908) sözleriyle kutb kavramından da söz eder.24
Bazen Gavs (yardım) ile aynı anlamda kullanılmakta, bazen de, sâhi-bü'l-vakt veya
sâhibü'z-zaman (Sâhib-zaman) kelimeleriyle ifade edilip insan-ı kâmil kavramıyla da
özdeş kabul edilen bu terim, daha sonraki tasavvuf kaynaklarında da uzun uzadıya
açıklanmıştır. Menşei itibariyle herhalde İslam öncesi İran mistik kültürü ve
muhtemelen Yeni-Eflatuncu telakkilerin etkisiyle tasavvuf düşüncesinde teşekkül
etmiş olması gereken kutb anlayışı, velayet teorisine göre, bu kâinatın yönetiminden
sorumlu olup aşağıdan yukarıya doğru, sayıları giderek azalmak suretiyle bir
mertebeler silsilesi meydana getiren "velîler pramidi"nin tepe noktasındaki şahsiyettir.
Kâinatta maddi-manevi her türlü tasarruf yetkisine sahip, kısaca "Allah'ın adına
kâinatı idare eden en büyük velî"dir. Bu konuda klasik tasavvuf kaynaklarındaki
açıklamalar, teferruatta bazı değişiklikler, farklı izahlar ortaya koyarlar. Kimine göre
her velî hiyerarşisinin kendine mahsus bir kutbu vardır, kimine göre ise hepsinin
üstünde kutbü;l-aktab denilen bir tek kutb bulunur.25
Bu tartışmalar tahlil edildiği zaman, İslam dünyasında velayet teorisinin zaman
içerisindeki gelişim çizgisine paralel olarak kutb inancında da kısmen bir değişimin
söz konusu olduğu anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki, tarikatların 11. yüzyıldan itibaren
iyice üstünlük kazanmasından sonra, her tarikat çevresi, kendi şeyhini kutb, hatta
kutbü'l-aktab kabul etmeye başlamıştır. Bayrâmiyye Melâmîleri'nde de durum aynıdır.
Yukarıda listesini verdiğimiz Melâmî şeyhleri, bir öncekinden hilafet almak suretiyle,
sırayla kutb kabul edilmişlerdir.
Muhtelif Melâmî kaynakları, kutb telakkisine dair bazı açıklamalarda bulunurlar. Bu
açıklamaların en ilginçleri, 17. yüzyıl Melâmîler'inden Lâ-lîzâde Abdülbâkî ile, 18.
yüzyılda Bandırmalızade Hâşim Mustafa'nın eserlerinde yer alır. Lâlîzâde, Bayramı
Melâmîliği'ndeki kutb için aynen şunları yazıyor:
İmdi malûm ola ki bi-emrillâhi teâlâ vârisü'1-haml-i Muhammedi olan Kutb-i Zeman
dünyadan âhirete hırâmân oldıkda makam-ı şerifine istihlâf olunan merkez-i dâire-i
eflâk-i kulûb-ı sâlikân kim idiğin lisan ile beyan olunmayup ve lâkin ol-vakt mahz-ı
fazl-ı İlâhî'den her kime müyesser olursa Hak sübhânehû ve teâlâ cemî-i esma ve ef
âl ve sıfât-ı zâtiyyesiyle âna bi-lâ vâsıta mütecellî kalb-i şerifleri mirât-ı mücellâda
kamilen nûr-ı âfitâb-ı vahdet olmağla ol ek-mel-i tehammül merkez-i kutbiyyetde kaim
ve umûr-ı dîni hak ve adi üzre görmek içün min indillâh halîfe ve hakem olduğına
şehâdet-i hakka idüp kat'an kendünün verâset-i kâmile ve kutbiyyetine şekk ve
gümân kalmaz....Ev-sâf-ı beşeriyyeden bi'1-külliyye pâk ve mücerred ve envâr-ı
rhahabbet ile ... anlar melekiyyet-i tâmme husule getürmekle ... Kutb-ı âlem intikal
itdikden sonra ihvân-ı tarîkatdan her birine gönül koşup ol nûr-i âfitâb-ı mahabbet
kangı burç ve matladan dırahşân olursa bi-lâ reyb velâ müştebih ânın hilâfetine şehâ-
det ideıier ve bazısı zahiren kutb-ı âlem'in vechinde bir nişan görür ki şahs-ı şerifini ol
nişan ile bilür ve bulur.26
İmdi biz-zât pîr ve mürşid-i fukarây-ı Melâmiyye rûh-i Muhammedi'dir. Vahiden ba'de
vâhid zahir olan aktâb-ı zemân anların mürşididir, bi'ş-şahs Sâ-hibü'z-zeman
malûmlarıdır, esrâr-ı kaza ve kaderden bir sırr-i ilâhî dahî oldur ki irâde-i rabbani rûy-i
arzda kangı iklimin imaretine taalluk iderse evvelâ Kutb-i zemân ve Halîfe-i Nefs-i
Rahman ol iklimde zahir ve nümâyân olup...27 Bandırmalızade ise bu konuda şunları
yazıyor:
İmdi ey davây-ı îman ve ikrar eyleyen hazer eyle ki serhadd-i hakîkatde muhâ-faza-i
hısn-ı Melâmiyyûn'a Hâtemü'l-Enbiyâ Mürşid-i âlem'in a'mâl ve ePâli-ni görmeğe ve
bilmeğe talip olma. Anların ahvâli akla sığmaz ... (Kul innemâ ene beşerun mislüküm
yûhâ ileyye) mısdâkınca neslen bade nesi ve karnen bade karn ile'1-ebed vâris-i
esrâr-ı nübüvvet ve velayet Hâtemu'l-evliyâ Sultâ-nu'1-Melâmiyyin olanların tecdîd ve
zuhûr-ı beşeriyyetleri (sümme'l-emsel bi'1-emsel) delaletiyle aded-i zevk ve irfanları
bî-nihâye olmakdır. Ve kezâlik esrâr-ı nübüvvet ve envâr-ı velayete mazhar-ı vâris-i
çehârdeh merâtib seyriyle zuhur ider. Hâtemü'l-evliyâ ve Sultânü'l-Melâmiyyin
hazerâtının uzv-ı mübarekleri cümle ecsâdı ve kuvâları cümle ervahı muhîtdir. Ve her
biri bir anda ... diledüği suret ve ecsâd ile istedüği zemanda ve mekânda tayy-ı amel
eyler. Bir anda hem meşrıkda hem mağribde ve hem Mekke'de ve hem rûhu'l-ecsâd
olan cesed-i pâki oldığı mahalde göriııür. Belki her anda ve her zemanda ve her
mekânda bir suret ile zahir olur.28
Bandırmalızâde eserinin bir başka yerinde kutb telâkkisini Vahdet-i Mevcüd anlayışı
çerçevesinde şöyle açıklıyor:
... (Kutb) her bâr ki ufuk-ı mevâlîd-i selâse ve câmi-i anâsır-ı erba'a olan insan
suretinde zahiren ve batman terakki eylese ufuk-ı inşân olan şâbb-ı emred suretinde
tecellî zuhur ider, mazhar-ı tâmm olur (...) Ol zemân mazhar-ı nûr-ı Muhammedi
vâris-i sırr-ı Ahmedî Hâtemu'l-evliyâ ve Mürşid-i âlem tarafin-dan feyz-i rabbânî ve
rûh-i sultanî irişüp ol vâdîden halâs olursa sırr-ı vahdete irişüp her vâdîden ve her
sûretden tecellî-i Zât zuhur idüp her yüzden göri-nen (...) sâcid ve mescûd zâkir ve
mezkûr olup müntehâsı kalb-i mürşide mi'râc idüp...29
Yukarıya nakledilen metinler, Bayrâmiyye Melâmîliği'ııde kutb anlayışını bütün
açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu metinlerde çizilen kutb portresi, kutsal bir ilahi
varlığı anlatması itibariyle dikkatle üzerinde durulmayı gerektiren bir kavram olarak
ortaya çıkıyor. Bu metinlere göre kutb, gerçekte "rûh-ı Muhammedî"dir; Allah'ın
tecelligâhıdır; Allah ona bütün sıfatlarıyla vasıtasız olarak tecelli ettiğinden, her
zaman ve mekânda dilediği şekil ile görünür; gelmiş geçmiş bütün Melâmî
kutblarında görünen de aslında odur.30 Nübüvvet ve Velayet'i şahsında temsil eder;
yeryüzündeki bütün işleri hak ve adalet ile yönetmek üzere bizzat Allah tarafından
halife ve hakem kılınmıştır. Kısacası kutb, Allah'ın bu âlemi yönetmek üzere ilahi
yetkilerle donattığı, insan görünümündeki insanüstü, fevkalade bir varlık, adeta
Allah'ın kendisidir. Metinlerin dolambaçlı üslup gayretlerine rağmen söylenmek
istenen bizce budur.
İşte, bu inancın tabii sonucu olarak Bayrâmiyye Melâmîliği'nde kutb, yalnız manevi
değil, özellikle dünyevi otoriteyi de ele alarak adaleti hâkim kılacak Mehdî kavramıyla
da birleştirilmiş, yani zamanın gerçek sahibi, sâ-bibü'z-zaman (veya sâbib-zaman)
olarak düşünülmüştür. Sâhib-zaman aynı zamanda Sûret-i Rahman, yani Allah'ın
görüntüsüdür.31 Böylece Bayrâmiyye Melâmîliği'nin doktrininde kutbun hem dini,
hem de dünyevi (daha doğrusu siyasi) olmak üzere iki misyonuna işaret olunduğu
görülmektedir ki, işte Melâmîler'in Osmanlı iktidarına neden karşı çıktıkları sorusunun
cevabı da burada yatmaktadır. Çünkü Melâmiler bu inançlarının tabii şevkiyle
Osmanlı sultanlarının hem dini, hem dünyevi otoritesinin gayri meşru olduğunu
düşünmekte, dünyayı yönetmesi gereken asıl otoritenin de kendi kutbları olduğuna
inanmaktadırlar. Biz bu inancın tipik bir tezahürünü, aşağıda Hamza Bâlî ile ilgili
kısımda göreceğiz. Nitekim Lâlîzâde Abdülbâ-kî, kutbun "İmâmü'l-müminîn ve Halîfe-i
Seyyidü'l-mürselîn" olduğunu da söylüyor.32 Bu, açıkça Osmanlı saltanat ve
hilafetinin reddi anlamına gelir ki, Lâlîzâde ile çağdaş olan 17. yüzyılın tanınmış
Melâmî şeyhlerinden Sunullah Gaybî de, Sohbetname adıyla meşhur eserinde, bir
Melâmî kutbunun ağzından "vezîr ve padişah oldur ki Üçler'e ve Yediler'e ve Kırklar'a
ve Ricâl-i Gayb'e rahat irişdire... Hâlâ bunlar (Osmanlı sultanları ve vezirleri) ehl-i
Hakk'ın (Melâmiler) adüvvi canlardır" cümlesiyle Bayrâmiyye Melâ-mîleri'nin Osmanlı
iktidarına bakışlarını açıkça gösterir.33
Aşağıda kendilerinden bahsedilecek olan Melâmî şeyhleri, muhtemelen Bünyâmiıı-i
Ayâşî'den itibaren bu kutb-mehdî iddiasının fiilî sahipleri olarak Osmanlı iktidarına
karşı sâhib-zaman kimliğiyle harekete geçmişlerdi. Bayrâmiyye Melâmîleri'nin
merkezi yönetime karşı, hemen tümüyle Kanuni Sultan Süleyman zamanına
rastlayan bu çıkışlarını,34 böyle bir doktrine sahip oldukları için, garipsememek
gerekir. Nitekim sûfi çevrelerin siyasi iktidarlara yönelik bu tür hareketlerinin, tasavvuf
tarihinde daha önce rastlanmış başka örnekleri de bulunmaktadır. Kutbun bu dini-
siyasi çifte misyonunun, aynen Hurûfilik'te de bahis konusu olduğuna, bu sebeple
Hurûfîler'in Fazlullah-ı Esterâbâdî zamanından itibaren Timur Devleti'ne karşı birkaç
defa huruç teşebbüsünde bulunduklarına yukarıda temas edilmişti. Bu sebeple,
Bayramîyye Melâmîlerindeki çifte misyonlu kutb-mehdi anlayışının esas itibariyle
Hurufîliğe kadar uzanan bir tarihsel arka planı olduğu kuvvetle muhtemel görünüyor.
Bayrâmiyye Melâmîleri Osmanlı iktidarına ve onun düzenine karşı böyle bir
düşüncenin ve bundan kaynaklanan birtakım hareketlerin faili olmaları yüzünden
merkezi yönetimin çok sıkı takibatına uğruyor, şiddetli cezalara çarptırılıyorlardı;35
ancak iMelâmîler'e karşı olanlar yalnızca siyasi çevreler değildi. Çoğu ulema, hatta
çoğu tarikatlar da, doktrinleri ve şeriata aykırı sözleri, yaşantıları, bazı tavır ve
hareketleri, hatta şer'i emir ve yasaklara karşı lakayt tutumları sebebiyle Bayrâmiyye
Melâmîleri'ne hiç de iyi gözle bakmıyorlardı. Buna karşı bir savunma tedbiri olarak
Melâmî şeyhleri, cezbe halinde söyledikleri sözlere kesinlikle dikkat etmeleri, yani -
kendi tabirleriyle- "şathiyye" söylememeye özen göstermeleri, şeriat çerçevesinde
kalmaya olabildiğince dikkat etmeleri, Vahdet-i Vücûd'la ilgili meselelerde
inandıklarını açık açık söylememeleri hakkında müridlerini hep uyarmışlardır. Bu
hususta elimizde belgeler bulunmaktadır. Bunlardan biri, aşağıda sözü edilecek olan,
17. yüzyıl Melâmî kutublarından Sütçü Beşîr Ağa'nın çok dikkate değer mektubudur.
Bu mektupta Sütçü Be-şîr Ağa'nın müridlerine dikkatli olmalarım, şeriata titizlikle
uymalarını, hele devir ve benzeri bazı konularda uluorta konuşmamalarını sıkı sıkı
tenbih ettiği görülecektir.36Yine 17. yüzyılda ileri gelen kutublardan Oğlan Şeyh
İbrahim Efendi'nin de benzer konuları sık sık gündeme getirdiğini, mesela, müridlerini
"semt-i maaşlarının muntazam olması", "şer'-i şerife kemal mertebe riayet", "Vahdet'e
müteallik söz söylemek lazım geldikte'alâ tarîki'n-nakl söylemek" hususunda
uyardığını görüyoruz.37 Bu tür uyarıların bütün Melâmî kutbları tarafından yapıldığına
şüphe yoktur. Yukarıda da belirtildiği üzere, bu bir çeşit takiyye olarak
değerlendirilebilir. Ancak bu sayede belli bir rahatlığa kavuşabilmenin arzu edildiği
muhakkaktır.
Bununla beraber her zaman tam bir kontrol mümkün olamadığı için, doktrinleri
konusunda etrafa sızan birtakım sözler, Bayrâmiyye Melâmîleri'nin ulema ve diğer
tarikat çevrelerinde zındık ve mülhid olarak algılanmalarına yol açıyordu.38 Nitekim
kendileri hakkında daha 15. yüzyıldan itibaren şeriata uymadıkları hakkında
dedikodular çıkmıştı.39 16. yüzyılda ise, özellikle İsmail-i Maşûkî'den itibaren
aleyhlerinde diğer sûfı çevrelerde bir faaliyet başlamış, hele Hamza Bâlî'den sonra bu
faaliyetler yazılı
reddiyeler şeklinde tam anlamıyla bir Melâmî aleyhtarı kampanyaya dönüşmüştü. Bu
dönemlerden kalan bazı risaleler bugün elimizde bulunuyor ki, bunlarda daha çok
Bayrâmiyye Melâmîleri'nin Vahdet-i Vücûd'a dair görüşleri eleştiriye tâbi tutulmakta
ve kendilerinin bu görüşleri sebebiyle Ehl-i Sünnet dışı oldukları vurgulanmaktadır.40
Gerek İsmail-i Maşûkî olayı, gerekse bu kampanya, Melâmîler'i güç durumda
bırakmış olmalı ki, Melâmî şeyhleri İstanbul'u terk ederek uzunca bir süre
mensuplarını taşradan idare etmeyi tercih ettiler; böylece hem merkezi yönetimin,
hem de kendilerine karşı olan diğer çevrelerin gözünden olabildiğince uzak kaldılar.
Daha önce de ifade edildiği üzere, Bayrâmiyye Melâmîliği, Göynük'te yerleşmiş
bulunan Bursalı Bıçakçı Dede Ömer ile başladı. 1496'da vefatını müteakip, yerine
Ankara yakınında bugünkü Ayaş kasabasında oturmakta olan bir çiftçi, Bünyâmin-i
Ayâşî geçmişti.
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin doğuş ve gelişmesi, sosyal tabam ve doktrini hakkında bu
kısa ve genel açıklamalardan sonra, şimdi, kısaca Melâmî hareketi dediğimiz,
Osmanlı resmi ideolojisine ve düzenine karşı, zen-deka ve ilhadla suçlanan
şahsiyetler aracılığıyla 16. ve 17. yüzyıl boyunca sürdürülen bu mistik sosyal
hareketleri daha yakından inceleyebiliriz.
D) Osmanlı İktidarının Kırsal Kesim Melâmîliğinden Kurban Aldığı Kutb-mehdîler
1. Bünyâmin-i Ayâşî (ö. 1520 ?)
Bu zatla birlikte Bayrâmiyye Melâmîliği'nin merkezi Hacı Bayrâm-ı Velî zamanındaki
gibi yine Ankara havalisi oldu. Göründüğü kadarıyla bu sûfı çevreyle Osmanlı
merkezi yönetimi arasındaki soğuk ilişkiler, muhtemelen Bünyâmin-i Ayâşî
zamanında başladı.
Bazı kaynakların ve Bayrâmiyye Melâmîliği geleneğinin Dede Ömer'den sonraki ikinci
kutbu ve Dede Ömer'in tek halifesi olarak gösterdiği Bünyâmin-i Ayâşî hakkında,
Melâmî kaynaklarındaki bilgiler bazen birkaç kelimeyi, bazen üç beş satırı geçmez.41
Yalnız Sarı Abdullah Efendi'nin Semerâtü3l-Fuâd\ndz onunla ilgili bir menkabe
kaydedilmiştir.42 Belki hükümet merkezinden çok uzak bir kırsal bölgede yaşamış
olması ve yaşadığı dönemde Melâmî geleneğinin henüz yeterince kuvvetlenip
yerleşmiş bulunmaması bu bilgi kıtlığının sebebi olabilir. Asıl adının Mustafa olup İbn
Yâmin (Bünyâmin) diye şöhret bulduğu söyleniyor.43 Dede Ömer'in halifesi olduğu
hakkında, yazılı Melâmî kaynaklarındaki rivayet, Hacı Bayrâm-ı Velî ve vakfıyla ilgili
daha sonraki bazı kaynaklarda ve resmi belgelerde doğrudan Hacı Bayrâm-ı Velî'nin
halifesi olarak değişmiş görünüyor.44 Bu, Bünyâmin-i Ayâşî'nin hangi vasıta ile
Melâmî kutbu olduğu konusunu bir mesele haline getiriyor. Çünkü, Dede Ömer'in
halifesi kabul edildiği takdirde Bayramı Melâmîliği'ni Dede Ömer'le, doğrudan Hacı
Bayrâm-ı Velî'nin halifesi kabul edildiği takdirde kendisiyle başlatmak gerekir. Belki
asıl önemli olan husus şudur ki, her iki durumda da Bayramı Melâmîliği'nin siyasi
iktidar karşıtı tavrı, Bünyâmin-i Ayâşî'nin kuvvetli nüfuz ve etkisiyle ortaya çıkmış
kabul edilebilir.45
Semerâtü'l-Fuâd'&aki menkabe, Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos adası
kuşatmasındaki ilk başarısızlığını, Bünyâmin-i Ayâşî'nin o sırada Kütahya kalesinde
mahpus bulunmasıyla açıklayan tipik bir metindir. Osmanlı resmi kaynakları hiç böyle
bir kişiden ve olaydan bahsetmezken, Melâmî kaynakları onun "bazı isnad ile
Kütahya kal'asına habs olunduğu"nu yazarlar. Bu "isnad"ın ne olduğu ise tamamiyle
meçhuldür. Bu menkabede anlatıldığına göre, padişah maiyetindekilere başarısızlığın
sebebini sorduğunda, pirin sevenlerinden olan padişahın çuhadarı, onun kalede
hapsedilmiş bulunması yüzünden muhasaranın uzadığını bildirmiş, padişah da
salıverilmesi için emir vermiştir. Rivayete göre, Bünyâ-min-i Ayâşî'nin hapisten
çıkması üzerine, aynı gün Rodos fetholunmuştur.46
Melâmî geleneğinin bakış açısını yansıttığı kadar, Melâmîler'in Osmanlı sultanlarının
yakın çevresine kadar girdiğini de gösteren bu menkabede, Rodos'un fethinden önce
ölmüş bulunan Bünyâmin-i Ayâşî'yi yüceltmek için anlatılan fetih hadisesinin
kronolojiye uymadığı bir yana,47 bizi asıl ilgilendiren, onun neden hapiste olduğu
konusudur. Eğer bu menkabede anlatılan hapis hikâyesi doğru ise, Bünyâmin-i
Ayâşî'nin muhtemelen merkezi yönetime karşı bir hareket şüphesiyle tutuklanmış
olabileceği hatıra geliyor; bu yüzden söz konusu "isnad"ın doğrudan doğruya bir
mehdîlik iddiasıyla ilgili bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Zira -biraz aşağıda söz
konusu edilecek olan- halifesi Pîr Aliyy-i Aksarâyî'nin aynı ithama maruz kaldığını çok
iyi biliyoruz. Ancak bugün için varsayım olmaktan ileri gitmeyen bu kanaatin doğruluk
payını test edecek herhangi müspet bir veriye şimdilik sahip değiliz. Eğer bu
varsayım doğrulanırsa, o zaman Bünyâmin-i Ayâşî'yi Bayrâmiyye Melâmîliği
geleneğin-deki zendeka ve ilhad suçuna muhatap olan, belki bu sebeple de Osmanlı
merkezi yönetiminin takibine ve cezalandırılmasına maruz kalan ilk kutb-mehdî olarak
düşünebiliriz.48
Bünyâmin-i Ayâşî'nin hilafeti meselesi gibi, vefat tarihi de problemlidir. Bu konuda
kaynaklarda 916/1510, 918/1512 ve 926/1520 gibi birtakım tarihler verilmektedir.
Rodos adasının kuşatılmasıyla ilgili menkabe dolayısıyla bu tarihe daha yakın olan
1520 belki doğru kabul edilebilir.
2. Pîr Aliyy-i Aksarâyî (ö. 1528)
Bünyâmin-i Ayâşî'nin ne tür bir "isnad" ile hapsolunduğunu açıkça ifade etmeyen
Melâmî kaynakları, yerine geçen halifesi Pîr Aliyy-i Aksarâyî konusunda biraz daha
açıktırlar. Rivayete bakılırsa, tıpkı şeyhi gibibir çiftçi olup Niğde yakınındaki
Aksaray'da oturan Pîr Ali hakkında, mehdîlik iddiasında bulunduğu gerekçesiyle
tahkikat açıldığı anlaşılıyor.
Önde gelen kaynaklarımızdan birinin yazarı ve kendisi de bir Melâmî olan Sarı
Abdullah Efendi'nin "Vâris-i velayet-i hakîkat-i Muhammediy-ye" sıfatıyla nitelendirdiği
Fır Ali'nin49 tam adının, bütün Melâmî kaynaklarında Alâeddîn Ali olduğu yazılıysa
da, Gölpınarlı, Aksaray'da bulunan türbesindeki mezar kitabesine dayanarak
Bahâeddîn Ali olduğunu söylüyor.50 Pîr Aliyy-i Aksarâyî, Kanuni Sultan Süleyman
dönemini idrak etmiştir. Daha önceki şifahi rivayetlerin 17. yüzyılda yazıya
geçirilmesiyle teşekkül eden Melâmî geleneği, Bünyâmin-i Ayâşî'nin halifesi ve ondan
sonraki Melâmî kutbu sayılan bu zat hakkında da fazla bilgi vermemekle beraber,
mevcut Melâmî kaynaklarında birbirinden aktarılarak tekrarlanan bir menkabe
kaydeder. Bu menkabeye göre, birtakım kimseler şeyhe iftira maksadıyla (!) onun
kendisini mehdî ilan ettiğine dair bir söylenti çıkarmışlar ve İstanbul'a şikâyette
bulunmuşlardır. Bunun üzerine durumun araştırılması istenmiş ve anlaşıldığına göre
Aksaray'da bir mahkeme düzenlenerek Pîr Ali burada yargılanmış, sonunda
masumiyeti anlaşılıp salıverilerek sonuç İstanbul'a bildirilmiştir. Hadisenin gerçeklik
derecesini merak eden Kanuni Sultan Süleyman, rivayete göre Acem (Irakeyn)
seferine giderken Aksaray'a uğrayarak tebdili kıyafetle şeyhi ziyarete gelip bizzat
kendisi sorgulamış, fakat sonunda söylentilerin gerçeği yansıtmadığını anlamış,
şeyhin yüceliğini kabul etmiştir.51
Ne var ki, Melâmî kaynaklarındaki bu rivayetin gerçeği yansıttığı çok şüpheli
görünüyor. Zira Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler isimli eserinde yayımladığı, Pîr
Ali'nin Aksaray'daki türbesinde bulunan 935/1528 tarihli mezar kitabesinde geçen
"es-sa'îd eş-şehıd" ibaresi, bizzat Gölpınarlı'nın da söylediği gibi, mehdîlik iddiasının
vaki olmuş ve adı geçen şeyhin bu yüzden öldürülmüş olabileceğini düşündürüyor52
Fakat onun ölümünden (veya öldürülmesinden) bir yıl önce, 1527'de yine mehdîlik
iddiasıyla ortaya çıkıp üstelik büyük bir ayaklanma harekâtı başlatan Şah Kalender
hakkında Osmanlı resmi kaynaklarında bol bilgi bulunduğu halde, Pîr Aliyy-i
Aksarâyî'den hiç söz edilmemesi ilginçtir. Bu ise bize, şeyhin mehdîlik iddiasını Şah
Kalender gibi uygulama alanına geçiremeden öldürüldüğünü düşündürüyor. Bir
yandan Şah Kalender ayaklanması, diğer yandan aynı yılda vuku bulan Molla Kâbız
hadisesi de göz önüne alındığında, Osmanlı merkezi yönetiminin bu kadar şiddetli
davranması, muhakkak ki devletin kendi güvenliği açısından duyduğu endişenin bir
sonucuydu.
3. Hüsâmeddîn-i Ankaravî (ö. 1557)
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin çiftçi kesiminden oluşan Anadolu koluna mensup
bulunmakla beraber, Ahmed-i Sârban'dan sonra kutb olan Hüsâmeddîn-i Ankaravî
hakkında Melâmî geleneğindeki bilgilerle resmi Osmanlı belgelerindeki bilgiler
birbirine uymaz. Osmanlı yönetimine karşı gelen diğer bütün Melâmî şeyhleri gibi,
Hüsâmeddîn-i Ankaravî'nin de bir iftiraya kurban gittiği görüşünü vurgulayan ana
Melâmî kaynağı, Sarı Abdullah Efendi'nin Semerâtü'l-Fuâd'ıdır. Diğerleri ondan ufak
kelime değişiklikleriyle nakillerde bulunurlar.
Semerâtü'l-Fuâd'z göre, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî, doğduğu ve 272 yaşamakta
olduğu Ankara'ya bağlı Haymana'daki Kutluhan köyünde cuma ve bayram namazları
için bir cami yaptırmaya teşebbüs etmiş ve bütün müridlerini çağırarak elbirliğiyle işi
sona erdirmek istemiştir. Birtakım askerler (sipahiler) de bu davete katılarak inşaatta
gönüllü olarak çalışmaya başlamışlardır. O sırada Ankara haslar voyvodası, şeyhin
oğluna ait uzun zamandan beri göz koyduğu güzel Arap atını istemiş, beriki vermeyi
reddedince, İstanbul'a şikâyette bulunarak şeyhin bütün müridlerini ve bazı askerleri
başına topladığını, muhtemelen "bir fesada mübaşeret eylemek üzere" olduğunu
bildirmiştir. Bunun üzerine merkez derhal şeyhin tutuklanıp hapsedilmesini ve
hadisenin araştırılmasını istemiş, şeyh tutuklanıp Ankara kalesine konulmuştur. Ne
var ki, ömrü vefa etmemiş ve rivayete göre bir sabah cesedi bulunmuştur.53
Buradaki hikâye, 14. yüzyılda Elvan Çelebi'nin Menâkıbü'l-Kudsiy-ye^sinde, 1239'da
Anadolu Selçuklu döneminde büyük bir isyana öncülük eden büyük dedesi Baba
İlyas için anlatılan hikâyenin neredeyse aynısıdır.Orada da Elvan Çelebi, Baba
İlyas'ın oturduğu Çat köyünün kadısı Köre Kadı'nın şeyhin çok güzel olan kır atını
istediğini, ancak şeyhin buna razı olmaması üzerine, Sultan Gıyaseddîn'e mektup
yazarak onun sultana karşı ayaklanmak niyetinde olduğunu bildirdiğini, bunun
üzerine sultanın aniden köyü basmak üzere asker yolladığını nakleder.54 Bu
benzerlik, Sarı Abdullah Efendi'nin bu hikâyesinin güvenilirliğini sarsmakla birlikte,
kendisinin gerçekten bir kıyam hareketine girişmek üzere bulunduğu ihtimalini
gündeme getiriyor. Nitekim Zeyl-i Şakayık da, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî'nin çok
cezbe sahibi biri olması sebebiyle, bir harekete girişeceği şüphesiyle teftiş emri
verilerek şer'i kurallara uygun bir biçimde yargılanmak üzere Ankara kalesine
hapsedildiğini, ancak sabaha cesedinin çıktığını yazar ve ölüm tarihi olarak 964
/1566-67 yılını verir.55
Oysa Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki biri 5 Zülkade 975 (2 Mayıs 1568), diğeri 18
Muharrem 976 (13 Temmuz 1568) tarihli, hadiseyle ilgili iki mühimme kaydından
ikincisinde, "maslûb Şeyh Hüsam" tabirinin bulunması, şeyhin Melâmî kaynaklarında
iddia edildiği gibi kendi eceliyle değil, resmen idam olunduğunu gösteriyor.56 Nitekim,
16. yüzyılın ikinci yarısında en faal oldukları bir dönemde Bosna eyaletindeki
Bayrâmiyye Melâmîleri'ni çok yakından tanımış bulunan Münîrî-i Belgrâdî diye
meşhur Nûrullah-ı Bosnavî (ö. 1617) de, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî'nin idam
Dostları ilə paylaş: |