Tanzimat'ın Memurları / Doç. Dr. Abdullah Saydam [s.668-677]
Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi / Türkiye
Osmanlı Devleti’nin son yüz elli yıllık dönemine yönelik bir eleştiri ile başlayan Tanzimat Fermanı’nda, çeşitli gaileler yüzünden devletin ve halkın eski ihtişamlı ve zengin halini kaybedip güçsüzlük ve fakirliğe düştüğü tespiti yapıldıktan sonra, bunun sorumluları olarak şeriata ve kanunlara uymayan yöneticiler gösterilmektedir. Tanzimatçı kadroya göre devletin içine düştüğü çöküntüden kurtuluşun sağlanabilmesi için diğer yeniliklerin yanı sıra memur kadrosuyla ilgili düzenlemelerin yapılması kaçınılmazdı. Bu yüzden fermanda ilk bakışta halkın geneline yönelik gibi görünen ifadelerin aslında öncelikle memur kadrosunun statüsünü daha modern hale sokmayı amaçladığı söylenebilir. Bu bir tesadüf değildir şüphesiz. Hedeflenen yenilikleri halka anlatmak, katkısını istemek ve uygulamak konusunda memurların gösterecekleri performans, reformların geleceğini ve başarısını etkileyecekti.
Bundan dolayı ferman memurların yıllarca süren alışkanlıklarından bazılarını da doğrudan ya da dolaylı ifadelerle hatırlatmakta, eleştiri ve çözüm teklifleri sunmaktaydı. Meselâ fermanda can, ırz ve namus güvenliği şu şekilde konu edilmektedir: Dünyada candan, ırz ve namustan daha aziz bir şey yoktur. Bir insan bunları tehlikede gördüğünde, yaratılışında ve karakterinde ihanete meyletmek olmasa bile, canını ve namusunu korumak için bazı hareketlere teşebbüs edecek, hatta bu uğurda devlete ve memlekete zarar verebilecektir. Öte yandan kişi canından ve namusundan emin olduğu takdirde sadakatten ve doğruluktan ayrılmayacak, işi gücü her zaman devletine ve milletine iyi hizmetten ibaret olacaktır.
Şüphesiz bir ülkede can ve mal teminatının varlığı herkesi ilgilendiren bir husustu. Ancak Tanzimat’la getirilmek istenen, daha ziyade devlet adamlarının canlarına yönelik düzenlemeler olsa gerektir. Zira Osmanlı tarihinin muhtelif dönemlerinde suçsuz olduğu halde, ya bir iftira veya buna benzer sebeplerle idam edilmiş, hapse atılmış çok sayıda devlet adamı bulunmaktadır. Nitekim fermanın hükümlerini açıklayan eserlerde daha ziyade devlet adamlarının uğradıkları haksızlıklar söz konusu edilmektedir. Böylelikle memur kadrosuna, karar ve icraatlarında keyfî cezalara maruz kalmayacakları güvencesi verilmek istenmekteydi. Fuad Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’in hoşuna gitmeyen bir cesareti karşısında, “Efendim, bizden evvelki vezirler orta kapıda celladın beklediğini bildikleri halde yine büyük padişahlara doğruyu söylemekten çekinmezlerdi; Allah’a şükür yüksek adaletiniz sayesinde bizim öyle korkumuz yoktur” demesi bu bakımdan önemlidir.1
Tanzimat Fermanı’nın bir diğer ilkesi olan mal güvenliği de yine özellikle memurları yakından ilgilendiren düzenlemeleri içermekteydi. Konu fermanda şöyle izah ediliyordu: Mal emniyetinin yokluğu halinde insanlar devletine ve milletine ısınamayıp mülkün imarına bakmayarak daima endişe ve ızdırap içerisinde kalacaklardır. Halbuki herkesin mal ve mülklerinden tam anlamıyla emin olmaları durumunda daima geçim kaynaklarını genişletmekle uğraşarak, kendilerinde, her geçen gün devlet ve millet gayreti ile vatan sevgisi artacaktır. Böylece çok daha faydalı çalışacakları şüphesizdir.
Bu ifadelerle Osmanlı Devleti’nde bir hayli zamandan beri tatbik edilen “müsadere” usûlü eleştirilmektedir. Osmanlı içtimaî tabakalaşması içerisinde yer alan yönetici zümrenin, özellikle önde gelen devlet adamlarının, servetleri müsadere yoluyla hazineye alınabilirdi. Teorik olarak devlet; savaş, isyan veya büyük felaket dönemlerinde, kısacası ihtiyaç duyulduğunda reayaya ek vergiler yüklediği gibi devlet adamlarından da hediye, caize vs. gibi isteklerde bulunabilirdi. Bunlardan başka sebepsiz yere zenginleşen herkes müsadereye tabi tutulurdu.2 Ancak zaman zaman meşru yollardan kazanç elde eden kimselerin de servetlerine el koyan yöneticiler çıkmıştır ki, bu ise açık bir zulümdü. Müsaderenin keyfîliğe dönüştüğü yıllarda, insanların servet edinmekten kaçınarak ekonominin gelişimini engelledikleri söylenebilir.3 Hatta bazı devlet adamları müsadere olacağını bilerek servetlerini çarçur ediyorlar veya ihtiyaç olmadığı halde sırf adını yaşatmak için vakıflar yaptırıyorlardı.4 Dolayısıyla daha verimli alanda kullanılabilecek olan servet, çok gerekli olmayan bir alana harcanmak suretiyle, iktisadî kalkınmayı sağlayacak dinamizm ortadan kaldırılmaktaydı. Müsaderenin kaldırılması ile genelde bütün halkın mal güvenliği, fakat bilhassa üst düzeydeki memur kadrosunun muhtaç olduğu gelecek garantisi sağlanmış olacaktı.
Yeni dönemde memurların maaş problemine çağdaş bir çözüm yolu getirilerek devlet hizmetlerine işlerlik kazandırılması ve bu konudaki kargaşanın bertaraf edilmesi de amaçlanmıştı. Tanzimatçılar devlet otoritesinin ve adalet duygusunun zaafa uğramasında, bizzat devlet memurlarının giriştikleri uygunsuzlukların etkisini daima hissettiler. Özellikle rüşvet, hediye, vergi adı altında yüklü miktarda haraç alınması huzursuzluğun ana sebeplerinden biriydi. Tanzimat Fermanı’nda eleştirilen bu kötü anlayışları bertaraf etmek için hükümet, o zamana kadarki maaş sistemine bir çözüm getirmek mecburiyetini hissetti. Zira genel görüş, mevcut maaş sisteminin, yolsuzlukların ortaya çıkmasına zemin hazırladığı yolundaydı.
Fermanda bütün memurların yeterli miktarda maaşları olduğu, şayet olmayanlar var ise onların da tanzim edileceği, şeriatın nefretle karşıladığı ve mülkün harap olmasının en büyük sebebi olan rüşvetin ortadan kaldırılması için kuvvetli bir kanun çıkarılacağı ifade edildi.5 Burada maaş ile rüşvetin birlikte ele alınmasının özel bir anlamı bulunmaktadır.6 Zira Osmanlı Devleti’nde birçok kamu görevlisine maaş yerine geçmek üzere belirli bir malî kaynağın geliri tahsis edilmekteydi. Görevli memur, hizmetleri karşılığında o malî kaynaktan hazineye intikal etmesi gereken kısma, maaşına karşılık olmak üzere tasarruf ederdi. Böylelikle memur olan kişi hem aslî görevini yerine getirir, hem de kendisine tahsis edilmiş olan verginin tahsilini yapardı. Fakat bu işlemlerin yapılması sırasında bir hayli yolsuzluk meydana gelmekteydi. Çoğu zaman halktan “vergi” olarak tahsil edilen meblağlar devlet bütçesine aktarılmamaktaydı. Özellikle de tekâlif-i örfiye denilen vergilerde yolsuzlukların yaşandığını görmekteyiz.
Bilindiği üzere İslâm hukukunda şer’i vergilerin dışında, tarh, tevzi ve tahsili devlet adamlarına terk edilen ve genel olarak “tekâlif-i örfiye” diye nitelendirilen vergiler, devlet gelirleri arasında önemli bir yekûn tutmaktaydı. Devletin muhtelif ihtiyaçlarını karşılamak üzere ilave vergiler konulması, İslâm hukukçuları tarafından meşru bulunmuştu. Ancak yetkililerin keyfî olarak halka yükledikleri mal ve hizmetler bu vergi çerçevesinde değerlendirilmemiş; bu çeşit yükümlülükleri anlatmak maksadıyla, eziyet ve zulüm anlamına gelen “tekâlif-i şakka” tabiri kullanılmıştır.7 Tanzimat Fermanı’nda da “tekâlif-i örfî”nin yer yer “tekâlif-i şakka”ya dönüşmesi eleştirilmiştir. Gerçekten de XVII. yüzyıldan itibaren bu tür vergilerin sayısı 97’ye kadar ulaşarak, artan oranları ile halkın perişanlığına sebep olmuştur.8 Tanzimat’la getirilmek istenen yeni düzende öncelikle bu konuda bir zihniyet değişimine ortam hazırlamak ve daha modern usûllere kavuşturulmuş bir vergilendirme yöntemine geçmek amaçlanmıştı.9
Aslında bu yoldaki çabalar daha II. Mahmud döneminde başlatılmış, modern ve halkı ezmeyen, kişilerin malî gücüyle orantılı, keyfîliği engelleyici bir düzene geçilmesi düşünülmüş ve buna dair bazı çalışmalar da yapılmış idi.10 Bütün bunlar en azından bir kısım Tanzimat bürokratları tarafından da benimsenmekteydi. Zira gerçekten o zamana kadarki uygulamalar vergilendirme işleminde yöneticilerin yolsuzluk yapmalarını kolaylaştırıcı unsurlar ihtiva etmekteydi.
Usûl gereğince bir vilayetin “devlet maslahatı” sayılan her türlü işlerindeki harcamaları, ahali tarafından yılda iki defa tevzi edilen vergilere dahil idi. Yani o vilayete her türlü ferman, buyrultu getirip götüren mübaşirlerin masraflarından bir sefer için yollanacak askerlerin harcırahlarına; nakledilecek mühimmat masraflarından devlet adamlarının kalacakları konakların mefruşatına; surre-i hümayuna yapılacak katkıdan valilerin teftiş sırasındaki harcamalarına değin çok farklı türdeki giderleri, yerel yetkililer halkın ortak yükümlülüğü olarak belirlemekte ve vergi ödeme dönemlerinde tevzi defterlerine dahil ederek mükelleflerden tahsil etmekteydiler. İşte bu sırada büyük çapta yolsuzluklar meydana gelirdi. “Masraf” kavramının başı sonu belli değildi. Meselâ vali bir yere gittiği zaman önceden enderun ağalarından biriyle “zahire kabı”nı göndererek, âdet gereğince, adamlarının barınma ihtiyaçlarının karşılanması için gereken konakların hazırlanmasını ve “üç günlük” zahirenin de temin edilmesini emretmekteydi. Meselâ Canik’in teftişinden dönen Trabzon Valisi Salih Paşa’nın Akçaabât’taki misafirliği sırasında yapılan ve mahallî yetkililer tarafından tevzi defterlerine dahil edilen harcamalar arasında, valiye çamaşır ve torununa tüfek hediye edilmesi gibi kamu hizmeti ile hiçbir alakası olmayan masraflar da vardı.11 Bu yolsuzluklar şehirlerde, kazalarda, aşiretlerde, hemen her kademede adeta olağan hale gelmiş idi. Yerel yöneticilerin çabalarıyla yolsuzluğun boyutları daha da genişlemekteydi. Meselâ Boynuincelü aşireti beyleri, kendi kendilerine “mukataa malına zam olundu” diyerek yüklü miktarda vergi aldıktan başka; “masraf”, “irâd”, “kaftan akçesi”, “izinname akçesi” adıyla para aldıkları gibi, davacıları olmadığı halde “sen filan kabahati işlemişsin” diyerek mübaşir yollayıp insanları sorgusuz sualsiz zincire vurdurup sonra da “hizmet-i mübaşiriye”, “zincir akçesi” ve “başçavuş hizmeti” adıyla 80-100 kuruş almaktaydılar.12
II. Mahmud döneminde vergi toplanması sırasında memurların yaptıkları yolsuzlukları önlemek için tevzi defterlerine dahil edilecek harcamaların gerçekten yapılıp yapılmadığının, harcama yerlerinin devlet işi olup olmadığının merkezden denetlenmesi, bir çözüm olarak düşünüldü. Bunun sebebi, “sancak masrafı” diye yöneticiler tarafından haddinden fazla meblağ tevzi defterlerine sokuşturulurken, bu masrafların kanunîliğini denetlemekle yükümlü olan kadı veya naiplerin, toplam miktar üzerinden “harc-ı defter ve imza” adıyla pay almalarından dolayı duruma seyirci kalmalarıydı. Bizzat padişaha da bu yolda şikâyetlerin intikal ettiğini gönderdiği bir fermandan öğrenmekteyiz. Sultan bu şikâyetler üzerine bizzat tahkikat yaptırdığını ve şikâyetlerin doğru olduğunu tespit ettiğini belirterek yetkilileri uyarmıştır. Bu amaçla vilayetlerdeki bütün vezir, müşir, vali, kadı, naip, mütesellim, voyvoda, ayân ve memleket ileri gelenlerine hitaben gönderilen Evasıt-ı Muharrem 1246 (2-11 Temmuz 1830) tarihli fermanda özetle şöyle denilmektedir: Bütün kaza ve vilayetlerin işleri için meydana gelen masraflar, mahkeme ve cümle marifetiyle hesaplanarak imzalı ve mühürlü defterlere kaydedilip İstanbul’a takdim edilecek. Merkezde ilgili memurlar marifetiyle gerekli inceleme yapılarak gerçek masrafların miktarı tespit edilecek ve bunların tahsiline ruhsat verildiğine dair ferman, söz konusu defter ile birlikte mahalline gönderildikten sonra verginin kaza ve köy halkına taksim edilmesi mümkün olabilecektir. Bu arada bazı hakim ve ayânların nizama aykırı olarak, kendi menfaatleri için “aralık tevzii” adıyla haksız yere ahaliden bir hayli ilave akçe aldıklarından ve böylelikle zulüm yaptıklarından söz edilerek, getirilen düzenlemeye uyulması sıkı sıkıya tembihlenmekteydi. Fermanda bahsedilen suçun tekrar edilmesi halinde; “Bu defa olduğu misüllü yalnız tenbih ve te’kid ile iktifâ olunmayup cesaret eden ve ruhsat verenlerin bilâ-imhâl te’dîb ve gûşmâllerine ibtidâr olunacağı muhakkak ve musammem” olacağı ifade edilmekteydi. Padişah, fermanın son bölümünde kendisine Allah emaneti olan fakirlerin, zayıfların, acizlerin ve reayanın mezalimden himayesi ile refah ve istirahatlarının sağlanmasının asıl isteği olduğunu belirterek, bütün memurların bu hususlara riayet etmelerinin görevlerinin esası olduğunu hatırlatmaktaydı. Bu fermandan yaklaşık altı ay sonra yine aynı konuda bir fermanın daha vilayetlere gönderildiği anlaşılmaktadır. Evail-i Ramazan 1246 (13-22 Şubat 1831) tarihli fermanda yer alan ifadelerden 1828-1829 Türk-Rus Savaşı’ndan önce tevzi defterlerinin İstanbul’a gönderilip uygulanması için onay alınması usûlünün başlatıldığını, fakat araya seferin girmesiyle işin lâyıkıyla takip edilemediğini anlamaktayız.
Bu arada sefer dolayısıyla savaş alanlarına gidecek olanlara bir gecelik yem ve yiyecek verilmesi konusundaki emrin de, seferin bitmesi sebebiyle artık feshedildiği, kazalardan geçip gidecek olan memurlara sudan başka ücretsiz bir şey verilmemesi, tevzi defterlerinde bu türlü usûlsüz harcamalar olduğunda yetkililerin mesul tutulacağı tekrarlanmaktaydı. Benzer içerikte çok sayıda fermanın çıkmış olması padişahın titizliğini göstermesi kadar uygulamadaki başarısızlığı da ortaya koymaktadır. Şüphesiz bu başarısızlıkta bizzat tekâlif-i örfiyenin istismara çok elverişli özellikler ihtiva etmesinin rolü büyüktü.
Bu dönemde sancak masraflarının tümü halk tarafından karşılanmaktaydı. Dolayısıyla hangi hizmetin kaça yaptırılacağı konusu mahallî yetkililerin insafına terk edilmişti denilebilir. Meselâ ferman ve buyrulduları getirip götürenlere “hizmet-i mübaşiriye” adıyla ayak kiralarına, ikametlerine, zahmetlerine mukabil bir miktar ücret ödenmesi icap etmekteydi. Buna karşılık bir sancakta, mübaşiriye adıyla yılda ne kadar masraf yapılacağı belli değildi. Yine mübaşirlere ne kadar ücret verileceği de net olarak belirlenmiş değildi.13
Memur kadrosunun yolsuzluğuna son vermek amacıyla resmî dairelerdeki bazı geleneklere de II. Mahmud zamanında son verildi. Özellikle bu çeşit tedbirler merkezde yoğunluk kazanmaktaydı. Meselâ 1835 yılında yayınlanan bir fermanda israfa ve rüşvete karşı alınacak tedbirler belirtilerek, memurların yanlarında fazla uşak bulundurmaları, resmî dairelerde kahve ikram edilmesi, hademelerin iş takibi yapmak için rüşvet almaları yasaklanmıştı.14
Tanzimat’la birlikte memurlara maaş tahsis olunmasıyla, en azından bunların gittikleri yerlerde artık ücretsiz yem ve yiyecek talebinde bulunmamaları sağlanmak istendi. Yeni düzenleme ile halkın üzerinden bu tür masraflar kaldırıldı. Şüphesiz memurlara maaş tahsisi önemli bir yenilikti, fakat malî sıkıntı yüzünden bir anda bütün memurların maaşa bağlanması mümkün değildi. Böylelikle bazı eski uygulamaların yürürlükte kalması tercih edildi. O sırada görevlilerin gelirlerinin halktan karşılanması yolu yine benimsendi, yalnız bu sefer halkın vereceği miktarın standart olması kararlaştırıldı. Hazırlanan fermanlarla, devletçe belirlenen yıllık gelirlerini temin eden valilerin ya da diğer görevlilerin, halktan keyfî olarak para toplamaları, hediye ve benzeri şeyleri kabul etmeleri, hayvanlarına yem aldırmaları yasaklandı.15 Fakat tatbikatta bu yasaklamanın pek de sağlıklı uygulanmadığı anlaşılmaktadır.16
Özellikle meccanen yapılan hizmetlerde bu tür suiistimallerin çok daha geniş boyutlara ulaşabildiğini görmekteyiz. Yaptığı hizmet karşılığında devletten herhangi bir maaş almayanlar, halktan yeni adlarla vergi alıyorlardı veya topladıkları vergileri zimmetlerine geçiriyorlardı. Bu türdeki en önemli kamu görevi kaza müdürlükleri idi. Mart 1842’den itibaren yapılan uygulamaya göre Tanzimat’a dahil edilen yerlerde her kazanın ileri gelenleri toplanarak içlerinden birini müdür seçmekteydiler. Mevzuata göre müdürlük görevini yürütecek olan kişinin dürüst, güvenilir, halk tarafından sevilen şahsiyetler olmasına dikkat edilmeliydi. Yalnız kazaların durumuna göre bazen halkın istediği kimseler müdür seçilirken, zaman zaman vali ya da kaimmakamların inisiyatifleri altında atamalar da yapılabilmekteydi. Müdürlük tayini merkezin onayıyla kesinleşmekteydi.17 Müdürlük hizmeti karşılığında devlet tarafından herhangi bir ödeme yapılmazdı, hizmet meccanen yürütülmekteydi.18 İşte hizmetin ücretsiz yapılması ve göreve atanacak kimselerin çekirdekten yetişme devlet memurları olmayışları yüzünden, başka birimlere nazaran buralarda suiistimaller daha fazlaydı.19
Zimmete para geçirme işi özellikle kaza statüsünde olan aşiretlerde daha yaygındı. Hükümet otoritesinin daha zayıf olduğu bu kesimlerde görevli ağalar ve kethüdalar, zaman zaman devlet görevlileriyle de irtibat kurarak, onlara rüşvet ve hediye vermek suretiyle işlerini yürütmekteydiler.20 Görevlilerin yüklü miktarda rüşvet, hediye ve saire istedikleri; talepleri karşılanmadığında aşiret beylerini ve mensuplarını cezalandırdıkları, bu çeşit haksızlıklardan kurtulmak isteyen halkın ise çareyi kaçmakta buldukları görülmektedir. Bir misâl verelim: 1843 yılında Umranlu, Türkânlu, Atamanlu gibi aşiretlerden 1.600 hâneden fazla nüfus, Esbkeşân taraflarına iskân ettirilmişti. Fakat bunlar daha sonraki yıllarda dağılarak yeniden göçebeliğe döndüler. Merkezden yapılan araştırmaya göre bunun en önemli sebebi; valinin bazı baskı ve zulümleri ile aşiretlerden akçe, hediye ve at almayı âdet haline getirmesiydi.21 Zaman zaman aşiret beylerinin, vali, mutasarrıf veya diğer görevlilere para ya da at hediye ederek onların gönüllerini hoş tuttukları; buna mukabil verdiklerinin kat kat fazlasını ahaliden tahsil ettikleri anlaşılmaktadır.22
Memurlardan kaynaklanan bu tür problemleri çözmek isteyen hükümet, 1846 yılında vilayetlerden görüş istedi. Bozok Mutasarrıfı Münib Paşa verdiği cevapta, özellikle kazalarda görevli olanların zulümlerine değinerek, köylüden aşâr toplama işinin “köy bitirme beliyyesi” haline dönüştüğünü vurguladı. Mülkî düzenlemeler dolayısıyla bazı eski usûllerin men’ edildiğine, ancak görevlilerin yine aynı adamlar olduğuna dikkat çeken Münib Paşa şöyle demekteydi: “Ekseri ve belki kâffesi mahalleri meclisinin a’zâ ve vücûhu ve kazalarının müteayyinân ve müdürü olduğu ve bunlar eski usûllere alışmış ve celb-i menâfi kaziyyesini kendilere hasr etmiş adamlar olduğu cihetle a’şâr maddesi fesâddan ve ahâli-i fukarâ hasârdan henüz vâreste olamamış ve bunların zâbıta-i ekîde tahtına idhâli lâzimeden (dir) … Bu misüllü mezâlimin def’i gönderilen evâmir-i aliyye ve sâir ile tenbîh olunmuş ise de ol makuleler âdet-i mekr ve hilelerin terk etmemiş idüğü.”
Yolsuzluk işlerinde müdürlerin yalnız olduklarını söylemek elbette yanlıştır. Bunlar bir ekip olarak görev yapmaktaydılar. Yolsuzlukların yaygınlığının en önemli sebebi, müdürlerin eşraftan olmalarının yanında, kaza idare meclisi üyeleri ve kadı nâipleri ile birlikte hareket etmeleriydi. Bu durumu yönetici kadronun da bildiği anlaşılıyor. Konya Valisi Sami Paşa’nın belirttiğine göre kaza meclislerindeki azaların ekseriyeti “müdür bulunanların rey ve intihâbıyla tayin olunduğundan aza-yı merkûmun dahi mücerred tezvîc-i meramlarına medâr-ı nüfûz ve takviyet olmak üzere ehliyetli ve ehliyetsiz yerliden bazılarını mazbata ve arz ve mahzar ve inhâ ile kazalarına nâib nasb ettirerek kendilerine uydurmakda ve bu suretle umûr-u mülkiye ve maliyece mazarrat-ı adideyi istilzâm eylemekte” idiler. Aynı şekilde kazalardaki mal sandıklarının başında bulunan ve devletin gelir kaynağını koruması gereken kişilerin de müdürlerle beraber yolsuzluk işlerine bulaştıkları anlaşılıyor. Bu konuda yine Konya Valisi; “Sandıkdâr bulunanların maaşsızlık serriştesiyle sandık masârifi namıyla akçe uyuşdurmak ve sandığa gelen akçeden hîn-i ta’dâdda noksan getirmek misüllü hiyanete cür’etleri rivayet olunmakda olduğuna… bunların mal-ı mirîyi zimmetlerine geçirmek ve sandık masârıfı namı ve nam-ı ahar ile tevzî-i zam eylemek ve bu bâbda müdürlerin bir gûne irtikâbı vukuunda haber vermemek ve hîn-i ta’dâdda akçeyi noksan getirmek gibi halâta cür’etlerinde haklarında kanunen tahdid olunacak muamele-i te’dîbiyenin” icrasını istemekteydi.
Silistre müşiri merkezden sorulan soru üzerine yolladığı cevabî yazısında, kaza müdürlüklerine eyaletlerin ve sancaklarına merkezinde olan ve civardaki mahallerin keyfiyetlerini bilen kavi kefilli kimselerden tayin edilmesini teklif etti. Ayrıca bunlara kazalarının mevkiine ve büyüklüğüne göre birer miktar maaş tahsisi ile tahsis olunacak maaşın her kazanın vergisine ilavesi veya hazineden karşılanmasını istedi. Ona göre bu maaş tahsisi maddesi yolsuzluğa meyilli bulunanları yola getirecektir. Benzer görüşler Üsküp Valisi Selim Paşa, sabık Sivas Valisi Esad Paşa, Kastamonu, Ankara ve diğer bazı sancakların mutasarrıflarınca da tekraralanmaktaydı.23
Tanzimatçılara göre, memurlara doğrudan hazineden miktarı belirli bir maaş verilmesi halinde, onların tahsildarlıkla ilgileri kalmayacak ve zimmete para geçirmeleri mümkün olmayacaktır. Bunun için ilk olarak sancaklarda ve vilayetlerde vergi toplama işi kadılardan ve valilerden alınarak “muhassıl” denilen görevlilere verildi. Böylelikle mülkî memurların tahsildarlıkla ilişkileri kesildi. İlerleyen yıllarda bütçe imkânları doğrultusunda bütün kaza müdürlerine maaş tahsis edilmesine gayret gösterildi. Bu şekilde onların daha iyi hizmet edecekleri düşünüldü.24
Vergi ile bağlantılı olarak fermanda iltizâma da yer verilerek tahripkâr ve zararlı bir usûl olarak nitelendirilmektedir. Bu yöntemle memleketin siyasî ve malî işlerinin bir adamın eline ve belki de kahredici pençesine teslim edildiği vurgulanarak, dürüst olmayan mültezimlerin daima halka zulmettikleri belirtilmektedir. İltizâm usûlü önceleri birkaç kalem gelire özgü iken XIX. yüzyıla gelindiğinde tımar gibi alanlara dahi yayılmıştı. Bu yayılmada; daha da zenginleşmek isteyen sermaye sahipleri, yüksek dereceli devlet memurları, ulemâ, tefecilikle uğraşan gayrimüslimler, tüccarlar, ikinci bir iş olarak iltizâma yönelen askerler rol oynamışlardı.25 Mültezimler olabildiğince fazla kâr peşinde olduklarından zamanla pek çok yolsuzluklara karıştılar. Silahlandırdıkları adamları vasıtasıyla gittikçe devlet içerisinde devlet oldular; vergi tahsil ve takip işi bir sektör haline geldi. Yabancı gözlemcilere göre bu yolla köylüden normalinden fazla para çıkıyor, ama hazine oldukça az miktarda gelir sağlıyordu.26 Bütün bu işlerde bizzat üst düzey görevliler önemli rol oynamaktaydılar. Cevdet Paşa şunları anlatmaktadır: “Mültezimlerden biri bir sarraf aracılığıyla herhangi bir yerin iltizâmını kabul edebileceğini nüfuzlu bir zata söyler ve aralarında pazarlık yapılırdı. O nüfuz sahibi de vükelâdan bir tanıdığına durumu aktarır, sonuçta ihale düşük bedelle gerçekleştirilirdi. İlgili şahıslar da külliyetli akçe kazanırdı ki, devlet adamlarının çoğunluğu bu işlere bulaşmıştı.27 Aslında iyi bir teşkilât kurarak vergiyi bizzat devlet toplasa hem bütçe açıkları bertaraf edilecek, hem de köylünün mağduriyeti son bulacaktı.” Bu düşüncelerle Mart 1840’tan itibaren iltizâmın kaldırıldığı ilan edildi. Ancak Tanzimatçıların iyi niyetlerle giriştikleri bu uygulama mültezimlerin ve onlarla işbirliği halindeki memurların kurnazlıkları ve dirençleri yüzünden ilk plânda başarısızlıkla sonuçlandı.28 Esasında sistem bütünüyle bozuk işliyordu. Buna tepki gösteren Diyarbekir valisinin şu sözleri dikkat çekicidir: “Dürüst olmayı teşvik eden hiçbir şey yok… Âdil bir yöneticilik yapmaya kalksam öbür paşaların hepsi karşımda birleşir ve kısa sürede yerimden olurum; rüşvet almasam hiçbir şey satın alamayacak kadar fakirleşirim.”29
İki örnek daha aktaralım: Kerkük mütesellimi Neftçioğlu Ahmed Bey’in halka zulüm yaptığının bir mazbata ile Bağdat’a bildirilmesi ve zimmetinde de hazine parası olduğunun anlaşılması üzerine kendisi azledilerek yerine valinin adamlarından olan Kapucubaşı Talât Ağa tayin edilmişti. Azledilmeyi hazmedemeyen Ahmed Bey, yanına topladığı adamlarıyla birlikte karışıklık çıkarmış, yeni mütesellimin konağına saldırmıştır. Meydana gelen çatışmalardan sonra yakalanan Ahmed Bey ve bazı adamları Basra’ya sürülmüşlerdir.30 Cizre Kaimmakamı Mustafa Paşa, mukataaları bölgenin önde gelen ailelerine ihale edip hasılatın yarısını istemesi ve fazla vergi alması yüzünden azledilmişti.31
Memurların sebebiyet verdikleri problemler sadece maddî konulardan ibaret değildi. Bizzat memur kalitesi de oldukça düşük olup olumsuzlukları bir kat daha artırmaktaydı. Meselâ Bozok ve Kayseri kaimmakamı olan Derviş Ali Paşa’nın gayet ümmî ve cahil olduğu, bütün işleri bir kâtibin eline bıraktığı, burada daha yetenekli birisinin görevlendirilmesi gerektiği 30 Aralık 1845 tarihli olarak Sivas valisi ile defterdarınca müştereken hükümete iletilmişti ki, bunun yerine Celâleddin Paşa tayin olunmuştu.32 Bunun gibi çok sayıda örnek vermek mümkündür. Problem, sanayi inkılâbının yaşandığı bir çağda Osmanlı memurlarının yetiştirilmesine yönelik eğitim hizmetlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktaydı. Özellikle genel anlamda devlet, toplum, bilim ve teknoloji, yabancı ülkeler ve politikaları hakkında yeterli bilgi verilmemekteydi. Hatta Osmanlı memleketlerinin, bırakalım özel durumlarını, genel nitelikleri dahi ancak gezilerek yani amelî surette öğrenilebilmekteydi. Gerçekten de bürokraside görev alan memurlar eğitim hizmetlerine daha erken tarihlerde ara vererek kâtiplik hizmetine geçenlerdi. Kalemiyede çıraklık sistemine benzeyen bir eğitim süreci mevcuttu ve adeta artık çağın özelliklerine ayak uyduramayan lonca sistemini andırmaktaydı. Ailesi tarafından mektebi henüz bitirmiş olan ve küçük yaşta bir büroya şakirt olarak verilen çocuk, oradaki usûlleri, amirlerinin direktifleri ile öğrenerek amelî bir eğitim süreci sonunda üst makamlara tırmanabilmekteydi.33 Öte yandan genellikle memurların çocukları babalarının dairelerinde çıraklığa başladıklarından, kalemiye görevi çoğu zaman babadan oğula intikal edebilmekteydi. Meselâ 1768-1836 yılları arasında görev yapan 39 reisü’l-küttâbtan %80’inin babası yönetici zümreye mensuptu.34
Bu tarz bir eğitim sürecinin oldukça gelenekselleşmiş hale gelen kâtiplik adâbı, defter tutma, kanunname hazırlama, ferman ve resmî mektup yazma usûllerinin öğrenilmesinde faydalı olduğu düşünülebilir. Findley’in dediği gibi “Evrakların hazırlanması kâtiplerin işiydi ve bunda imparatorluğun o zamanki idarî sisteminin genel vaziyeti ile hayret verici bir çelişki oluşturacak kadar başarılıydılar. XVIII. yüzyıl İngiliz büyükelçilerinden biri olan Sir James Porter uzun tecrübelerine dayanarak meseleyi şöylece ortaya koyar: ‘Birçok dairede bulunan ihtimam ve hassasiyet açısından Babıâli ile boy ölçüşecek hiçbir Hıristiyan güç yoktur; herhangi önemli bir evrakta işler, en büyük bir incelikle yapılır, kelimeler tartılır, ifadeler özenle seçilir, bütün bunlar çoğunlukla kendi yararlarınadır… Babıâli’de işi hızlandırma eğilimi hissederlerse veya bu onlara uygun gelirse, hiç kimse bunu daha süratli bir şekilde yapamaz; bunun aksi bir durum söz konusu ise aynı ustalıkla işi uzatırlar veya geciktirirler.”35 Ancak yıllarca baba-oğul veya arkadaşlık ilişkisi içerisinde sürüp giden kalem arkadaşlığı, üst kademelere tırmanıldıkça gruplaşma olarak varlığını göstermekteydi.36 Bu uygulamanın doğal sonucu olarak tanıdıkların iltiması memuriyet kademelerindeki yükselmelerde en önemli unsur olmaktaydı. Tembel, gösteriş düşkünü, taklitçi, devlet işlerinde cahil olan memur sayısı az değildi. Hatta Tanzimat’ın adamları arasında yer alan ve daha ilkeli davranması beklenen üst düzey yöneticiler tarafından bu şekilde kayırılanlar bulunmaktaydı. Meselâ Fuad Paşa’nın bacanağı Kâmil Bey, Fransızcasının gülünçlüğüne ve kendisinin yeteneksizliğine rağmen Hariciye Teşrifatçısı ve 1867 yılında da Beyoğlu Altıncı Belediye Dairesi reisliğine tayin edilmişti.37
Geleneksel memur yetiştirme usûlü yüzünden Osmanlı bürokrasisinde anonimleşme ortaya çıkamamaktaydı. Gerçi II. Mahmud döneminde memuriyetin öğretildiği kurum olarak açılan Mekteb-i Adliye bu alanda önemli bir yenilikti, ancak memurları, amirlerine duygusal bağlılıktan kurtararak kamu hizmeti kavramıyla sınırlandıran anlayış özellikle Tanzimat döneminden sonra yaygınlık kazandı. Bununla birlikte yapılan bu teşebbüslerin çok da kısa sürede sonuçlar vermediğini belirtmek gerekir. Neticede memurların geleneksel eğitim sürecine bağlı olarak devlet kademelerinde görev almaları Tanzimat’ın ilanından sonra dahi yıllarca devam etti.
Modern memur yetiştirme usûlünün yeterince tatbik edilemeyişi sebebiyle pek çok kurumda görülen “tarz ve anlayıştaki ikilik” kalemiyede de kendini gösterdi. Özellikle başkentte ve diğer büyük şehirlerde iki tip memur vardı. Birincisi geleneksel değerlerle yeni anlayışı, Doğu ile Batı’yı hazmedip sentezlemeye gayret eden memur tipi, diğeri ise alaturkalıktan kurtulup yüzeysel bir alafrangalığa önem veren memur tipi. Türk halkının ve aydınlarının gözünde birincisi ideal görünen, ikincisi istihza ile karşılanan memur, hatta aydın tipi idi. Devrin edebî eserlerinde bu ikilemi yansıtan roman kahramanları hayalî olmayıp pek çok kurumda rastlanabilen şahsiyetler idi.
Bununla ilgili olarak verilebilecek en iyi örneklerden biri Ahmed Midhat Efendi’nin “Felâtun Bey ile Râkım Efendi” romanındaki iki kahramandır. Romanda Râkım Efendi, muhafazakâr değer yargılarına sahip, fakat batı kültürüne sırt çevirmemiş olan bir karakteri yansıtır. Râkım Efendi düşük gelirli bir aileye mensuptur. Rüştiyeden çıkıp hariciye kalemine girmiştir. Kendi gayretleri neticesinde Arapça ve Farsçayı öğrendiği gibi Fransızcayı da öğrenen, hadis, fıkıh ilimlerinin yanı sıra coğrafya, kimya, uluslararası ilişkilerle ilgili kitapları okuyan, vazife düşkünü ve Osmanlı Devleti’nin ihtiyacı olan memur tipidir. Felâtun Bey ise zengin, Rum ve Ermeni hizmetçileri olan alafrangalaşmış bir aileye mensuptur. O, moda ve gösteriş düşkünü olarak yetiştirilir. Düşkün bir ahlâk anlayışı, alay konusu olacak derecede Fransızcası olduğu, romanda sık sık konu edilir. Tembeldir ve görev yaptığı kaleme hemen hemen hiç gitmez.38 Onun bir günü romanda şöyle anlatılır:
“Cuma günü mutlaka bir seyir mahalline gidip cumartesi ise dünkü yorgunluğu çıkarır ve pazar günü seyir mahalleri alafranga olduğundan gitmemezlik edemez. Pazarın yorgunluğunu dahi pazartesi çıkarır. Salı günü kaleme gitmeğe hazırlanırsa da havayı muvafık görünce Beyoğlu’nun bazı ziyâret mahallerini, baba dostlarını, ahbâbı ve sâireyi ziyâret arzusu o günü dahi tatil ettirir. Çarşamba günü kaleme gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vakti ancak o haftanın vukuâtını hikâyeye bulabilip akşam için mutlaka iki dalkavukla gelir. Bunlar dahi kendisi gibi genç olacaklarından ve bâhusus Felâtun Beyefendi Beyoğlu’nda oturmak münâsebetiyle ahbâbını alafranga bir yolda eğlendirmek lâzım geleceğinden perşembe gecesini alafranga eğlence mahallerinde geçirir. O gece sabahlandığı cihetle perşembe günü akşama kadar uyunur. Nihâyet yine cuma gelir ve işte bu bir haftalık meşguliyet nasılsa diğer haftaların meşguliyetleri dahi yine nev’amâ onu andırır.”39
Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’in şahsında karakterize ettiği memur tipiyle Tanzimat reformlarının tatbik edilemeyeceği aşikârdı. Bu çeşit memurlar merkezde gayet iyi niyetlerle hazırlanmış olan fermanları uygulamamakta ya da uygulayamamaktaydı. Beceriksizlik, vurdumduymazlık, inisiyatif alamama yahut ta yeni uygulamalardan ötürü menfaatleri zedelenenlerle işbirliği içinde olunması yüzünden çoğu yenilik teşebbüsü kağıt üzerinde kalmaya mahkum olmaktaydı. Fermanın ilanının üzerinden epeyce zaman geçmesine karşılık, 1848’lerde de bu husustaki aksaklıklar devam etmekteydi. Merkeze daha uzak sancaklar bir tarafa Orta Anadolu’da memurlardan kaynaklanan usûlsüzlükler devam edip durmaktaydı. Nitekim Kayseri’deki İngiliz konsolosunun İstanbul’daki büyükelçiliğe yazdığı ve büyükelçiliğin de Babıâli’ye yolladığı 6 Teşrinisani 1848 tarihli yazıda Yozgat Kaymakamı Said Paşa ile oğlunun halka yaptıkları haksızlıklardan söz edilmektedir. Konsolos, Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde bulunduğunu, fakat Yozgat halkı kadar haksızlığa uğrayan bir başka yer görmediğini, rüşvetin yaygınlaştığını, Said Paşa’nın oğlu kumandasında olan 1.500 kadar başıbozuk süvarinin halka ağır yük bindirdiğini, bu askerlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak bahanesiyle halktan zorla zahire alındığını, hatta aşiretlerin on sene zarfında gördükleri zulümden daha fazlasını böylece gördüklerini, askerlerce alınan zahireye karşılık bir akçe bile bedel verilmediğini anlatmaktadır.40 Tanzimat’ın ilanından çeyrek yüzyıl sonra Kocaeli Mutasarrıfı Hasan Efendi, devrin şartlarına göre önemli bir meblağ olan altmış bin kuruşu zimmetine geçirmiş ve müfettişlik görevinde bulunan Ahmed Vefik Paşa tarafından durumun tespiti üzerine görevden alınmıştı.41
Tanzimatçıların “usûl-ü cedid” konusunda halkı aydınlatmasını bir yana bırakalım, memur kadrosu da meselelere yeterince vakıf değildi. Her tarafa ferman yollandığına göre memurların merkezin beklentilerinin aksine tavırlarını, ya kavrayış kıtlığına ya da kasıtlı davranışa bağlamak gerekecektir. Bir misâl verelim. Anadolu’da asayiş problemlerinin gittikçe ivme kazandığı bir sırada taşradaki bir kısım görevlilerin Tanzimat’ı yorumlarken, devletin fonksiyonlarını adeta âtıl hale getirecek bir anlayışı benimsemeleri dikkat çekicidir. Bütün hukuk sistemlerinde asilerin kolluk kuvvetlerine silahla karşılık vermeleri halinde misliyle mukabele görmeleri benimsenmişken, hele XIX. yüzyılda bu böyleyken, “Tanzimat var” diyerek asayiş meselelerinin hallinde yöneticilerin çekimser davranmaları ilginçtir. Meselâ Sivas valisi, eşkıyalık yapan Afşarlar tarafından karşı konulması ihtimalini dikkate alarak, merkezden “misliyle mukabele etmek” üzere izin istemekteydi.42 Halbuki Osmanlı tatbikatında normal olarak valinin aslî görevlerinin başında eyaletin güvenliğini sağlamak ve bunun için gerektiğinde askerî birlikler kullanmak gelmekteydi. Bu istisnaî bir misâl değildir. Aşiretlerin halka yaptıkları zulümlerden şikâyet eden Kalecik Kazası Meclisi, Tanzimat Fermanı’nın ilanından on yıl kadar sonra, “Tanzimat-ı Hayriye münâsebetiyle mukâbeleye dahi cesâret olunamadığından” söz etmektedir.43 Bu durum Tanzimat Fermanı’yla getirilen, “Yargılanmadıkça kimsenin idam edilemeyeceği” hükmünün, mahallî yetkililerin idarî konularda inisiyatif kullanmalarını engelleyecek biçimde yorumlandığını; böylelikle o çeşit konularda ikide birde merkezden izin alınmaya çalışıldığını, dolayısıyla zaman kaybına sebebiyet verildiğini göstermektedir. Zaman kaybı ise daha fazla can ve mal güvenliği ihlâli demek idi.
Tanzimatçıların hedefi, Fermanda da ilan edildiği üzere, bir buçuk asırdır devam eden bozulmanın ve çözülmenin bertaraf edilmesiydi. Ancak bu amaca uygun yetiştirilen memur kadrosu olmadıktan, onların halkı soymaya kadar varan rüşvet ve zimmet suçları önlenmedikten sonra başarı nasıl elde edilecekti? Bu önemli bir mesele idi ve sonuç alınması kolay görünmemekteydi. Zira yeni ilkelerin toplum tarafından kabul görmesi devlete güveni gerektiriyordu ki, bunun da yolu memurlara olan güvenin artırılmasından geçmekteydi. İlan edilen ilkelerin cazibesi, etkileyici biçimde takdimi yani tanıtımı önemliydi; fakat daha önemlisi yıllardır belli bir düşünce ve hareket tarzına göre yaşamış olan memur kadrosunun arzu edilen biçimde davranması sağlanabilecek miydi? Birkaç yıl öncesinin devamlı rüşvet alan memuru bir anda, ne şekilde dürüst, çalışkan, insana hizmetten zevk alan görevliler haline getirilecekti? Bundan dolayı Tanzimatçıların en önemli problemi, iç ve dış meselelerden ziyade devleti temsil edecek kadroların niteliği idi. Mümtaz Turhan, Tanzimat Fermanı’nın iddialı içeriğine karşılık mevcut anlayışın başarısızlığı normal kıldığını ifade ederek şöyle demektedir: “İctimaî bünyenin, teşkilât ve müesseselerin, asırlarca hüküm süren zihniyetin, itiyat ve teamüllerin, devlet adamlarının ekseriyeti karşısında tanzimat ıslahatının hemen muvaffak olamaması gayet tabiiydi.”44 Berkes ise memur kadrosuyla getirilmek istenen yenilikler arasındaki dengesizliğe dikkat çekmektedir: “Bu kadar ağır bir uygulama yükünü başarıyla yürütecek bir uzman kadrosu yoktu. Maliyecisi, memuru, subayı, mühendisi, doktoru, ekonomisti, öğretmeni, hakimi, savcısı olmayan bir devlet bu yükü kaldıramazdı.”45
Gerçekten de yenilikleri kemâle erdirecek kadroların yetersizliği yüzünden işler yavaş ilerlemekteydi. Reformcuların ülkenin içine düştüğü dejenerasyonun, otoritesizliğin, eskimişliğin giderilmesinde; siyasî, askerî, adlî, iktisadî modernleşmenin gerçekleştirilmesinde samimi bir arzu içerisinde olduklarını söylememek için sebep bulunmamaktadır. Başta padişah olmak üzere bir an önce işlerin rayına oturtulmasını isteyenler çoğunluktaydı. Hatta Sultan Abdülmecid, 13 Ocak 1845 tarihinde Babıâli’ye yaptığı ziyaret sırasında reformların gecikmesinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirerek hükümeti yavaş hareket ettiğinden dolayı eleştirmişti. Bu sırada okuttuğu hatt-ı hümayununda şunları söylemekteydi: “Eğerçi tensikat-ı askeriyemiz dahi… an be-an kesb-i tekessür etmekte ise de ilerüsünde devam ve bekâsı mutlaka ma’mûriyet-i memâlik ve buldân ve refâhiyet-i ahali zîr-i destân ile husûle geleceği cihetle ol dahi şimdiki halde bî-esas hükmünde bulunmuş olduğundan teessüf ve teessürü şahânemiz hadden aşmış ve gece ve gündüz huzur ve rahat-ı mülûkânemiz münselib olmuştur.”46
Reformlar yapılırken ülkenin diğer meselelerine nazaran, özellikle merkezî bürokrasinin yeniden yapılanmasında daha fazla ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Oluşturulan çok sayıda nezaret meclisi hummalı bir çalışma içine girmişti. Hele devrin en önemli kuruluşu olan Meclis-i Vâlâ, yüzlerce nizamnâme ve talimatnâme hazırladı. Taşradan gelen hemen her konu buraya havale ediliyor, evraklar inceleniyor, alınan kararlar hükümete sunuluyordu.47 Fakat merkezdeki yoğun mesaî, taşradaki muhalefet yüzünden ya hedefine ulaşmıyor ya da alınan kararlar dejenere ediliyordu. Zira uzun yılların birikimi olan yerleşmiş gelenekler, devletin içinde bulunduğu şartlar, öyle kolay kolay yeniliklere izin verecek durumda değildi. Reformların başarısı için sakin bir ortam, yeterli kadro ve güçlü malî destek gerekmekteydi. Devrin hükümetleri bunların hepsini hiçbir zaman bir arada bulamadılar. Durum böyle olunca yeniliklerin uzun yıllar alması kaçınılmaz oldu. Bundan dolayıdır ki, 1845 olaylarından bahseden Tarihçi Lûtfî; “Kurulan bina-yı Tanzimat düşe kalka ve yavaş yavaş temel tutmağa ve dâhil ve hârice karşı mev’ûd olan ıslâhât-ı lâzimenin tatbiki ve devâir-i nizâmiyenin tensîki ca’li ve kasrî olarak refte refte teyessür-nümâ-yı vücûd olmağa başlamış” demektedir.
Başarıda önemli rol oynaması icap eden memurların gerekli niteliklerden uzak olması, vaad edilen hedeflere ulaşılmasını güçleştirmekteydi. Yenilikçilerin aradıkları memur tipi Ahmed Midhat Efendi’nin romanındaki Râkım Efendi gibileriydi. Ancak böylelerinin yetiştirilmesi hiç de kolay değildi. Öncelikle başarılı eğitim kurumları, bunları teşkil etmeye yeterli malî kaynaklar, eğitici kadrolar gerekmekteydi. Ayrıca yeni usûllere göre yetiştirilecek elemanların devlet kadrolarında üst düzeye gelebilmeleri için uzun bir zamana ve bu arada elbette eski usûllere bağlı olan amirlerinin onlara engel olmamalarına ihtiyaç vardı. Bütün engellere rağmen kendilerini yetiştiren, dürüst davranan, işini yapmaya bütün gücüyle gayret eden memurların da varlığı inkâr edilemez. Osmanlı Devleti’nin daha hızlı çökmesine bu tür görevlilerin engel olduğu muhakkaktır. Aksaklıklara, ikilemlere ve pek çok olumsuzluklara rağmen, Tanzimat dönemi memur ve aydınları, ki çoğunlukla iki kesimi de aynı kişiler oluşturmaktaydı, Türk toplumunun o zamana kadar pek görülmeyen kendi kendini yetiştiren, sistemi eleştiren ve yeni arayışlara yönelen kişileri idi.
Esasında başlangıçta Tanzimat yöneticilerinin dahi bu derece geniş toplumsal hedefleri düşündüklerini söylemek güçtür. Gerçekte Babıâli’nin öncelikli derdi, Mısır meselesini çözebilmek için Avrupa devletlerinin yardımını sağlamak arzusuydu. Bu yüzden iç meselelerle ilgili olduğu halde fermanın içeriği mahsustan uluslararası bir niteliğe büründürüldü. Bundan dolayı ki Namık Kemal, Tanzimat Fermanı’nı “hukuk-ı beşerin muhafazası için yapılan mu’cizat-ı adaletten” biri saymasına rağmen, ilan edilen hükümlerin sırf hukuka dair olmayıp aynı zamanda siyasî bir eser olduğunu ifade etmektedir. Ona göre ferman; “zâhiren bakılsa herkesin hayatına, malına, ırzına kâfil olmak için yapılmış zannolunur, fakat hakikat-ı halde devletin hayatını te’min maksadıyla i’lân olunmuş idi.”48 Tepkilerin çeşitliliği, uygulamadaki inişli çıkışlı performanslar, yer yer eskiye rücû edilmesi, kararsızlıklar, deneme-yanılma yöntemiyle ilan edilen hedeflere ulaşılmaya çalışılması ve nihayet Türk devlet ve toplum hayatında dönüm noktası olma özelliğini taşıması dolayısıyla; İnalcık’ın deyimiyle, “Gülhâne Hattı ölü bir vesika olarak kalmamış, imparatorluk içinde geniş ölçüde hareketlere yol açmış, geleneksel sosyal yapıda derin sarsıntılar doğurmuştur.”49
Sonuçta XX. yüzyıla girildiğinde devlet yapısı, sosyal ve ekonomik kurumları, düşünce hayatı, toplumsal talepleri ve ihtiyaçları, bu arada memuriyet kavramı bir hayli farklılaşmış bir Osmanlı Devleti ortaya çıkmıştır.
DİPNOTLAR
1 Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, Sadeleştiren: Enver Koray, Ankara, 1985, s. 42.
2 Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukuat, Sad.: Neşet Çağatay, I-II, Ankara, 1992, s. 308-309; Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 1985, s. 295-296. Ayrıca bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devri Üzerinde Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 1-16. Özellikle 1787 savaşı öncesinde bu uygulamanın yoğunluk kazandığı, ayrıca keyfî ve yüksek oranlı “muhallefât bedeli” adıyla bir miras vergisinin de alındığı görülmektedir. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi (XVIII. yy’dan Tanzimat’a Mali Tarih, İstanbul, 1986, s. 110-111, 135). Ayrıca şeyhülislâmın zenginlerin devlete yardım etmelerinde sakınca olmadığına dair fetva vermesi üzerine her tarafta yardım toplama kampanyaları başlatılmıştı. Meselâ Cezayirli Hasan Paşa, padişahın isteği ile 600 bin kuruş bağışlamıştı. Aynı eser, s. 136. Bazı güçlü valilerin zenginlerden muhtelif bahanelerle servet gasp etmelerinin, savaş gibi zorunlu hallere dayanan meşruiyet ile alakası yoktur. Meselâ Tepedelenli Ali Paşa’nın sahibi olduğu yüzlerce çiftliğin çoğu zorla el konulmuş mallardandı. Hatta paşanın çiftliğinde misafir olduğu ve yemeğini yediği, hürmet gördüğü bir beyi ertesi günü öldürterek mallarına konduğu sıkça rastlanan hallerdendi. A. Şeref, Musahabeler, s. 43.
3 Ahmed Güner Sayar, Osmanlı İktisadî Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 144.
4 Bkz. Hasan Yüksel, “Vakıf-Müsadere İlişkisi (Şam Valisi Vezir Süleyman Paşa Olayı)”, Osmanlı Araştırmaları, XII (1992), s. 407-424.
5 Osmanlı Devleti’nde rüşvet, rüşvetçilikle mücadele konusunda yapılanlar ve Tanzimat dönemindeki gelişmeler hk. geniş bilgi için bkz. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet (Özellikle Adlî Rüşvet), İstanbul, 1985, s. 83 vd.;
6 Daha özet bilgi için bkz. Abdullah Saydam, “Memur-Maaş-Yolsuzluk İlişkisi ve Tanzimat Yönetimi”, Toplumsal Tarih, 34 (Ekim 1996), s. 51-57. Ayrıca bkz. Roderic H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform (1856-1876), Çev.: O. Akınhay, I, İstanbul, 1997, 43-45.
7 “Tekâlif-i şakka: Şer’î cevaz bulunmıyan ve tekâlif kaidelerine de uymıyan vergilere verilen addır. “Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, İstanbul, 1983, s. 439; Netayic ül - Vukuat, III-IV, s. 17. Önceleri beylerbeyi ve sancak beyleri tarafından toplanan usûl dışı vergileri “tekâlif-i şakka” diye adlandıran ve ümerayı bundan vazgeçirmeye çalışan hükümet, zamanla bu uygulamalara ses çıkaramaz olmuş, hatta müsaade etmiştir. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası - Celalî İsyanları, İstanbul, 1975, s. 59-60.
8 Pakalın, Sözlük, III, s. 438. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi, İstanbul, 1338, s. 70-71; Ziya Karamursal, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara, 1989, s. 181-189. Tekâlif-i örfiyenin şehir halkı üzerindeki etkilerine dair meselâ bkz. Abdullah Saydam, “Trabzon Sancağının Tekâlif-i Örfiye Yükümlülüğü (1830-1840)”, TDA, 127 (Ağustos 2000), s. 69-102.
9 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu - Toplum ve Ekonomi, İstanbul, 1996, s. 361-367. Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdüllatif Şener, Tanzimat Devri Osmanlı Vergi Sistemi, İstanbul, 1990, s. 94-105.
10 Muhtelif vesilelerle Trabzon’a gönderilen fermanlarda halkın ezilmemesi, masraf adı altında haksız yere yüklü meblağların tevzi defterlerine sokulmaması tembihlenmekteydi. Meselâ bkz. Trabzon Şer’iye Sicilleri (TŞS), 1960, 28/b, 29/a-b, 30/a, b, 31/a-b, 36/b; 1961, 25/a; 1958, 37/a.
11 Cemaziyelevvel 1236 (Şubat-Mart 1821) tarihli masraf cetveli için bkz. TŞS, 1953, s. 29/b.
12 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet, Dahiliye, 7620 (Aksaray Meclisi’nin tarihsiz mazbatası).
13 Saydam, “Tekâlif-i Örfiye”.
14 Marina Sakali Lady Marks, “Osmanlı-Rum Basınında Türk/Müslüman İmajı”, Tarih Eğitimi ve Tarihte “Öteki” Sorunu, Haz. A. Berktay-H. C. Tuncer, İstanbul, 1998, s. 54-55.
15 Yükümlü oldukları hizmetleri yürütürken, memurların köylüden yiyecek ve yem gibi hizmetler talep etmeleri halinde alacaklılara senet tanzim edip vermeleri hükümetçe istenmekteydi. Meselâ bkz. BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3616. Babıâli, sık sık taşradaki yöneticilere uyarıcı yazılar yollayarak zulüm ve işkenceden kaçınmalarını ve âdil olmalarını emretmekteydi. Ayniyat Defteri, 171, s. 81. Musa Çadırcı, “Tanzimat’ın İlanı Sıralarında Türkiye’de Yönetim (1826-1839)”, Belleten, 201 (1988) s. 1224-1225.
16 BOA, İrade, Dahiliye, 250; Cevdet, Dahiliye, 6463.
17 Daha geniş bilgi için bkz. Musa Çadırcı, “Türkiye’de Kaza Yönetimi (1840-1876”), Belleten, s. 206, Ankara, 1989, s. 237-257.
18 BOA, Cevdet, Dahiliye, 1019.
19 Meselâ Ankara’ya bağlı Pürtek cemaati müdürü Musa Bey oğlu Mehmed Bey, cemaatin yıllık vergisinden başka “memleket masrafı ve güzeşte akçesi” gibi adlarla topladığı 117. 403 kuruşu zimmetine geçirmişti. Yapılan şikâyet üzerine açılan soruşturmada suçunu itiraf etmiş, müdürlükten azledildiği gibi süresiz olarak Trabzon’a sürülmüştür (Temmuz 1845 ortaları). TŞS, 1972, s. 20/a. Adı geçen şahıs bir yıl sonra ailesi kimsesiz kalıp geçim sıkıntısı içerisine düştüğü gerekçesiyle ve bir daha cemaatin işlerine karışmamak şartıyla affedilmiştir (Temmuz 1846 sonları). s. 53/a-b.
20 Yeniil aşireti için bkz. BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 2645.
21 BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3088 (24 Cemaziyelahir 1264/28 Mayıs 1848 tarihli Meclis-i Vâlâ mazbatası).
22 BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3525, 3954, 7802.
23 Merkezden sorulan sorular üzerine muhtelif vilayet ve sancaklardan gelen cevapların ayrıntılı özetleri için bkz. BOA, Kepeci Tasnifi, Sadaret Müteferrika Defteri, 9/714.
24 Meselâ Görele kazası müdürüne 1.200 kuruş, Çarşamba, Fatsa, Terme kazaları müdürlerine 1.000’er kuruş maaş tahsis olundu. BOA, Ayniyat Defteri, 419, s. 14; 425, s. 97.
25 İltizâm uygulamasına dair bazı örnekler için bkz. Salih Özbaran, “XVI. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda İltizâm”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Ankara, 1990, s. 453-457.
26 Charles Issawi, The Economic History of Turkey, 1800-1914, Chicago and London, 1980, s. 325. İngiltere’nin Erzurum konsolosunun 7 Ocak 1850 tarihli raporunda verdiği bilgiye göre, 230 bin lira bedelle iltizâma verilen buradaki gümrük gelirleri lâyıkıyla toplansa bir milyon liraya yakın gelir elde edilecekti. s. 326 (not 14).
27 Ahmet Cevdet Paşa, Tezâkir, Yay.: C. Baysun, I, Ankara, 1986, s. 21.
28 Stanford Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II, Çev.: M. Harmancı, İstanbul, 1982, s. 133.
29 Davison, Reform, I, s. 45. XIX. yüzyılda memurların maaşları ve hayat standartları hk. bkz. Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye, Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, Çev.: G. Ç. Güven, İstanbul, 1996, s. 315-362.
30 BOA, Cevdet, Dahiliye, 5511.
31 Musa Çadırcı, “Tanzimatın Uygulanması ve Karşılaşılan Güçlükler (1840-1856)”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, Ankara, 13-14 Mart 1985, Ankara, 1994, s. 102.
32 BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 1410.
33 Memuriyette çıraklık usûlüyle ilgili olarak son yıllardaki âdetlere dair bkz. Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri - Toplum Hayatı, Haz.: K. Arısan, D. Arısan Günay, İstanbul, 1995, s. 85. Sekiz yaşında kaleme giren bir şakirdin ortalama 24 yaşlarında gerçek anlamda memurluğa geçebilmekteydi. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye, s. 70.
34 Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye, s. 50. Taşrada da benzer bir durum mevcuttu ve meselâ ölüm dolayısıyla bir idarî görev boşaldığında ölenin oğullarından veya kardeşlerinden bu görevi yapabilecek nitelikte biri varsa o kişi öncelikle talipli olabilmekteydi. Meselâ Trabzon kadılığı tarafından yazılan bir ilâmda kâtiplerden Hafız Hasan’ın vefatı üzerine hizmette istihdam olunmaya istekli olan oğlu Hafız Ahmed’in işi yapmaya yetenekli olması sebebiyle söz konusu göreve atanması teklif edilmiş, Vali Osman Paşa da teklifi onaylamıştı (28 Safer 1258). TŞS, 1968, s. 19/b. Yalnız ölenin oğlu istekli değilse veya yetersiz ise bu durumda başka biri tayin edilirdi. Nitekim yine Trabzon mahkemesinde kâtip sıkıntısı çekildiğinden bahsedilen bir kadılık ilâmında şöyle denilmektedir: Bundan önce Mumin Efendizâde Raşid
Efendi, sonra da biraderi Şâkir Efendi ölüp, diğer kardeşleri Sâbit, bu göreve rağbet etmediği gibi zaten hem ehliyetsiz hem de aklî yetersizliği yüzünden bir başka kişinin atanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çerçevede Veli Efendizâde Evliya Efendi’nin ehliyetli ve istekli olduğu ifade ile söz konusu göreve atanması uygun görülmektedir. 19 Rebiyülevvel 1258 tarihinde tayin teklifi yapılmış ve valinin onayı ile atama gerçekleştirilmiştir. Aynı yer, s. 14/a.
35 Carter V. Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, Babbıâli (1789-1922), Çev.: Latif Boyacı, İzzet Akyol, İstanbul, 1994, s. 75.
36 Bahsettiğimiz yakınlık resmî yazışmalara dahi yansırdı. Meselâ bir sadrazam, mabeyn başkâtibiyle arasında böyle bir yakınlık olduğunda yazdığı arz tezkeresinde “devletlu atıfetlu oğlum efendim hazretler” veya “karındaş-ı e’azzu ekremim” hitaplarını kullanmaktaydı. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, 1978, s. 176.
37 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 177.
38 Daha geniş değerlendirme için bkz. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara, 1975, s. 379-384.
39 Okay, Ahmed Midhat Efendi, s. 381 (Ahmed Midhat Efendi, Felâtun Bey ile Râkım Efendi, İstanbul, 1292, s. 5-6’dan naklen).
40 Konuyu araştıran Babıâli, Bozok Kaymakamı Said Paşa’yı görevinden alarak Sivas’ta oturmaya memur etti. Bozok ve Kayseri sancakları Vecihi Paşa’nın uhdesine verildi. Ankara Kaymakamlığı’na Istabl-ı Amire Müdürü payelilerinden eski Isparta Kaymakamı Şerif Ağa, Yozgat Mal Müdürlüğü’ne de Maliye Muhasebe Meclisi ikinci kâtibi Rauf Bey tayin edildi. BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3525 (8 Safer 1265/3 Ocak 1849 tarihli arz tezkeresi).
41 Takvim-i Vekayi, Sayı 715 (13 Rebiyülahir 1280/27 Eylül 1863).
42 BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3525 (23 Safer 1264/30 Ocak 1848 tarihli Sivas valisinin yazısı ve aynı tarihli Sivas meclisi mazbatası).
43 BOA, İrade, Meclis-i Vâlâ, 3616 (Gurre Muharrem 1265/27 Kasım 1848 tarihli kaza meclisi mazbatası).
44 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1987, s. 173.
45 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978, s. 241.
46 Tarih-i Lûtfî, nâşiri: Abdurrahman Şeref, VIII, Dersaadet, 1328, s. 9.
47 Ayrıntılar için bkz. Ali Akyıldız, Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform, İstanbul, 1993; Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ (1838-1868), Ankara, 1994.
48 Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara, 1985, s. 195 (İbret, Sayı 46’dan naklen).
49 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, s. 362.
Dostları ilə paylaş: |