BİYOEKONOMİ
Biyolojik çeşitlilik veya kısa yazılımıyla biyoçeşitlilik canlıların ve içinde yer aldıkları ortamların(ekosistemlerin) farklılaşması sonucu ortaya çıkan dinamik bir süreçtir. Biyoçeşitlilik insan yaşamı için önemli ekonomik değerler17 yaratmanın yanı sıra toprak erozyonlarının engellenmesi, suların temizlenmesi, iklimlerin düzenlenmesi gibi paha biçilemez ekolojik değerlere sahip olan hizmetleriyle yaşamın sürdürülebilirliği bakımından da büyük önem taşıyan bir süreçtir.
Biyoçeşitliliğin ulusal, bölgesel ve küresel boyutlarda sürdürülebilir yönetimini, halen var olan veya geliştirilmesi düşünülen ekonomik kalkınma süreçlerinden soyutlayarak ele almak doğru ve akılcı bir yaklaşım olmayacaktır. Biyoçeşitlilik kapsamı içinde yer alan biyolojik-kaynak ( = kullanılabilirlik değeri olan biyolojik unsurlar) ve genetik-kaynak ( = genetik amaçlı kullanım değeri olan biyolojik kaynaklar) gibi kavramların insan yaşamında önemli ekonomik değere sahip bazı üretim süreçleriyle ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Biyoçeşitliliğin yakın geçmişte evrensel ölçekte değer kazanması bu kavramın aynı zamanda biyolojik-kaynak ve genetik-kaynak olarak da bir değer ifade etmesinden kaynaklanmaktadır. Verdiği ekolojik hizmetler de dahil olmak üzere Biyoçeşitliliğin küresel ölçüde dünyada yarattığı yıllık ekomomik değerin 16-54 trilyon US$ arasında değiştiği ileri sürülmektedir. Bitkisel biyoçeşitliğin dolayısıyla da bitkisel genetik kaynakların dünya üzerindeki varlığının korunması ve saklanması gezenimizdeki yaşamın sürdürülebilirliği açısından ekolojik bir öneme sahip olmakla beraber, bu kaynakların küresel ekonomi temelinde önemli bir pazar değeri (500-800 milyar US $/yıl arasında değişen) olduğu da unutulmamalıdır. Petrokimya sektörünün küresel ekonomideki payının 500 milyar US$/yıl, bilgisayar–iletişim sektörü için bu payın 800 milyar US$/yıl dolaylarında olduğu düşünüldüğünde bu önemin değeri daha iyi görülmektedir. Bu nedenle, ağırlıklı olarak 1980’li yıllardan itibaren dünya kamuoyunun ilgisini çekmeye başlayan küresel ölçekteki biyoçeşitlilik azalmasını önlemek üzere biyoçeşitliliğin korunmasını temel alan uluslararası düzenlemelerin çevresel olduğu kadar ekonomik gerekçeleri olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Yeni yüzyıl’a girerken Biyoçeşitliliğin korunma ve önemini uluslararası düzeyde ön plana çıkaran neden de fosil enerji ve hammadde kaynaklarına dayanan konvansiyonel ekonomik kalkınma modeline seçenek oluşturacak model arayışıdır. Bu amaçla önerilip uluslararası düzeyde gündeme getirilen ve Biyoekonomi olarak adlandırılan ekonomik kalkınma modelinin sürdürülebilirlik katsayısı yapılan inceleme ve değerlendirmelerde halen uygulanmakta olan konvansiyonel kalkınma modelininkinden daha yüksek bulunmuştur. “Biyomateryallerden mal, enerji ve hizmet üretimi ve bunların ticari dağılım ve tüketimi” olarak tanımlanabilecek Biyoekonomi modelinin işleyişi için gerekli temel hammadde ve enerji kaynağı olarak bitkisel materyallerin seçilmesi ve bundan kaynaklanan çevre dostu niteliği konuyla ilgili bazı çevrelerde bu modellin yeşil-ekonomi olarak da adlandırılmasına da neden olmuştur. Ancak, modelin dünya genelinde konvansiyonel bir kalkınma modeli haline gelebilmesi, sürdürülebilirlik parametreleri açısından yapacağı ileri aşamalara bağlı görülmektedir. Yüksek-karlılık, çevresel-uyum ve toplumsal-talep gibi temel sürdürülebilirlik parametreleri açısından biyoekonomik süreçlerin gelişme kayıt edebilmesi, yine 1980’li yıllardan itibaren öne plana çıkmaya başlayan moleküler (modern)-biyoteknoloji’deki gelişmeler ile yakından ilgilidir. Günümüzde modern biyoekonominin itici gücü olarak kabul edilen modern biyoteknolojik süreçlerin sürdürülebilirlik parametreleri açısından sağladığı avantajlar bu teknolojinin hammaddesi niteliğindeki genetik kaynaklara olan ilgiyi arttırmaktadır. Bu bakımdan biyoçeşitliğin ortaya çıkarılması ve korunmasını hedef alan ekolojik amaçlı taleplerin , ekonomik amaçlı olarak da genetik-kaynak’ları kapsayabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Kalıtımsal birimler içeren gerçek ya da potansiyel değere sahip biyolojik materyaller” olarak tanımlanan genetik kaynaklardan yeni katma değerler üretebilecek sermaye gücü ve teknolojik birikimin gelişmiş ülkelerin, genetik kaynak zenginliğinin de az gelişmiş ülkelerin elinde olması genetik kaynaklara erişim ve bunlardan elde edilecek yararların eşit ve adil paylaşımı konusunda ulusal ve uluslararası düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılmıştır. Geçmişteki kolonist sömürü dönemine bakıldığında sömürgeci ülkelerinin yoksul ülkelerin zengin genetik kaynaklarını karşılıksız kullanmakta herhangi bir sorun yaşamadıkları görülmektedir. Günümüze gelindiğinde, biyoçeşitliğin/genetik kaynakların korunmasının getireceği maliyetleri de dikkate alan geçmişin yoksul, günümüzün gelişmekte olan ülkeleri, sahip oldukları genetik kaynakların kullanımında ve tasarrufunda kendi haklarını korumak noktasında haklı bir duyarlık içine girmişlerdir. 1980’li yılların başında itibaren konuya ilişkin olarak FAO (Food and Agricultural Organization) ve UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Ajansı) gibi B.M (Birleşmiş Milletler) kuruluşlarınca bazı düzenlemeler yapılmaya çalışılmışsa da, konunun karmaşıklığı ve genetik kaynakların kullanımında azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında çıkan anlaşmazlıklar soruna çözüm getiren bir uluslararası düzenlemeye gidilmesini güçleştirmiştir. Konuya ilişkin anlaşmazlığın temelinde, genetik kaynakları kullanma potansiyeline sahip ülkelerin bunlardan yeni ve yüksek katma değer üretmek için yaptıkları AR-GE harcamalarının getirdiği yüksek maliyeti gerekçe göstererek, hammadde olarak kullandıkları bu kaynakları bedelsiz ya da en az bedeli ödeyerek ele geçirmek isteği yer almaktadır. Diğer bir anlaşmazlık noktası da aynı grup ülkelerin yaptıkları genetik ıslah ve gen-değişikliği çalışmalar sırasında genetik kaynağın gen yapısında yaptıkları küçük değişikliği gerekçe göstererek elde edecek patent hakkı aracılığıyla genetik kaynağın hukuki mülkiyetine sahip çıkmak istemeleridir. Patent hakkı aracılığıyla genetik kaynak üzerinde mülkiyet hakkı savlayan ülkeler bu girişimleriyle milyarlarca yıllık evrimleşmeyle ortaya çıkan genetik yapının bütününe sahip çıktıklarını unutmayı tercih etmişlerdir.
Genetik kaynakların kullanımına ilişkin uluslararası düzenleme arayışlarından ilki 1983 yılı kasımında FAO tarafından geliştirilmiştir. Ancak, dünya üzerindeki gen kaynaklarının insanlığın ortak mirası olduğunu ve bu nedenle de kullanılmalarına sınırlamalar getirilmemesi gerektiğini ilke olarak kabul eden bu düzenleme, bu ilkesi ile kaynak sahiplerinden çok kaynak kullanıcılarının yanında yer aldığından geçerliliğini kısa sürede yitirmiştir. Sorunun çözümü için Biyoçeşitlilik Sözleşmesinin yürürlüğe girdiği 1994 yılına kadar beklenmek zorunda kalındı. Biyoçeşitliliğin ve bu kapsamda genetik kaynakların küresel ve bölgesel korunmalarını ve adil paylaşılmalarını amaçlayan uluslararası (Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Nagoya Protokolu gibi) anlaşma ve sözleşmeler gibi bu amaçla yapılmış ulusal düzenlemelerin de amaca ne kadar hizmet edeceği yanıtlanması güç bir sorudur. Bu sorunun yanıtı özellikle de kaynak zengini ancak bu kaynaklardan yararlanarak katma değer üretmek potansiyeline sahip olmayan ülkeler için büyük önem taşımaktadır. Bu grup ülkeler için sahip oldukları biyoçeşitlilik (genetik kaynak) zenginliğinin korunması, bu zenginliği gerçek ekonomik zenginliğe dönüştürecek potansiyele kısa sürede sahip olabilmeleriyle olanaklı olacaktır.
Genetik kaynakların özellikle botanik bahçeleri, koleksiyon merkezleri, gen ya da tohum bankaları kurmak gibi gen kaynaklarını korumaya yönelik yöre-dışı(in-situ) önlemlerin uluslararası ölçekte teşviki, bu kaynaklardan yararlanma potansiyeline sahip zengin ülkelerin konuya ilişkin temel politikaları içinde yer almaktadır. Nitekim söz konusu ülkelerde genetik kaynaklardan katma değer üreten Biyoteknolojik AR-GE çalışmalarının % 75’inde bu amaçla kullanılan genler bunları korumak için kurulmuş yöre-dışı (ex-situ) saklama ve koruma kuruluş ve merkezlerinden sağlanmıştır. Bu potansiyele sahip olmayan ancak genetik kaynak diğer bir deyişle biyoçeşitlik zengini ülkeleri konuya ilişkin bekleyen bir tehlike de, önemli harcamalar yaparak kurdukları veya kuracakları yöre-dışı (ex-situ) merkezlerle bu kaynaklardan yararlanma potansiyeline sahip ülke ve şirketler için hizmet verir hale gelmesi kaçınılmazdır.
GEN KAYNAKLARI VE FİKRİ MÜLKİYET
Özellikle zengin biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklara sahip olan ülkeler, genetik kaynakları üzerinde ulusal hükümranlık haklarının sağlanmasına büyük önem vermektedirler. Bu kaynakların bir koşul olmaksızın serbestçe elde edilemeyeceği Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi2ininerişimin yükümlülükleri çerçevesine gereği gibi yansıtılmıştır.
Biyolojik kaynaklara erişime karşılık, bu kaynakları esas alan teknolojilere erişim de kısıtlamalara tabidir. Teknolojiye sahip gelişmiş ülkeler, teknolojiye erişimi fikri mülkiyet hakları uygulamaları ile sınırlar getirmektedir.
Son yıllarda geleneksel bilgi kullanılarak ekonomik değer yaratmanın giderek arttığı görülmüş ve buna paralel olarak da geleneksel bilginin uluslararası ilişkilerde önemi giderek artmıştır. Çiftçilerin ve yerel halkın biyolojik kaynakları kullanım ve koruma bilgileri, günümüzde geleneksel ve modern eczacılık ile tarımsal verimliliğe önemli katkılar sağlayan çok değerli bir kaynak veya hazine olarak kabul edilmekte ve ilerde olabilecek gelişmeler insanlığın devamı için önemli görülmektedir.
Son yıllarda uluslararası platformda tartışılan konu genetik kaynakların, ilgili geleneksel bilginin ve folklorun fikri mülkiyet kapsamına alınması ve patentlenebilmelerini sağlamak üzerinedir. Günümüze kadar kabul edilen patent yaklaşımı, yalnızca bir araştırma sonucu elde edilen sanayi ürünlerinin patentle korunabileceği ve canlıların patent altına alınmasının mümkün olmadığı esasına dayanıyordu. Ancak modern biyoteknolojideki gelişmeler sonucu patent kavramının kapsamı genişletilerek, bir araştırma sonucu geliştirilen canlı ya da canlı parçalarının da patentle korunabileceği savunulmaya ve uygulanmaya başlamıştır.
Dünya genelinde değişik gruplarda kaygıyla izlenen ve büyük tepki çeken gelişme ise, yerel halkın geleneksel bilgisinin amaçları dışında kullanmasıdır. Başka bir ifade ile ticarileştirilmesidir. Bu amaç dışı kullanımlar, günümüzde biyokorsanlık (biopiracy) olarak isimlendirilmektedir.
Günümüzdeki uluslararası anlaşmalara göre, biyolojik çeşitlilik “insanlığın ortak mirası” olarak kabul edilmekte ve dünyanın herhangi bir yerindeki bu tür kaynaklara ulaşımın, koşullara bağlı olarak, herkesin hakkı olduğu görüşü savunulmaktadır.
Bu kaynaklara sahip çıkmak, yalnızca onları bugünkü gibi korumak ya da hiç kimseye kullandırmamak olarak algılanmamalıdır. Tam tersi, bu kaynakların ülkemize fayda sağlayacak şekilde kullanılmasını sağlamak ve teşvik etmektir. Tarımsal ekosistemde organik tarımı ve geleneksel tarımı teşvik etmeyi amaçlayan devlet desteklerinin de geleneksel bilginin tespitine yönelik ulusal politikaların bir parçası olduğu ve yerel çeşitlerin/yerel ırkların korunmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Çiftçilerin sahip olduğu geleneksel bilgiler, genetik çeşitliliğin kırsal kesim tarafından nasıl kullanıldığını belirlemek için etno-botanik ve sosyo-ekonomik çalışmaların hızlandırılması, geleneksel bilgilerin belirlenmesi ve belgelenmesi geleceğe yönelik farklı tarımsal uygulamalar açısından önemlidir.
Ulusal gerekliliklerle uyum sağlandığı ve güvenli olduğu sürece, modern biyoteknoloji uygulamalarının mevcut ve yeni avantajlarından yararlanmak da büyük önem taşımaktadır. Bunun için yapılacak çalışmalar ise genetik çeşitliliğin korunması, tanımlanması, değerlendirilmesi, kullanılır hale getirilmesi ve kullanılması olarak sıralanabilir.
Genetik kaynak çalışmaları için çok daha fazla ayrıntıya gereksinim vardır. Özellikle modern biyoteknolojide sağlanan gelişmeler, organizmaları tüm olarak değil gen düzeyinde değerlendirmeyi zorunlu hale getirmiştir. Biyolojik çeşitliliğimizin ve genetik kaynaklarımızın korunması, sürdürülebilir kullanımı, uygulamaya ve ekonomiye aktarımı ülkemizin öncelikli konuları arasında yer almalıdır.
Biyoteknoloji, biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynakların son derece önem kazandığı günümüzde konu ile ilgili çalışmalar dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde çok daha kapsamlı bir kurumsal yapı ve büyük araştırma, geliştirme proje bütçeleriyle yürütülmektedir. Ülkemizde de bu hususun göz önünde bulundurulması kaçınılmaz hale gelmiştir.
GEN KAYNAKLARI VE TARIM
Geçmişten bugüne halen tartışılmakta olan biyoçeşitlilik ve genetik kaynaklar ile ilgili konuları düzenleme çalışmaları, son zamanlara kadar genellikle karalarda ve denizlerde bulunan yaşamı sürdürme sistemleri ile ilgilenmiştir. Günümüzde ise tartışmalar, bu konularla birlikte biyoteknolojik metotlarda ortaya çıkan gelişmelere ve işin ekonomik boyutuna daha çok odaklanmaktadır.
Genetik kaynaklar, teknoloji ve endüstri sektörlerinin giderek artan çok sayıda çalışma alanında araştırma ve yeni ürünlerin geliştirilmesi için önemli girdi sağlar. Bu nedenle, biyolojik çeşitlilik ve genetik kaynaklar, uluslararası politika geliştirmede son yıllarda önemi giderek artan bir konu haline gelmiştir.
Bu bağlamda, genetik materyal; hem biyoteknolojik buluşların ve yeniliklerin ortaya çıkmasında başlangıç noktası olarak ve hem de buluşları ve yenilikleri ortaya çıkaran ve böylece ekonomik değere dönüştüren teknolojik araç (mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar) olarak hizmet eder.
Dünyada ve ülkemizde artan nüfus, daha fazla tarımsal üretimi gerektirmekte ve ihtiyaçların çeşitlenmesine, değişmesine neden olmaktadır. Değişen ihtiyaçlara cevap verebilecek üretimi gerçekleştirmek ise gen kaynaklarını koruyarak ve kullanarak yeni verimli, yüksek kaliteli, dayanıklı bitki çeşitlerinin geliştirilip üretime alınmasına bağlıdır. Çeşit geliştirme çalışmalarının temelini ise genetik kaynaklar oluşturmaktadır. Gelecekte tarımsal üretimi engelleyecek hangi faktörlerin ortaya çıkacağını şimdiden kestirmemize olanak yoktur. Beklenmedik olumsuz faktörlerin ortaya çıkmasında çözüm yine genetik kaynaklarda aranacaktır. Türkiye’nin zengin biyolojik çeşitliliği ve tarımsal genetik kaynakları uygun şekilde kullanılırsa ve ekonomiye entegrasyonu sağlanırsa bu sayede tarımsal sorunların birçoğu için anahtar çözümler sunulması mümkün olacaktır.
Moleküler biyoloji ve genetik günümüzde en hızlı gelişen bilim dalları arasında yer almaktadır. Yakın gelecekte özellikle verim ve çeşitli biyotik ve abiyotik faktrölere dayanıklılığı kontrol eden genler ticari bir meta haline geleceğinden biyolojik çeşitliliğin ve genetik kaynakların koruması büyük avantaj sağlayacaktır. Kültüre alınmış türlerde genetik çeşitliliğin n muhafaza edilmesi genetik kaynakların korunması ile mümkündür. Biyoçeşitliliğin ve genetik kaynakların korunması ise ancak sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi ile mümkün olabilecektir.
BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK VE SOSYAL POLİTİKA
“Biyolojik çeşitlilik insan refahının bir parçasıdır. İnsanların içerisinde bulunduğu çevresel sistemlerde doğal ve kültürel mirasla olan tüm etkileşimleri, daha spesifik olarak insanların biyolojik çeşitlilik ve ekosistem hizmetleri ile olan biyososyolojik ve sosyobiyolojik ilişkisi onların kültürlerinin gelişimini ve antropolojilerini etkiler; sosyal psikolojinin, kültürel kimliğin, grup dinamiklerinin, yazılı ve yazısız sosyal normlarının gelişiminin, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve toplumsal dayanışma gibi özel toplumsal değerlerin, uluslar arası ilişkilerin, tarihin, bilimin, sanatın ve felsefenin; yani kısaca insanı insan yapan her şeyin içinde doğanın, canlıların ve ekosistemlerin küçük ya da büyük ama mutlaka bir payı vardır. Çünkü çevremiz dünyamızdır, dünya ise yaşam alanımızdır, habitatımızdır.”16
Bu durumda çevremizin yönetiminin bir parçası olarak sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi başlı başlına bir sosyal politika aracıdır. Doğa koruma gelirlerinin sosyal politikalara harcanması doğa korumanın vatandaş tarafından içselleştirilmesini arttıracaktır. (Detaylar için Bkz. 6.6.)
Sanayileşme ile birlikte doğal kaynaklar yoğun biçimde kullanılmış ve sonucunda doğal denge bozulmuş, tabiatın kendini yenileyebileceğinin çok üzerinde bir tahribat meydana gelmiştir. Sektörel faaliyetlerin yapıldığı alanlarda ve sahalarda topoğrafya, jeolojik yapı, rölyef, su rejimi, iklim ve peyzaj tamamen değişmekte, bitki örtüsü tahrip olmaktadır.
Küresel düzeyde doğal kaynaklar üzerindeki bu baskılar, göç, çarpık kentleşme, yetersiz altyapı, tarım alanlarının daralması, doğal kaynakların tahribi, işsizlik, açlık ve yoksulluk olarak karşımıza çıkmış ancak sanayileşmeyle birlikte doğa koruma alanında önemli adımlar atılamamıştır.
Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı doğrultusunda, insan sağlığı ve doğal dengeyi koruyarak sürekli ve ekonomik kalkınmaya imkan verecek, doğal kaynakların yönetimini sağlayacak, gelecek kuşaklara daha sağlıklı bir doğal, fiziki ve sosyal çevre bırakacak yönde bir gelişme kaydedilememiş ve doğa koruma politikalarının ekonomik ve sosyal politikalara entegrasyonu sağlanamamıştır.
Çevreyi ve doğayı kirletmeden, kaynakları kontrollü ve sürdürülebilir biçimde kullanarak endüstriyel faaliyetleri devam ettirmek için çeşitli arayışlar başlamıştır. Bu arayışların ilk ürünleri arıtma, depolama, uzaklaştırma, işlem sonu kirlilik kontrolü gibi “kirlilik ve tahribat oluştuktan sonra” uygulanan çözümler olmuştur. Ancak "kirlettikten sonra" temizlemenin maliyetinin kirletmeden önce alınacak tedbirlerin maliyetinden daha fazla olduğu, ayrıca bozulan ekolojik dengenin tekrar eski haline getirilmesinin mümkün olmadığı görülmüştür.
Daha sonra, zamanla bu yaklaşımın yerini “daha kirlilik ve tahribat oluşmadan” önlemeye veya azaltmaya yönelik çözümler ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı almıştır.
2.DURUM ANALİZİ
-
Sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi
Mevcut durumda Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Gıda, Tarım, ve Hayvancılık Bakanlığı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı öne çıkmak üzere tüm Bakanlıklar konuyla ilgilidir. Çünkü tanımı itibariyle sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi konusu canlılar, ekosistemler, ekonomi ve sosyal politikayla ilgili tüm kurumları ilgilendirir. Ancak konuyla ilgili esas çalışmaları, açıkça ülkemizin tüm biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir yönetimi ile görevlendirilmiş olan DKMPGM yapmaktadır. Gıda biyolojik çeşitliliği ve gen kaynaklarının bazılarının tescili konusunda TAGEM, insan dışı biyoteknoloji çalışmalarında TÜBİTAK ve TAGEM, insan biyomolekülleri ve dokularıyla ilgili biyoteknoloji çalışmalarında ise TÜBİTAK ve Sağlık Bakanlığı-Türk Halk Sağlık Kurumu öne çıkmaktadır.
Biyolojik çeşitliliğin korunması ile ilgili olarak en kapsamlı mevcut kaynak DKMPGM’ ye ait Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Stratejisi ve Eylem Planı’dır. Ayrıca yine DKMPGM’ ye ait olan “Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu İçin İlgi Gruplarının Eğitimi ve Kılavuz Oluşturma Projesi” kapsamında elde edilen üç kılavuz, sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi için gerekli hukuki, idari ve finansal mekanizmaları üst-politik açıdan katılımcı bir yaklaşımla değerlendirmiştir. DKMPGM’ nin bu projenin ardından gerçekleşmek üzere takvimine aldığı sektörel entegrasyon projesi, üst politikanın bazı sektörlerde uygulanabilirliğini test edecek ve sektör temelli tedbirler geliştirecektir.
İşbu sürdürülebilir biyolojik çeşitlilik yönetimi alt grubu çalışmasının önerdiği koruma tedbirleri, finansal mekanizmalar ve Milli Biyolojik Çeşitlilik ve Biyoteknoloji Enstitüsü ile biyolojik çeşitlilik ve biyolojik kaynakların sürdürülebilir yönetimi ile ilgili esas, bağlayıcı, küresel ve şemsiye bir uluslararası hukuk belgesi olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin (BMBÇS) aşağıdaki hükümlerinin doğrudan karşılanması ve diğer hükümlerinin de dolaylı olarak karşılanması sağlanacaktır. BMBÇS, konuyla doğrudan ilişkili olması ve stratejik öneminden dolayı sözleşme maddeleri aşağıda detaylı olarak verilmiştir..
-
BÇS Madde 1 yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik çeşitlilik unsurlarının sürdürülebilir kullanımı
-
BÇS Madde 5 yükümlülüğü doğrultusunda işbirliği
-
BÇS Madde 6-b yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik çeşitliliğin korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını, mümkün ve uygun olduğu ölçüde ilgili sektörel veya sektörler-arası planlar, programlar ve politikalarla entegre etmek,
-
BÇS Madde 7-a yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik çeşitlilik unsurlarının belirlenmesi
-
BÇS Madde 7-b yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik çeşitlilik unsurlarının izlenmesi
-
BÇS Madde 7-c ve Madde 14 yükümlülükleri doğrultusunda biyolojik çeşitlilik unsurları üzerine olumsuz etkilerin izlenmesi, etki değerlendirmesi
-
BÇS Madde 7-d yükümlülüğü doğrultusunda izleme sonuçlarının saklanması ve düzenlenmesi
-
BÇS Madde 8 a,b,c, d,e,f,g,h,i,k,l,m yükümlülükleri doğrultusunda in-situ koruma ve sürdürülebilir kalkınma
-
BÇS Madde 8-j yükümlülüğü doğrultusunda geleneksel bilginin tescili
-
BÇS Madde 9 yükümlülüğü doğrultusunda ex-situ koruma
-
BÇS Madde 10-e ve 12-c yükümlülükleri doğrultusunda biyolojik kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için yöntemler geliştirmek
-
BÇS Madde 11 yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için ekonomik ve sosyal teşvik tedbirleri geliştirmek
-
BÇS Madde 12-b yükümlülüğü doğrultusunda SBSTTA kararları doğrultusunda araştırma yapmak
-
BÇS Madde 12, 16, 18 ve 20 yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için yöntemler geliştirmek,
-
BÇS Madde 12, 16, 18 ve 20 yükümlülüğü doğrultusunda biyolojik çeşitlilik araştırmalarındaki bilimsel gelişmelerin kullanılmasını teşvik etmek,
-
BÇS Madde 13 yükümlülüğü doğrultusunda kamu eğitimi ve bilgilendirme
-
BÇS Madde 14 yükümlülüğü doğrultusunda etki değerlendirmesi ve olumsuz etkilerin en aza indirilmesi
-
BÇS Madde 15 yükümlülüğü doğrultusunda genetik kaynaklara erişimle ilgili iş ve işlemler
-
BÇS Madde 16 yükümlülüğü doğrultusunda teknolojiye erişim ve teknoloji transferi
-
BÇS Madde 17 yükümlülüğü doğrultusunda Bilgi alışverişi
-
BÇS Madde 18-1 yükümlülüğü doğrultusunda uluslararası teknik ve bilimsel işbirlikleri yapmak.
-
BÇS Madde 18-3 yükümlülüğü doğrultusunda takas odası mekanizmasının etkin bir şekilde yürütülmesi
-
BÇS Madde 19 yükümlülüğü doğrultusunda biyoteknolojinin işlem görmesi ve yararların dağılımı hakkında çalışmalar yapmak
-
BÇS Madde 19 yükümlülüğü doğrultusunda (biyo)teknolojiye erişim ve (biyo)teknoloji transferi ile ilgili uygun görülen iş ve işlemler
-
BÇS Madde 22 yükümlülüğü doğrultusunda diğer uluslararası sözleşmelerle işbirliği
Doğrudan ekosistem hizmetleri ile ilgili olarak kurulan ve Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu ilk ve tek uluslararası platform olan, Ekosistem ve Biyolojik Çeşitlilik Bilim ve Politika Platformu (IPBES) kapsamında ileride yürütülecek olan ulusal çalışmalara kurumsal anlamda hazır olmak anlamında katkıda bulunulmuştur. On yılda bir gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvelerinde esas vurgu olan sürdürülebilir kalkınmanın, Türkiye’de tesisine Orman ve Su İşleri Şurası kapsamındaki bu çalışma ile katkı yapılmıştır.
AVRUPA KONSEYİ AVRUPA PEYZAJ SÖZLEŞMESİ
Çalışma grubu çıktıları, Sözleşme yükümlülüklerinden olan “mekansal planlar ve peyzaj politikalarının sektörel entegrasyonu” kapsamındaki çalışmalara faydalı olabilir. Diğer taraftan, Sözleşme yükümlülüklerini karşılamak için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği ve koordinasyon içerisinde kültürel peyzajların ekonomik ve sosyal anlamlarının da ayrıca çalışılması gerekmektedir.
Dostları ilə paylaş: |