OrtadoğU’da göÇ hareketleri ve tüRKİYE’ye etkiSİ


Ortadoğu’da Göç Hareketleri



Yüklə 215,43 Kb.
səhifə2/4
tarix01.08.2018
ölçüsü215,43 Kb.
#65618
1   2   3   4

Ortadoğu’da Göç Hareketleri

İnsanoğlunun farklı coğrafyalar arasındaki hareketi göç olarak değerlendirilmektedir. Bu hareket bireysel ya da küçük topluluklar halinde olabildiği gibi savaş, doğal afetler gibi nedenlerle kitleler halinde de olabilmektedir. Göç, ”ekonomik, siyasal veya toplumsal nedenlerle insanların bireysel ya da kitlesel olarak yer değiştirme eylemidir” (Şahin, 2001: 59). Ancak göç olgusunu sadece yer değiştirmeye yönelik bir hareket olarak değerlendirmemek gerekir. Daha geniş kapsamlı bir tanım yapmak gerekirse; Göç, “ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir” (Yalçın, 2004: 13). Tuzcu ve Bademli de göç olgusunu “kişilerin gelecek yaşantılarının tamamını veya bir kısmını geçirmek üzere, sürekli ya da geçici bir süre için bir yerleşim ünitesinden bir başkasına yerleşmek amacıyla yaptıkları coğrafi yer değiştirme olayını kapsayan sosyal bir değişim süreci” (Tuzcu ve Bademli, 2014: 56) olarak tanımlamaktadırlar. Bütün bu tanımlara bakıldığında göç olgusunun yer değiştirmekten ziyade bir yerleşme eylemi olduğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla göçün insanların geçici veya uzun süreli olarak farklı bir yöreye, bölgeye ya da ülkeye yerleşmesini kapsadığını söyleyebiliriz.



Göç olgusu özellikle mekânsal ilişkide kendini göstermektedir. Göç, ister gönüllü veya zorunlu isterse kısa ya da uzun dönemli olsun insanların yaşamlarını sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan etkileyen önemli bir olgudur. Bunda da etkili olan en önemli unsur, yaşanılan mekânın değiştirilmesidir. “Bu mekân değişimi yakın ya da uzak mesafeli olabilmekte; kat edilen idari ve siyasi sınırlar göç olgusuna farklı anlamlar yükleyebilmektedir” (Mutluer, 2003: 10). Göç olayları aynı toplumsal sistem içinde gerçekleşiyorsa “iç göç”, kendine özgü koşulları nedeniyle toplumsal sistemler arasında gerçekleşiyorsa “dış göç” başka bir ifadeyle “uluslararası göç” olarak değerlendirilmektedir. Bu şekilde iç ve dış göç olarak gruplandırılan göçlerin aynı zamanda tarihi süreç içerisinde gerçekleşme nedenlerine göre gönüllü ve zorunlu olarak da devam ettiği görülmektedir. Gönüllü göçler, “insanların meraklarını gidermek, maddi durumlarını düzeltmek ve yeni kuşağın geleceğini garanti altına almak amacıyla yapılan göçlerdir” (Akgür, 1997: 45-46). Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere gönüllü göçte insanların daha iyi hayat şartlarına ulaşmak için göç etmeye kendilerinin karar verdiği görülmektedir. Zorunlu göç ise, “savaş, tabi afet, sürgün gibi nedenlerle insanların yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kalmaları veya buna mecbur bırakılmaları sebebiyle meydana gelen göç” (Yılmaz, 2014: 1687) olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda zorunlu göçleri, günümüzde Ortadoğu’da olduğu gibi insanların siyasi istikrarsızlık, iç savaşlar, etnik çatışmalar nedeniyle can korkusundan kaçanların oluşturduğu mecburi göçler olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu sınıflandırmaların yanı sıra göçleri bireysel ve kitlesel olarak da sınıflandırmak mümkündür. Bu bağlamda bireysel göçler, “bireyin kendi özerk kararıyla göç etmesine denir. Kişilerin kendi becerisi ve birikimleriyle yapmış oldukları göç türüdür” (Ağır, 2015: 98). Dolayısıyla bireysel göçlerin daha çok isteğe bağlı olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Kitlesel göçler ise, “ekonomik ve sosyal nedenlerle herhangi bir travma yaşandığında toplumun tüm katmanlarını kapsayan göç” (Ağır, 2015: 98) olarak tanımlanmaktadır. Bu kitlesel göçler tıpkı bir zamanlar Orta Asya’da yaşayan Türklerin Anadolu’ya göç etmesi gibi ekonomik nedenlerle olabileceği gibi aynı zamanda ülkesindeki zulüm, baskı ve savaşlardan kaçmak gibi nedenlerle de gerçekleşebilmektedir. Bütün bu tanımlamalardan yola çıkarak Ortadoğu kaynaklı göçlerin zorunlu, kitlesel bir dış göç olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum ise günümüz göçlerinin özellikle Ortadoğu kaynaklı göçlerin bir tercih meselesi olmadığını, daha çok zorunlu olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Zorla yerinden edilme olarak da ifade edebileceğimiz bu göç kavramıyla birlikte mülteci, sığınmacı kavramlarının da ön plana çıktığı görülmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı nedenlerden dolayı ortaya çıkan savaşlar ve iç karışıklıklar nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanlar için kullanılan mülteci kavramı, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre; “kendi ülkesinde bulunan ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü sebebiyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen kişi” (Kara, 2010: 154-155) olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda mültecileri, kendi ülkesinde kendi kontrolleri dışında meydana gelen olayların kurbanları olarak değerlendirmek mümkündür. Genellikle mülteci kavramıyla sıkça karıştırılan sığınmacı kavramı ise, “sığınma arayan, mülteci olarak kabul edilmek üzere başvuru yapmış, ancak başvurusu henüz sonuçlanmamış, cevap bekleyen kişiler” (Kara, 2010: 155) olarak ifade edilmektedir. Bu kavramları Türkiye açısından değerlendirdiğimizde; Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi sınırlamalarla kabul ettiği, buna bağlı olarak da sadece Avrupa’dan gelenleri mülteci, Avrupa dışından gelenleri ise sığınmacı olarak kabul ettiği görülmektedir. Bu durumda Ortadoğu’dan ülkemize gelenleri geçici sığınmacı olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Kitlesel göçler, sadece gerçekleştiği bölgenin değil, aynı zamanda tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı önemli bir sorundur. Dolayısıyla dünyanın birçok bölgesinde geçmişten günümüze zaman zaman yaşanan bölgesel çatışmalar ve savaşlar yüzünden ortaya çıkan bu göçlerin en önemli ve en etkili sonucunun ciddi miktarda insan yığınının mülteci ya da sığınmacı durumuna düşmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sonucunda da bugün dünyanın birçok ülkesinde mülteci kamplarında zor şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan çok sayıda insan bulunmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu kaynaklı göçleri genel olarak değerlendirmek gerekirse; Ortadoğu’daki göç hareketlerinin temellerinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar dayandığı görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra sömürgecilik hareketlerinin başlamasıyla birlikte ortaya çıkan yeni sınırlar, bu bölgedeki halk arasında ciddi bir göç krizi oluşturmuştur. Özellikle Avrupa’dan getirilen Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleştirilmesi ve Filistinlilerin vatanlarından edilmesiyle bölgede krizin başladığı görülmektedir. “Orta Doğu'da Filistin'in, Arap ve Musevi olarak iki ayrı devlet haline dönüştürülmesinin kabulü ve ardından İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte 700 bin dolayında oldukları tahmin edilen Filistinli Araplar, komşu ülkelere göç etmişti” (Kurtuluş, 2016: 163). İsrail Devleti’nin kurulmasından önce başlayan Yahudi çetelerinin katliam ve terör eylemleri, önce Filistin Devleti’nin parçalanmasına, ardından da Filistinlilerin topraklarını terk etmek zorunda kalmalarına neden olmuştur. Daha sonraki dönemlerde artan tehdit ve ambargo ile bu göçlerin arttığı görülmektedir. Dolayısıyla hem İsrail yıkımları hem de Ortadoğu’nun ortasında yükselen utanç duvarı Filistinlilerin mülteci durumuna düşmesine neden olmuştur. Filistinlilerin ilk etapta göç ettikleri ülkelerin başında Suriye ve Ürdün gelmektedir. Daha sonraki dönemlerde Lübnan, Türkiye, Mısır, Şili, Amerika gibi ülkelerde de mülteci olarak yaşamaya başlamışlardır. Günümüzde gelinen noktada birçok ülkede Filistinlilerin kendilerini mülteci olarak görmeyecek kadar o ülkenin yerlisi oldukları görülmektedir. Ortadoğu kaynaklı göçlerin ikinci grubunu 1979 İran Devrimi’nden sonra gerçekleşen göçler oluşturmaktadır. “1979 İran Devrimi’nden sonra muhalif kalanlar ya da mağdur bırakılanlar için İran’dan ayrılmak yolu gözüktüğünde ilk durakları Türkiye olmuştur. Bir tahmine göre 1980-1991 yılları arasında Türkiye’yi kısa süreli beklemek için kullanıp esasen transit şekilde genellikle Kuzey Avrupa ülkeleri ve Avrupa’ya 1,5 milyon İranlı’nın göç ettiği öne sürülmektedir” (Kara, 2010: 157). Görüldüğü gibi Ortadoğu’dan gerçekleşen İran merkezli göçler, Türkiye’ye sığınma ve yerleşme amaçlı olduğu gibi Türkiye yoluyla Avrupa ülkelerine sığınmak amacıyla da gerçekleştirilmiştir. Bu durum da bize Türkiye’nin Ortadoğu kaynaklı göçlerde hem hedef hem de transit ülke olduğunu göstermektedir.

Ortadoğu kaynaklı büyük göç dalgalarının diğer bir kısmını ise Irak’ta yaşanan olumsuz gelişmeler sonucunda meydana gelen göçler oluşturmaktadır. Bu göçlerin üç dalga halinde gerçekleştiği görülmektedir. Birincisi, 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen İran-Irak savaşının bitmesiyle Mart 1988’de Halepçe’deki katliam sonucu birçok insanın ülkesini bırakıp özellikle komşu ülkelere göç etmesiyle ortaya çıkmıştır. İkincisi ise 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle birlikte ortaya çıkan, 1991 Körfez krizi sonrasında yarım milyon Iraklının Türkiye’ye, bir milyona yakınının da İran’a sığınmasıyla gerçekleşen göçlerdir. Körfez Savaşı’yla birlikte hem ülkenin altyapısının ağır hasar alması hem de BM denetiminde uygulanmaya başlayan ambargolar, Irak’ı her yönden felce uğratmıştı. Dolayısıyla 1991 ve 2003 arasındaki bu ortamda göçün az fakat sistematik bir şekilde devam ettiği görülmektedir. Üçüncü göç dalgası ise, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlamıştır. ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte ülkede altyapı ve yoksullaşmaya ek olarak başta Bağdat olmak üzere büyük şehirlerde düzen tamamen bozulmuş, ölüm ve korku herkes için gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Dolayısıyla bu durum Irak’tan kaçışları daha da arttırmıştır (Danış, 2009: 16-20). Buradan da anlaşılacağı üzere Irak’tan yapılan bu göçlerin en önemli nedenini işgal altında bulunmaları oluşturmaktadır. Ülkede yaşanan işgaller ve işgalin beraberinde getirdiği kaotik ortamdan sonra gerçekleşen göçlerin büyük bir kısmı başta Suriye, Ürdün ve Türkiye olmak üzere komşu ülkelere olmuştur. Daha sonraki dönemlerde bu göçlerin bir kısmı transit güzergâh olarak kullanılan Türkiye üzerinden batıya doğru gerçekleşmiştir.

Ortadoğu kaynaklı göçlerin önemli bir kısmını da yakın dönemde Suriye’de yaşanan iç savaştan kaynaklanan göçler oluşturmaktadır. 2010 yılında Arap baharı adı altında Tunus’ta başlayan halk hareketleri, diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de baskıcı rejimden kurtulmak, özgürlük ve demokrasi isteyen çeşitli toplum kesimlerini etkilemiş ve akabinde Suriye sokaklarında büyük bir isyan ortaya çıkmıştır. Suriye geneline yayılan bu isyanlar Esad rejimi tarafından reform vaatleriyle önlenmeye çalışılmışsa da bu gösterileri engellemek mümkün olmamıştır. Bunun sonucunda Mart 2011’de Suriye güvenlik güçleri Derah kentinde 25 göstericiyi öldürmüştür. Tüm bu yaşananlar üzerine Suriye’yi şiddetle sarsan kanlı bir süreç başlamıştır. Bunun sonucu olarak da Suriye’den Türkiye’ye ve diğer ülkelere yönelik zorunlu bir göç hareketi başlamıştır. BM’in 2015 verilerine göre 4 milyon civarında Suriyeli kendi ülkesinin dışında sığınmacı ya da mülteci olarak yaşamaktadır. Bu Suriyeli sığınmacıların yaklaşık 2 milyonunun Türkiye’de ikamet etmekte olduğu bildirilmektedir. 2015 yılında 2 milyon olan bu sayının 2016 Mart ayı itibariyle 3 milyonu aştığı verilen bilgiler arasında yer almaktadır. (Şahin, 2015: 171-172). Görüldüğü gibi Ortadoğu’da ilk ateşin Tunus’ta yakılmasıyla başlayan halk isyanlarının yol açtığı çatışmaların Suriye’de halen devam ediyor olması, önemli miktarda göç hareketlerini de beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla “Ortadoğu bölgesinin yakın geçmişinde yaşanan İran Devrimi, İran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Körfez Savaşı, Irak’ın ABD tarafından işgali, 2010 yılında başlayan Arap Baharı süreci ve sürecin son uzantısı olan Suriye iç savaşı gibi birçok gelişmenin Avrupa ve Ortadoğu arasında jeopolitik açıdan tampon bir bölge oluşturan Türkiye’ye etkileri kaçınılmazdır” (Kartal, 2014: 284). Bu bağlamda Ortadoğu’da gerçekleşen bu gelişmelerin, ülkemizde düzensiz göçmen sayısının küresel dinamiklere koşut olarak hızla artmasına neden olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum üzerinde kuşkusuz Türkiye’nin Avrupa ile Ortadoğu arasında bir geçiş bölgesi özelliğine sahip olmasının önemli bir etkisi vardır. Bunun yanı sıra AB’nin aksine Türkiye’nin vize konusunda daha esnek davranması, ülkede sığınmacılık konusunda başlıca muhatap olan BMMYK’nın bulunması, özellikle son dönemde AB sınırlarının koruma altına alınması ve denetimlerinin arttırılması sonucu daha da kurumsallaşan insan kaçakçılığının ülkemizde giderek artması ve Avrupa ülkelerinin sığınmacıları kendi ülkelerinde barındırma konusunda çekimser davranmaları da Türkiye’nin bu konudaki yükünü arttırmaktadır. Bu yükün artması da ülkemizde zaman zaman Türk halkının tepkilerine yol açan birtakım siyasal, ekonomik, sosyal ve toplumsal sıkıntıları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu bağlamda Ortadoğu kaynaklı özellikle güncel olması itibariyle Suriye kaynaklı göçlerin ülkemize olan etkilerine yer vermek faydalı olacaktır.



Ortadoğu Kaynaklı Göçlerin Türkiye’ye Etkisi

İnsanlık tarihi kadar eski olan göç, hem bireysel hem de kitlesel ölçekte gerçekleşebilmekte, dünyanın bugünkü nüfus dağılımını, toplumların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarını ve gelişimlerini şekillendiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu göç olgusu, daha iyi bir yaşam için genellikle ekonomik nedenlerle gerçekleşen insan hareketlerini içerdiği gibi aynı zamanda kendi ülkesinde var olan zulüm, baskı ya da savaşlardan kurtulmak için zorunlu olarak ülkelerini terk eden mülteci ve sığınmacı gibi kitleleri de kapsamaktadır. İnsan hareketleri açısından son derece deneyimli bir ülke olan Türkiye, kurulduğu ilk yıllardan itibaren sürekli olarak göç alan, zor durumda olan gruplara kucak açarak ev sahipliği yapmış olan bir ülkedir. Gerek çevresindeki ülkelere göre daha gelişmiş olması ve coğrafi konumundan kaynaklanan özellikleri gerekse komşularının siyasal ve toplumsal açıdan istikrarsız bir yapıda olması Türkiye’nin göç deneyimlerinin süreklilik arz etmesinde önemli bir etken olmuştur.

Göç veren ve göç alan ülkeler bağlamında bakıldığında; özellikle 1960’lı yıllardan itibaren sahip olduğu işgücü potansiyeli ile gelişmiş Avrupa ülkelerinin ucuz işgücü ihtiyacını karşılayan Türkiye, bu dönemde sadece göç veren bir ülke olarak anılmaktaydı. Ancak son yıllarda ülkeye yönelen göç hareketleri göz önüne alındığında bu geleneksel tanımın aksine hem göç alan hem de transit ülke olma konumuna taşındığı ve dolayısıyla çok boyutlu bir göç ülkesi olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’ye yönelen göçleri düzenli göçler ve düzensiz göçler olarak ikili bir sınıflandırmaya tabi tutarak incelemek daha doğru olacaktır. Düzenli göçler, “daha çok yasal çerçeveler içerisinde gerçekleşen ya da kayıtlı göç hareketlerini anlatan” (İçduygu, 2014: 223) insan hareketleridir. Bu durumda Türkiye’ye yönelen düzenli göçleri, çalışma ya da eğitim amacıyla gelen kişiler ile gelişmiş Avrupa ülkelerinden gelen emeklilerin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Düzensiz göçler ise, “mekik göçü, transit göç, sığınmacı ve mülteci hareketlerini de kapsayan ve daha çok yasadışı ya da kayıt dışı göç hareketlerine gönderme yapan” (İçduygu, 2014: 2203) göçlerdir. Bu bağlamda ülkemize yönelen Ortadoğu kaynaklı göçleri düzensiz göç grubunda değerlendirmek mümkündür.

Türkiye’nin göç tarihine bakıldığında farklı dönemlerde farklı nüfus hareketlerinin gerçekleştiği görülmektedir. Ulusal inşa dönemi olarak değerlendirilen ilk dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte ulus devlet sınırları dışında kalan Müslüman ve Türk kökenlilerin göçü, ülkeye dışardan gelen ilk göçleri oluşturmaktadır. 1945’ten 1980’lere kadar olan ikinci dönemde daha çok Bulgaristan’dan, hemen ardından Yugoslavya’dan gerçekleşen göçler belirleyici olmuştur. 1980 ve 1990 yıllarını kapsayan üçüncü dönemde ise Afgan sığınmacıların ön plana çıktığı görülmektedir. Ayrıca bu dönemde Bulgaristan Türklerinin de Türkiye’ye göç ettiği bilinmektedir. 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin bir transit göç bölgesi haline geldiği ve bu konuda özellikle Ortadoğu’dan gelen mültecilerin etkili olduğu görülmektedir. Transit göçmen olarak görülebilecek bu grubun ilk örneğini 1979 İran Devrimi sonrasında Türkiye’ye sığınan İranlılar oluşturmaktadır. 1988 ile 1991 yılları arasında üç kitlesel göç hareketiyle Türkiye’ye gelen Iraklılar ise en büyük ikinci mülteci grubu olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca Türkiye’nin 1992 yılında Bosna-Hersek kaynaklı göçlere de sahne olduğu ve göç yolunda Türkiye’nin bir geçiş bölgesi olarak değerlendirildiği görülmektedir (Buz, 2008: 3). Ayrıca Irak’tan gelen sığınma talepleri 1988-1991 dönemleriyle sınırlı kalmamış, 2003 yılında ABD-Irak savaşı sırasında yaşanan iç çatışmalar da ülkemize yönelen Irak kökenli mülteci göçlerini hızlandırmıştır. Bütün bu göçlerin yanı sıra özellikle 2010 yılında Arap baharı adıyla Tunus’ta başlayan gösterilerin Suriye geneline yayılmasıyla başlayan kanlı savaşın neden olduğu sığınmacı göçüyle birlikte Türkiye, son zamanların en büyük sığınmacı göç dalgasına maruz kalmıştır. Görüldüğü gibi Türkiye’ye yönelen düzensiz göçlerin büyük bir kısmını Ortadoğu kaynaklı göçler oluşturmaktadır. Bu göçler içerisinde özellikle yakın zamanda gerçekleşen İran ve Irak göçleri ile günümüzde hale devam eden ve Türkiye’nin kapasitesini zorlayan Suriye kaynaklı göçler hem kitlesel ölçekte olmasıyla hem de dünya kamuoyunda büyük sarsıntılara neden olmasıyla dikkat çekmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada Ortadoğu kaynaklı göçlerin Türkiye’ye etkisi güncel olması itibariyle daha çok Suriye bazında ele alınacaktır.

Türkiye’nin uluslararası alanda bu kadar yoğun bir göç dalgasına maruz kalması, göç konusunda bazı yasal düzenlemeleri de gündeme getirmiştir. Bu bağlamda “Türkiye’deki iltica ve sığınma işlemleri mevzuat doğrultusunda yürütülmektedir. 28 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanan ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe giren, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan mülteci sorununu çözmeye yönelik Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme, Türkiye’nin mülteci adayları ve sığınmacılarla ilgili mevzuatının en önemli dayanağını oluşturmaktadır” (Kartal, 2014: 282). Türkiye bu sözleşmeyi, sözleşmede geçen mülteci tanımına coğrafi bir kısıtlama getirerek imzalamıştır. Ayrıca kendi göç ve iltica düzenlemelerini 1994 tarihli iltica yönetmeliğine göre yürütmeyi tercih etmiştir. Türkiye’nin değiştirerek kabul ettiği bu düzenlemeye göre; Avrupa’dan gelenler mülteci olarak değerlendirilmekte, Avrupa dışından gelenler ise sığınmacı olarak kabul edilmekte ve bunların geçici sığınmacı adı altında Türkiye’de geçici olarak yerleşmelerine izin vermektedir. Türkiye’nin bu sözleşmede geçici sığınmacı olarak değerlendirdiği sığınmacıları bugün Ortadoğu’dan gelen özellikle de Suriye’den gelen sığınmacılar oluşturmaktadır. Ayrıca “1999 yılında göç ve iltica alanında mevzuat geliştirmek üzere kurulan İçişleri Bakanlığına bağlı Göç ve İltica Bürosu, 2013 yılında göç yönetimi konusunda AB politikalarıyla uyumlu bir politika geliştirilmesine ilişkin çalışmalar yapan Göç İdaresi Genel Müdürlüğüne dönüşerek kurumsallaşmıştır” (Kartal, 2014: 283). Yine bu çalışmalar da Türkiye’nin göç konusunda yaptığı önemli yasal düzenlemeler olarak değerlendirilebilinir. Bütün bu çalışmaların yanı sıra “Türkiye’nin iltica politikasında tabi olduğu uluslararası sözleşme ve iç hukuk düzenlemeleri kapsamında köklü değişiklikler içeren Ulusal Eylem Planı (2005) ise sığınmacı kabul sistemi oluşturulması konusunda en önemli düzenlemelerden biri olarak değerlendirilmektedir” (Kartal, 2014: 284). Bu sığınmacı kabul sisteminin oluşturulmasıyla birlikte Türkiye’nin AB ülkeleri ile kaynak ülkeler arasında bir tampon bölge işlevini üstlendiği görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de sığınmacı konusunda çekilen sıkıntıların temelinde Türkiye’nin AB’ne girme sevdasının yattığını söylemek mümkündür. Bugün gelinen noktada AB’nin Türkiye ile mülteci krizine çözüm üretmek için yapılacak işbirliğinin kapsamını belirlemek amacıyla taleplerini sıraladığı AB-Türkiye Ortak Eylem Planı’nın gündemde olduğu görülmektedir. Aslında bu planın asıl amacının sığınmacı krizine çözüm üretmek yerine AB ülkelerini Ortadoğu kaynaklı göçlerden korumak olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkemizde bu yasal düzenlemeleri gerekli kılan Ortadoğu kaynaklı özellikle Suriye kaynaklı göçlerin ülkemizdeki genel durumunu değerlendirecek olursak; “Türkiye, bugün itibariyle 2 buçuk milyonu aşkın Suriyeli ve başta Afganistan, İran, Irak ve Somali olmak üzere diğer ülkelerden gelen 250 bini aşkın mülteci ile dünyada en büyük mülteci ve sığınmacı nüfusuna sahip ülke konumundadır” (http://www.unhcr.org/turkey/uploads/root/tr-40). Türkiye, Suriye’den gelenleri önceleri misafir olarak görmekteydi, ancak Suriye’deki çatışmaların uzamasıyla birlikte ülkemize gelenlerin sayılarının her geçen gün daha da artması sonucunda Avrupa Geçici Koruma Yönergesi’ne başvuruldu ve Ekim 2011’den itibaren Suriyelilere geçici koruma statüsü verildi. Bu statünün bir parçası olarak uluslararası koruma arayan Suriyeliler, açık kapı politikaları ve geri göndermeme ilkeleri çerçevesinde Türkiye’ye kabul edilmiştir. Bu geçici koruma uygulaması, uluslararası koruma ihtiyacı olan tüm Suriyelileri, vatansız kişileri kapsamaktadır. BM verilerine göre, “Mart 2016 tarihi itibariyle Türkiye’de bulunan kayıtlı Suriyeli sığınmacı sayısı 2 milyon 715 bin 789’dur” (www.milliyet.com.tr › Haber). Geçici koruma statüsüyle ülkemizde koruma altına alınan Suriyeli sığınmacılara ek olarak, “Afgan, İran, Irak, Somali ve diğer kayıtlı ve kayıt dışı mülteci ve sığınmacılarla birlikte bu sayının 3 milyonu aştığı bilinmektedir” (http://www.unhcr.org/turkey/uploads/root/tr(41).pdf). Suriyelilerin doğum oranı ve birçoğunun ülkesine dönmeyeceği gerçeği göz önüne alınırsa yakın gelecekte sayılarının daha da artacağını söylemek mümkündür. Bu durumda ülkemizdeki sığınmacılara yönelik bütüncül bir politika geliştirilmesi, geçicilik esas alınarak uygulanan çözüm önerilerinden ziyade kalıcılık gerçeği dikkate alınarak yeni çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde batılı güçlerin Türkiye’yi içten zayıflatma politikasının olumlu sonuçlar vereceği bir gerçektir.

Ülkemizde sayıları giderek artan bu sığınmacıları yerleşim yerleri açısından değerlendirdiğimizde; bu sığınmacıların bir kısmının kamplarda, büyük bir çoğunluğunun ise kamp dışında yaşadıkları görülmektedir. Kamplarda sosyal alanlar, eğitim, sağlık imkanları, güvenlik ve hijyen açısından imkanlar sağlanmakla birlikte sığınmacıların sosyalleşmesi ve ilerde meslek sahibi olmasına katkı sağlayacak kursların da bulunduğu bilinmektedir. Ancak kamplardaki yaşam koşullarının iyi olmasına rağmen sığınmacıların büyük çoğunluğunun kamp dışında yaşadığı ve bunların sayısının giderek arttığı görülmektedir. Kamp dışındaki yaşam koşullarının zor olmasına rağmen sığınmacıların kamp dışında yaşamak istemesinin nedenlerini; “Ülkeye kaçak giriş yapan ve herhangi bir yere kaydolmayan ya da olmak istemeyen kişilerin varlığı, kamplarda yaşamaya başlamalarına rağmen kamp yaşamına uyum sağlayamayan kişilerin ayrılmak istekleri, maddi durumu iyi olan kişilerin kişisel ya da özel nedenlerle kamp dışı yaşamı tercih etmeleri, kampların kapasitesinin dolması nedeniyle dışarıda beklemek zorunda olmaları, akrabalık ilişkileri nedeniyle kamplar yerine akrabalarının gösterdikleri yerlerde yaşamayı tercih etmeleri” (ORSAM, 2014: 15) şeklinde sıralamak mümkündür. Ayrıca kamp yaşamının sıkıcı olmasının yanı sıra giriş-çıkışların izinle olması ve buradaki hayatın bazı kuralları içermesi sığınmacılar üzerinde büyük bir baskı oluşturmakta ve bu durum da özgürlüklerinin kısıtlandığı hissine kapılmalarına neden olmaktadır. Dolayısıyla kampları geçici olarak düşünen sığınmacılar, kamp dışında çalışıp kendi hayatlarını kurmak için kamplardan ayrılmaktadırlar. Özellikle Suriye’de iç savaşın uzamasıyla birlikte geçiciliğin kalıcılığa evrildiği ve bu durumun da kamptan ayrılıp yeni bir hayat kurmak isteyenlerin sayısını arttırdığı görülmektedir. Bu sayının artmasıyla birlikte Suriye kaynaklı göçlerin ülkemizde siyasi, ekonomik, sosyal ve toplumsal alanda görülen etkilerinin daha da barizleştiği görülmektedir.

Siyasal Etkiler

Ortadoğu’da son zamanlarda yaşanan gelişmeler, uluslararası siyasetin ana gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır. 2010 yılında Arap baharı adıyla başlayan halk hareketleri zaman içinde kanlı bir savaşa dönüşmüş ve bu durum da kitle halinde gerçekleşen yeni bir göç dalgasını tetiklemiştir. Özellikle Suriye’de derinleşen iç savaş nedeniyle birçok kişi göç etmek zorunda kalmıştır. Suriye’den gerçekleşen bu göçlerin iki dalga halinde gerçekleştiği görülmektedir. İlk dalga, Türkiye ve Lübnan gibi sınırda bulunan komşu ülkelere doğru olurken, ikinci dalga komşu ülkelerde belli bir süre kaldıktan sonra rotasını Avrupa’ya çevirmiştir. Bu kitlesel göçlerin rotasını Avrupa’ya çevirmesiyle birlikte Akdeniz sahilleri, bu mültecilerin trajedilerine sahne olmuş ve Avrupalı devletler ilk defa Suriye savaşının etkilerini derinden hissetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla bu Ortadoğu kaynaklı kitlesel göçler, Avrupa ülkeleri arasında fikir ayrılıklarına ve farklı tutumların sergilenmesine neden olmuştur. Örneğin; göç karşıtı katı bir tutum benimseyen Macaristan Başbakanı Viktor Orban, dünyayı Almanların gözünden görmediklerini, göç konusunda herhangi bir yaptırıma zorlanmak istemediklerini ve her ülkenin mülteci kabul edip etmeyeceğine kendisinin karar vermesi gerektiğini iddia etti (www.dw.com/.../hungarys-orban-criticizes-merkels-moral-i). Ayrıca Slovakya, az sayıda mülteci alacağını ve bunları yalnızca Hristiyanlardan seçeceğini duyururken Çek Cumhuriyeti ise kabul ettiği mültecilerin kollarına numara yazma uygulaması başlattı (http://www.slate.com/blogs/the_slatest). Görüldüğü gibi Ortadoğu kaynaklı göçler içerisinde önemli bir yere sahip olan Suriyeli sığınmacı sorunu Avrupalı ülkeler arasında farklı fikir ve çıkarlar nedeniyle anlaşmazlıklara neden olmuştur. Dolayısıyla AB’nin göç krizine çözüm bulma konusunda zorluklarla karşılaştığı görülmektedir. Bu durum ise AB’nin Türkiye ile işbirliği yapma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu ihtiyaçla birlikte Türkiye ile AB arasında yük paylaşımı çerçevesinde işbirliğini öngören 29 Kasım 2015 tarihli AB-Türkiye Ortak Eylem Planı yürürlüğe konulmuştur. Bu planın içeriğini “ Türkiye’nin Suriyeli göçmenleri Türkiye’de kalmaya ikna etmesi ve AB ülkelerine yasa dışı yollardan girmek isteyenleri daha sıkı kontrollerle engellemesi” (gusam.org/.../suriyeli-siginmacilar-ab-ortak-eylem-plani-turkiye-icin-buyuk-riskler) şeklinde özetlemek mümkündür. Tüm bunların karşılığında ise maddi yardımların yanı sıra Türkiye’nin AB’ne giriş sürecini kolaylaştıran birtakım tekliflerin ve Türkiye’nin güvenli ülkeler listesine eklenmesinin de pazarlık masasında yer aldığı görülmektedir. Bununla birlikte 4 Mart 2016 yılında AB, Türkiye’nin vize serbestliği yol haritasındaki koşulları yerine getirme durumunu değerlendiren ikinci bir ilerleme raporu yayınlanmıştır. Bu raporda;

Türkiye’nin bugüne kadar sağladığı ilerlemeye değinilirken, henüz yerine getirmediği koşulların üzerinde duruluyor ve Türkiye tarafından yapılması gerekenler, 46 maddede sıralanıyor. Bu ödevler yoğunlukla göç yönetimi ve geri kabul başlıkları altında toplanıyor. Bu maddeler uyarınca, Türkiye’nin atması gereken adımlar arasında düzensiz göç ile mücadele, göçmen kaçakçılığının önlenmesi, Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması, sınırların korunması, vize rejiminin adaptasyonu, organize suçlar, yolsuzluk ile mücadele ve veri koruma yasası, ayrımcılıkla mücadele yasası gibi temel haklarla ilgili ilerleme başlıkları öne çıkıyor. Türkiye’nin bu koşulları yerine getirmesine bağlı olarak, Ekim 2016’da Türk vatandaşları için vize zorunluluğunun kaldırılması mümkün olabileceği söyleniyor (http://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=99&id=1300).

Ayrıca 7 Mart’ta Brüksel’deki AB-Türkiye zirvesinde yapılan yeni bir anlaşmayla yeni tekliflerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu anlaşmada yer alan Türkiye’nin tekliflerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

- 2016-2017 için öngörülen 3 milyar Avroluk fona ek olarak 2018 için 6 milyar ek ödeme yapılması,

-2016 Ekim ayının hedeflendiği vize serbestisi görüşmelerinin Haziran 2016’da tamamlanması,

- Türkiye’nin üyelik müzakereleri kapsamında yeni başlıkların görüşmelere açılması,

-Bununla birlikte; Türkiye kıyılarından yola çıkıp Yunan adalarına ulaşan tüm yasadışı göçmenler, buna Suriyeli mülteciler de dâhil, Türkiye’ye geri gönderilebilecek. Bunun karşılığında AB ise Türkiye’ye gönderilen her bir Suriyeli karşılığına Türkiye’den bir mülteci alacak (http://www.haberdar.com/turkiye-avrupa-birligi-multeci-zirvesinde-gercekten-ne-oldu-makale,898.html).



Görüldüğü gibi Türkiye, AB’nin vize serbestisi görüşmelerini Haziran 2016’da tamamlamasını beklemektedir. Ancak Türkiye’nin bu tarihe kadar vize serbestisi için öngörülen 72 kriteri hazirana kadar yerine getirip getiremeyeceği yönünde birçok soru işaretleri bulunmaktadır. Ayrıca AB’nin Türkiye’ye göndereceği her bir Suriyeli karşılığında Türkiye’den bir mülteci alması, AB’nin göçmen alımı konusunda seçici davrandığını göstermekte, bu durum ise gerek ekonomik gerekse sosyal anlamda AB’ye avantaj sağlarken, Türkiye’nin yükünü daha da arttırmaktadır. Bütün bu gelişmeleri 18 Mart 2016’da Brüksel’de gerçekleştirilen Mülteci Zirvesi takip etmiştir. Bu zirvede varılan anlaşmaya göre; önceki zirvede teklif edilen maddenin uygulanmak üzere bir tarihe bağlandığı görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye üzerinden Yunanistan'a ulaşan göçmenler 4 Nisan'dan itibaren Türkiye'ye geri gönderilmesi planlanmaktadır. Anlaşmanın 20 Mart'tan önceki göçmenleri kapsamayacağı açıklanmıştır (http://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=99&id=1331). Bu anlaşmanın nisan ayının başından itibaren uygulamaya konulduğu ve bu anlaşmaya bağlı olarak 72 bin sığınmacının halkın protestosuna rağmen Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilmeye başlandığı görülmektedir.

Bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında bugün gelinen noktada AB’ni söz verdiği maddi yardımların yeterli olmadığı ve bu kitlesel göçlerin ülkemize getirdiği olumsuz etkilerin giderek arttığı görülmektedir. Bu durum ise Türkiye’nin içten içe zayıflamasına ve kötü sona doğru gitmesine neden olacağı ve aynı zamanda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yer alan planların bir parçası olup olmadığı yönündeki şüpheleri gündeme getirmektedir. Zira Türkiye’nin ısrarlı taleplerine rağmen siyasi sebeplerle açılmayan başlıkların, mülteci krizi gibi insani bir meselede gündeme gelmiş olması, ayrıca Türkiye’nin bir güvenlik görevlisi konumunda görülüp, AB’ne girmeye aday bir ülkeden ziyade Avrupa’ya göçmen akışını kontrol edecek bir sınır ülkeye indirgenmiş olması da bu yöndeki kuşkuları arttırmaktadır. Bütün bunların yanı sıra AB’nin Suriyeli sığınmacı krizinin başından beri sorumluluğunun ve kapasitesinin çok altında performans sergilemesi de akıllarda soru işareti oluşmasına neden olmaktadır. Bir taraftan terör örgütüne karşı verilen mücadele, diğer taraftan da mülteci krizinin yol açtığı sıkıntıların eş zamanlı olarak gündemde olması her ne kadar kamuoyuna yansıtılmasa da Türkiye’nin gelecekte büyük sıkıntılar yaşayacağının bir sinyali olarak değerlendirmek mümkündür. Bazı akademik çalışmalar AB ülkelerinin ekonomik sıkıntı içinde olduğunu ve bu durumun ilerleyen yıllarda da devam edeceğini bu yüzden bu ülkelerin göçmenlere kapılarını açmadıklarını ifade etmektedirler. Bu durumu ise Pierson’un “daima kemer sıkma dönemi, AB üyesi ülke vatandaşlarında her türlü göçmene karşı sert reaksiyon oluşturuyor. Zira göçmenler eldeki işleri çalan aktörler olarak değerlendiriliyor” (Pierson, 1998: 539-560) ifadesiyle açıklamaktadırlar. Ancak öte yandan bazı akademik çalışmalar ise AB ülkelerinin nüfusunun hızla yaşlandığını, uzun vadede ekonomik dinamizmini korumak için göçmene ihtiyaç duyduğunu göstermektedir ( Nye, 2015: 26). Çok uzun yıllardır Avrupa nüfusunun giderek yaşlandığı hepimiz tarafından bilinen bir gerçektir. Ayrıca AB ülkelerinin Türkiye ile kıyaslandığında bu ülkelerin ekonomik açıdan daha istikrarlı ülkeler olduğu da belirtilen gerçekler arasında yer almaktadır. Bütün bunlar göz önüne alındığında hem AB ülkeleriyle ilgili çelişkili bilgiler hem de AB’nin sorumluluk ve kapasitesinin çok altında ve değerleriyle temelden çelişen bir göçmen politikası izlemesi neler oluyor sorusunun adeta zihinlere kazınmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda AB’nin kendi çıkarlarının gerektirdiği planlar çerçevesinde hareket ettiğini ve AB’nin bu keyfiliğinin bedelini de Türkiye’nin ödediğini söylemek mümkündür. Ayrıca bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılarla ilgili yürüttüğü politikaların uluslararası alanda sürekli olarak değişen dengelerin etkisi altında olduğunu ve bu dengelere göre şekillendiğini göstermektedir. Bütün bunların yanı sıra 18 Mart 2016’da Brüksel’de yapılan Mülteci Zirvesi’nde varılan anlaşmayı, insanlık dışı bir tutum olarak değerlendirebiliriz. Bu bağlamda daha güvenilir ve yasal yollarla sığınmacıların Avrupa’daki çeşitli ülkelere dağıtılması ve yerleştirilmesi yerine Türkiye’ye geri gönderilme çalışmalarının insanlığın temel değerlerine aykırı olduğunu ve bu insanlık dışı tutumların bir an önce önlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Yüklə 215,43 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin