4. Bölüm Korku ve Ümidi Bir Araya Toplamanın Niteliği Hakkında
Bu da iki türlü yapılabilir. Birincisi, kamil kimselere ve marifet erbabına özgüdür. Cemal isimleri olan rahmani ve lütfi tecellileri ve celal isimleri olan kibriyai ve kahri tecellileri bir araya toplamak veya rahmet tecellisini ve azamet tecellisini bir araya toplamak şeklindedir. Velilerin kalbi asıl fıtratları hasebiyle farklı ve muhteliftir. Kalplerden bir kısmı rahmet ufuklarına daha yakın ve daha uygundur. Bu kalpler, cemal ve rahmet isimlerinden ortaya çıkmıştır. Rahmet ve celal tecellisinin zuhurudur. Tıpkı İsevi kalp gibi. 1
Bu kalplerde ümit korkuya ve cemal tecellileri celal tecellilerine galip haldedir.
Kalplerden bazısı da celal ve azamet ufkuna daha yakındır. Bu kalplerde celal tecellisinden ortaya çıkmış olup, celal tecellisinin zuhurudur. Tıpkı Yahyevi (a.s) kalp gibi. Bu kalplerde de korku, ümide ve celali tecelliler, cemali tecellilere üstün haldedir.
Bir kısım kalpler de her iki tecelliyi bir araya getirmiştir. Bu tür kalpler, itidal ufuklarına yakın oldukça daha kamil haldedir. Böylece cemal ve celal tecellileri hakiki itidal sınırlarında kalbe zahir olmaktadır. Bu kalplerde ne celal cemale ve ne de cemal celale galip haldedir. Bu cemî, ahedi ve ahmedi kalp ise kemal dairesinin sonu, mutlak velayet ve nübuvvetin sahibidir. Bu da nübuvvetlerin sonu, velayetlerin dönüş noktasıdır. 2
Bu esmai tecellilerden biri olan korku ve ümit, asla bitecek türden değildir. Tabiat yurdundan kopmak ve temiz nefislerinin bu alemden dönüşüyle de ortadan kalkmamaktadır. Her alemde bir şekilde zahir olmaktadır ve özel bir etkiye sahiptir. Usul-i Kafi’de değerli İslam filozofu ve imanlı büyük hekim (r.a) bu hadis-i şerifin açıklamasında şöyle yazmıştır: “Korku ahiret aleminde baki kalan kemallerden değildir ve bu alemden kopmakla sona ermektedir.”3
Bu sözün maksadı, celal tecellisinden olan korkudan ayrı bir şeydir. Zira bu tecelliler, tabiatla uğraşmaktan el çektikten sonra daha da yücelmekte ve kemale ermektedir. Ruhlar ve nefisler, tabiat kılıfında kaldıkça bu tecellilerden mahrum haldedir.
Bu korku, azap ve ceza türünden bir şey de değildir. Dolayısıyla da o alemle aykırılık içinde bulunmamaktadır. Şayet o alemde de bütün kamil nefis ve ruhlara oranla lütuf ve rahmet ile tecelli, celal ve azamet ile tecelliden üstündür. O halde korku, sona ermektedir.
Ama gerçek şudur ki, kalp ashabı ve marifet erbabının nezdinde sabit olduğu üzere, her cemali ismin batında bir celali ve her celali ismin de bir cemali vardır. 1 Celali tecellilerden sonra ünsiyet hasıl olunca azametten hasıl olan korku, itminana ve sükunete erer. O halde celal isimlerinin ibtidai tecellilerinden olan korku, sona erer. Üns, itminan ve muhabbet hasıl olur. Şüphesiz doğruyu bilen Allah’tır.
Bilmek gerekir ki korkunun sona ereceği hakkındaki sözümüz ile adını zikrettiğimiz filozofun, bazı değerli muhaddis ve şarihlerin sözünü ettiği sona eriş arasında farklılık vardır. 2
Zira zikredilen şey, hakikaten sona ermediğidir. Aksine zahirin batına ve suretin manaya dönüşüdür. Bu hakikatin detaylarının zikredilmesi ise buraya uygun değildir. Korku ve ümidi bir araya toplamanın, başka bir türü de –rivayet-i şerife ve menkul dualarda da daha çok bu kastedilmiştir- şudur ki insan, sürekli iki görüşün arasını toplamak zorundadır. Bunlardan biri, kendi noksanlık, kusur, fakirlik ve yoksulluğuna bakmaktır. Bu bakışta insan, kendisinin salt noksan ve kusurlu olduğunu görür. Kendisinin hiçbir kudrete, güce, kemale ve izzete sahip olmadığını anlar. Aksine bütün kemal, cemal ve güzellikler Hak Teala’ya aittir. Bütün övgü ve senalar, Hak Teala’nın zatı ile ilgilidir. Mümkün varlığın aynasında, ezeli kemal ve güzellik, kusur ve noksanlık içine girmiştir. Tıpkı güneş nurunu sınırlayan ve bulandıran bulanık ve sınırlı bir ayna gibi olmuştur. Bu görüş ile de bırakın hata ve günahları, ibadet ve itaatlerde de korku hasıl olur. Hatta marifet ehli nezdinde bizim ibadetlerimizin çoğu bencillik, şehvetine düşkünlük ve nefsani amaçlar içermektedir ve bundan da bulanıklık ve zulmet hasıl olmaktadır. O halde bu görüşte korkunun nihayeti hasıl olmaktadır.
Başka bir bakışla ise, insan, hakkın rahmetine, rahimiyyet ve rahmaniyyet nurunun genişliğine, sonsuz nimetlerin büyüklüğüne ve daimi yüceliklere bakmalıdır. Bu bakış sayesinde de ümit hasıl olmaktadır.
İnsan sürekli bu iki bakışa sahip olmalıdır. Yani hem imkani fakirlik ve zillete ve hem de vâcib-i nimet ve rahmetlere bakış. Böylece kamil ümit ve korkunun arası bulunmuş olur. Nitekim, Kafi’de yer alan hadis-i şerifte de İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Lokman’ın vasiyetinde çok ilginç şeyler vardı. Orada olan şeylerin en ilginci ise çocuğuna şöyle demesi idi: “Allah’ın dergahına, insanların ve cinlerin iyiliğini getirsen dahi sana azap getirecekmiş gibi kork ve de insanların ve cinlerin yaptığı günahlarla dahi gelecek olursan, Allah sana rahmet edecekmiş gibi ümitli ol.”
İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Her mümin kulun kalbinde iki nur vardır: Korku nuru ve ümit nuru. Eğer bunlardan birini diğeriyle tartacak olursan, hiçbiri diğerine üstün gelmez.”1
İmam Zeyn’ül-Abidin’in (a.s) dualarında ise bu anlama bir çok işaretler yapılmıştır. Nitekim, Ebu Hazma-i Sumali duasında –ki ubudiyetin en yüce mazharlarındandır ve de ubudiyet ve Allah karşısında edep dilinde insanlar arasında böyle bir sözün örneği yoktur- şöyle arzetmektedir: “Allah’ım! Seni meyil, rağbet, korku ve ümit ile çağırıyorum. Ey mevlam! Ben günahlarımı görünce feryat ediyorum, ama senin yüceliğini görünce ümitleniyorum. O halde eğer affedip bağışlarsan, sen merhamet edenlerin en iyisisin ve eğer azap edecek olursan zalim değilsin.”2
Beşinci Maksat
Adalet ve de Zıddı Olan Zulmün Beyanı Hakkında
Burada da birkaç bölüm vardır.
1. Bölüm Adalet ve Zulmün Anlamı
Bilki adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınırdır ve adalet, ahlaki faziletlerin en önemlilerinden biridir. Hatta mutlak adalet, bütün batıni, zahiri, ruhi, kalbi, nefsi ve cismi faziletlerin tümüdür. Zira mutlak adalet, bütün bu anlamlarla ayakta durmaktadır.
Hem isim ve sıfatların mazharı oluşta, hem mutlak istikamet olan ve kamil insana özgü olan bu isim ve sıfatlarla vücuda gelişte adalet anlamı gizlidir. Aynı zamanda esmai doğru yol üzere olan Allah’ın en büyük ismi Hz. Peygamber’in rabbi de, bu doğru yol üzeredir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Hiçbir hareket sahibi hayvan yoktur ki, illâ onun alnından tutan O'dur. Muhakkak ki, benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir.”1
Resullerin sonuncusu olan kamil insanın (s.a.a) rabbi de doğru yol ve tam itidal çizgisi üzeredir. Dolayısıyla o rabbin terbiye ettiği varlık da doğru yol ve tam itidal üzeredir. Sadece şu farkla ki, yüce rab bağımsız bir şekilde, ama onun terbiye ettiği (s.a.a) ise gölge oluş esasınca.
Bu makamda zulüm ise, kahrın lütfe veya lütfün kahre üstün gelişidir. Başka bir ifadeyle celal veya cemal isimlerinin mazhariyetidir. İhtimalen kamil veliler, “bizleri doğru yola hidayet et”2 ayetinde bu makamı istemişlerdir.
İlahi marifetlerin tecellisinde ve tevhidin marifet ehlinin kalbine yaptığı tecellilerde de adalet halk ile haktan örtünmenin yok oluşu ve de hak ile halktan örtünüşün olmayışıdır. Başka bir ifadeyle, vahdeti kesrette ve kesreti vahdette görmektir. Bu da ehlullahtan olan kamil insanlara özgü bir makamdır. Bu makamda ifrat ve tefrit ise hak veya halk vesilesiyle diğerinden örtünmedir. İhtimalen ehlullahın1 bu ayetten maksadı da bu makamın vücuda gelmesidir.
İmani hakikatler ve inançlar makamında ise adalet, esmai kemalin nihayetinden ahiret hakikatine olan mazharların, zahire dönüşünün nihayetine kadar, varlıksal hakikatleri olduğu gibi idrak etmektir.
Nefsani ahlakta adalet, üç kuvvenin itidalidir. Yani şehevi, gazabi ve şeytani kuvvelerin itidalinden ibarettir. Zahir hasebiyle de hadis-i şerifin maksadı2, bu son kısımdır ve bu açıdan aklın askerlerinden biri olarak sayılmıştır. Dolayısıyla biz de sadece bu kısmı ele almaya çalışacağız.
Bil ki doğal büyümenin ilk anından itibaren akıl kuvvesinden sonra insanın üç kuvvesi vardır. Birincisi, şeytanlık kuvvesi dediğimiz vahime kuvvesidir. Bu kuvve, küçük çocukta da ilk andan itibaren mevcuttur. Çocuk bu kuvve sayesinde yalan söylemekte, hile yapmakta, düzen kurmaktadır.
İkinci kuvve ise, yırtıcılık nefsi dediğimiz gazabi kuvvedir. Bu kuvve zararları defetmek ve istifadelere engel şeyleri ortadan kaldırmaktır.
Üçüncü kuvve ise hayvani nefis dediğimiz şehevi kuvvettir. Bu kuvve de şehvetlerin, menfaat elde etmenin, yiyecek, içecek ve nikahlardan elde edilen lezzetlerin menşei olan kuvvedir. Bu üç kuvve, yaşlar hasebiyle farklılık içindedir. İnsan doğal olarak geliştikçe bu kuvveler onda kemale ermekte, gün gittikçe ilerleme kaydetmektedir. Dolayısıyla insanda, bu üç kuvveden her birinin kemal sınırında olması da mümkündür. Öyle ki, hiç biri diğerine üstün gelmez. Aynı zamanda bu kuvvelerden birinin, diğerine üstün gelmesi veya ikisinin diğer bir kuvveye üstün gelmesi de mümkündür. Bu açıdan melekuti dejenere ilkeleri yedi surete ulaşmaktadır:
Birincisi behimi (hayvansal) surettir. Eğer, nefsin batıni sureti, hayvani suretlerden biri haline gelirse ve hayvansal nefis galip olursa, insan uhrevi, gaybi ve melekuti surette, uyumlu hayvanlardan biri şekline bürünür. Tıpkı inek, eşek ve benzeri hayvanlardan biri gibi. Aynı şekilde insanın potansiyelinin nihayeti, yırtıcı olursa, yani yırtıcı nefis gelip gelirse, melekuti, gaybi sureti de yırtıcı hayvanların birinin şekline bürünür. Tıpkı, kaplan, kurt ve benzeri hayvanlar gibi. Aynı şekilde şeytani kuvvesi de diğer kuvvelere galip gelir ve şeytanlık potansiyeli son potansiyel haline gelirse, melekuti batını da şeytanlardan birinin haleti haline dönüşür ve bu gerçek, melekuti dejenerenin temellerinden biridir.
Bu üç kuvveden ikisinin birleşimiyle de üç suret ortaya çıkar: İnek kaplan, inek şeytan ve kaplan şeytan. Üç kuvvenin birleşmesinden ise, karmaşık bir suret ortaya çıkar, tıpkı inek şeytan kaplan gibi. Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen şu hadis de bu anlama işaret etmektedir: “İnsanlardan bazısı, öyle bir surette haşrolur ki maymunlar ve domuzlar onların yanında güzel kalırlar.”1
Bil ki, bu üç kuvvenin, ifrat tarafları, insanlık makamını bozmakta, bazen insanı insanlık hakikatinden, bazen de insanlık faziletinden uzak düşürmektedir. Aynı şekilde tefrit ve kusur boyutu da insanlık makamının fesatlarından biridir ve de melekelerin rezaletinden sayılmaktadır.
Eğer, tefrit ve kusur yaratışsal ve tabii olursa, sahibinin iradesi olmaksızın, yaratılışın aslında noksanlıktır. Genellikle bu makamda olan doğal noksanlıkları, riyazetler, mücahedeler, kalbi ve kalıbi amellerle değiştirmek mümkündür. Değişmeyen anlamda, nefsin tabii sıfatları oldukça azdır. Eğer değişmeyen sıfatın olmadığını söylemesek de değişmeyen anlamda nefsin doğal sıfatları çok azdır.
O halde, ifrat ve tefrit ve de aşırılık ve ihmal arasında, bir orta yol olan adalet, insanlığın büyük faziletlerinden biridir. Hatta, büyük filozof Aristo’dan da şöyle nakledilmiştir: “Adalet, faziletin bir parçası değil, hatta bütün faziletlerdir. Bunun zıddı olan zulüm ise, rezaletlerin bir parçası değil, hatta bütün rezaletlerin kendisidir.”2
Dostları ilə paylaş: |