Ahbâr, Târîb-i Pecevî, Târîh-i Hasan Beğzâde, Târîh-i Solakzâde ve Sabâ-ifü'l-Ahbâr
gibi, daha sonraki diğer vekayinamelere kaynaklık eden metni oluşturması
bakımından dikkat çekiyor.81 Molla Kâbız konusundaki diğer iki çağdaş metin ise,
Divan-ı Hümâyun'daki mahkemede onunla karşı karşıya gelerek fikir ve görüşlerini
bizzat tartışan, hakkındaki fetvayı veren, zamanın ünlü şeyhülislamı Şemseddîn
Ahmed ibn Kemal'in (Kemal Paşazade) bu olayla ilgili olarak kaleme aldığı üç mühim
risaledir. Bunlardan birincisi, Molla Kâbız tarafından ileri sürülen fikirlerin tartışılıp
reddedildiği Risale fî Efdaliyyet'i Muhammed Aleyhisselâm 'alâ Sâiri'l-Enbi-yâ'i ve'l-
Mürselîn Aleyhimüsselâm (Muhammed Aleyhisselâm'ın Diğer Nebilere ve Resullere
Üstünlüğüne Dair Risale),82 ikincisi, es-Seyfü'l-Mes-lûl fi Sebbi'r-Resûl (Peygamber'e
Hakaret Konusunda Sıyrılmış Kılıç),83 diğeriyse, sonunda kısaca Molla Kâbız'dan
bahseden bir kısmın da yer aldığı, eski ulemanın içtihatlarından yapılan nakiller
ışığında zındıklık konusunu tartışan Risale fi-mâ Teteallaku bı-Lafzı'z-Zindîk'tir
(Zındık Sözüyle Alâkalı Hususlara Dair Risale).84 Bu sayılanların dışında, Zeyl-i Şa-
kâyık\&i ve özellikle bu konuda Osmanlı kaynaklarında bulunmayan bazı önemli
detaylara yer veren d'Ohsson'un Tableau GeneraPini zikretmek gerekir.86 Tabiatıyla
d'Ohsson gibi, Joseph voıı Hammer'den itibaren Batılı Osmanlı tarihçileri ve modern
araştırmacılar, İslam içinde Hz. İsa'ya ağırlık veren bir inanç grubunun öncüsü olması
sebebiyle Molla Kâbız'a özel bir ilgi ve sempati duymuşlardır.87
Bu sayılan kaynaklar, yalnızca Molla Kâbız'ın yaptığı propaganda sonucu yakalanıp
yargılanması ve idamıyla ilgili bilgileri verirken, bir yığın da cevapsız sorunun ortaya
çıkmasına sebep olurlar. Bu soruların cevaplarını alabilmek pek mümkün
görünmüyor. Mesela bu kaynakların hiçbirinde onun kim olduğu, nasıl bir ortamdan
geldiği, tahsil süreci, ilmiye silkine intisabı, ilişkide bulunduğu şahsiyetler vb konulan
aydınlığa çıkaracak veriler mevcut değildir. Molla Kâbız'ın kökeni konusunda
Celalzâde, Âlî ve Peçevî'de herhangi bir ifadeye rastlanmazken, Hasan Beğzâde ve
So-lakzâde onun "Cânib-i Şark"tan, Atâyî ise "Vilâyet-i Acem"den İstanbul'a geldiğini
yazarlar.88 Aşağıda görüleceği gibi, modern araştırmacılar daha çok Molla Kâbız'ın
"Vilâyet-i Acem"den geldiğine dair ifadelere dayandıklarından, Fars kökenli, yani
İranlı olduğunu yazmışlar,89 hatta bu sebeple propagandasını yaptığı öğretide Hurûfi
etkilerini haklı olarak söz konusu etmişlerdir.90 Gerçekten, birinci bölümde
açıklanmaya çalışılan Osmanlı topraklarındaki Hurufilik faaliyetleri ve propagandası
göz önüne alındığı zaman, bu teşhise hak vermemek mümkün değildir. Nitekim
Hurûfi propagandasının yaydığı temel inançlardan biri de Hz. İsa'nın peygamberler
arasında en yüksek mevkii işgal ettiğiydi.
Kaynaklar, Molla Kâbız'ın İstanbul'a gelerek tahsilini burada tamamladığını
bildiriyorlar. Nerede, hangi görevde veya hangi mevkide bulunduğu belirtilmemekle
beraber, kendisinin zamanla İstanbul'da ulema zümresine dahil olduğu görülüyor.
Osmanlı kaynakları, bu görevini sürdürürken, günün birinde onun "Hz. İsa'nın Hz.
Muhammed'den üstün olduğu" iddiasıyla ortaya atılarak "tab'-ı fâyızı zendeka ve
ilhad tarîkine câri ve itikadına fesad gelmiş olup dalâlet yollarına sâlik" olduğunu,
"tarîk-i Şer'-i Şerif den inhiraf ettiğini ve "mürtekib-i fısk u fücur" olmaya başladığını
yazarken91 d'Ohsson onların kaydetmediği önemli bir ayrıntıya yer veriyor. D'Ohs-
son'a göre çok iyi yetişmiş bir âlim olan Kâbız Efendi (Cabiz Efendy), hem Kur'an-ı
Kerîm'i ve onunla ilgili bilimleri, hem de İncil'i ve yorumunu çok iyi biliyordu.92 Ayrıca
Hıristiyanları seviyor, kendilerini evine misafir ediyor, onlarla Hıristiyan akaidinin ve
ahlakının saflığı, temizliği konusunda sohbetler yapıyordu. Üstelik fikirlerini yalnız
halka değil, tanıdığı ulemaya da anlatıyordu.93 Bu ayrıntı, Molla Kâbız'ın durup
dururken böyle bir yola girmediğini, uzun zamandan beri İstanbul'daki yüksek
Hıristiyan çevreleriyle de yakın ilişkiler içinde bulunduğunu göstermektedir.
Osmanlı kaynaklarının "Kâbız-ı mülhid", "Kâbız-ı bî-dîn", "Kâbız-ı herze-kâr" veya
"Kâbız-ı yâve-gûy" diye hakaretle andıkları, içki içtiğini söyledikleri Molla Kâbız,
rivayete göre fikir ve düşüncelerini meyhanelerde ve gittiği diğer yerlerde rastladığı
insanlara naklederek onların kafalarını karıştırıyordu. Ulemadan olması, bu sebeple
çok iyi bildiği ve tevil ettiği âyet ve hadisler eşliğinde sergilediği fikirleri, bir kısım
Müslüman halk üzerinde çok etkili olmuş olmalı ki, bir süre sonra taraftarları
çoğalmaya ve aradan fazla bir zaman geçmeden İstanbul bu olayla çalkalanmaya
başladı.94 O devirde Müslüman bir ülkede, üstelik bu ülkenin, İslam'ı kendi yönetim
politikasının temeli yapmış bir imparatorluğun başkentinde böyle bir iddia ile ortaya
atılmanın ne kadar tehlikeli olduğu düşünülürse, Molla Kâbız'ın yaptığı işin boyutu
anlaşılır. Bu iddianın İstanbul'da çıkardığı gürültünün yankısını, aynı devirde Paris'in
göbeğinde yüksek sınıfa mensup bir papazın, meslektaşlarına ve uluorta önüne
gelen herkese Hz. Muhammed'in Hz. İsa'dan daha üstün ve daha faziletli olduğunu
söylediğinde kopacak kıyametle karşılaştırmak, olayın vahamet boyutlarını tahayyül
edebilmek için yeterlidir.
Kaynaklar, vaziyetin vahamet kesbettiğini ve şehirde kargaşa çıkmak üzere olduğunu
sezen bir kısım ulemanın, bu işin peşine düşerek Molla Kâbız'ı yakalayıp Divan-ı
Hümâyun'a sevk ettiklerini belirtiyorlar. Mol-la'yı teslim alan Veziriazam İbrahim Paşa,
meseleyi tahkik etmek, iddialarını dinlemek ve yargılamak üzere onu Rumeli
Kazaskeri Fenârîzâde Muhyiddîn Çelebi ile, Anadolu kazaskeri Kâdirî Çelebi'ye
havale etti. Kazaskerler Molla'yı sorguya çektiler. Fakat o iddialarını birbiri peşi sıra
ortaya döküp onları desteklemek için Kur'an-ı Kerîm'den âyetler okuyarak
yorumlamaya girişti. D'Ohsson'a göre, Kâbız Efendi kendinden çok emin bir tarzda
konuşuyor, İslam'ın bütün temel prensiplerini Kur'an'da-kinin ve tefsir âlimlerinin o
zamana kadar söylediklerinin tamamen aksi doğrultuda yorumluyordu. Aynı zamanda
İslam'ın bütün esaslarının tahrif edildiğini, Kur'an-ı Kerîm'in "büyük ölçüde Kitab-ı
Mukaddes'e dayalı" olmasına rağmen, Allah'ın yeryüzündeki bütün insanlığa
emirlerini bildiren bu kitabın esprisine aykırı olduğunu iddia ediyordu.95 Onun
iddialarını bilimsel yolla redde muvaffak olamayan kazaskerler sinirlenmeye, bağırıp
çağırmaya ve Molla Kâbız'ı tehdit etmeye başladılar. Sonunda ölümüne hükmettiler.
Bu oturumu dikkat ve sabırla takip eden Veziriazam İbrahim Paşa, kazaskerlerin
aczine, bilimsel yetersizliklerine ve hukuk açısından işledikleri hataya çok öfkelendi;
görevlerinin onu böyle kızarak, örfle tehdit ederek değil, ilimle ve hukuka uygun bir
şekilde mahkûm etmek olduğunu hatırlattı. Bu ilk mahkemede mahkûm edilemeyen
Molla Kâbız da böylece tekrar hapse yollandı.96 Bu vesileyle Osmanlı kaynaklarının
hemen hepsi, davaya bakan kazaskerlerin, resmen işgal ettikleri makamlara layık
bilimsel kapasiteye sahip bulunmadıklarını yazmakta ve onları eleştirmektedirler.
Durumu kafes arkasından kızgınlıkla karışık bir sıkıntıyla takip etmekte olup, Molla
Kâbız'ın tezinin bilimsel olarak reddedilememesinden son derece rahatsız olan
Kanuni Sultan Süleyman, "Bir mülhid dîvanımıza gelüp Peygamberimiz iki cihan
fahrine -salevâtullahi aleyhi ve selâmuhû-tafdîl-i Hazret-i İsa eyleyüp müddeâsı
isbâtında ekavîl-i bâtıla tenzil eyle-ye, şüphesi zail olmayup ve cevâbı virilmeyüp
niçün hakkından gelinme-234 di? " şeklinde hissiyatını ortaya koydu.97 Veziriazam
durumu bir kere daha açıkladı. Ancak kazaskerlerin mahkemesinden kesinlikle
memnun olmayan sultan, bu defa Şeyhülislam İbn Kemal ve o zamanlar İstanbul
kadısı bulunan Sadî Efendi'nin divana davet edilerek Molla Kâbız'ın davasına
yeniden bakılmasını emretti. Bunun üzerine kendilerine haber gönderilerek sultanın
emri iletildi.
Ertesi gün Dîvan-ı Hümâyun'da mahkeme yeniden kuruldu. Bu yeni mahkeme,
Veziriazam İbrahim Paşa'nın başkanlığında, kaynaklarda ilmi ve ahlaki faziletleri
övgüyle kaydedilen Şeyhülislam İbn Kemal ve onun kadar mühim bir şahsiyet olduğu
belirtilen İstanbul kadısı Sadî Efen-di'den teşekkül ediyor ve diğer bazı ileri gelen
ulema da hazır bulunuyordu. Kaynaklar, kazaskerlerin de başlangıçta orada
bulunmalarına rağmen, bir süre sonra utançlarından divanı terk ettiklerini, ayrıca
bilimdeki şöhretini daha önceden işittiği şeyhülislamı karşısında gören Molla Kâbız'ın
şaşaladığını yazarlar.98
Bu yeni mahkeme heyeti, Molla Kâbız'dan iddialarını tekrarlamasını istedi. Molla, yine
kendinden emin, bir gün evvel söylediklerini tekrarladı ve kendini savundu. Rivayet
olunduğuna göre, İbn Kemal onu sonuna kadar dinlemiş ve son derece yumuşak bir
üslupla, ileri sürdüğü delilleri birer birer eleştirip çürütmüş, Molla'nın kendisine delil
gösterdiği âyet ve hadisleri yanlış anladığını ispat etmişti. D'Ohsson, İbn Kemal'in
(Mo-uphthy) aynı şekilde Kur'an-ı Kerim 'e ve Kitab-ı Mukaddes'e dayanarak Molla'ya
karşı koyduğunu yazıyor ki, İbn Kemal'in ilmi seviyesinin yalnız Osmanlı
kaynaklarının şahadetiyle sınırlı olmadığını göstermesi bakımından ilginçtir. Kısacası,
iddialarının çürütülmesi üzerine yenilgiyi kabullenmekten başka yapacak bir şeyi
olmayan Molla Kâbız'a da, kaynakların ifadesine göre, "başını önüne eğerek aczini
kabul etmek" kalıyordu.99 İşte Osmanlı vekayinamelerinde yer aldığı kadarıyla
Molla'nın İbn Kemal'le tartışmasının hikâyesi böyledir.
Eğer bugün elimizde bu mahkemenin kayıtları olsaydı, belki biraz daha geniş ve
aydınlatıcı bilgi sahibi olmak, en azından Molla Kâbız'ın hangi delilleri ileri sürdüğü
konusunda tafsilatı öğrenmek mümkün olabilirdi. Fakat ne yazık ki bugün için bundan
mahrumuz. Buna karşılık, şeyhülislamın ona hangi delillerle karşılık verdiği
konusunda ise, bizzat kendi kaleminden çıkmış risalesi sayesinde bilgi edinebiliyoruz.
Bu risalede İbn Kemal, Molla Kâbız'ın adını hiç anmaksızın ve olaya telmihte
bulunmaksızın, doğrudan doğruya Hz. Muhammed'in neden diğer peygamberlere
üstün olduğu meselesini tartışır. Bu tartışmasında delil olarak başvurduğu
referanslar, tıpkı Molla Kâbız gibi bizzat Kur'an-ı Kerîm âyetleri, Pey-gamber'in kendi
hadisleri ve Sâdeddîn-i Teftazânî, el-Kurtubî vb eski İslam ulemasının bu konudaki
sözleridir. İbn Kemal bunların dışında bazı akli deliller de ileri sürmekte, sonuç olarak
özellikle, Hz. Muhammed'in bütün diğer peygamberlerden sonra gelen ve daveti
belirli kitlelere, topluluklara değil, bütün insanlığa hitap eden bir peygamber hüviyetini
taşıması sebebiyle, kendinden önceki bütün peygamberlerden üstün bir mevkide
olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca onun getirdiği şeriatın, en son ve en mükemmel
şeriat olarak eskileri ortadan kaldırmış bulunması dolayısıyla, Hz. Muhammed'in bu
üstünlüğe bu açıdan da hak kazandığı konusu üstünde durur.100 Şeyhülislamın,
Molla Kâbız ile yüz yüze tartışırken de aşağı yukarı aynı şeyleri söylediğini tahmin
edebiliriz.
Her halükârda, sultanın isteği yerine gelmiş, bir Müslüman imparatorluğun
başkentinde Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'den daha üstün olduğunu iddia eden Molla
Kâbız, kaynakların rivayetine göre bilimsel olarak yenilgiye uğratılmıştı. Tartışmanın
sonunda Şeyhülislam İbn Kemal, bu iddiası sebebiyle Molla Kâbız'ın bir zındık ve
mülhid sayılacağına dair fetvasını verdi. Nitekim, daha önce sözünü ettiğimiz zındıklık
hakkındaki risalesinin son kısmında Molla Kâbız'a ayırdığı pasajda da, Molla'nın tam
anlamıyla klasik fıkıh tarifi üzerine zendeka suçu işlediğini, sapkınlığının hiçbir
şüpheye yer vermeyecek biçimde ortaya çıktığını, bu konuda ne halktan utanıp, ne
de Hâlik'ten korktuğunu bildirmektedir.101 Bundan sonrası, yani Molla Kâbız'ın
akıbetine ait hükmü vermek, yüksek yargı makamının, İstanbul kadısı Sadî Efendi'nin
işiydi. Sadî Efendi şer'î usul gereği, Molla'ya iddiasından vazgeçip tevbe ederek Ehl-i
Sünnet imanına dönmesini teklif ve bunda ısrar ettiyse de, o kesinlikle kabule
yanaşmadı. Bunun üzerine Sadî Efendi, şeyhülislamın verdiği fetvanın gereği olarak
mahkûmun boynunun vurulmasına hükmetti ve hüküm hemen orada infaz
olundu.102 Böylece Molla Kâbız, akıbetini bile bile, canı pahasına son anına kadar
iddiasından vazgeçmediğini göstermiş oluyordu. Onun tek başına, zamanın en güçlü
hükümdarının huzurunda, en yüksek ulema karşısında ölüm pahasına inancına sadık
kalmaktaki azim ve sebatını takdir etmemek elde değildir.
Bu olayı Molla Lûtfî hadisesiyle karşılaştırdığımızda, üzerinde durulması gereken
bazı meseleler vardır. Her şeyden önce Molla Kâbız olayının diğerinden birçok
noktadan farklı olduğunu söylemek gerekir. Bir defa, Molla Kâbız'ın Molla Lûtfî
çapında bir âlim olduğunu söyleyebilmek çok zordur. Çünkü ikincisinden bazı önemli
eserler bugüne intikal ettiği halde, birincisinden bugüne kalan tek satıra dahi
rastlanmamıştır. Ayrıca Molla Lûtfi'den Molla Kâbız'ın iddiasına benzer herhangi bir
iddia çıkmadığı gibi, o ısrarla kendisinin Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde
olduğunu vurgulamasına rağmen usulsüz bir muhakemeyle idama mahkûm edilmiş
ve cezası infaz olunmuştur. Molla Kâbız ise ölümü pahasına iddiasından
vazgeçmediği, Molla Lûtfi'den esirgenen ısrarlı tevbe taleplerine iltifat etmediği halde,
muhakemesi tamamiyle Hanefi hukuk prosedürüne uygun cereyan etmiş, o dönemin
ve ortamın mantığına göre "meşru" bir gerekçeyle idam olunmuştur.
Yalnız bu olayda gözden uzak tutulmaması ve altı çizilmesi gereken bir husus da
şudur: Molla Kâbız Hıristiyanlığa geçmiş bir mürted değildir. Kendisi böyle bir itirafta
veya beyanda bulunmadığı gibi, kaynaklar da ona böyle bir sıfat atfetmiyorlar. Zaten
dikkat edilirse, mürtedlikten değil, zındıklık ve mülhidlikten yargılanmıştır. Yani o, İ.
Hami Dâniş-mend'in de belirttiği gibi, Müslüman kimliğini terk etmiş olduğu halde Hz.
İsa'yı üstün tutmamış, aksine Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Muham-med'in hadislerinden
deliller getirerek davasını İslam dairesinde ve Müslüman bir âlim kimliği altında
savunmuştur.103
İddiasına ve bu çerçevede fikirlerine gelince, doğrusunu söylemek gerekirse, bunların
teolojik bir polemik olmaktan öteye ciddi bir bilimsel değeri ve özelliği olduğunu, İslam
düşünce tarihinde yeni bir perspektif veya yeni bir fikir cereyanı oluşturacak bir
kıymet taşıdıklarını ileri sürmek mümkün değildir. İ. Hami Dânişmend bu noktaya
dikkat çektikten sonra, Molla Kâbız'ın fikirlerinde bir kıymet bulunmaktan ziyade,
halkın itikadını karıştıracak bir mahiyet arz ettiğini, bu yüzden, Molla'nın cezasız
kalması halinde içtimai bir tehlikenin belireceğini, dolayısıyla idam cezasının isabetli
bulunduğunu ileri sürer.104
Ne var ki Molla Kâbız olayı, başka açılardan da bize ilginç bir tablo sergilemektedir:
Gerek İslam ilahiyatında, gerekse Hıristiyan ilahiyatında hiç de küçümsenmeyecek bir
bilgi birikimine sahip bulunduğu anlaşılan Molla Kâbız karşısında Osmanlı
ulemasının, üstelik yüksek ulemasının, imparatorluğun en parlak dönemini yaşadığı
bir devirde dahi -bizzat Osmanlı kaynaklarının kendi şahadetlerinin de gösterdiği gibi-
iyi yetişmemiş bulundukları, Hıristiyan teolojisi bir yana, İslam ilahiyatına dair
bilgilerinin bile yeterli seviyede olmadığı açıkça belirmektedir. Oysa geniş ve
heterojen bir Hıristiyan halklar topluluğunu yöneten bir imparatorluğun en üst düzey
ulemasının, bu halkların inançları konusunda da oldukça yeterli bir bilgi birikimine
malik bulunmaları beklenirdi. Hatta Osmanlı kaynaklarının övücü ifadelerine rağmen,
İbn Kemal'in dahi Hıristiyan teolojisi konusunda ciddi bir tartışmayı sürdürecek bir
bilgi birikimine sahip bulunmadığı gözleniyor. Nitekim İbn Kemal'in yukarıda sözü
edilen, Molla Kâbız'ın iddialarına karşı kaleme aldığı iki risalesinde yazdıkları, bu
gözlemi doğrular niteliktedir. Onun bu risalelerde yazdıkları, klasik İslam
kelâmcılanndan bir adım öteye gitmemekte, onların İslami nakli delillere dayalı olarak
söylediklerinin bir bakıma tekrarından öteye geçmemektedir. Herhalde kendisinin
Molla Kâbız'la karşı karşıya geldiği zaman söyledikleri de bu yazdıklarından farklı
olmamalıdır. Bu ise Osmanlı kelâmının bilimsel seviye olarak klasik döneme oranla
ileri aşamada bulunmadığını düşündürecek bir kanıt olarak kabul edilebilir.
Akıbetine rağmen, Molla'nın fikirlerini ölümü pahasına ısrarla ve inatla savunması,
hayatı bağışlanacağı kendisine defalarca tekrarlandığı halde iddiasından
vazgeçmemesi ise meselenin ayrı bir boyutudur. O ölümden korkmamış, fikirlerinin
doğruluğuna büyük bir iman içinde, akıbetini tevekkülle karşılayacak kadar cesaret ve
sebat göstermiştir. Doğrusu bu tavrı üstünde düşünülmeye değer görünmektedir.
Molla Kâbız'ın 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun başkentinde,
Müslüman olduğu halde Hz. İsa'ya ve İncil'e, daha doğrusu Kitab-ı Mukaddes'e önem
veren, onun hükmünün de Kur'an-ı Kerîm gibi hâlâ yürürlükte olduğuna inanan tek
kişi olduğunu düşünmek yanlıştır. Onu takip eden, ona bağlı halktan ve ulemadan
bazı kimseler mevcut bulunduğu gibi, Hakîm İshak benzeri daha başka kişilerin
mevcudiyetine de şahit oluyoruz.
2. Hakîm İshak (ö. ?):
Bu zat hakkında şimdilik bütün bilinen, Ebussuud Efendi'nin fetvala-rındaki üç beş
satırla sınırlı kalıyor. Eğer bu fetva metni de olmasaydı, İs--tanbul'da Kanuni Sultan
Süleyman devrinde Hakîm İshak'ın ve taraftarla-: rının yaşadığına dair hiçbir iz
bulunmayacaktı.
Fetva metninden anlaşıldığına göre, Hakîm İshak ve taraftarları, "hâli-yâ Yehûd ve
Nesârâ ellerinde Tevrat ve İncil inzal olundığı üzerinedir, asla tağyir olunmaz"
şeklinde, Molla Kâbız'ın tezine benzer bir tezle ortaya çıkmışlardı.105 Bütün bilinen
bundan ibarettir. Molla Kâbız'a dair Osmanlı kaynaklarındaki malumatın nisbeten
bolluğuna karşılık, Hakîm İshak'ın kim olduğu hakkında vekayinamelerin sessiz
kalması ve birkaç satırlık dahi bir bilgiye rastlanmamış olması ilginçtir. Ayrıca Hakîm
İshak adı bizce başlı başına bir problem ortaya koyuyor. Bir defa bu zatın Molla Lûtfî
veya Molla Kâbız gibi Molla unvanını değil de Hakîm unvanıyla tanınmış olması, ilk
bakışta onun ulemadan olmadığı izlenimini bırakıyorsa da, bundan pek emin
olmamak gerekir. Belki ulemadan olmakla beraber, felsefeyle meşgul olması
sebebiyle böyle bir unvanla anılmış olması söz konusu edilebilir. Ayrıca, İshak adını
taşıması -Müslümanlar arasında da çok kullanılan bir isim olmakla birlikte- ileri
sürdüğü iddiaya bakılırsa, mühtedi kökenli olabileceği ihtimalini hatıra getirdiği gibi,
Molla Kâbız benzeri muhtemelen Hurûfi etkilerini taşıyan, bu sebeple Kitab-ı
Mukaddes'i savunan bir şahsiyet olmasının da akla yakın bulunduğunu ihsas ediyor.
Bununla beraber Hakîm İshak'ı ve müridlerini 16. yüzyılda imparatorluk başkentindeki
Osmanlı ulema kesimi içinde mevcut olduğuna şüphe bulunmayan İsevî eğilimlerin
bir başka temsilcisi olarak görmek gerekiyor.
3. Diğerleri:
Aslında bu İsevî Müslümanlık eğilimlerinin Osmanlı başkentindeki temsilcilerinin,
yalnızca Osmanlı kaynaklarının kaydettiği Molla Kâbız ve Hakîm İshak'tan ibaret
olmadığını, daha eski tarihlerden beri ve onlardan sonra da İstanbul'da daha başka
şahısların ve çevrelerin bulunduğunu, o dönemlerde başkentte yaşamış Batılı
gözlemcilerin ifadelerinden öğreniyoruz. Bunların verdikleri bilgilerin her zaman
doğruyu yansıtmadığını, hatta bazılarının, Müslümanların Hz. İsa hakkındaki
inançlarını tanımadıklarından Hz. İsa hakkındaki saygılı ifadeleri pekâlâ Hıristiyanlık
sem-patizanlığı şeklinde değerlendirebileceklerini, yahut bir kısım sûfi çevrelerde Hz.
İsa'ya dair bazı mistik telakkileri gizli Hıristiyanlıkla yorumlayabileceklerini
unutmamak gerekir. Fakat bu arada bazı ilginç olayları da tespit ettiklerini kabul
etmeliyiz.
Franz Babinger, 15. yüzyılın sonlarına ait Cronaca Zancaruola isimli bir İtalyan
kaynağından naklen, vaazlarında hararetle Hz. İsa'nın üstünlüğüne dair bazı
düşünceler ileri süren İranlı bir vaizin Edirne'de idamından bahsetmektedir.106 Bu
zatın, Şakâyık-ı Nu^mâniyye'dc Edirne'de idam edildiğinden bahsolunan Hurûfi ile
aynı kişi olduğu kanaatindedir. Bu bizce de mümkün görünüyor. Colin Imber ise, yine
bir İtalyan kaynağından naklen bu defa da 1495'te İstanbul'da tanık olunan bir başka
olayı naklediyor. Buna göre, yirmi dört kadı Hz. İsa'nın talim ettiği inançların İslam
inançlarından üstün olduğuna dair propaganda yaptıkları için yakalanmışlar ve
sultanın emriyle hapse atılmışlardır. Bir gece hapiste kalan kadılar, ertesi gün
yargılanarak on ikisinin hakkındaki ithamlar sabit görüldüğünden ölüme mahkûm
edilmiş, diğer on ikisi ise kurtulmuştur.107 Söz konusu yıllarda Osmanlı
İmparatorluğu'nda Hurûfi propagandasının yaygınlığı hesaba katılırsa, bu kadıların
Hurûfi oldukları kuvvetli bir ihtimal olarak görülebilir.
Michel Balivet de yine bazı Batılı kaynaklara dayanarak, Molla Kâbız olayına çok
benzeyen, ondan yaklaşık on yıl kadar sonra vuku bulduğu rivayet edilen bir dizi
hadiseden bahsediyor. Bunların birincisi yine ulemadan bir zat olup, Molla Kâbız'dan
tam on yıl sonra, 1537'de ortaya çıkmıştır. Bu zat, Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'den
üstün olduğunu, çünkü Hz. Muhammed'in cesedinin Mekke'de (?) gömülü olmasına
karşılık Hz. İsa'nın gökte ebediyen hayatta kalacağını ileri sürüyordu. Bu zatın ne adı,
ne de kim olduğu hakkında tafsilat verilmemektedir.108 İkinci olayı, 1539'da
İstanbul'dan İtalya'ya gönderilen bir mektuptan öğreniyoruz.109 Adı meçhul mektup
sahibi, 1539 yılının temmuz ayında, yani Molla Kâbız olayından tam on iki yıl sonra,
Kanuni Sultan Süleyman'ın huzurunda cereyan eden bir tartışmadan bahsetmektedir.
Rivayete göre ulemanın huzurda bulunduğu bir sırada söz İslam ile Hıristiyanlığın
karşılaştırılmasına intikal etmiş, sultan onlara İslam'dan sonra en iyi dinin hangisi
olduğunu sormuştur. Aralarından en yaşlı olanının, hayatını hak dini İslam'ı
incelemekle geçirdiğini, ancak diğer dinler hakkında hiçbir şey bilmediğini söylemesi
üzerine sultan kızmış, başka dinlerin hücumlarından İslam'ı koruyabilmek için o
dinleri de bilmek gerektiğini ihtar etmiştir. Bu defa, sultanın kızgınlığını gidermek için
ulemadan daha genç biri söz almış ve İslam'dan sonra en iyi dinin Hıristiyanlık
olduğunu, ancak yoldan sapmış Hıristiyanların gerçekte ondan hiçbir şey muhafaza
etmediğini bildirerek bizzat Hz. Muhammed'in Hz. İsa'nın hem Mesih, hem de
Dostları ilə paylaş: |