UNEP-TEEB
Türkiye’nin ve haliyle DKMP Genel Müdürlüğü’nün UNEP-TEEB Girişimi’ne (Birleşmiş Milletler Çevre Programı-Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Ekonomisi Girişimi) karşı bu hukuki bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Diğer taraftan bu çalışma ile biyolojik çeşitlilik ve ekosistem ekonomisi çalışmalarının yapılması ve ulusal biyokıymetlendirme yapacak bir enstitünün kurulması da önerilmektedir.
OECD
OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı), sürdürülebilir kalkınmanın öncü kuruluşlarındandır. Ayrıca biyokıymetlendirme ve yeşil ekonomi konusu ile ilgili çeşitli yayınlar yapmış ve çeşitli çalıştayların gündeminde bu konulara yer verilmiştir.
DİĞER
Bilindiği üzere tüm uluslararası çevresel örgüt, program, sözleşme ve girişimlerin yürüttüğü çalışmaların ve ilgili süreçlerinin temel fikri dayanağı 1972 Stockholm Konferansı’nda uluslararası hukukta kendine yer bulan “sürdürülebilirlik ilkesidir” ve sürdürülebilirlik ilkesi çevresel, ekonomik ve sosyal politikaların entegrasyonu esasına dayanır. Ayrıca bütün çok taraflı çevresel sözleşmelerin ya metinlerinde geçen hükümlerin ya da taraflar konferansı gibi karar alma organlarında alınan bazı kararların gerçekleşmesi, sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimine dayanmakta olduğundan bu çalışma çıktılarının gerçekleşmesi halinde taraf olduğumuz çok taraflı çevresel sözleşmelerin birçok yükümlülüklerinin yerine getirilmesine katkı verilmiş olacaktır. Bu anlamda, CITES ve RAMSAR gibi küresel sözleşmeler ile BARCELONA, BÜKREŞ ve BERN gibi bölgesel sözleşmeler öne çıkmaktadır. Ayrıca sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi Avrupa Birliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi çeşitli uluslararası platformların amaçlarındandır.
İÇ HUKUK ÇERÇEVESİ
KANUN VE YÖNETMELİKLER
İç hukuk kapsamında ise başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere; Kara Avcılığı Kanunu, Milli Parklar Kanunu, Orman Kanunu, Hayvanları Koruma Kanunu, Çevre Kanunu, Su Ürünleri Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Turizm Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Kabahatler Kanunu, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu v.b. kanunlar ile Gen Kaynaklarının Korunması Yönetmeliği, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği, CITES Yönetmeliği, Alan Kılavuzluğu Yönetmeliği, Etnoğrafik Nitelikli Taşınır Kültür Varlıkları Hakkında Yönetmelik, Geleneksel Bitkisel Tıbbi Ürünler Yönetmeliği v.b. çok sayıda mevzuat sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi ile ilgilidir.
Ayrıca Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı, Taslak Araştırma İzinleri ve Biyokaçakçılık Yönetmeliği, Taslak Hassas Alanların Korunması Yönetmeliği de konuyla ilgilidir.
DİĞER MEVZUAT, BELGE VE KURULUŞ KANUNLARI
2007-2013 dönemini kapsayan Dokuzuncu Ulusal Kalkınma Planında çevrenin korunması ve kentsel altyapının geliştirilmesi başlığı altında yer alan 453, 454, 462, 474’ üncü maddeler gereğince; doğal kaynakların koruma ve kullanma koşullarının belirlenmesi, bu kaynaklardan herkesin adil biçimde yararlanmasını sağlayacak şekilde sistemlerin oluşturulması; Uluslararası yükümlülüklerin karşılanması, sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin yerine getirilmesi; tarım ve turizm başta olmak üzere, çevreye duyarlı sektörlerde ekolojik potansiyellerin değerlendirilmesi, koruma-kullanma dengesinin gözetilmesi, çevre bilincinin geliştirilmesine yönelik eğitim ve kamuoyu bilgilendirme çalışmalarının yapılması amaçlanmaktadır.
Çevreye ilişkin ulusal öncelikleri içeren ikinci belge AB’ye Entegre Çevresel Uygunluk Stratejisi –UÇES (UÇES-2007 - 2023)”dir. UÇES’de yer alan doğa koruma sektörü bölümüne göre; biyolojik çeşitliliğin korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını sağlamak, flora ve fauna ile bunların doğal yaşam ortamlarının muhafaza edilmesi ve geliştirilmesi yoluyla biyolojik çeşitlilik kaybının önlenmesi temel amaçtır.
UÇES zengin biyolojik çeşitliliğe sahip olan alanlarda biyolojik çeşitliliğin korunması ve yönetimini desteklemek için pek çok hedef içermektedir. Temel hedeflerden bir tanesi, AB-Topluluk Mevzuatının etkin yürütülmesi için kurumsal alt yapı gereksinimlerini belirlemek ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi için personelin eğitilmesidir.
16.01.2004 tarih ve 25348 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren mülga Çevre ve Orman Bakanlığı Merkez Teşkilatının Görevleri, Çalışma Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmeliği Madde 37 (a) bendinde “Ulusal mevzuat ve uluslararası koruma sözleşmeleri kapsamında belirlenen yörelerdeki tavsiye, ilke ve prensipler çerçevesinde koruma ve kullanma esaslarını tespit etmek ve yeni düzenlemeler yapmak”, (g) bendinde ise “Uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülükler ile Avrupa Birliği mevzuatına uyum çalışmalarını yerine getirmek, uluslararası gelişmeleri takip etmek, Sözleşmenin gerektirdiği çalışmaların yapılmasını sağlamak için kurum ve kuruluşlar arasındaki koordinasyonu gerçekleştirmek” mülga Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün başlıca görevleri arasındadır. Bu görev yetkisi, 04.07.2011 Tarih ve 27984 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 648 Sayılı Orman Ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 8. Maddesi ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilen DKMP Genel Müdürlüğü’nde de devam etmektedir. Ayrıca “biyoteknoloji çalışmaları”, “biyolojik çeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinin envanteri ve sürdürülebilir yönetimi konusunda araştırmalar yapmak”, “doğa koruma politikalarını belirlemek” ve “sektörel entegrasyon çalışmaları” gibi doğrudan sürdürülebilirlik ile ilgili konular, Doğa koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün yeni yapılanmasındaki görevleri arasında yer almaktadır.
Konuyla ilgili iki esas belge olan ve Doğa koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünce hazırlanan “Ulusal Biyoçeşitlilik Stratejisi ve Eylem Planı” ile “Türkiye için Natura 2000 Uygulama Stratejisi” hedeflerine ulaşılması için de sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi tesis edilmelidir. Konuyla ilgili olan diğer bir belge olarak Uzun Devreli Gelişim Planları’da örnek verilebilir.
GEN KAYNAKLARININ MEVCUT DURUMU
Türkiye, biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklar yönünden çok özel bir konumda bulunmaktadır. Bitki genetik kaynakları bakımından Türkiye dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bu zenginliğin sebepleri aşağıda verilmiştir.
-
Bitkisel çeşitlilik ve orijin merkezlerinden Akdeniz ve Yakın Doğu Merkezleri Türkiye’de örtüşmektedir ve pek çok kültür bitkisinin genetik çeşitlilik merkezi için anavatan durumundadır.
-
Pek çok türün geniş değişim gösterdiği 5 mikro-gen merkezi Türkiye’de bulunmaktadır.
-
Türkiye, farklı bitki coğrafya bölgelerine sahiptir. Bunlar Avrupa-Sibirya, Akdeniz ve İran-Turan bölgeleridir. Bu bitki coğrafya bölgelerinin Türkiye üzerinde bulunması bitkisel biyoçeşitliliği zenginleştirmiştir.
-
Türkiye aynı zamanda topoğrafya, iklim ve jeomorfolojik yönden geniş çeşitlilik göstermesinin doğal sonucu olarak, habitat tipleri yönünden de zengindir ve bu durum, bitki türlerinin sayısına ve endemizm oranına da yansımıştır.
-
Anadolu üç ana kıta karasının kesim noktasında ve tarihi göç yolları üzerinde yer almaktadır. Bu konumu nedeniyle tarih boyunca değişik medeniyetlere ev sahipliği yapmış, Anadolu bu medeniyetlerin katkısıyla da biyolojik çeşitliliğini artırmıştır.
Türkiye'nin flora zenginliği, bitkilerin çeşitli amaçlarla kullanılabilmesi için önemli bir kaynak oluşturmuştur. Ülkemizdeki birçok bitki türü gıda, tıbbi, endüstriyel ve odun hammaddesi olarak kullanılmaktadır. Ülkemizde şimdiye kadar tespit edilen yaklaşık 4000 tanesi endemik olmak üzere 12.000 civarında bitki türü ve alt türü vardır.
Sahip olduğumuz biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklardaki çeşitliliğin, çevresel ve diğer baskılarla genetik erozyona uğramadan ve kaybolmadan korunması, bitkisel üretimin sürdürülebilirliği ve biyolojik çeşitliliğin yönetimi bakımından son derece önemlidir. Bu amaçla sürvey, toplama, muhafaza (ex situ, in situ ve çiftçi şartlarında muhafaza, in vitro muhafaza ve ultra soğuk muhafaza), morfolojik ve moleküler karakterizasyon, materyal değişimi, dokümantasyon, değerlendirme, kullanım, ekonomiye entegrasyon, ulusal ve uluslararası işbirlikleri, biyoçeşitlilik ve genetik kaynaklarla ilgili teknokratik politikaların oluşturulmasına devam edilmektedir. Ancak bu çalışmaların bu Şurada önerilen Milli Biyolojik Çeşitlilik ve Biyoteknoloji Enstitüsünce daha organize bir şekilde yapılması gerekmektedir.
2.2 Doğa Koruma ve Sektörel İlişkiler
Sanayileşmesini tamamlayan gelişmiş ülkelerin uluslararası gündeme taşıdığı “sürdürülebilir kalkınma” kavramı beraberinde çevrenin korunması ve doğal kaynakların bilinçli kullanımı gibi kaygıları da beraberinde getirmiştir. Bu kaygıların ürünü olarak ortaya çıkan politika ve programlar, çevre için ayrılan fonlar, uluslararası sözleşmeler, hukuki açıdan bağlayıcı düzenlemeler ve caydırıcı yaptırımlar, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de “çevre ve doğal kaynaklar” konusunu gündeme taşımıştır.
Doğa ve yaban hayatının korunmasını konu alan ulusal düzeyde ilk yasal düzenlemeler 1937 yılında çıkarılan 3116 ve 3167 Sayılı Kanunlardır. Orman Umum Müdürlüğü kuruluşu sonrasında, 1967 yılında Orman Bakanlığı kurulmuştur. Çevre Genel Müdürlüğü’nün (1984)kurulmasıyla devam eden süreç, Çevre Müsteşarlığı (1989), Çevre Bakanlığı (1991) olarak devam etmiş ve yaklaşık 10 yıllık bir sürenin sonunda Çevre ve Orman Bakanlığı (2003) olarak yeniden yapılandırılmıştır.
Diğer yandan tüm bu gelişmeleri hızlandıran ve ülkemizde “çevre-doğa-doğal kaynak” konularının yankı bulmasını sağlayan lokomotif süreçler 1992-1996 Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ile başlamış, 2005 AB Tam üyelik için müzakerelerin başlaması ile hızlanmış ve 2009 Çevre Faslı’nın Açılması (AB Direktifleri Uyum süreci) ise ülkemiz için bir dönüm noktası olmuştur. Kalkınma Planlarına biyolojik çeşitliliğin entegrasyonu, konuyla ilgili yasal düzenlemelerin güncellenmesi ve güçlendirilmesi bu sürecin önemli kazanımlarından olmuştur. Yaklaşık 8 yıl sonra ise yeniden bir yapılanma gerçekleştirilmiş ve 2011 yılında Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak ayrılmıştır.
Doğa koruma faaliyetlerinden ve politikalarından birinci derecede Orman ve Su İşleri Bakanlığı sorumlu olmakla birlikte, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile müşterek çalışmalar gerçekleştirilmektedir.
En son olarak da doğa koruma mevzuatını diğer düzenlemelerden ayırmak, geniş ve ayrıntılı olarak ele alabilmek için “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” Çalışmaları süreci devam etmektedir.
Doğa korunmasını konu alan uluslararası düzeydeki çalışmalar Stockholm Konferansı (1972), Brutland Raporu (1986), Rio Zirvesi’nin (1992) yansımaları ülkemizin doğa koruma politikalarını güçlendirilmesinde ve kurumsallaşmasında ilk adımlar olmuştur.
2.3.Tür Koruma ( Yabani)
Ülkemizin zengin biyolojik çeşitliliği ulusal mevzuat ve uluslararası sözleşmeler (Bern, Barselona, Bükreş, Biyolojik Çeşitlilik, CITES Sözleşmeleri vb.) kapsamında ilgili Bakanlık, kurum, kuruluş, üniversiteler, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği halinde yapılan çalışmalarla korunmaktadır.
TÜRLERLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER
Damarlı Bitkiler (Kibritotları, Eğreltiler, Açık Tohumlular, Kapalı Tohumluluar: yaklaşık 9753 tür, bunların 3035’i endemik. Endemiz oranı %31.12; Tür ve türaltı kategoriler (alttür ve varyete) ile birlikte toplam takson sayısı yaklaşık 11466, bunların 3650’si endemik. Endemizm oranı % 31.82 (Davis 1965-1985; Davis et al. 1988; Güner et al. 2000).
Son yıllarda keşfedilen çok sayıdaki yeni türün hemen hemen hepsi tehlike altındar. Türkiye Bitkileri Kırmızı Kitabı (Ekim ve ark. 2000) ve keşfedilelen yeni türlerden elde edilen populasyon ve dağılış kayıtlarına göre verileri güncellemeye devam etmekteyiz.
Türkiye’deki tür ve türaltı düzeydeki 11466 taksonun 3650’si endemiktir. Güncel bilgilerimize göre endemiklerin 2370 tanesi tehlike altındadır. Bunların 1058’i CR, 686’sı EN ve 626’sı VU kategorisindedir. Ayrıca DD kategorisinde yetersiz verili 149 endemik taksonun çoğunun tehlike altında olduğu da aşikardır.
Karayosunları: 672 tür; alttür ve varyetelerde dahil 813 taksondur (Erdağ ve ark. 2010; Uyar ve ark. 2012).
Ciğerotları: 167 tür; alttür ve varyetelerde dahil 172 taksondur (Özenoğlu ve Keçeli 2009; Erdağ ve ark. 2010). (Erdağ ve ark. 2010; Uyar ve ark. 2012).
Likenler: Tür ve türaltı düzeyde yaklaşık 1200 taksondur (Aslan ve Yazıcı 2006).
Makromantarlar: 2275 tür bulunmaktadır (Sesli and Denchev 2009). Günümüzde mantarlar bitkiler ve hayvanlardan ayrı alem olarak değerlendirilmektedir.
Algler: Tür ve türaltı düzeyde yaklaşık 4000 taksondur (Gönülol ve ark. 1996, Aysel 2005, Taşkın ve ark. 2008). (Özenoğlu ve Keçeli 2009; Erdağ ve ark. 2010). (Erdağ ve ark. 2010; Uyar ve ark. 2012).
Asli orman ağaçlarımızdan Karaağaç cinsi (Ulmus spp.), Karaağaç ölümü hastalığı nedeniyle Avrupa ve Kuzey Amerika’da olduğu gibi ülkemizde de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Bu hastalık yaygın bir şekilde ilk olarak ortaya çıktığı Hollanda’da 1921 yılında tanımlanmıştır. Ülkemizde 1940 yılında İstanbul Bahçeköy’de tespit edilmiş ve ardından karaağaç yayılış alanlarının tamamında rastlanmıştır. Hastalık ülkemizde yetişen karaağaçlardan özellikle Ulmus minor ve U. glabra türlerinde yıkıma neden olmuştur. (Selik, 1986). U. glabra en geniş yayılışa sahip olduğu Trabzon Maçka Altındere Vadisi ve civar ormanlarda (Anşin, 1976) yok olmuş veya çok nadir bulunur hale gelmiştir. Bu ağaç türlerinin, ormanlarda kalıntı halinde bulunan fertlerinden çeşitli üretim teknikleri ile ede edilecek fidanlar kullanılarak, eski alanlara yeniden yerleşmesi sağlanabilir. Ayrıca, uzak alanlar arası yapay tozlaşmanın ürünü tohumlarla tür içi değişkenlik oluşturulabilir.
Benzer şekilde yakın yıllarda Şimşir bitkisi, Buxsus sempervirens L.( Buxales: Buxaceae) türümüz çok büyük bir tehdit ve yok olma tehlikesi altında bulunmaktadır. Şimşir kavrukluğu hastalığının neden olduğu bu tehdidin etmeni Cylindrocladium buxicola ve Volutella buxi olan iki ayrı mantar türüdür. C. buxicola ilk olarak 1990’ların ortasında İngiltere’de fark edilmiş ve 2002 yılında şimşir kavrukluğu hastalığının etmeni olan yeni bir mantar türü olarak kabul edilmiştir (Henricot, 2003). Hastalığın kökeni bilinmemektedir. V. buxi uzun zamandan beri bilinmekte ise de, yeterince araştırılmamıştır. Sonuçta, ülkemizde U. glabra ve B. semprvirens türleri, doğadaki yok olma tehdidine karşı kalıtsal çeşitlikleri korunacak şekilde herbaryum veya botanik bahçelerinde yetiştirmeye alınmalıdır.
Tehdit altında olan büyük memeli türlerimizden biri, Anadolu yaban koyunu ya da Anadolu muflonu, Ovis gmelini anatolica Valenciennes, 1856 (Artiodactyla: Bovidae), evcil koyunların atası olarak bilinen Türkiye'ye özgü bir türdür. Anadolu Yaban Koyununun tipik yaşama ortamı, bozkırla ormanın birbirine yaklaştığı, kurak ve yumuşak hatlı tepelerdir. Otlar, baklagiller ve yer altından kazarak çıkardıkları yumrularla beslenirler. 1966`da sayıları 100'ün altına düşünce, son görüldükleri yer olan Konya Bozdağ'da, 42 bin hektarlık bir alan, Bozdağ Yaban koyunu Koruma ve Üretme Sahası ilan edilerek koruma altına alınmışlardır. Kış aylarında yaşadıkları beslenme güçlükleri yanında genetik çeşitliliğin düşük olması ve son yıllarda ortaya çıkan paratüberküloz hastalığının etkisiyle önemli bir tehdit altında bulunmaktadırlar. Karaman ve Nallıhan’a yeni yerleştirmeler yapılmış, bunlardan sadece Nallıhan’daki 100 bireyin iyi durumda olduğu bildirilmektedir.
Alageyik, Dama dama L., türünün dünyada bilinen tek yerli populasyonu sadece Türkiye’de, Antalya’nın Düzlerçamı mevkiinde bulunmaktadır. Türkiye’deki alageyik varlığını korumak için yapılan ilk girişim, 1957 yılından itibaren uygulamaya konan av yasağıdır. Yasağa rağmen alageyik sayısındaki azalma sürmüş ve bunu önlemek için 1966 yılında Düzlerçamı’nda 1750 ha’lık bir “Alageyik Koruma ve Üretme Alanı” ayrılmıştır. Bu tarihte 9 adet olarak belirlenen alageyiklerin sayısında artış olmuş ve bunların bir kısmı 1970 yılında kurulan 30 ha genişliğindeki çevrili üretme alanına alınmıştır. Daha sonraki yıllarda buradan alınan ve Gökova, Ayvalık ve Çatalan yörelerine salınan bireylerin hepsi 10-15 yıl içinde ölmüş veya kaybolmuştur (Turan, 1990). Düzlerçamı’nda çevrili alanında ve bunun dışında yaşayan geyiklerde 1990’lı yıllarda yeniden belirgin kayıplar meydana gelmiştir. Çevrili alanındaki yüksek ölümlerin nedenin kendilenme ve yanlış beslenme olabileceği yargısıyla, yaklaşık 430 ha’lık bir alan telle çevrilerek, çevrili alan içinde ve dışındaki bireyler bu yeni alan içine alınmıştır. Düzlerçamı’nda yaşayan 200 civarındaki son alageyiklerin sayısı alınan önlemlere rağmen azalmaya devam etmiştir. Bölgedeki korumanın yetersiz kalması, kaçak avlanma, başıboş köpekler ve yaban hayvanlarının saldırıları gibi nedenlerle alageyiklerin nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Son olarak, Dilek Yarımadasının coğrafi koşullarının uygun olması, alana giriş ve çıkışların kontrol altında tutulması, kaçak avcılığın hiç olmaması, büyük memelilerin yaşaması için uygun koşullara sahip olması nedeniyle, Düzlerçamı’ndan alınacak 50 alageyiğin, bu Milli Parkın batı bölgesinde ayrılan bir alana yerleştirilmesi ve iki aylık uyum sürecinden sonra doğaya salınması kararlaştırılmıştır. Bir türün nesli tükenme tehdidi altında bulunan bir bölgedeki populasyonunun varlığını korumak ve sürdürmek, çoğu kez, o bölgeye yeni bireylerin salınması ile mümkün olmaktadır. Düzlerçamı alageyik populasyonuna Avrupa ülkelerindeki populasyonlardan birey aktarılması, bu yolla sonuç alınabilecek bir düşünce olarak değerlendirilmelidir.
Yarı evcil bir hayvan olan Kıl keçisinin Türkiye’deki sayısı 1980’lerde 15 milyon dolayında iken, 2003 yılında bu sayı 6 milyona düşmüştür. Kıl keçisinin ormanlar üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etme adına yakın geçmişte Çevre ve Orman Bakanlığı’nın “Keçi Zararlarının Azaltılması Eylem Planı” ile bu sayının 2012 yılında 2 milyona indirilmesi hedeflenmiş, ancak bu karara çeşitli çevrelerden önemli itirazlar olmuştur. Doğal koşullarda kendi varlığını sürdürebilen bu hayvanın nadir bir besin kaynağı olduğu ve olası bir besin kıtlığında ülkemiz için bu alanda önemli bir güvence olabileceği savunulmuştur. Keçi yetiştiriciliğinin geliştirilmesi, keçi yetiştiriciliği ile uğraşan çiftçilerin dirliği kadar, iç pazar gereksinmelerinin karşılanması ve dışsatım olanaklarının iyileştirilmesi bakımından da önemlidir. Bu bağlamda, AB ülkelerinin hayvansal üretim dengelerine bakıldığında, sığır ürünleri bakımından genel olarak fazlalığın, buna karşılık koyun ve keçi ürünleri açısından önemli düzeylerde açıklıkların olduğu göze çarpmaktadır. Diğer yandan keçinin özellikle ılıman ilklim kuşağının ve ekosisteminin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle gelecekte ortaya çıkması olası küresel ilklim değişikliklerine karşı, korunması gereken en uygun gen kaynaklarından biridir.
Diğer yandan, tümleşik bir ekosistem yönetiminde, sistemin tüm doğal bileşenlerinin varlığının dikkate alınması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Geçmişte daha fazla sayıda tür ve daha kalabalık populasyonlarla aynı ekosistemleri kullanan bu hayvanların, mevcut sürü büyüklükleri ile oluşturabilecekleri olumsuzlukların, insanların doğal kaynak kullanım tarzı ile ilintili olarak geliştiği gerçeğinden hareketle, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından “Ormanlarda ve orman içinde bulunan otlak, yaylak ve kışlaklarda hayvan otlatılmasına ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelik” yayımlanarak, keçilerin ormanda otlatmasının önündeki yasak, “palanlı uygulamalarla” kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Sağlıklı sulak alanların göstergesi olan Su samuru (Lutra lutra L.)’nun geçmişte ülkemizde geniş bir yayılış alanın olduğu bilinmektedir. Ancak, son 50-60 yıllık süre içinde akarsularda balık stoklarını etkileyen çeşitli düzenlemeler, barajlar, akarsu vejetasyonunun kaldırılması, orman alanlarının açılması, yol yapımı, yapılaşma ve altyapı çalışmaları yanında evsel ve endüstriyel atıkların akarsulara bırakılmasının neden olduğu habitat kayıpları nedeniyle azalan popülasyonları çok yerde tehdit ve yok olma tehlikesi altındadır. Balık stoklarının azalması, su samurlarının geceleri balık yakalamak için akarsularda kurulmuş balık havuzlarına yönelmelerine ve öldürülmelerine neden olabilmektedir. Su samuru ülkemizde koruma altındadır, ancak özel olarak korunduğu alan ya da alanlar mevcut değildir. Su samuru ve yaşama alanları, bu hayvanın varlığını sürdürebilen popülasyonlarının, önceden yaşadığı alanlara yeniden yayılmasına olanak verecek şekilde ödün verilmeden korunmalıdır.
Kırmızı orman karıncası, Formica rufa L., Türkiye de Marmara, Karadeniz bölgeleri ile Kütahya Gediz Murat dağı ve hatta güneyde Isparta Senirkent ormanlarına uzanan genişe bir yayılışa sahiptir. Formica rufa grubu karıncalardan, zararlı orman böceklerine karşı biyolojik mücadelede yararlanmak için araştırmalar ve uygulamalar yürütülmektedir. Bu çalışmalar sonunda orman karıncalarının yayılış alanlarının dışına çıkarılabilecekleri ve götürüldükleri yerlere uyum sağlayabilecekleri anlaşılmıştır. Kırmızı orman karıncası kolonilerinin transplantasyonu, ekolojik dengenin korunmasına uygun, az masraflı bir zararlı mücadele yöntemi olarak değerlendirilmektedir. Transplantasyonda, isabetli yer seçimi yapılması ve tekniğine uygun çalışılması durumunda başarı sağlanabilmektedir. Ancak 1000-2000 metre rakımlara uyum sağlayabilen karıncaların daha düşük rakımlı ormanlık alanlara uyumları konusunda yeterince kapsamlı ve uzun soluklu araştırmalar yoktur. Önemli harcamalar yapılarak yürütülen bu mücadele çalışmalarında, karınca yuvaları, daha çok yaşadıkları doğal yayılış yükselti kuşağının altındaki orman alanlarına yerleştirilmektedir. Bugün yaygın olan bu türün bu uygulamalar neticesinde zarar görmesi de söz konusu olabilir. Sonuçta, taşınan kolonilerin, yeni yerlerindeki durumları ve akıbetleri çok iyi izlenmeli ve doğal olarak yaşadıkları ekosistemin zorlamamasına azami özen gösterilmelidir.
Dünya Doğayı Koruma Birliği'nin (IUCN) Küresel Ölçekte Tehlike Altındaki Türler Listesi'nde, Türkiye'de yok olmak üzere, tehlike altında ve hassas kategorisinde toplam 134 hayvan türü ve alt tür bulunmaktadır. Akdeniz foku, Nil kaplumbağası, Toros kurbağası, kelaynak, ince gagalı kervan çulluğu, dikkuyruk ördek, sürmeli kız kuşu gibi türlerimiz yok olma tehlikesinde ve yaban koyunu, alageyik, yabani eşek, pars, Hatay ceylanı, kursaklı ceylan, sırtlan, saz kedisi, orfoz, deniz kaplumbağası, küçük sakarca kazı, imparator kartalı, toy ve uludoğan gibi türlerimiz ise tehlike altındadır.
Bozkırları, ormanları, akarsuları, gölleri, yüksek dağları ve üç tarafını çeviren denizleriyle Türkiye, yaklaşık 468 kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu haliyle Türkiye, Avrupa ülkelerinin toplamından daha fazla türe ev sahipliği yapan bir ülkedir. Bu coğrafyada tehlike altında olan kuşların sayısı 30'a ulaşmakta ve 13 kuş türü yok olmak tehdidi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Sanılanın aksine, avcılık, ülkemizde veya herhangi bir ülkede kuşlar için ilk sırayı alan bir tehdit değildir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kuşların neslini tehdit eden başlıca etkenler yaşam alanlarının parçalanması, bozulması ve yok olması, avcılık, yabancı türlerin getirilmesi, yaban hayvanlarının uluslararası ticareti ve çevre kirliliğidir.
Ülkemizde nesli tehlike altında olan bitki ve hayvanları sayısı/yoğunluğu, yayılış alanları ile habitat kayıpları ve başlıca tehdit unsurları güvenilir envanter teknikleri kullanılarak sağlıklı bir şekilde belirlenmelidir. Yaşam alanlarındaki her türden bozulmalar, nedenleri ile birlikte araştırılmalı, iyileştirme yolları ve uygulama olanakları ortaya konmalıdır. İnsanlara, yaban hayvanlarından zarar görmeden birlikte yaşamanın yolları ve yöntemleri öğretilmeli, bunun için pilot uygulamalar geliştirilmelidir. Yaban hayatından sorumlu işlerde çalışan personelin bilgi ve deneyimi eğitim programları ve teknik geziler düzenlenerek artırılmalıdır. Yaban hayvanlarına zarar vermeden, çeşitli ürünlerden onları uzak tutan veya onlara erişmelerini engelleyen sistemler geliştirilmeli, uygulama örnekleri yaygınlaştırılmalıdır. Örneğin, Kangal köpekleri, küçükbaş hayvan sürülerine saldırdıkları için öldürülen leopar gibi hayvanların sürülere saldırmasını önleyecek caydırıcı bekçiler olarak görev yaptıkları Afrika ülkelerine götürülmüşlerdir.
Dostları ilə paylaş: |