Sudan’ın ele geçirilmesinden sonra, Türkler “Kaşiflik’’ adını verdikleri dört yönetim birimi kurmuşlardır. Sudan’da sükunetin sağlanmasından sonra, Türkler yeni toprak parçalarını ele geçirme girişiminde bulunmuşlardır. Salim Kapudan adlı bir Türk denizcisinin 1839-1842 yıllarında yaptığı seferler sonunda, Beyaz Nil nehrinin ileri noktalarında o zamana değin bilinmeyen topraklar keşfedilmiştir. Daha sonra, Mavi Nil’in derinliklerindeki topraklar üzerinde Muhafaza adı verilen yönetim birimi kurulmuştur.
Bu şekilde, Sudan’da, Sudanlı tarihçiler tarafından “El Turkiyya” adı verilen Türk yönetimi başlamıştır. Askeri bir yönetim olan Osmanlı egemenliğinde büyük toprak sahiplerine toprak mülkiyeti edinme hakkı tanınmış, yabancı ülkelere tanınmış kapitülasyonların Sudan’a girmesine direnç gösterilmiştir. Valilerin asker kökenli olmalarına karşılık, yönetimde dil olarak Türkçenin üstün olduğu, Mısırlılar ile Avrupalıların da mevcudiyetinin, Türkçe’nin bu üstünlüğü üzerinde olumsuz etki yaptığı belirtilmektedir. Ancak, bu durum, Sudan diline çok sayıda Türkçe sözcüğün girmesine engel olamamıştır. Sudan’daki Türk yönetimi ile Nubya Nil Vadisi ve Darfur birleşmiş ve ülkede merkezi bir yönetim kurulabilmiştir.28
1875’de İngiltere’nin Mısır’ı nüfuzu altına almasından sonra, Britanya İmparatorluğu’nun Sudan’a özel bir ilgi göstermesi dikkati çekmektedir. Sudan’ın sömürgecilik çıkarları çerçevesinde ve stratejik açıdan İngiltere için taşıdığı öneme ek olarak, Mısır’ın tarım potansiyelinin daha da geliştirilmesinin tamamı ile Nil sularına erişebilme olanağına bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tutan İngilizler, Mısır adına yeni toprak parçalarını ele geçirme girişimlerini sürdürmüşlerdir. 1899’da, Sudan’da İngiliz-Mısır Ortak Egemenliği Anlaşması imzalanmıştır (The Condominium Agreement). Ancak, Anlaşma kağıt üzerinde kalmış, Mısırlılar yönetime sokulmadığı gibi, Sudan işlerine de karıştırılmamıştır.29
Güney Afrika’da
Türkler
Portekizli denizci Vasco da Gama’nın, Güney Afrika’nın en uç noktası olan Ümit Burnu dolaşarak, Hindistan yolunu bulmasından sonra, ilk başlarda, Portekiz ve Hollanda bu yoldan Asya’ya açılmak ve ticaret yollarında üstünlük sağlamak girişiminde bulunmuşlardır. Ancak, Hindistan ve Çin ticaret yolu üzerinde önemli bir stratejik konumu olan Güney Afrika’ya Hollandalılar yerleşmişlerdir. Bununla birlikte, daha sonra, Britanya İmparatorluğu’nun, güçlü bir sömürge devleti olarak ortaya çıkmasından sonra, İngiltere Güney Afrika’yı ele geçirmiştir.
Hollanda, Güneydoğu Asya’ya yerleşmek üzere, gemilerle göçmen götüren Hollanda Doğu Hint Şirketi aracılığı ile Güney Afrika’ya girmiştir. 1652’de Hollanda Şirketi, Cape Sömürge Valiliği’ni kurmuştur. Ancak, XVIII. yüzyıl başlarında, Hollanda, büyük devlet olma niteliğini kaybetmiş, güçlü bir denizci devlet olarak beliren İngiltere, ilk olarak 1684’te Güney Afrika’ya ayak basmış ve 1755 yılından itibaren de bölgede üstünlük kurmuştur.
Güney Afrika’da, bu ülkeye gelerek yerleşen Hollandalılar ve İngilizler dışında, Hindistan alt-kıtasından gelmiş bulunan ve önemli bir bölümü Müslüman olan bir nüfus da, yerli halk ile birlikte yaşamakta idi.
Güney Afrika’nın İngiliz yönetimine geçtiği sırada nüfusu 3 milyon olan Müslüman toplumunun eğitimine ihtiyaç duyulmuştu. Güney Afrika’daki Müslüman toplumun, İslam dünyasından uzak yaşamaları dolayısıyla dini bilgilerinin yeterli olmadığını, batıl inançlara dayanan gruplaşmalar olduğunu, bu durumun da sık sık çatışmalara yol açtığını gören İngiliz yönetimi bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. Esasen, hacca giden Güney Afrikalı Müslümanlar da kendi ibadet ve inançlarının diğer Müslümanlarınkinden farklı olduğunu görmüşlerdi.30
1861 yılında Güney Afrika’daki Müslümanlar İngiliz Genel valisine başvurarak, İslam Dünyasının koruyucusu olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nden, kendilerine İslam dinini doğru olarak öğretecek bir din bilgininin sağlanmasını istemişlerdir. Bu talep üzerine, İngiliz hükümeti konuyu Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçiliği aracılığı ile İstanbul hükümetine iletmişti. Osmanlı hükümeti de 1862 yılında, Sultan Abdülaziz’in de onayı ile bir din bilgini olan Ebubekir Efendi’nin bir yardımcısı ile Güney Afrika’ya gönderilmesini kararlaştırmıştır. Osmanlı hükümetinden aldığı yolluk ile Londra’ya ve oradan da gemi ile Güney Afrika’ya hareket eden Ebubekir Efendi 1863’te Cape Town’a varmıştır.
Cape Town’a yerleşen, Güney Afrika’nın Müslüman toplumuna İslam dinini öğretmek için yoğun çalışmalarda bulunan ve kitaplar yazan Ebubekir Efendi 1880 yılında bu ülkede vefat etmiştir. Oğullarından Ahmed Ataullah Efendi, 1884’de Kimberley’de açılan ilk Osmanlı okulunun müdürlüğüne atanmış, daha sonra giderek çalışmalarını sürdürdüğü Singapur’da 1903’de vefat etmiştir. Ebubekir Efendi’nin torunları halen Güney Afrika’da yaşamaktadırlar. Ebubekir Efendi ve Ahmed Ataullah Efendi’nin faaliyetleri, Osmanlı Devleti ve Güney Afrika Müslümanları arasındaki ilişkilere katkıda bulunmuştur. Nitekim, 1911’da İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali üzerine, Johannesburg’dan bazı Müslümanlar gönüllü olarak savaşmak istediklerini Osmanlı Harbiye Nezareti’ne bildirmişlerdir. Ayrıca, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Güney Afrika’dan da para yardımı yapılmıştır. Bu yardımlar, bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaleme alınmış olan “Muhtelif Mahallerden Doğrudan Doğruya Emrime Gönderilen Mebaliğ” başlıklı Defterde gösterilmiştir.31
Değirminin Köşeleri
ne çok afrika var etrafta
dürbünler dolusu bilene
daha kimbilir kaç sene
ya da sadece bir hafta
lagos’ta kalmak iyi olurdu
lagos bir fare doğurdu
lagos afrika değil malum
fakat afrika lagos’ta
oysa şimdi lodosta
cayır cayır Osmanlı rakıları
ve bahariye veba gibi sarı
-mobile perpetuum-
lagos afrika değil malum
hem senden uzak hem sana mahkum
-perpetuum mobile-
ve lagos’ı bile bile
ansızın özlemek İstanbul’u
şimdi cayır cayır Osmanlı rakıları
dolu dolu
sonra bir beyaz eteklik tafta
ne çok afrika var etrafta
Lagos/Nijerya 25 Haziran 1978
(Yağmur Atsız “Günlerimiz”den)
Lagos ve Shitta-Bey Camii
Lagos, Nijerya’nın eski başkentidir. Ancak, 8,5 milyon nüfusu ile büyük bir liman ve Batı Afrika’nın önemli ticaret merkezidir. Nijerya’nın 120 milyonluk nüfusuna ek olarak, Nijerya Fransız Afrikası ile çevrili olduğundan, Lagos aynı zamanda Fransız Afrikası’na ticari açıdan giriş kapısı olma özelliğini de taşımaktadır. Çok kalabalık ve suç oranının yüksekliği dolayısıyla ciddi güvenlik sorunu olan kent adalar üzerine kurulmuştur. Lagos adalardan en büyüğüdür. Petrolün bulunması ile gelen zenginlikten sonra otoyollar inşa edilmiş adalar birbirleri ve anakara ile köprülerle birleştirilmiştir. Burayı keşfeden Portekizliler adalar arasındaki sığ göller (Laguna) anlamında Lagos adını koymuşlardır.
Lagos’ta Müslümanların sayısının fazla olmasına karşın, bir Cami bulunmadığından, Lagoslu zengin bir Müslüman olan Mohammed Shitta bir Cami inşa edilmesini kararlaştırmıştır. 1892’de başlayan inşaat 1894’te tamamlanmış ve caminin açılışı bir törenle yapılmıştır. 1887’de kurulmuş olan Liverpool İslam Cemiyeti’nin başında da, o sırada İngiliz dönme Abdullah Quilliam bulunuyordu. Mohammed Shitta, Caminin açılışı İslam’ın Siyah Afrika’da yayılmasına katkıda bulunacağı için, törene Osmanlı Devleti’nin de ilgi göstermesini, Quilliam aracılığı ile istemiştir.32
Caminin 1894 yılındaki açılış törenine Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit adına katılan Quilliam, İstanbul’dan gönderilen ve Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliği aracılığı ile kendisine ulaştırılan, görev sancağını, kılıcı, Mecidiye nişanını ve buna ilişkin beratı Mohammed Shitta’ya tevdi etmiştir. Bu beratla, Mohammed Shitta’ya ayrıca sivil bir rütbe olarak “Bey” unvanı da verilmiştir. Mohammed Shitta Bey, Lagos Müslümanlarının önderi (Seriki Muslumi) olarak göreve başlamıştır.
Shitta-Bey ailesi Lagos’un büyük ve köklü ailelerinden biridir. Nijerya’nın ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamında önemli roller üstlenmiştir.
Shitta-Bey Camii, Lagos’ta ilk Cami olma özelliğini kazanmış ve Mohammed Shitta-Bey’in vefatından sonra, Seriki Muslumi unvanı ailenin en büyüğüne törenle verilmeye devam edilmiştir.
Nitekim, Londra Hukuk Fakültesi mezunu bir Avukat olan eski Senatör ve Dışişleri Komisyonu üyesi Sikiru Ayodedji Shitta-Bey, Lagos’un Altıncı Müslüman önderi olarak törenle görevi devralmıştır.
14 Ocak 1996’da yapılan törende Shitta-Bey’e, Osmanlı Sultanının verdiği sancak, kılıç ve berat tevdi edilmiş, Mecidiye nişanı takılmıştır. Nijerya’nın ve Lagos’un ileri gelenlerinin katıldığı tören, televizyon ve gazetelerde ayrıntılı haber olarak işlenmiştir.33 Tören dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Shitta-Bey’e bir kutlama mesajı göndermiş ve Brezilyalı mimarlar tarafından inşa edilmiş olan Cami’nin restorasyonuna, Cami duvarlarının Türk çinileri ile kaplanması suretile katkıda bulunulacağı taahhüdünde bulunmuştur. Bu arada, Nijerya’nın kuzey bölgelerinden farklı olarak güneydeki Lagos Eyaleti’nde ve kentinde yaşayan Müslüman Yorubaların liberal bir İslam anlayışına sahip olduklarını da vurgulamak gereklidir. Yorubaların bir bölümünün Hırıstiyan olması ve Afrika geleneklerinin güçlü oluşu sebebile, kabileye bağlılığın bu bölgede din farklılığından daha önemli bir öğe olduğunu, köktendinci bir yaklaşımın söz konusu olmadığını belirtmekte ayrıca yarar vardır.
Bir bölümü bugünkü Nijerya Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesi olan Kanem-Bornu Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu arasında XVI. yüzyılda kurulmuş olan dostluk ve XIX. yüzyılın sonlarında güney Nijerya’da inşa edilen Shitta-Bey Camii, Türkiye ile Nijerya ilişkilerinin tarihi çerçevesinde Nijerya yetkilileri tarafından her fırsatta anımsanmaktadır.
Sahra Sorunu ve
Osmanlı Devleti
XIX. yüzyılın sonlarında Afrika’nın durumuna göz atıldığında, İngiltere’nin Mısır’a nüfuzunu yaydığı ve Sudan’ı ele geçirmeye başladığı, Fransa’nın Batı Afrika’da yerleştikten sonra, kuzey Afrika’da Cezayir ve Tunus’u aldığı, Osmanlı Devleti’nin ise 1911’de İtalyanların saldırısına değin Trablus Vilayeti’nde egemenliğini sürdürdüğünü görüyoruz. Daha önce de belirtildiği gibi, Trablusgarp Vilayeti aracılığı ile, Osmanlı Devleti’nin Büyük Sahra üzerinde belirli bir etkisi ve denetimi de bulunmaktadır.
İngiltere ve Fransa arasında 4 Ağustos 1890’da Londra’da imzalanan anlaşma ile, “hinterland” nazariye-
si Fransa lehine en geniş biçimde yorumlanmış ve Cezayir’in “hinterland”ı Nijer nehrine kadar indirilmiştir. Bu çerçevede, Fransa, Zanzibar üzerinde İngiliz himayesini kabul etmiş, İngiltere de Nijer nehri ile Çad gölü arasındaki bir hatta kadar uzanan bölgeyi Fransa’nın nüfuz alanı olarak kabul etmiştir. Böylece, Sahra’ya nüfuz olanağına kavuşan Fransa, Siyah Afrika’nın kilit noktası olan Çad gölüne de çıkış elde etmiş oluyordu. İngiltere’nin ısrarı ile imzalanan iki protokol uyarınca, Osmanlı Devleti’nin, Trablus Vilayeti sınırlarının güneyinde malik olabileceği haklar da mahfuz tutulmuştu.
Bu anlaşma üzerine, Osmanlı Devleti, 15 Ekim 1890 tarihinde İngiltere ve Fransa’ya bir Nota vererek, İngiltere ve Fransa’nın aralarında imzaladıkları anlaşmada Osmanlı Devleti’nin Trablus Vilayeti’nin güneyinde sahip olduğu hakları mahfuz bıraktıklarına değinmiş, Nota’da Osmanlı Devleti’nin hak sahibi olduğu bölgenin tanımı yapılmıştır.34 Nota’da Trablus Vilayeti’nin ‘’hinterland’’ı olarak tanımlanan ve Osmanlı Devleti’nin hak iddia ettiği bölge, Nijer, Çad ile bugünkü Kuzey Nijerya’yı ve Kuzey Kamerun’u kapsamaktadır. İngiltere, bu Nota’ya verdiği yanıtta, Nota’da ileri sürülen hususları, İngiliz nüfuz bölgesinde bulunan Bornu Sultanlığı (Kuzey Nijerya) dışında kabul ettiğini bildirmiştir. Fransa ise yanıtında, Osmanlı Devleti’nin tamamen kontrolü dışında kalan bölgelerle ilgili olarak müzakereye girişemeyeceğini ve “hinterland” nazariyesini bir devletler hukuku kuralı saymadığını belirtmiştir.
Daha sonra, 21 Mart 1899’da yapılan bir anlaşma ile Fransa Kuzey Sudan’da Darfur’un İngiliz nüfuz alanına bırakılmasını kabul ederken, İngiltere de Çad’ın bazı bölümlerinin Fransa’ya bırakılmasını benimsemiştir. Osmanlı Devleti bu gelişme üzerine, Libya hinterlandı üzerindeki haklarını mahfuz tuttuğunu, anlaşmanın çıkarlarını zedeleyeceğini bildirmiştir. Fransa, Çad gölü havzasındaki toprakların Fransız hinterlandını oluşturduğu, 1876 Berlin Antlaşması’nda tanımlanan hinterlandda hak iddia edebilmek için fiili otorite kurmak gerektiği yanıtını vermiştir. Osmanlı Devleti daha sonra İngiltere ve Fransa’yı resmen protesto etmiştir. Bu çerçevede, Osmanlı Devleti, Paris ve Berlin Antlaşmalarının, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti ettiğini de bildirmiştir.
Osmanlı Devleti Trablus Vilayeti hinterlandı sorunu konusundaki girişimlerini 1902 yılında da sürdürmüştür. Bunun sebebi, İtalya’nın Trablus Vilayeti’ni ele geçirme emeli ve Fransa’nın bu konuda ona destek olmasıdır. Paris’deki Osmanlı Büyükelçiliği, 12 Mart 1902’de Fransız Dışişleri Bakanlığı’na bir belge vererek Libya hinterlandı üzerindeki haklarını teyid etmiştir. Osmanlı Devleti, bu amaçla Fransa ile müzakere açmayı amaçlamıştır. Ancak, Fransa müzakereye girmeyi reddetmiştir. Osmanlıların daha sonra Trablus’un güneyinde bazı bölgeleri fiilen ele geçirme girişimleri olmuştur. Ancak, İtalya’nın Trablus’u almasından sonra Sahra sorunu Osmanlı Devleti açısından sona ermiştir.
Osmanlı Devleti’nin Hatt-ı Üstüva (Ekvator) Vilayeti ve Alman Emin Paşa
Osmanlı Devleti’nin Siyah Afrika ile ilişkilerinde ilginç bir olay da XIX. yüzyılın sonlarında Sudan Eyaletine bağlı olarak bir Hattı Üstüva (Ekvator) Vilayeti’nin kurulması ve bu Vilayetin Alman Dr. Mehmet Emin Paşa’nın girişimleri sonunda güneye doğru genişlemesidir. Bu da Osmanlı Devleti’nin kısa süreli de olsa, Afrika’da Ekvator çizgisine değin indiğini göstermektedir. O dönemde, sanayileşmiş Avrupa devletlerinin Afrika’da sömürgeler edinmekte olduğu dikkate alınırsa, her bakımdan güçsüz düşmüş Osmanlı Devleti’nin bu bölgede tutunabilmesinin kuşkusuz mümkün olmadığı anlaşılabilecektir. Ekvator Vilayeti, bugünkü Uganda Devleti’nin topraklarını da içerisine almaktaydı.
Alman Emin Paşa, 1840 yılında Prusya’nın Silezya eyaletinde doğmuştur. Asıl adı Edward Schnitzer’dir. Tıp eğitimi görerek doktor olan Schnitzer 1864 yılında Viyana’ya giderek Osmanlı Büyükelçiliği’ne başvurmuş ve Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmiştir. O zaman Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde bulunan Arnavutluk’ta doktor olarak görev yapan Schnitzer, Türkçe öğrenmiş, Arnavutluk’ta iken, Vali İsmail Hakkı Paşa’nın takdirini kazandığından, kendisine Yüzbaşı rütbesi verilmiştir. Schnitzer, bunun üzerine, Mehmet Emin adını almıştır. Aynı zamanda bir doğa bilgini olan Mehmet Emin’in Arnavutluk’ta iken bitki çeşitlerine ilgi gösterdiği bildirilmektedir. Mehmet Emin daha sonra Osmanlı istihbarat örgütünde görev yapmış, Vali İsmail Hakkı Paşa’nın Sultan Aziz tarafından azledilmesi ve Trabzon’a sürülmesi üzerine Mehmet Emin de onunla birlikte Trabzon’a giderek doktorluk yapmıştır. Hakkındaki sürgün kararı kaldırılarak Yanya Valisi olarak atanan İsmail Hakkı Paşa ile birlikte Yanya’ya da giden Mehmet Emin, onun vefatı üzerine Afrika’ya geçmiş ve Sudan Eyaleti’nin başkenti Hartum’da doktorluk yapmaya başlamıştır.35
O sıralarda Mısır Osmanlı Devleti’nin bir bölümünü oluşturmakla birlikte, ülkeyi Osmanlı Padişahı adına yöneten ve Hidiv adı verilen bir hükümdar ile Mısır’ın ayrı bir de hükümeti mevcut idi. 1864’te tahta çıkan Hidiv İsmail Paşa bir modernizasyon programı uygulamaya başlamış ve İngilizlerin baskısı ile İngiltere’den idari ve askeri alanlarda görev yapacak uzmanlar getirtmiştir. İsmail Paşa, Sudan Eyaleti’nin en güney ucundaki Hattı Üstüva (Ekvator) Vilayeti’nin başına da İngiliz Afrika Araştırmacısı Samuel Baker’i atamıştır. Mısır Hidiv’i
1874’te istifa eden Baker’in yerine de İngiliz Charles Gordon’u (Gordon Paşa) getirmiştir. Dr. Mehmet Emin de 1876’da Hartum’dan ayrılarak Hatt-ı Üstüva Vilayeti’nin merkezi Lado’ya gitmiş ve Gordon Paşa tarafından Baştabiblik görevine atanmıştır. Dr Mehmet Emin Lado’da doktorluğun yanı sıra zooloji ve botanik alanında da bilimsel araştırmalar yapmış ve yüzlerce bitki ve hayvan türünün tanımlarını yazarak Avrupa bilim çevrelerinde ün kazanmıştır. Gordon Paşa’nın 1878’de Sudan Genel valiliğine getirilmesi üzerine, Dr. Mehmet Emin Paşa Hattı Üstüva valisi olmuştur. Mehmet Emin Paşa Valiliği sırasında, vilayetin topraklarını güneye doğru genişletmiş ve üs sayısını sekizden elliye çıkartmış ve yerli Afrika hükümdarları ile himaye anlaşmaları imzalamıştır. 1881 yılında Mehdilik iddiası ile Sudan’da başkaldıran Muhammed Ahmed Sudan’ın bütün Vilayetlerini ele geçirmekle birlikte, Mehmet Emin Paşa uzun süre direnmiş, ancak 1887’de başkent Lado’yu terk etmek zorunda kalarak, Vilayet’in merkezini daha güneye Albert gölünün kıyısındaki Kibiro’ya nakletmiştir.
Dr. Mehmet Emin Paşa’nın valiliği sırasında Belçika kralı adına Kongo topraklarını genişletmekle görevlendirilen İngiliz Stanley 1888’de Mehmet Emin Paşa’yı ziyaret etmiştir. Mehmet Emin Paşa, Stanley’i Osmanlı Valisi olarak askeri törenle karşılamıştır. Ancak, Belçika’nın zengin doğal kaynaklara sahip Hatt-ı Üstüva Vilayetini de ele geçirmek istediği anlaşılmıştır. Nitekim, Stanley, Hatt-ı Üstüva Vilayeti’nin Belçika’ya ait Kongo’ya ilhak edilerek Mehmet Emin Paşa’nın da Belçika Kralı II. Leopold adına vali olmasını önermiştir. Bununla birlikte, Mehmet Emin Paşa bu öneriyi kabul etmemiştir. Daha sonra, Mehmet Emin Paşa Mısır Hidivliği’nden Stanley ile birlikte Afrika’nın doğu kıyılarına çekilmesi emrini almıştır. Emin Paşa Mısır hidivinin kendisine destek olmayacağını görünce, güneye doğru ilerleyerek Alman sömürgesi olan Tanganika’ya geçmiş ve Prusya Krallığı’nın hizmetine girmiş ve Alman sömürge topraklarının genişletilmesine yardımcı olmuştur. Esir ticaretine karşı olan Mehmet Emin Paşa’nın 1892’de Kongo’da Arap esir tacirleri tarafından öldürüldüğü bildirilmektedir.36
Afrika’nın Sömürgecilikten Kurtulma (Dekolonizasyon)
Sürecinde Türkiye-Afrika İlişkileri
Türkiye, Afrika ülkelerinin sömürge olmaktan kurtularak bağımsızlıklarına kavuşmalarını her zaman desteklemiştir. Ancak, bu konuda ön plana çıkamaması o zamanki dünya politikasının içinde bulunduğu koşullar ve Türkiye’nin kendi öz güvenliğini sağlamak kaygısı dolayısıyla mümkün olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde kendisini Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında hisseden Türkiye, Batı ile ilişkilerini geliştirmiş, ABD’nin Truman yardımlarından yararlanmış, güvenliğinin garantisi olarak Batı ittifak sistemi içerisinde yer almayı hedef olarak seçmiştir. Bu çabaların sonucunda, Türkiye, uzun süren girişimlerin ardından, NATO’ya kabul edilmiştir. Bunu sağlamak için de Kore Savaşı’na katılmıştır.
Bu siyasal ortam, kuşkusuz, Türkiye’nin dekolonizasyon sürecinde Afrika ülkelerine açık biçimde destek olmasını önlemiştir. Bununla birlikte, Türkiye, Birleşmiş Milletler Örgütü çerçevesinde Afrika ülkelerinin sömürgelikten kurtulup bağımsız devletler olarak uluslararası topluma katılmalarını desteklemiş, bağımsız olan devletleri derhal tanıyarak diplomatik ilişki kurmuştur. Bu ülkelerin bazılarında Büyükelçilik açmıştır.
Ghana’nın 1957’de bağımsızlığına kavuşmasından sonra bu ülkenin başkenti Accra’da Büyükelçilik açan Türkiye, daha sonra, 1960 yılında Lagos’da açtığı Başkonsolosluğu, Nijerya’nın aynı yıl 1 Ekim’de bağımsızlığını ilan etmesi ile Büyükelçiliğe çevirmiştir. Türkiye daha sonra, Kenya’nın başkenti Nairobi’de ve Senegal’in başkenti Dakar’da Büyükelçilik açmıştır. Bilindiği gibi, sömürge olmayan Etyopya’da eskiden beri Türkiye Büyükelçiliği mevcut olmuştur. Esasen, daha önceki yıllarda Bağımsızlığa kavuşmaları ile birlikte Mısır, Libya, Fas, Tunus’ta da Büyükelçilikler açılmıştır. Cezayir’in 1962 yılında bağımsızlığa kavuşmasından sonra 1963’te bu ülkede de Türkiye Büyükelçiliği açılmıştır. Daha sonraki yıllarda, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin başkenti Kinshasa’da, Somali’nin başkenti Mogadishu’da, Tanzanya’nin başkenti Daressalam’da ve “apartheid” Dönemi’nin sona ermesi ile Güney Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti Pretoria’da Türkiye büyükelçilikleri açılmıştır. Bu Büyükelçilikler, aynı zamanda, başkentlerinde mukim Büyükelçilik açılamayan komşu ülkelere de akredite edilmişlerdir. Böylece Türkiye tüm Afrika ülkeleri ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve daha sonra her alanda ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.
Afrika’da dekolonizasyon süreci 1960 yılından itibaren büyük ivme kazanmış, Portekiz sömürgeleri ile beyaz ırkçı azınlık rejimlerinin egemen olduğu Güney Afrika ve Rodezya ile birkaç istisna dışında Afrika ülkeleri bağımsız olmuşlardır. Bağımsızlığına geç kavuşan bir ülke de Cezayir’dir. Daha önceki bölümlerde de açıklandığı üzere, Cezayir’de önemli bir Fransız nüfusunun yaşaması dolayısıyla, Cezayir’in Fransa’nın bir parçası olduğunu iddia eden Fransız Hükümetleri, uzun süre, Cezayir’e bağımsızlık vermekten ısrarla kaçınmışlardır. Ancak, General de Gaulle gerçekçi bir politika ile Cezayir’in bağımsız olmasını kabul etmiştir.
Cezayir, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde bağımsızlığı için başlattığı kurtuluş savaşına yoğunluk kazandır-
mıştır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nde yapılan görüşmelerde Türkiye’nin izlediği politikanın Cezayirlileri kırdığı ve iki ülke halkları arasında burukluğa yol açtığı kamuoyunda sıkça tekrarlanan bir görüştür. Kuşkusuz bu konuda kesin bir kanıya varmadan önce, tüm koşulları dikkate almakta yarar vardır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, o dönemde dış politika ve ülke güvenliği açısından Türkiye, Batı ittifak sistemi içerisinde yer almayı temel hedef edinmişti. Cezayir halkına duyulan tüm sempatiye karşın, Fransa’yı karşısına almaktan çekinen Türkiye’nin, o sıralarda ciddi boyutlara ulaşan bir Kıbrıs sorunu ile yoğun biçimde meşgul olduğu da anımsanmalıdır.
Cezayir sorunu, ilk kez 1958 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirilmiştir. Kimi çevreler, 1958 Eylül-Aralık döneminde yer alan Genel Kurul toplantılarında Cezayir’in bağımsızlığına kavuşması ile ilgili Karar Tasarısı’na ilişkin oylamada, lehteki ve aleyhteki oyların eşit olduğunu, Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi Seyfullah Esin’in yardım sözü vermiş iken son anda çekimser oy kullandığını, Cezayirlilerin de Türkiye’nin bu davranışını affetmediklerini belirtmişlerdir.37
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tutanaklarının incelenmesinden de görüleceği üzere, Cezayir Sorunu’nun BM Genel Kurulu’nun gündemine alınması hususu, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 devlet tarafından ortaklaşa imzalanan 16 Temmuz 1958 tarihli bir mektup ile talep edilmiştir. Genel Kurul bu talebi uygun bulmuş ve konuyu Birinci Komite’ye havale etmiştir. Birinci Komite, Cezayir konusunu 8-13 Aralık 1958 tarihlerinde görüşmüştür. Bu amaçla sunulan Karar Tasarısı’nın dördüncü paragrafında yer alan “Cezayir’in bağımsızlığının tanınması’’ ibaresinin “Cezayir halkının kendi kaderini tayin etmesi hakkının tanınması ‘’ şeklinde değiştirilmesi yolunda Haiti tarafından verilen önerge, 13’e karşı 48 oyla reddedilmiştir. Türkiye bu oylamada 19 ülke ile birlikte çekimser oy kullanmıştır. Cezayir Sorunu ile ilgili Karar Tasarısı daha sonra Birinci Komite’de bir bütün olarak oylamaya konulmuştur. Oylama sonucunda Karar Tasarısı 18’e karşı 32 oyla kabul edilmiştir. Türkiye bu oylamada, 30 ülke ile birlikte çekimser oy kullanmıştır.38 BM Genel Kurulu’nda Cezayir Sorunu ile ilgili Karar Tasarısı 13 Aralık 1958 tarihinde oylamaya konmuştur. Oylama sonucunda Karar Tasarısı 18’e karşı 35 oyla kabul edilmiştir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 28 ülke çekimser oy kullanmıştır. Oylamanın ardından Genel Kurul başkanı bir açıklama yaparak Karar Tasarısı’nın gerekli 2/3 çoğunluğu sağlayamadığını, bu bakımdan kabul edilmediğini bildirmiştir.39
BM tutanaklarında yer alan bilgilerden de görüleceği gibi, Türkiye Cezayir sorununun BM gündemine alınmasında etkin rol oynamış, ancak Cezayir’in bağımsızlığını da içeren Karar Tasarısı ile ilgili son oylamada çekimser oy kullanmıştır. Bununla birlikte lehte ve aleyhte kullanılan oyların eşit olduğu, Türkiye’nin çekimser oyunun Cezayir’in bağımsızlığını geciktirdiği söylenemez. Genel Kurul başkanının açıkladığı gibi, esasen oylama 2/3 çoğunluğu gerektirdiği için Karar Tasarısı’nın kabulü mümkün olmadığından, Türkiye’nin kullandığı çekimser oyun bir etkisi söz konusu olmamıştır.
Dostları ilə paylaş: |