Dinler: Geleneksel bakımdan Konfüçyüsçü, Taocu, Budist; azınlık olarak Müslüman ve Hıristiyan
Etnik Bileşim: Çinli % 92, %8 Uygur, Koreli, Buyi, Tibetli,Mançu,Hui
GSMH: 8.789 trilyon dolar (2009)
Ekonomi: Tarım % 74, Sanayi % 14, Hizmetler % 12
Yıllık büyüme oranı: %8.7 (2009)
Işsizlik: %4.3 (Eylül 2009)
-2000 yıl süren hanedanlar yönetimi, 1912'de milliyetçilerin yönetimi ele geçirmesi ile son bulmuş ve Çin Cumhuriyeti kurulmuştur.
-2000 yıl süren hanedanlar yönetimi, 1912'de milliyetçilerin yönetimi ele geçirmesi ile son bulmuş ve Çin Cumhuriyeti kurulmuştur.
-Çin, uzun yıllar batıya kapalı kalmıştır. Batıya açılma 19. yüzyıl ortalarında Portekiz, İngiltere, Fransa ve ABD ile ticari, siyasi ilişkilerin gelişmesi ile başlamıştır. İngilizler, Hint pamuklukları ve afyonunu, çay ve ipekle değişimine dayalı ticaret yürütülmekteydi. Çin üst makamlarının bu ticareti engellemeye çalışması ve afyon ithalini yasaklayan kararlar alması üzerine İngilizlerle anlaşmazlık çıkmış ve Afyon savaşları başlamıştır (1842). Ancak bu savaşlar İngilizlerin galibiyeti ile sona ermiş ve Hong Kong Adası İngilizlere bırakılmıştır.
-1894 yılında Çin’in Kore üzerinde hakimiyet kurmak istemesi üzerine Çin-Japon Savaşları başlamıştır. Bu savaşlar sonunda Çin büyük kayıplara uğramış, Kore’nin bağımsızlığını tanımak ve Tayvan Adasını Japonya’ya vermek mecburiyetinde kalmıştır.
-Çin'in kuzey bölgesi Mançurya'yı ele geçirmek isteyen Japonya’nın 1936 yılında Çin'i işgale başlaması halk direnişine yol açmıştır. Bu bağımsızlık savaşını örgütleyen Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi böylece halk içerisinde taraftar toplamaya başlamıştır. 1949'da milliyetçileri yenmeyi başaran Komünist Çinliler ülke yönetimini ele geçirmiş ve Çin Halk Cumhuriyetini kurmuştur.
-Çin'in kuzey bölgesi Mançurya'yı ele geçirmek isteyen Japonya’nın 1936 yılında Çin'i işgale başlaması halk direnişine yol açmıştır. Bu bağımsızlık savaşını örgütleyen Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi böylece halk içerisinde taraftar toplamaya başlamıştır. 1949'da milliyetçileri yenmeyi başaran Komünist Çinliler ülke yönetimini ele geçirmiş ve Çin Halk Cumhuriyetini kurmuştur.
-Yönetim tamamen komünistlerin eline geçince, Milliyetçi Çin hükümeti, Tayvan Adasına çekilmek zorunda kalmıştır. Böylece Çin ikiye ayrılmıştır: Çin Halk Cumhuriyeti ve Milliyetçi Çin Cumhuriyeti.
Yönetim şekli tek partili sistem olan Çin, Komünist Parti’nin egemen olduğu bir Sosyalist Cumhuriyet’tir. Devletin niteliği Anayasada: “Çin Halk Cumhuriyeti işçi sınıfın önderliğindeki halkın demokratik diktatörlüğü altında yönetilen, işçiler ve köylülerin ittifakına dayalı bir sosyalist devlet olarak” belirtilmektedir.
Yönetim şekli tek partili sistem olan Çin, Komünist Parti’nin egemen olduğu bir Sosyalist Cumhuriyet’tir. Devletin niteliği Anayasada: “Çin Halk Cumhuriyeti işçi sınıfın önderliğindeki halkın demokratik diktatörlüğü altında yönetilen, işçiler ve köylülerin ittifakına dayalı bir sosyalist devlet olarak” belirtilmektedir.
Çin Halk Cumhuriyetinin en önemli devlet organları Ulusal Halk Kongresi ve Devlet Konseyi’dir. Ulusal Halk Kongresi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin en yüksek devlet organı olup yasama erki görevini yürütmektedir. Yılda bir kez toplanan Kongre ülkenin siyasi yaşamını yönlendirmektedir. 1227 üyeli Ulusal Halk Kongresi kendi bünyesinde yer alan Daimi Komite tarafından toplantıya çağrılmaktadır.
Devlet Konseyi, en yüksek devlet idari organıdır. Ulusal Halk Kongresi ve Daimi Komite’ye karşı sorumludur ve çalışmaları konusunda onlara bilgi vermektedir.
Çin’in siyasi yaşamı 1921 yılında kurulmuş olan Komünist Parti’nin hakimiyetindedir. Parti örgütü Kültür Devrimi sırasında tamamen dağıtılmıştı. « Çin değerleri ile sosyalizm » hareketini başlatan Deng Xiaoping tarafından yeniden oluşturulmuş ve bütün devlet yapılarının kontrolünü tekrar Komünist Parti’nin elinde toplanmıştır.
Bugün de Komünist Parti lider ve kural koyucu konumunu devam ettirmektedir. Komünist Parti dışında sekiz parti daha devlet işlerinde ölçülü bir şekilde yer alabilmektedir. Partinin en yüksek organları, Ulusal Parti Kongresi ve Merkez Komitesi’dir. Ulusal Parti Kongresi beş yılda bir, Merkez Komite ise yılda en az bir kere toplanmaktadır.
Çin’de 1949 sonrasında iki farklı ekonomik kalkınma politikası uygulanmıştır: Mao döneminde (1949–1976) uygulanan yüksek düzeyde merkeziyetçiliğe dayanan “Planlı Ekonomi” ve Deng Xiaoping (1977-1987) döneminde uygulanmaya başlanan dışa açılma ve reform politikası sonucu geliştirilen “Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi”.
Çin’de 1949 sonrasında iki farklı ekonomik kalkınma politikası uygulanmıştır: Mao döneminde (1949–1976) uygulanan yüksek düzeyde merkeziyetçiliğe dayanan “Planlı Ekonomi” ve Deng Xiaoping (1977-1987) döneminde uygulanmaya başlanan dışa açılma ve reform politikası sonucu geliştirilen “Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi”.
1950’lerden itibaren uygulamaya konulan yüksek düzeyde merkeziyetçiliğe dayanan planlı ekonomide ülkenin mali ve maddi kaynakları ile teknolojik gücü önemli projelere tahsis edilmiş ve kaynakların akılcı dağıtımı sağlanmıştır. Bölgesel ekonomiler arasında yeniden denge kurularak sanayileşme için temel oluşturulmuştur. 1949’dan 1956’ya kadar olan dönem içinde sosyalist dönüşüm büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Ancak Mayıs 1966’da başlayıp Ekim 1976’da son bulan ve ülke ekonomisinde ciddi başarısızlıklara ve tahrip edici kayıplara yol açan “Kültür Devrimi” döneminde ise, diğer alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında da duraklama yaşanmıştır.
Mao’nun 1976’da ölmesinden sonra Kültür Devrimine son verilmiş, yönetime gelen Deng Xioaping tarım komünleri, materyal denge planlaması, sadece iç üretimdeki boşlukları doldurmak için yapılan dış ticaret ve fiyat kontrolü gibi Stalinist temeller üzerine kurulu ekonomi politikalarını reddetmiştir. Ekonomik gelişimi sağlamak amacıyla bir dizi reform uygulamaya konmuştur.
Mao’nun 1976’da ölmesinden sonra Kültür Devrimine son verilmiş, yönetime gelen Deng Xioaping tarım komünleri, materyal denge planlaması, sadece iç üretimdeki boşlukları doldurmak için yapılan dış ticaret ve fiyat kontrolü gibi Stalinist temeller üzerine kurulu ekonomi politikalarını reddetmiştir. Ekonomik gelişimi sağlamak amacıyla bir dizi reform uygulamaya konmuştur.
Ayrıca Mart 1993’te toplanan 8.Ulusal Halk Kongresinin Birinci toplantısında kabul edilen anayasa değişikliği ile “Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi”nin uygulanması anayasal güvence altına alınmıştır.
Günümüzde Çin’in GSYİH’sı satın alma gücü paritesine göre 12 trilyon dolar civarındadır ve yarattığı bu değer ile ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. 1980-2008 döneminde yıllık ortalama % 10-11 gibi tarihte eşi görülmemiş bir büyüme göstermiştir. OECD’de yapılan analizler, halen satın alma gücü paritesine göre dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan bu ülkenin 2020’ye kadar «yeni ekonomik süper güç» olabileceğini ortaya koymaktadır.
Günümüzde Çin’in GSYİH’sı satın alma gücü paritesine göre 12 trilyon dolar civarındadır ve yarattığı bu değer ile ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. 1980-2008 döneminde yıllık ortalama % 10-11 gibi tarihte eşi görülmemiş bir büyüme göstermiştir. OECD’de yapılan analizler, halen satın alma gücü paritesine göre dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan bu ülkenin 2020’ye kadar «yeni ekonomik süper güç» olabileceğini ortaya koymaktadır.
Çin, dış yatırımlar ve ithalat açısından, dışa bağlı bir ülke olmasına karşın dünyada bütçesi fazla veren nadir ülkelerden biridir, 200 milyar dolara yakın dış ticaret fazlası bulunmaktadır.
Özetle Çin’in ekonomik başarısı büyük ölçüde istikrarlı hükümetlere, yüksek tasarruf ve yatırım oranlarına, dinamik (devlet destekli) ticaret, yatırım ve sanayi politikalarına, stratejik planlamaya, disiplinli iş anlayışına, enflasyonun ve kamu açıklarının kontrolüne ağırlık veren makroekonomik politikalara dayanmaktadır.
Yükselen ekonomik gücüne rağmen tam anlamıyla askeri ve siyasi olarak bir süper güç olmadığının farkında olan Çin, “Barış içinde bir arada yaşama” ilkesine dayanan barışçıl bir dış politika takip etmektedir. Barış içinde bir arada yaşamak için beş koşulun gerçekleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır: diğer ülkelerin egemenlik ve toprak bütünlüklerine saygı, mütekabiliyete dayalı olarak saldırmazlık, başka devletlerin iç işlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı fayda.
Çin, bu esaslar doğrultusunda Burma, Nepal, Moğolistan, Afganistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ile arasındaki sınır tartışmalarını ortadan kaldırmıştır. Ancak Tayvan sorunu, sınır tartışmaları konusunda en öne çıkan ve uluslar arası boyut kazanmış sorun olarak varlığını korumaktadır. Çin’in Tayvan sorunuyla ilgili politikası “barışçıl bir şekilde yeniden bir araya gelmek” ve “bir ülke, iki sistem”dir.
Çin’in önem taşıyan ikili ilişkilerine bakıldığında ilk olarak Amerika ile dönem dönem sorun arz eden ilişkiler göze çarpmaktadır. ABD Başkanı Richard Nixon’ın Şubat 1972’de Çin’i ziyareti sırasında yayımlanan “Çin-ABD Ortak Bildirisi” diğer adıyla “Shanghai Ortak Bildirisi”, iki ülke arasında 20 yıldan fazla süren hiç temasta bulunmama durumunu sona erdirmiştir.
Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki en önemli sorun Tayvan bölgesidir. Tayvan konusundaki bu sorun 1950’li yılların başında Sovyetlerin Çin’e destek vermesine karşılık ABD’nin Tayvan’a bağımsızlığı yönünde destek vermesi ile başlamıştır. Hatta 1954 yılında ABD ile Tayvan arasında karşılıklı Güvenlik Anlaşması imzalanmıştır. Ancak ABD-Çin diplomatik ilişkilerinin başlamasıyla Amerika’nın Tayvan’a tutumu değişmiştir. Amerika, Çin Halk Cumhuriyeti’nin tek yasal hükümet olduğunu ve Tayvan’ın onun bir parçası olduğunu kabul eden bir bildirge imzalamıştır. Bununla birlikte Reagan yönetimi sırasında Tayvan’a yönelik askeri destek nedeni ile sorun yeniden su yüzüne çıkmıştır. Amerika’nın silah desteği ile Tayvan’ı güçlendirmek istemesi, Çin’in gitgide güçlenmesinden çekindiği şeklinde yorumlanabilir.
Çin-Japon ilişkilerine gelindiğinde, II. Dünya Savaşı’nda birbirleriyle savaşan Japonya ve Çin’in ilişkileri, 1945 yılından sonra uzun bir süre normale dönememiştir. 1971 yılında ABD ile Çin ilişkilerinin iyileşmesi Japonya’yı da etkilemiş ve iki ülke arasında siyasi olmasa da ticari ilişkilerin yoğunlaşmasının önünü açmıştır. Ancak iki ülke ilişkilerinde Doğu Çin Denizi’nin egemenlik sorunu göze çarpmaktadır. İki ülkenin münhasır ekonomi alanının belirlenmesindeki zorluk, gerginliği arttırıcı bir faktördür.
Ayrıca Japonya’nın ABD ile ortaklaşa imzaladığı 1997 tarihli Yeni Savunma İşbirliği Rehberi, Çin’i tedirgin etmektedir. Anlaşma esasen Kuzey Kore tehdidine karşı olmakla beraber Çin yönetimi bunun kendine karşı bir cepheleşme olarak algılamaktadır.
Enerji kaynaklarına ulaşım açısından Orta Asya bölgesi de Çin için önemlidir. Bu bölgede ABD’yi jeopolitik bir rakip olarak gören Çin’in Orta Asya politikası, daha geniş stratejik yaklaşım içinde, ABD’ye karşı çok kutuplu dünyanın yaratılması çabasıdır. Çin’in bölgeye yönelik politikası iki temele dayanmaktadır: birincisi bölgedeki milliyetçi akımların uyanmaması, çünkü bu tür hükümetler Çin’deki ayrılıkçı Uygurları destekleyebilecektir, ikincisi ise ABD’nin bölgeden uzak tutulmasıdır.
Ayrıca Tibet ve Doğu Türkistan Bölgeleri’nde uygulanan kültürel ve dini baskılar nedeniyle Çin hükümeti insan hakları konusunda dünya kamuoyunun baskısı altında kalmaktadır. Çin in Tibet ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ni elinde tutmak istemesinin nedeni bu bölgelerin stratejik önemidir. Tibet, uzun Hindistan sınırında hakim bir pozisyona sahip olmayı sağlamaktadır. Doğu Türkistan ise Çin'in,Taklamakan Çölü’nün ilerisinde ve Çin Seddi’nin arkasında kalan tek toprağı olması nedeniyle Çin'in Batıya açılan penceresi konumundadır. Bölgenin bir diğer önemi de zengin yeraltı kaynaklarına ve verimli topraklara sahip olmasıdır.
Ayrıca Tibet ve Doğu Türkistan Bölgeleri’nde uygulanan kültürel ve dini baskılar nedeniyle Çin hükümeti insan hakları konusunda dünya kamuoyunun baskısı altında kalmaktadır. Çin in Tibet ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ni elinde tutmak istemesinin nedeni bu bölgelerin stratejik önemidir. Tibet, uzun Hindistan sınırında hakim bir pozisyona sahip olmayı sağlamaktadır. Doğu Türkistan ise Çin'in,Taklamakan Çölü’nün ilerisinde ve Çin Seddi’nin arkasında kalan tek toprağı olması nedeniyle Çin'in Batıya açılan penceresi konumundadır. Bölgenin bir diğer önemi de zengin yeraltı kaynaklarına ve verimli topraklara sahip olmasıdır.
Etnik Bileşim: Japon % 98.5, Koreli % 0.5, Çinli % 0.4, diğer % 0.6
GSMH: 4.137 trilyon dolar (2009)
Ekonomi: Tarım % 1,6 Sanayi % 23,1 Hizmetler % 75,4 (2009)
Yıllık büyüme oranı: % -5.3 (2009)
İşsizlik: % 5.6 (Eylül 2009)
- Japonya’da 1868 Meiji Restorasyonu 265 yıllık feodal rejime son vermiş ve bu tarihten itibaren Japonya bir modernleşme süreci içerisine girmiştir. Etkin ve güçlü bir liderlik etrafında şekillenen Meiji yönetimiyle Japonya’nın askeri, ekonomik ve siyasi açıdan Batı örneğine göre yeniden örgütlenmesi sağlanmıştır.
-Yeraltı kaynakları bakımından zengin Mançurya, önceden beri Japonya ve Rusya arasında çekişmeye neden olmuştur. Japonya 1904’te çıkan savaşta Rusya’yı yenerek Mançurya üzerinde daha çok etki alanına sahip olmayı başarmıştır.
-Mançurya’da bir bomba patlaması sonucu Japon demiryolu şirketine ait raylar tahrip olunca işgalin gerekçesi de sağlanmış ve Japonya Mançurya’yı işgal etmeye başlamıştır. 1932’de burada Manchuko Devleti kurdurulmuş ve doğal kaynaklardan faydalanma hakkı sınırsız bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
-İki dünya savaşı arası dönemde ölüm oranının güçlü biçimde düşmesinden kaynaklı olarak Japon nüfusunun artması ve doğal kaynakların gelişen sanayi ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalması Japonya’nın daha geniş bir “yaşam alanı” (Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alanı) talep etmesine yol açmıştır.
-İki dünya savaşı arası dönemde ölüm oranının güçlü biçimde düşmesinden kaynaklı olarak Japon nüfusunun artması ve doğal kaynakların gelişen sanayi ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalması Japonya’nın daha geniş bir “yaşam alanı” (Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alanı) talep etmesine yol açmıştır.
-Japonya Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Çin’de kendi etki alanını tahsis etme arzusundan vazgeçmemiştir. Militarist politikacıların destek verdiği hükümetler Japonya’nın Doğu Asya’daki varlığının Çin’i ele geçirmekle mümkün olduğunu savunmaktaydılar. Buna bir de 1929 ekonomik bunalımı ve ülkelerin kendi iç gelişmeleri ile meşgul olmaları eklenince Japonya’nın harekete geçmesi için gerekli zemin oluşmuştur. 1937 yılında Japon ordusu Çin’i işgal amaçlı harekete geçmiştir.
-Eylül 1939'da patlak veren İkinci Dünya Savaşı başında Japonya, İtalya ve Almanya ile “Roma-Berlin” Antlaşması’nı imzalamış ve birbirlerine sonraki on yıl boyunca her konuda yardım etmeyi taahhüt etmişlerdir.
-7 Eylül 1941 yılında Japonya ABD'nin Hawaii'de bulunan Pearl Harbor Limanı'na bir hava saldırısı düzenlemiştir. Ertesi gün toplanan ABD Kongresi Rusya hariç diğer müttefiklerle birlikte Japonya'ya savaş ilan etmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Pasifik’te ABD ve Japonya’nın üstünlük mücadelesine sahne olmuş ve savaş Japon ekonomisini alt-üst etmiştir. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, iki gün sonra da Nagazaki’ye ABD tarafından atom bombası atılmasıyla mağlubiyeti kesinleşen Japonya 14 Ağustos’ta kayıtsız şartsız teslim olmuştur. ABD ordusu, müttefik güçler tarafından işgal ordusu olarak Japonya adalarına yerleştirilmiştir.
-7 Eylül 1941 yılında Japonya ABD'nin Hawaii'de bulunan Pearl Harbor Limanı'na bir hava saldırısı düzenlemiştir. Ertesi gün toplanan ABD Kongresi Rusya hariç diğer müttefiklerle birlikte Japonya'ya savaş ilan etmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Pasifik’te ABD ve Japonya’nın üstünlük mücadelesine sahne olmuş ve savaş Japon ekonomisini alt-üst etmiştir. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, iki gün sonra da Nagazaki’ye ABD tarafından atom bombası atılmasıyla mağlubiyeti kesinleşen Japonya 14 Ağustos’ta kayıtsız şartsız teslim olmuştur. ABD ordusu, müttefik güçler tarafından işgal ordusu olarak Japonya adalarına yerleştirilmiştir.
-Savaş sonrası dönemde ABD’nin hedefi, Pasifik’te üstünlüğü ele geçirmek ve Japon ordusunun tekrar güçlenmesini engellemek ve ileride iyi ilişkilerin kurulabileceği bir Japonya yaratmaktır. ABD’nin ilk uygulaması Meiji Anayasasını yürürlükten kaldıracak yeni bir Anayasa yapmak olmuştur. Amerika tarafından oluşturulan komisyonun hazırladığı anayasa 1947’de yürürlüğe girmiştir.
İmparatorluk mevkii: Meiji Anayasasında mutlak olan imparatorun hakimiyeti, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yeni anayasada yeniden tanımlanmıştır ve sembolik hale getirlmiştir.
Günümüzde Japon siyasal sistemi üç ayrı seçim sistemi üzerine kuruludur. Her dört yılda bir yapılan Temsilciler Meclisi seçimleri, her üç yılda bir yapılan ve Senato üyelerinin yarısının yenilendiği Senato seçimleri ve dört yılda bir yapılan yerel seçimlerdir. Seçimler her idari bölgede Merkezi Seçim Komitesince yapılmaktadır.
30 Ağustos 2009 tarihinde Japonya’da yapılan genel seçimler Japonya için tarihi bir anlam taşımaktadır.1955 yılından beri (iki yıllık kısa bir dönemin dışında) sürekli olarak iktidarda kalmayı başaran, yarım yüzyılı aşan bir süre hükümeti oluşturmuş Liberal Demokrat Parti (LDP) seçimleri kaybederek iktidar koltuğunu Japonya Demokrat Partisi’ne bırakmıştır.
LDP, 1950lerin ortalarına kadar süren sosyalistlerin ağırlıkta olduğu koalisyonların iktidarda olduğu ve fakirlik ve karışıklılarla anılan bir dönemden hemen sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarının sarıldığı ve ekonominin yükselişe geçtiği döneminin hemen başında iktidara gelmiştir. Bu nedenle LDP Japon mucizesinin mimarı olarak görülmektedir.
LDP, 1950lerin ortalarına kadar süren sosyalistlerin ağırlıkta olduğu koalisyonların iktidarda olduğu ve fakirlik ve karışıklılarla anılan bir dönemden hemen sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarının sarıldığı ve ekonominin yükselişe geçtiği döneminin hemen başında iktidara gelmiştir. Bu nedenle LDP Japon mucizesinin mimarı olarak görülmektedir.
Yürütme yetkisi, parlamento üyesi olmak zorunda olan ve parlamento tarafından belirlenen başbakan ile çok 20 devlet bakanından oluşan ve tamamen Parlamento’ya karşı sorumlu olan kabineye verilmiştir.
Hükümetin yasama ve yürütme yetkilerinden tamamen bağımsız olan hukuk sisteminde, Yargıtay, 8 yüksek mahkeme, Hokkaido dışında tüm eyaletlerde de birer bölge mahkemesi kurulmuştur.
Japonya savaştan yoksul ve ekonomisi harap olmuş olarak çıkmıştı. Bu yıllardaki ilk öncelik halkın temel yaşam gereksinimlerini karşılamasına yöneliktir. Ancak barış antlaşmasının bir gereği olarak savunma harcamalarına getirilen GSMH’nın yüzde 1’ini aşmama koşulu sayesinde, Japonya bütün dikkatini ekonomik alana çevirmiş, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında kaynaklarını tamamen ekonomik yatırımlara yönlendirme imkanına kavuşmuştur.
Yaklaşık 5 trilyon dolarlık milli geliri ile Japonya bugün, nominal GSYH bazında ABD’den sonraki ikinci büyük ekonomidir. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğramasına rağmen hızla kalkınması ve dünyanın önde gelen ekonomik güçlerinden biri olması “Japon mucizesi” olarak değerlendirilmiştir. Bu ekonomik başarının en önemli faktörü, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde Japonya’nın istikrarlı siyasi iktidar, büyük şirket grupları ve güçlü bir bürokrasiden oluşan üçlü bir saç ayağı tarafından yönetilmesi olarak görülmektedir. Büyük şirket grupları, kendi içlerinde oluşturdukları dev bankalar aracılığıyla ihtiyaç duydukları finansmanı elde etmiş ve hükümetin ve bürokrasinin de koruması altında gelişerek pek çok endüstriyel sektörde ön plana çıkmayı başarmıştır.
Banka mevzuatına devlet güvencesi ve büyük şirket gruplarında çalışanların emekli oluncaya kadar aynı şirkette güven içinde çalışma olanağı tanıyan “hayat boyu iş” anlayışı ise toplum içerisinde sistem için gerekli olan güveni sağlamıştır.
Banka mevzuatına devlet güvencesi ve büyük şirket gruplarında çalışanların emekli oluncaya kadar aynı şirkette güven içinde çalışma olanağı tanıyan “hayat boyu iş” anlayışı ise toplum içerisinde sistem için gerekli olan güveni sağlamıştır.
Ayrıca işgücü üretkenliğinin çok yüksek olması Amerikan şirketlerini mallarını ABD’de üretmek yerine Japonya’dan ithal etmeye itmiştir. ABD’ye ihracatın önemli boyutlarda artması ekonomik kalkınmayı hızlandıran bir diğer faktördür.
Yeni Anayasa’nın dokuzuncu maddesine göre: Adalet ve düzene dayalı uluslararası bir barışa içtenlikle bağlı olan Japon halkı, ulusun egemenlik hakkı olarak savaşı, uluslararası sorunların çözümünde tehdit ve güç kullanımını sonsuza dek reddetmektedir. Bu hususu sağlayabilmek amacıyla, diğer savaş potansiyellerinin yanı sıra kara, deniz ve hava güçleri asla bulundurulmayacaktır. Devlete savaş ilan etme hakkı tanınmayacaktır.
Soğuk Savaş konjonktüründe, özellikle Kore Savaşı’yla birlikte ABD’nin Japonya’ya bakışı değişmiş, işgal altındaki yenik devlet konumundan müttefik ülke statüsüne geçilmiştir. 48 ülkenin katıldığı 1951 San Francisco Konferansı’nda Japonya bağımsızlığını kazanmış, Japon Başbakanı Yoshida ve Amerikan Dış İşleri Bakanı Dulles arasında ikili bir güvenlik antlaşması imzalanmıştır.
Bu antlaşmaya göre, ABD kuvvetleri Japon topraklarında konuşlanabilecek, Uzak Doğu’da barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla, Japonya’ya içerden ve dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı bu ülkeyi koruyabilecektir. Yani ABD kuvvetleri iç ayaklanmaları bastırma konusunda da yetkilidir. Antlaşmanın ikinci maddesine göre, Japonya ABD’nin onayı olmadan üçüncü bir devletin üslerini kullanmasına izin vermeyecektir.
ABD ile 1954’te karşılıklı savunma antlaşması yapılmış ve Japonya’nın meşru müdafaa hakkı kabul edilerek, Jiei-tai (Meşru Müdafaa Gücü) adıyla yeni savunma kuvvetleri oluşturulmuştur.
1960 yılında yapılan yeni bir antlaşmaya göre Japonya’nın kendi iç güvenliğinden sorumlu olması, ancak ABD kuvvetlerinin ulusal güvenliğe katkıda bulunmak ve Uzak Doğu’da barışı sağlamak için Japon hava, kara ve deniz sahasını kullanabilmesi kabul edilmiştir. Ülke içindeki komünist ve sosyalist partiler antlaşmaya büyük tepki göstermiştir.
Soğuk Savaş’ın bitimi ile Japonya’nın ABD nezdindeki öneminin azalması Japonya’nın düşük profilli dış politika ve güvenlik anlayışının değiştirilmesi isteğini ön plana çıkarmıştır. Uluslararası örgütlerde özellikle Soğuk Savaş’tan sonra daha aktif politikalar izleyen Japonya, BM Barış Gücü çerçevesinde 1996’dan beri Golan Tepeleri’nde, 2007’den beri de Nepal’de “Meşru Müdafaa Gücü” bulundurmaktadır.
Japonya 11 Eylül saldırılarının ardından ABD ve müttefiklerine terörle savaşta insani yardım ve lojistik destek konularında yardımlarda bulunacağını deklare etmiştir. Bu bağlamda Afganistan harekatına maddi desteklerde bulunan Japonya özellikle yeniden inşa faaliyetlerinde katkılarda bulunmuştur. Ayrıca Irak’ta yeniden inşa faaliyetlerine ve insani yardımlara katılmayı öngören özel önlemler yasasını Temmuz 2003’de meclisten geçirmiş ve Japon Öz Savunma Kuvvetleri yaklaşık 1.000 kişilik bir birlikle Şubat 2004’de Irak’a konuşlandırmıştır. Bu gelişme Japonya’nın gerek İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana süregelen dış politika anlayışında gerekse de ABD ile ittifak ilişkilerinde çok önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir.
Japonya’nın güvenlik algılamaları bağlamında yaptığı bu nitel değişikliklerin temelinde, bir anlamda Soğuk Savaş sonrası dönemde Asya-Pasifik bölgesinde ortaya çıkan dinamiklerin dizginlenmesi, Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme programının önlenmesi, Irak ve Afganistan’daki yeniden inşa faaliyetlerinde aktif rol oynama isteği bulunmaktadır.
- Jeopolitisyen Yves Lacoste’a göre bugün Japonya’nın dış politikadaki sorunları daha çok geçmiş Japon emperyalizminin komşu ülkelerde bıraktığı izlenim ile ilgilidir. 1910’da Japonya’nın Kore’yi işgali ve işgal süresince yapılan muameleler bugün iki ülke arasındaki sorunun kaynağıdır. Ancak nükleer silahlara sahip Kuzey Kore tehdidi ABD müttefiki bu iki ülkeyi işbirliğine itmektedir.
- Öte yandan ASEAN+3 platformu ise Çin ile birlikte, Japonya ve Güney Kore’yi de kapsamaktadır. Bu örgütün ekonomi, siyaset ve güvenlik boyutlarında karşılıklı çıkarlar doğrultusunda ülkeleri bir araya getiren bir blok olduğu göz önüne alındığında Japonya ve Güney Kore yakınlaşmasına olumlu katkı yapacağı söylenebilir.
Ayrıca Soğuk Savaş sonrası ekonomik ve teknoloji alanındaki başarıları sayesinde yükselmeye başlayan Hindistan’ın Hint Okyanusu’nu kontrol eden stratejik konumu ve kapasitesini arttırdığı deniz kuvvetleri, Japonya’nın Doğu-Batı güzergahına dayalı deniz ulaşımını ilgilendirmeye başlamış, dolayısıyla Japonya bu ülke ile işbirliğini geliştirme yoluna gitmiştir.
Ayrıca Soğuk Savaş sonrası ekonomik ve teknoloji alanındaki başarıları sayesinde yükselmeye başlayan Hindistan’ın Hint Okyanusu’nu kontrol eden stratejik konumu ve kapasitesini arttırdığı deniz kuvvetleri, Japonya’nın Doğu-Batı güzergahına dayalı deniz ulaşımını ilgilendirmeye başlamış, dolayısıyla Japonya bu ülke ile işbirliğini geliştirme yoluna gitmiştir.