olunduğunu Silsiletü'l-Mukarrebîn isimli eserinde yazmaktadır.57 Birbirini destekleyen
bu iki kayıt, şeyhin Ankara kalesine hapsedilerek mahkemede yargılandıktan sonra
idam olunduğunu meydana çıkarıyor.
Münîrî-i Belgrâdî, Hüsâmeddîn-i Ankaravî için "Ankara'da salbolu-nup revişi malûl
olduğu"nu söylemesine karşılık müridlerinin şeriata uygun hareket ettiklerini yazar.58
Ancak yukarıda sözü edilen mühimme kayıtlarında, bir yandan şeyhin para, elbise ve
diğer eşyadan ibaret oldukça zengin terekesinin zaptı ve ele geçirilmesi, diğer
yandan baş halifeleri Mahmud ve Kızıl Ali başta olmak üzere bütün müridlerinin ve
ahbabının gizlice tahkikata tabi tutularak "ehl-i fesad" oldukları açığa çıkanlarının
hapsedilmeleri istenmektedir.59
Her ne kadar Melâmî kaynaklarında ve arşiv belgelerinde Şeyh Hüsâ-meddîn-i
Ankaravi'nin mehdîlik iddiasıyla bir ayaklanma teşebbüsünde bulunmak üzere
olduğuna dair kesin kayıtlara rastlanmıyorsa da, hem Melâmî rivayetinde, hem de
resmi belgelerde söz konusu edilen"fe-sad"ın, böyle bir teşebbüsü kastettiğine
şahsen biz kuvvetli bir ihtimal diye bakıyoruz. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman'ın son
yıllarında, gerek sık ve uzun savaşlar, gerekse iktisadi bazı problemler sebebiyle
Anadolu'daki sosyal düzenin bir buhran içine girmiş bulunması, daha önceki kutblar
zamanında da olduğu gibi, bu çiftçi Melâmî kutbunun da, zaten Melâmîliğin
geleneğinde kuvvetle yer etmiş bulunan mehdîci ideolojinin şevkiyle böyle bir
ayaklanma hareketi planlamasına rahatlıkla yol açmış olabilirdi. Çok muhtemelen bu
sezilmiş bulunmalıdır ki, merkezi yönetim harekete geçmiş ve şeyh idam olunmuştur.
E) Şehir Melâmîliğinden Merkezi Yönetime Kurban Verilen Kutb-mehdîler:
1. Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî (Çelebi Şeyh) (ö. 1539)
Pîr Aliyy-i Aksarâyî'nin oğlu olup, Melâmî kaynaklarının "Çelebi Şeyh", Osmanlı
kaynaklarının ise halk arasındaki şöhret bulmuş lakabıyla "Oğlan Şeyh" diye andıkları
İsmail-i Maşûkî, kısa ömrüne rağmen, Bayrâmiyye Melâmîliği tarihindeki en önemli
ideolojik ve yapısal değişimlerden birini gerçekleştiren şahsiyettir ve üzerinde önemle
durulması gerekir.60 Melâmî kaynakları, genç yaşında trajik bir şekilde ölüme
yollanan bu coşku dolu panteist şeyhten, adeta Melâmî geleneğinin Hallâc-ı
Mansûr'unu yaratmışlardır. Bu kaynaklar, henüz çok genç yaşlarında bıyığı yeni
terlemeye başlayan bir delikanlı olarak İstanbul'a gelen bu genç kutbun, harikulade
bir zekâ ve bilgi sahibi olduğunu ileri sürerler. Öyle sanıyoruz ki, Bayrâmiyye
Melâmîliği'ndeki sözünü ettiğimiz asıl sosyal dönüşüm, onun İstanbul'da geçirdiği
yıllar esnasında vuku bulmuştur.Bir defa İsmail-i Maşûkî'nin İstanbul'a gelmesi,
Bayrâmiyye Melâmîli-ği'nin, tarihinde ilk defa imparatorluk merkezine, yani kırsal
kesimden büyük şehre ayak basması, dolayısıyla tarikatın mensuplarının çiftçi köylü
ve kasabalılardan oluşan klasik sosyal tabanına yeni bir kesimin, şehirli esnaf
tabakasının eklenmesi demekti. Öyle anlaşılıyor ki, bu genç, ateşli, cezbeli ve
cerbezeli Melâmî kutbu, Aksaray'dan İstanbul'a gelişini takip eden yıllar içinde, daha
önce çiftçi ve köylülerden, timarlı sipahilerden oluşan bir taşra tarikatını, -aşağıda
bahsedilecek yeni bir kaynaktan öğrendiğimize göre kısmen daha önce babasının
halifeleri aracılığıyla bir ölçüde değişim başlatılmakla beraber- askerler ve
bürokratlar, şairler ve ediplerden oluşan bir entelektüel kesime, çoğunlukla da esnaf
ve tüccar tabakasına dayanan şehirli bir orta sınıf tarikatı durumuna yükseltmeye
muvaffak olmuştu. Nitekim kısa zamanda yaşı sebebiyle halk arasında "Oğlan Şeyh"
diye şöhret yapan bu genç şeyhzadenin, Ayasofya ve Bayezid camilerinde verdiği
vaazlarla etrafına coşkun bir mürid ve hayran kitlesi toplamayı başardığı müşahede
ediliyor.61 Coşkun mistik mizacı, anlaşıldığı kadarıyla gençliğinin de verdiği
pervasızlıkla, vaazlarında kendisini zındık ve mülhid olarak mahkeme önüne
çıkaracak sözler sarf etmesine sebep oluyordu. Melâmî kaynaklan, onun hulule
delalet edebilecek mistik coşku dolu şiirlerinden, rahatlıkla panteizme yorulabilecek
Vahdet-i Vücûd anlayışını yansıtan manzumelerinden bazılarını zikrederler.62
Lâlîzâde bu konuyu "seccade-i irşad ve kutbiyyetde Çelebi Şeyh (İsmail-i Maşûkî)
ikamet idicek cezebât-ı ilâhiyye galebe üzre zuhur idüp ma'ârif-i hakkânî ve esrâr-ı
rahmaniyi mutazammın türkî eş'âr ve ledünnî güftâr sudûra başladı" sözleriyle
anlatıyor.63 Melâmî kaynaklan onun İstanbul'a gelişinden altı ay sonra babası Pîr
Aliyy-i Aksarâyî'niıı vefat ettiğini, bunun üzerine Çelebi Şeyh'in Edirne'ye giderek
"birkaç zaman" orada kaldığını, bu sıralarda "henüz on dokuz yaşında mültehî olmuş
(sakalı yeni çıkmış) bir şâbb" olduğunu yazıyorlarsa da, niçin İstanbul'u bırakıp
Edirne'ye gittiğini, sonra neden tekrar İstanbul'a döndüğünü belirtmiyorlar.64 Ancak
İsmail-i Maşükî'nin İstanbul'a dönüşünün epeyce yankı uyandırdığı, Ayasofya ve
Bayezid cami-lerindeki bir yıldan fazla süren vaazlarının halk arasında büyük
heyecan yarattığı anlaşılıyor. Yine aynı kaynaklar, genç kutbun aleyhinde dolaşan
birtakım sözler yüzünden ortalığın karışmak üzere olduğu bir sırada, Kanuni Sultan
Süleyman'ın ona haber göndererek kendine erişebilecek herhangi bir felaketten
kurtulması için memleketine, yani Aksaray'a dönmesini tavsiye ettiğini, hatta bu
tavsiyeye kendi yaşlı müridlerinin de katıldığını, ancak onun bunlara kulak asmayıp
eski faaliyetlerine ve sözlerine devam ettiğini kaydediyorlar.65
Nihayet olan olmuş ve yapılan ihbarlar sonucu İsmail-i Maşûkî yakalanarak
müridleriyle birlikte zendeka ve ilhad suçundan mahkeme önüne çıkarılmıştır. Zeyl-i
Şakayık, bazı kimselerin, genç şeyhin halk arasında yol açtığı karmaşanın yaratacağı
tehlikeyi görerek Sahn müderrislerinden Çi-vizade'ye şikâyette bulunup onun
öldürülmesini istediklerini, bu şikâyet üzerine Çivizade'nin teşebbüsüyle olayın
mahkemeye intikal ettiğini, mahkeme heyetinin de, dönemin şeyhülislamı İbn Kemal
başta olmak üzere, zamanın Sahn müderrislerinden Ebussuud Efendi ile İstanbul
kadısı Şeyhî Çelebi'den ve diğer ileri gelen ulemadan oluştuğunu bildiriyor.66 Gerek
Atâyî'nin, gerek bizzat klasik Melâmî kaynaklarının haber verdiğine göre, mahkeme
935/ 1528-29 yılında vuku bulmuştur. Hatta bu mahkemenin bugün elimizde bulunan
resmi sicil kaydı çok açık bir biçimde 20 Zülhicce 945/9 Mayıs 1539 Cuma gibi kesin
bir tarihi ihtiva ediyor.67 Bu belgeden anlaşıldığına göre mahkeme, Oğlan Şeyh'in
sorgulanması esnasında, bizzat kendisinin huzurunda tam sekiz şahidin muhtelif
defalar ifadelerine başvurmuş ve ona isnat ettikleri sözleri tek tek dinlemiş ve
kendisine de dinlettirmiştir. Kaynaklara göre uzun tartışmaların sonunda mahkeme,
Oğlan Şeyh'in bir zındık ve mülhid olduğu sonucuna varmış ve Şeyhülislam İbn
Kemal'in verdiği, Ebussuud Efendi ile Şeyhî Efendi'nin de katıldıkları fetva ile bu genç
ve ateşli şeyhi müridleriyle birlikte idama mahkûm etmiştir.
Mahkemenin Oğlan Şeyh'in yargılanması konusunda çok hassas hareket ettiği,
sorgulamanın tek celsede bitirilmeyip birkaç celse uzatıldığı, mesele üzerinde uzun
uzun tartışıldığı, Ebussuud Efendi'nin buna benzer bir başka mahkeme dolayısıyla
(biraz aşağıda bahis konusu edilecek olan Gazanfer Dede hadisesi vesilesiyle)
zamanın veziriazamına yazdığı mektubundan anlaşılıyor. Yine bir Bayrâmiyye
Melâmîsi şeyhi olan Gazanfer Dede meselesinde bu defa bizzat şeyhülislam olarak
mahkemeye katılmış bulunan Ebussuud Efendi, önemli bir tarihi ve hukuki belge
niteliğindeki bu mektubunda, Oğlan Şeyh hakkındaki idam kararını nasıl aldıklarım
aynen şu satırlarla anlatıyor:
Anın katli emrinde fakîr hadd-i mutâdden hariç tevakkuf ve teenni itmişimdir. Merhum
Mevlânâ Şeyhî Çelebi ilhadına hükm itdikden sonra iki üç meclis dahî tevakkuf idüp
asla tevcihe mecal kalmayup ihtimal munkatı olmayınca hükm olmamışdır.68
Bu alıntı gösteriyor ki, Ebussuud Efendi, İsmail-i Maşûkî'yi idamdan kurtarmak için
elinden gelen gayreti sarf etmiş, davayı normal süreden fazla uzatarak bu genç
adamı kurtarmak için her türlü ihtimali deneyerek birkaç toplantı boyunca bir çıkış
yolu aramıştır (nitekim bu çıbş yolunu Gazanfer Dede için bulacaktır). Ancak
şahitlerin ifadelerindeki açıklık karşısında Şeyhülislam İbn Kemal'in ve İstanbul kadısı
Şeyhî Efendi'nin tutumları buna imkân vermediği gibi, deliller karşısında herhangi bir
çıkar yol bulamayan Ebussuud Efendi'nin de sonunda ikna olduğu ve hocasının
kararına katıldığı anlaşılmaktadır.
Sonuçta, Melâmîler'in Çelebi Şeyh'i, genç Melâmî kutbu İsmail-i Maşûkî, bu
cerbezeli, gözünü budaktan sakınmaz Vahdet-i Mevcûd'çu şeyh, İbn Kemal'in
(Melâmî kaynaklarına göre "vakı'a gayr-i mutabık lakin takrirlerine muvafık") fetvası
üzerine At Meydam'ndaki çeşme önünde, yanındaki on iki müridiyle beraber, "seyf-i
şeriat" ile boynu vurulmak suretiyle idam edilmiş, kesilen başı ve cesedi denize
atılmıştır.69
Melânıî geleneği İsmail-i Maşûkî'nin akıbetiyle ilgili olarak, öldürüleceğinin çok
önceden babası ve çevresi tarafından bilindiğini nakleder. Mesela, babasının şeyhi
Bünyâmin-i Ayâşî'nin, devletin hışmına kurban gideceğini çok önceden bildiği için ona
İbrahim Peygamber'in oğlu İsmail'in ismini verdiği söylenir.70 Yine aynı gelenek,
Kanuni Sultan Süleyman'ın, Irakeyn seferinden dönüşte Aksaray'a Pîr Ali'yi ziyaret
için uğradığında, oğlu İsmail'i yanına alıp İstanbul'a götürmek için izin istediğini,
padişahın bu isteğinin altındaki manayı sezen şeyhin, oğlunun akıbetini bilmesine
rağmen, kadere boyun eğerek buna izin verdiğini de bildirir.71 Ayrıca İsmail-i
Maşûkî'nin, aleyhinde çıkan söylentilerin hayatına mal olacağı tehlikesinden
bahsederek İstanbul'dan çıkıp memleketine gitmesini tavsiye eden yakınlarına, "Bize
serencamımız işaret ve beşaret olunmuş-dur. Kazaya teslimiz. Akıbet cismimiz gark-ı
hûn olacakdır... Emr-i Hak be-her hâl zuhur ider" diye cevap vererek kendi akıbetini
önceden bildiğini gösterdiğini Semerâtü'l-Fuâd kaydeder.72 Fakat bize göre İsmail-i
Maşûkî'nin kendini ölüme sürükleyen tavrı hakkında tasavvufı zihniyet çerçevesinde
makul bir yorumu, Sergüzeşt yazarı yapmaktadır: "Vakt-i şebâbda nail-i kutbiyyet
olan mahbûb ve meczûb, emr-i hilâfet kaydına tahammül idemez. Âdetullâh bunun
üzerine carîdir."73
Buraya kadar, merhum Gölpınarlı sayesinde bilinmekte olan klasik Melâmî
kaynaklarına ve Atâyî'ye dayanarak İsmail-i Maşûkî'nin trajik macerasını özetlemeye
çalıştık. Ancak birkaç yıl önce tamamen bir raslantı sonucu ortaya çıkan ve daha
önce bildiklerimizi gözden geçirmeyi gerekli kılan yeni bir kaynaktan burada söz
etmemiz gerekiyor. Ciddiyetle üzerinde durulması icap eden Mir'Atü'l-Işk adındaki bu
yeni kaynak, yine bir Melâmî kaynağıdır; üstelik İsmail-i Maşûkî'nin babasının yakın
çevresine mensup bulunduğu için bu ele avuca sığmaz delikanlıyı yakından tanıyan
Abdurrahman el-Askerî adlı bir Melâmî dervişinin kaleminden çıkmıştır. Abdurrahman
el-Askerî'nin bu eseri, yukarıda özetlediğimiz, klasik Melâmî kaynaklarının verdiği
bilgilerin bir kısmını düzeltme gereğini gündeme getiriyor.74 Kronolojik olarak diğer
bütün Melâmî kaynaklarından daha eski olması bir yana, yazarın, genç şeyhi
kendisine emanet edecek kadar babasının yakını olması, bahsettiği her olayın kesin
tarihini vermesi, eserinin değerini artırıyor ve onu itimat edilir kılıyor. Bu yeni kaynak
bize yetkili bir kalemden, özellikle İsmail-i Maşûkî'nin, babasıyla ve babasının bazı
mürid ve halifeleriyle ilişkileri, İstanbul'a gidişi ve bilhassa oradan Edirne'ye geçişi,
İstanbul'daki "irşad" faaliyetleri ve bu faaliyetlerin mahiyeti, idam tarihi hakkında yeni
veriler sunuyor, ancak bunun yanında da bazı problemler ortaya çıkarıyor.
Mir'âtü'l-Işk bu genç Melâmî kutbunun asıl adım bize veriyor: Oğlan Şeyh İsmail-i
Maşûkî'nin asıl adı Derviş Kemal'dir.75 Böylece "İsmail-i Maşûkî", ikinci ismi
olmaktadır. Fakat Derviş Kemal adının başka hiçbir Melâmî kaynağında geçmediğine
bakılırsa anlaşılan unutulmuş, takma olan ikinci ismiyle anılmıştır. Yine Mir'âtü'l-Işk\
göre, Melâmîliğin İstanbul'a ayak basması, İsmail-i Maşûkî'nin İstanbul'a
yerleşmesinden daha önce, 1532'lerde başlamıştır. Pîr Aliyy-i Aksarâyî oraya önce
Baba Hasan adlı bir halifesini, daha sonra Nebî Sûfî isimli bir diğer halifesini
göndererek özellikle esnaf içerisinde Melâmîliğin yayılmasını sağlamak için ilk
adımları atmıştır. Nebî Sûfi bir süre sonra, aralarında -sonradan Melâmîliğin Edirne
kolunun şeyhi olacak olan- halife Pîr Ahmed-i Edirnevî ve yazar Abdurrahman el-
Askerî'nin de bulunduğu yeni dervişleriyle beraber 1533'te Aksaray'a şeyhlerini
ziyarete gelmiştir.76 Burada bir süre Pîr Aliyy-i Aksarâyî'nin maiyetinde ikamet
ettikten sonra, şeyhleri, görevlerine devam etmek üzere dervişlerini tekrar İstanbul'a
yollar. Dervişler dönerken, o sıralarda Kayseri'de medresede okumakta olan genç
Derviş Kemal'i (İsmail-i Maşûkî)77 kendilerinin başına geçmek ve irşadda bulunmak
üzere ısrarla birlikte götürmek istemişlerdir.78 Ancak şeyh (metinden anlaşıldığı
kadarıyla) hem mizacına güvenmediğinden, hem gençliği ve tecrübesizliğinden dolayı
irşada yetkili görmediğinden, oğlunu istemeye istemeye, irşad faaliyetine
kalkışmamak ve yalnızca ilim öğrenmek üzere, özellikle de Pîr Ahmed-i Edirnevî'nin
sözünden dışarı çıkmamak şartıyla dervişlerin yanına katıp İstanbul'a yollamıştır.79
Fakat İstanbul'dan gelen -ve muhtemelen kendi gibi genç olan- yeni dervişlerin
teşvikleri yüzünden olsa gerek, genç şeyhzade Derviş Kemal, babasının sıkı
tenbihlerinin aksine, irşada ehil olduğuna karar vermiş ve Pîr Ahmed-i Edirnevî'nin
nasihatlerini dinlemeyerek yolda onunla kavga çıkarmış, kendine uyan dervişlerle
beraber 941/1534-35 tarihinde İstanbul'a gelmiştir.80
El-Askerî'nin anlattıklarına bakılırsa, gözü pek genç şeyhzade, ne babasının, ne de
halifesi Pîr Ahmed-i Edirnevî'nin nasihatlerine uymuş, konulan sıkı yasağa rağmen,
İstanbul'daki muhtelif camilerde "irşad"a başlamıştır. El-Askerî'nin ifadesine göre
"irşad"a mezun olmadığı halde inadını sürdüren ve bütün nasihatlara arka çeviren
Derviş Kemal, nihayet babasının halifesiyle büsbütün ters düşerek işi düşmanlığa
kadar vardırmış,81 bunun üzerine Pîr Ahmed-i Edirnevî, başta Mir'âtü'l-lşk yazarı
Abdurrahman el-Askerî olmak üzere, yanına kendi müridlerini alarak memleketi
Edirne'ye gitmiş ve orada Melâmîliği yaymaya başlayarak kısa zamanda pek çok
mürid edinmiştir. El-Askerî burada İsmail-i Maşükî'nin bu başarıyı kıskandığı için Pîr
Ahmed-i Edirnevî'nin arkasından Edirne'ye gittiğini ve onun aleyhinde propaganda
yaparak müridlerini kendi tarafına çevirmek için faaliyete giriştiğini, ancak
başaramadığını nakletmektedir.82
İş bu kadarla kalmamış, hadise Pîr Aliyy-i Aksarâyî'nin kulağına gitmiştir. Gelen
haberden çok rahatsız olan şeyh, bazı dervişlerini yollayarak oğlunu yanına
çağırtmışsa da, şeyhzade davete bilerek epeyce geç icabet etmiştir. Sonunda şeyh
oğluna tekrar sıkı nasihatlarda bulunmuştur. Oğlunun İstanbul'daki müridlerindeıı
bazılarının onu İstanbul'a geri götürmek istemelerine rağmen, bu isteklerini
reddetmiş, hatta Pîr Ahmed-i Edirnevî'yi de yanına getirterek oğluyla arasını bulmak
istemiş, yine nasihat edip irşadda bulunmasını yasaklayarak oğlunu tekrar onun
himayesine vermiştir. Ne var ki şeyhzade yine yan çizmiş ve İstanbul yolunda bir kere
daha babasına itaatsizlik edip kavga çıkararak Pîr Ahmed-i Edirnevî'nin ayrılıp
yeniden Edirne'ye dönmesine sebep olmuştur.83 El-Askerî onun İstanbul'a bu ikinci
gidişinin Kanuni Sultan Süleyman'ın Korfu seferine çıktığı tarihe (943/1537)
rastladığım belirtiyor.84 Böylece, eserinde her vesileyle şeyhi Fır Ahmed-i
Edirnevî'nin sadık bir müridi olduğunu gösteren el-Askerî'ye göre, Derviş Kemal "öz
başına bir râh-i cedîd peyda" eylemiş ve artık İstanbul'da bir Melâmî şeyhi olarak
kendine bağlanan mü-ridlerinin başında "irşad" faaliyetlerine devam etmiş, sonra-da
söz dinle-mezliğini hayatıyla ödemiş, "nakş-i vücûdı sahîfe-i rüzgârdan tîğ-i cellâd ile
hakk" edilmiş ve "nâ-bûd-ı nâ-peydâ" olmuştur.85 Abdurrahman el-Askerî'nin İsmail-i
Maşûkî olayına dair (kanaatimizce biraz taraflılık kokan, ama genelde kabul
edilemeyecek gibi görünmeyen) hikâyesi, aslında anlattıklarının olayın "binde biri"
bile olmadığını ve muradının sadece "nasihat" olduğunu belirten bir ifadeyle son
buluyor.86
Görüldüğü gibi, Mir'âtü'l-lşk bazı noktalara açıklık getiriyor. Bir defa, İsmail-i
Maşükî'nin İstanbul'a iki kere gittiğini, üstelik tarihleriyle beraber söylüyor. Ayrıca,
Edirne'deki ikametinin ise, rivayete göre Pîr Ahmed-i Edirnevî'nin faaliyetlerini
engellemek ve onun denişlerini kendi tarafına çekmek amacını taşıdığını belirtiyor.
Halbuki diğer kaynaklar İsmail-i Maşükî'nin bir kere, üstelik Kanuni Sultan Süleyman
tarafından (çok muhtemelen rehine olarak) İstanbul'a götürüldüğünü ve onun
tarafından bizzat himaye gördüğünü yazmaktadırlar. Belki daha mühim olanı,
babasının kendisine "irşad" izni vermemesine, gençlik ve tecrübesizliğini, gözü
pekliğini ileri sürerek iki defa men etmesine rağmen, genç şeyhin kendi tasavvuf
anlayışını korkusuzca açıklamaya son derece kararlı olmasıdır. İşte bu yüzden çok
muhtemeldir ki, Pîr Aliyy-i Aksarâyî aslında oğlunun irşad yapacak kadar bilgi ve
tecrübe sahibi olmamasından çok, gençliği, ataklığı ve gözü pekliği sebebiyle Melâmî
inançlarını hiç gizlemeden uluorta anlatarak devletin ve ulemanın tepkisini
çekmesinden, dolayısıyla hem kendi başına, hem de Melâmî cemaatine bir felaket
getirmesine yol açacak olmasından endişe etmiş ve daha çok bu sebeple ona yasak
koymak istemiştir.
Bununla beraber, Mir'âtü'l-Işk, İsmail-i Maşûkî'nin hayatını kronolojik olarak
aydınlatsa da, ölüm tarihi ve buna bağlı olarak idamına fetva veren şeyhülislamın
kimliği başta olmak üzere bazı konularda ortaya birtakım problemler de koyuyor. El-
Askerî'ye bakılırsa, îsmail-i Maşûkî'nin idamını 945/1538-39'a yerleştirmek gerekiyor.
Oysa -yukarıda görüldüğü gibi- istisnasız bütün kaynaklar 935/1529 tarihini veriyorlar.
İsmail E. Erünsal ise makalesinde Mir'âtü'l-Işk'z. dayanarak 1539 tarihini
benimsemekte, diğer kaynakların ve onlara tabi olan araştırmacıların verdiği
935/1529 tarihinin yanlış olduğu görüşünü ileri sürmekte, M. Akdağ'ın da doğru
olarak 945/1538-39 tarihini kabul ettiğini örnek göstermektedir.87 Aslında bu konuda
ilk araştırmanın sahibi merhum A. Gölpınar-lı'nın da, Melâmîlik ve Melâmîler\n basma
nüshasının sayfa kenarlarında sonradan yaptığı eklemelerde İsmail-i Maşûkî'nin idam
tarihini 945 olarak düzelttiği dikkati çekiyor.88
Atâyî'nin genç kutbun doğum tarihi olarak verdiği 914/1508-09 tarihine itibar edilirse,
İsmail-i Maşûkî'nin idam edildiği zaman otuz yaşları dolaylarında olması gerekiyor.
Oysa klasik Melâmî kaynakları onun hayatının on dokuz yaş dolaylarında sona
erdiğini bildirirler; Mir'âtü'l-Işk'fa. da açıktan olmasa bile, bu kayıtlan doğrulayan
ifadeler vardır. Ayrıca Oğlan Şeyh lakabı da onun otuz yaşlarından çok daha genç
olduğunu gösteriyor. Bu takdirde Atâyî'nin, genç şeyhzadenin idam tarihinde yanıldığı
gibi, doğum tarihi konusunda da yanıldığını, doğru doğum tarihinin muhtemelen
1519-20 olduğunu kabul etmek gerekecektir.
İş bu kadarla bitmemektedir. İsmail-i Maşûkî'nin idam tarihinin 945/1539 kabul
edilmesi halinde, idamına fetva veren şeyhülislamın, Atâyî'nin söylediği ve onu esas
alan (kendimiz dahil) bütün araştırmacıların kabul ettiği gibi İbn Kemal değil (zira İbn
Kemal'in 1535'te vefat ettiği kesin olarak bellidir), bir başkasının olması gerekiyor.
Nitekim Erünsal ve Öngören de bu noktayı vurgulamışlardır.89 Bu demektir ki, İbn
Kemal, el-Askerî'nin kaydına göre İsmail-i Maşûkî'nin 1537'ye rastlayan ikinci İstanbul
seferinden iki yıl önce ölmüştür. Bu itibarla söz konusu fetvayı verenin İbn Kemal
değil, 21 Şubat 1539'da vefat eden Sadullah Sadî Çelebi'nin yerine şeyhülislamlığa
getirilen ve 1542'de azledilen Çivizâde oğlu Muhyiddin Mehmed Efendi olması
gerekiyor.
Oysa Atâyî'nin Zeyl-i Şakâytk'mdz nakledilen şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin Şeyh
Hamza Bâlî ile ilgili fetvası ortadadır: "Üstadım Fâzıl-ı Rûm İbn Kemal merhum
fetvasıyla kati olan İsmail'in katli zendeka ve il-hada bina olunmuş idi. Şeyh Hamza
dahî ol tarîkde ise katli meşrudur."90 Görüldüğü gibi burada Ebussuud Efendi, üstelik
kendisinin de hazır bulunduğu İsmail-i Maşûkî'nin mahkemesinde fetvayı verenin, o
zaman şeyhülislam olan hocası İbn Kemal olduğunu açıkça söylemektedir. Eğer
İsmail-i Maşûkî gerçekten 1539'da idam edildiyse, o zaman Atâyî'nin bu kaydı ne
olacaktır?
İşte burada, aşağıda İsmail-i Maşûkî'nin düşüncelerini incelerken bahis konusu
edeceğimiz, daha önce de zikri geçen mahkeme sicil kaydı problemi çözüyor. Bu
sicilde mevcut tarih, ayıyla günüyle 20 Zilhicce 945 (9 Mayıs 1539) Cuma gibi kesin
bir tarihtir. Söz konusu bu sicillin üzerindeki tarih olan 945'in "4" rakamı -ekler
kısmındaki tıpkıbasımında da görüleceği gibi- net okunur bir şekilde olmayıp
karalanmıştır ve ilk bakışta "3"e çok benzemektedir. Nitekim biz de vaktiyle -
muhakkak ki Atâyî'nin ve Melâmî kaynaklarının etkisiyle- bunu "3", dolayısıyla tarihi
935 olarak okumuş ve 20 Zilhicce 935 (25 Ağustos 1529) olarak zikretmiştik.91
Merhum Akdağ ise, Erünsal'ın belirttiği gibi gerçekten bu tarihi doğru olarak 945
okumuş ve kitabında bunun miladi karşılığı olan 1539'u vermiştir.92 Nitekim 20
Zilhicce 935 (25 Ağustos 1529) tarihi cumaya değil, çarşambaya rastlamaktadır.
Buna mukabil 20 Zilhicce 945 tarihi ise gerçekten 9 Mayıs 1539 cuma gününe karşılık
gelmektedir. Bu suretle Mir'âtü'l-Işk gibi bir görgü şahidinin kaleminden çıkmış birinci
elden bir kaynağın verdiği kronoloji, bizzat resmi bir belge tarafından da
doğrulanmaktadır. Bu durumda Mustafa Akdağ ve İsmail Erünsal doğru tarihi
vermişlerdir. Böyle olunca Atâyî'nin yukarıya aldığımız kaydı, kesin görünümüne
rağmen geçerliliğini yitirmektedir.
Her durumda, Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî'nin trajik sonu, henüz yirmi yaşında bir
genç olması sebebiyle de bir kısım halk arasında büyük bir üzüntüyle karşılanmış ve
kısa zamanda zulmen katledildiğini vurgulayan, defnolunduğu yere nur indiğini
bildiren birtakım menkabelerin çıkmasına yol açmıştır.93 Hatta müellif Atâyî de
mesele hakkında "Ve'1-ilmü ind'Allâhi'l-Alîmi'l-Habîr" diyerek genç şeyhin idamının
yerindeliğinden şüphe duyduğunu ve hakiki mahiyetini bilemediğini adeta göstermek
ister.94
Dostları ilə paylaş: |