetvasında gördüğümüz gibi bir şahsın ve onun soyundan gelenlerin veya medresenin kendisi için inşa edildiği bir fıkıh ekolüne ait topluluğun mülkü de olabiliyordu. Bu idari kontrolde bir farklılık meydana getirdi. Nizâmiye Medresesi kesenin ağzını elinde bulunduran ve müderrisleri istihdam etme ve görevden alma yetkisine sahip olan Nizâmülmülk’ün özel mülküydü. Ebu Hanife Türbe Medresesi ise Hanefi topluluğunun mülküydü ve onun idaresi söz konusu topluluğu temsil eden bir komitenin elindeydi. Bu sebeple tek bir kurumsal yapı olan medrese içinde bile idari kontrol noktasında farklılık vardı.
Nizâmülmülk niçin bir mescid ağı yerine medrese ağı kurmayı tercih etti? Niçin bir mescid ya da mescid ağı kurmak veya İbn Akîl örneğinde Ebu Mansur’un yaptığı gibi bir camide halkalar ihdas etmek suretiyle diğer birçok eğitim hâmîsinin yaptığı şekilde bir hâmîlik yapmadı? Bana göre halihazırdaki mevcut olan kurumlar içinde sadece medrese onun özel amacına cevap verebilirdi. O, hâkimiyeti altındaki geniş imparatorluk alanında kendi politikalarını uygulamak için kendi medrese ağını kurdu. Bu tür bir hedefe en iyi hizmet edebilecek kurumun, Halife’nin atamayı gerçekleştiren nihai otorite olduğu camide, ya da imamın Halife’ye karşı sorumlu olduğu yer olan mescidde hatta yönetici komitesinin yerel mezhep topluluğunu temsil ettiği medresede olduğu gibi, kendisini Halife’nin hakimiyeti altına sokacak herhangi bir resmi dinî bağ olmadan kurulması gerekirdi. Bir ulucamiyi ya da mescidi bu iş için kullanmak mümkün değildi. Bu sebeple kendi politikalarının aracı olarak seçtiği kurumun yönetimi toplum nezdinde önemli yeri olan Halife’nin otoritesinin dışında kalabilecek bir kurum olmak durumundaydı.
Şu nokta önemlidir ki İbnü’l-Hacc medrese ve mescid arasında bir ayrım yapar ve mescide medreseden daha büyük bir önem atfeder. Kahire (1291/1874) ve İskenderiye’de (1293/1876) basılan Medhalü’ş-Şer’iş-Şerîf’in Princeton Kütüphanesinde muhafaza edilen el yazma nüshasının bir başlığında görülebileceği üzere onun bu eseri, bidatlara karşı çıkmak için yazılmıştır.235 İbnü’l-Hacc’ın bu yaklaşımı şüphesiz hadisçi geleneğe dayanır. Ehl-i Hadis fukahâsı, mesciddeki eğitim faaliyetlerini sonlandırıp bunu medresede devam ettirme konusunda oldukça isteksizdiler. Tutucu yaklaşımın en güçlü olduğu mezhep Hanbelî mezhebiydi ve mescidi medreseye dönüştürme hususunda en isteksiz olanlar da onlardı. Hanbelî tabakât eserleri, âlimin değerinin güç ve etki sahibi kişilerden hiçbir surette ücret almamış olmasında yattığı gerçeğinden hareketle medresede hiç bulunmamış kişilerden bahseder.236 Medresenin genel anlamda kabul gördüğü altıncı (m. 12.) yüzyılda, bazı Hanbelîler halen hem mescid hem de medresede fıkıh öğretmeye devam etmiştir.237
On birinci yüzyıl Bağdatında medreseler, özellikle eğitim faaliyetlerine katılacak ekonomik imkânı olmayan kişiler için bir cazibe merkezi haline geldi. Zira kişinin kendini eğitime adaması ticaret veya bir meslekle meşgul olup maddi kazanç elde etme fırsatını feda etmesi anlamına geliyordu. Büyük medreselerden önceki dönemde gerek ihtiyaç sahibi müderrisler gerekse öğrenciler geçimlerini eğitim sahasının dışından elde etmek durumundaydılar. Müderris müstensih olarak dışarıda çalışmak zorundaydı. Güzel el yazısına sahip olan bu kişiler bu işten büyük miktarda paralar kazandılar. Bu meslek hiçbir şekilde İbn Muklas ve İbnü’l-Bevvâb gibi büyük hattatlara bırakılmadı; asıl işi başka bir yerde olup hattatlığa dair belli bir yeteneği olan diğerleri kimi zaman bu işten zengin olacak düzeyde para kazandılar. Her ne kadar istinsah ettikleri metinlere vâkıf olmalarına yardım etmiş olması hasebiyle asıl mesleklerinden kopmamalarına imkânı sunsa da bu kişilerin büyük çoğunluğu zaman tüketen bu meslekle ancak kıt kanaat geçinebilmişlerdir. Öğrenciler ise tabakât kitaplarında sıklıkla güvenlik ve bekçilik olarak ifade edilen başka işlerlerle meşgul olmuşlardır. Ed-Demegânî (ö. 478/1085) Bağdat’ta gece bekçisiydi ve lambaların ışığında ders çalışıyordu238; el-İsferâyini’nin (ö. 406/1016) ve onlar gibi diğerler birçok öğrencinin durumu da aynıydı.239
Varlıklı insanlar bu durumun oldukça farkındaydılar ve bu konuda bir hayırseverlik duygusuna sahiptiler. Fakat bağışta bulunan açısından para bağışlamanın her zaman olduğu gibi farklı saikleri vardı. Ulemanın durumuna gelince, meşru bir saikle yapılan bağışı kabul etmelerinin onlar için küçük düşürücü bir tarafı yoktu. Bazı eğitim hâmîleri, yaptıkları bağışı gizli tutarak ve karşılığından herhangi bir şey beklemeyerek sırf cömertliklerinden bunu yapıyorlardı ki onların amacı Allah’ın kitabını, Peygamberinin hadislerini ve şer-i şerifi öğrenmek suretiyle O’na hizmet eden Allah dostu dindar bir kişiye yardım etmekti. Bazı bağışçılar ise ticaret hayatları boyunca işlemiş oldukları günahlara kefaret olarak hayır faaliyetinde bulunuyorlardı. Bunu gösteriş için yapanlar da vardı. Fakat uzak durulması gereken bağışçı alıcıdan karşılık bekleyerek bunu yapan kişiydi. Tabakât eserleri güçlü onur ve edep duygusu240 sebebiyle böylesi eğitim hâmîlerinden gelen ödemeleri kabul etmeyen ulemadan pek söz etmez. Kitleleri kontrol etmede en etkili vasıtalarından biri olması hasebiyle devlet adamları, varlıklı ve nüfuzlu kişiler din âlimleriyle yakından ilgileniyorlardı. Tabakât yazarları ulemanın yapılan bir bağışı reddettiğinden bahsettiğinde şu açıkça ortaya çıkmaktadır ki onlar, bunun kendilerine çok pahalıya mâl olacağını ve kendilerinin de para karşılığında hizmet etmeye hazır olmadıklarını düşünüyorlardı.
Nizâmülmülk’ün medrese ağından önce, ulum-u diniyye uleması aracılığıyla kitlelerin kontrolünde etkili olan bu büyük potansiyel gücü dizginleyecek sistemli bir yapı yoktu. Kendi ağını kurmak suretiyle, bu güç kaynağını sistemli bir şekilde yönetecek bir örgütlenmeyi ilk gerçekleştiren kişi Nizâmülmülk’tür. Onun tarafından idare edilen bu medrese, bu kaynağı yalnızca o gün ki ihtiyaçlar için kullanmıyor, aynı zamanda öğrencileri sisteme dâhil etmek suretiyle, desteklenen mezhebin geleceğini de garanti altına alıyordu. Normal bir öğrenci için burs vermeyen bir mescid ile bu imkânı sunan bir medrese arasında tercih yapmak zor olmasa gerektir. Kişinin ehl-i sünnet fıkıh mezhepleri arasından herhangi birini seçmede özgür olması hasebiyle bu kişi burs imkânı olan medreselere sahip fıkıh yaklaşımını tercih ediyordu ki ayrıca tabakât kitapları bir mezhepten diğer mezhebe geçişlerden de sıklıkla bahsetmektedir. Dönemin en sağlam Hanbelî savunucularından biri olan İbn Akîl, maddi kazanç uğruna fıkhî mensubiyetlerini değiştiren kişilerle ilgili sert ifadeler kullanmaktadır.
Bana göre Nizâmülmülk’ün getirdiği yenilik tam da buradadır. O zamana kadar ki en geniş ağ olan onun bu medrese ağı kendisinin kontrolü altında oluşturulan tamamen özgün bir yapıdır ve o, politikalarının etkin bir aracı olarak bunu büyük ölçüde kullanmıştır.
Diğer dinî ilimler için de kürsülerin bulunduğu Camiden farklılaşarak fıkıh öğretiminin mescidin temel meşguliyet alını haline geldiği medrese öncesi dönem Bağdatında eğitim kurumlarındaki dönüşüm açıkça görülür. Daha önce gördüğümüz gibi Nizâmiye ve Ebu Hanife Türbe Medreselerinde ders veren ilk müderrisler bundan önce mescidlerde bu faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bunlardan, Nizâmülmülk tarafından Bağdat’ta yeni kurulan medreseye seçilmezden önce Ebu İshak eş-Şirâzî’nin ders verdiği mescid, mescidden medreseye dönüşümle ilgili bize önemli bilgiler vermektedir.
Bu meşhur müderrisin mescidine hem yerli yem de yabancı öğrenciler gelirlerdi. Ondan ders almak için Bağdat’ın dışından gelenler yakın bir handa kalırlardı.241 Mescidde müderris ve bir görevli için kalacak yer olmasına rağmen, bu amaçla (yani dışarıdan gelen öğrencilerin kalması için) ayrılmış bir yer yoktu. Medrese mimari ve idari bir bütünlük içinde bu iki unsuru, eğitim alanı ve barınma mekânını, bir araya getirmişti. Aşağıdaki ifade, Ebu İshak eş-Şirâzî’nin Nizâmiye Medresesi’nin açıldığı yıl fıkıh kürsüsüne atanmasından üç yıl önce kendisinden fıkıh dersi almaya başlayan bir fakîhe aittir. Ebu Ali el-Farikî (433/1041-528/1133) adındaki bu öğrenci Meyyâfârikîn’de öğrenimine devam ederken, hocasının vefatını takiben Şirâzî’den öğrenimine devam etmek için Bağdat’a gelmiştir:242
“Şeyh’in öğrencilerinin ve ondan fıkıh dersi alanların yaşadığı yer olan Bâbü’l-Merâtib bölgesinde, Ebu İshak (eş-Şirâzî) mescidine bakan bir hana yerleştim. En kalabalık zamanımızda yaklaşık yirmi, en az olduğumuz zamanda ise yaklaşık on kişiydik. Ebu İshak eş-Şirâzî dört yıl boyunca bize fıkıh dersi (ta’lîka) veriyordu ve bu sebeple bu zaman zarfında onun derslerini alan bir öğrenci bir başka yerden ders almaya ihtiyaç duymuyordu.243 O bize, kuşluk namazından sonra bir ders, yatsı namazından sonra da bir başka ders veriyordu. 460 (1067-68) senesinde ben Şehy Ebu Nasr b. el-Şebbağ’ın yanına, (Bağdat’ın) batı yakasına geçtim ve ondan eş-Şâmil’i244 okudum, daha sonra Ebu İshak’ın yanına geri göndüm ve ölümüne kadar onun öğrencisi oldum.”245
Bu cümle, Nizâmiye Medresesi’nin ortaya çıkmasından hemen önce, hem bir öğrencinin fıkıh eğitimi hem de bu eğitime imkân sunan idari örgütlenme hakkında iyi bir delildir. Nizâmiye Medresesi’ne atanmasından sonra Şirâzî, daha önce yaptığı gibi öğretim faaliyetlerine devam etmiştir. Tek fark şu ki, medrese, mescidin ve onun yakınında yer alan hanın fonksiyonunu birleştirmiştir.
Biz daha önce şunu ifade etmiştik ki, Nizâmiye Medresesinin idari yapısı dönemin diğer medreselerinden farklıdır. Nizâmülmülk bu kurumun yönetimini, kendisine ve kendi soyundan gelenlere tahsis etmişti ki bu, tamamen meşru ve müderris atama yetkisini bütünüyle ona veren bir usuldü. Ebu Hanife Türbe Medresesi’nin kurucusu böyle bir yetkiyi kendine tahsis etmemişti ve genel anlamda diğer benzer kurumlarda da durum böyleydi. Nizâmülmülk’ün atama yetkisi, Halife’nin ulucamilerdeki atama yetkisine benzerdi; fakat aralarında şöyle önemli bir fark vardı: onun kontrolü, kürsüye hayat boyu atanma prensibini bozacak düzeyde Halife’nin kontrolünden daha etkiliydi. Daha önce gördüğümüz gibi, cami, mescid ve medrese gibi diğer bütün kurumlarda uygulanan bu prensip Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde geçerli değildi. Bundan başka, o, kendisini Halife’nin kontrolüne sokacak resmî dinî bir hüviyete de sahip değildi. Onun emsali olan Ebu Hanife Türbe Medresesi Halife tarafından atanan bir imama sahipti.246
Nizâmülmülk’ün ölümünden ve Selçukluların gücünü yitirip Halife’nin Bağdat’ta yeniden güç sahibi olmasından sonra, medresenin temel özelliklerini taşıyan ve daha eski bir kurum olan camiye dönüşü temsil eden yeni bir kurum tipi ortaya çıkmıştır. Halife Mustansır’ın ismini taşıyan meşhur Mustansıriye Medresesi bu gelişimin bir örneğidir. Tıpkı cami gibi, o, ehl-i sünnetin ana fıkıh mezheplerinin öğrencilerine açıktı ve böyle olması itibariyle kapsamlı bir kurumdu. Fakat tıpkı medrese gibi her mezhep, her biri bir fıkhî yaklaşımı temsil eden dört kürsünün bulunduğu caminin içinde, kendine ait tahsisli bir bölüme sahipti.247
Bu kurumun kuruluşuyla birlikte biz, Bağdat’taki eğitim kurumlarının gelişiminde bir manada tamamlanmış bir döngüye şahit oluyoruz. Cami, kapsayıcı ve bütün mezheplere hizmet eden; mescid ve sonrasında medrese, sadece belli bir mezhebe hizmet eden tahsisli; ve nihayetinde Halife tarafından kurulan medrese ise, yeniden kapsamlı hale gelen fakat tahsisli medresenin temel özelliklerinin taşıyan bir kurumdur.
Bu gidişat ortaya çıkmadan önce medresedeki dışlayıcılığın politik, ekonomik ve dinî sahada etkisi olmuştur. Bu anlayış, kitleleri kontrol etmek için ulemayı kontrol etmenin peşinde düşmüştür. Burs teklif ederek bir mezhebin aleyhine diğer mezhebin mensuplarının sayısının artırılması amaçlanmış, bu farklı mezhepleri temsil eden ulema üzerinde de etkisini göstermiş, itiraz noktasında özgür kalabilmenin acımasız mücadelesinde kendisini satanlarla sade bir yaşam için münzevi bir hayatı tercih edenler arasında bir çatlak yaratmıştır. Bunlar, Bağdat’ta kitleler arasında güçlü takipçileri bulunan âlimlerdir.
Halifenin kontrolünün dışında bir kurum geliştirme noktasındaki Nizâmiye tecrübesi başarısız olmuştur. Sonraki dönemlerde biz, onun kontrolünün, gücü kimin elinde tuttuğuna bağlı olarak Halife ve Sultan eliyle, dönüşümlü olarak, Nizâmülmülk’ün soyundan gelenlerin elinden alındığını görüyoruz. Mescidden tevarüs etmiş olmasına rağmen onun tahsisli bir kurum olması, Halife’nin etkisinden uzak kalmak, Eş’arîliğin amaçlarına dolaylı yoldan hizmet etmek ve yabancı İran unsurunu temsil etmek suretiyle kendisini yerel halktan yabancılaştıran bir karakter taşımaktadır. Bu sebeple ona, Bağdat’taki yerli muhafazakar unsurlar, özellikle de Hanbelîler ve diğer fıkhî mezhepler içindeki Ehl-i Hadise yakın kişiler tarafından muhalefet edilmiştir.
Medresenin Nizâmiye tarzı başarısız olmasına rağmen böylesi medrese kurumları altıncı (m. 12.) yüzyılda yayılmaya devam etmiştir. Bağdat’ın uzun süredir alışık olduğu kurumlara benzeşerek gelişimini sürdürmüştür. Bir taraftan o, her biri tahsisli olarak bir fıkhî yaklaşıma hizmet eden mescidin, diğer taraftan da birden fazla fıkhî yaklaşıma hizmet eden caminin gelişim çizgisini takip etmiştir. Mamafih, bu iki çizgi boyunca sürdürdüğü gelişiminde, medrese hem mescid hem de camiden farklı kalmıştır. Fakat artık daha güçlü bir Halife’nin kontrolü altında olan Bağdat yönetimi kendi iktidarı altında ulema arasında birlik sağlamayı amaçlamış ve bu sebeple ayrıştırıcı eğilimi bir önceki asırda zirve yapan ve yönetimin zaafiyetine kaynaklık eden dışlayıcı ruhu terk etmek çağrısında bulunmuştur.248
Dostları ilə paylaş: |