Beyrut‘a varırlar. Kent; Müslüman (Şiiler, Sünniler, Dürziler) ve Hristiyan grupların yaşam sahası. Pasaportunuzda İsrail ve Filistin vizesi varsa Lübnan’a giriş yapamıyorsunuzBu arada Lübnan ülkemize vize uygulamıyor. Ülkenin para birimi; Lübnan Pound’u (Livre).
Henüz gün ışımadan havaalanından ayrılarak, otobüsümüze bindik. Gözlerimizi açamıyorduk. Az gittik uz gittik gözümüzü açtığımızda Güvercin Kayalıklarındaydık. Kayalıklar Korniş adı verilen ve Beyrutluların yürüyüş yaptıkları sahil yolundan izlenebiliyor. Beyrut’un simgesi haline gelmiş adeta. Kartpostallarda ve internette sık sık gördüğümüz manzarayı yerinde seyretmek çok hoşumuza gittiKorniş ( Corniche Al Manara ); Beyrutluların yürüyüş yaptıkları sahil yolu. Gün boyu hareketli, geniş kaldırımları ve oturma bankları var. Sabah sporu yapmak, balık tutmak ve gece yürüyüşleri için halk soluğu burada alıyor.
Yaklaşık öğlen 12.00 sularına kadar şehirde otobüsle gezdikten sonra otele yerleştik. Otelimiz Hamra’da dışarıdan bakıldığında sade görünümlü 3 yıldızlı bir otel. (Bizim ülkedeki standartlara göre 3 yıldızı bile alması mümkün değil. ) Hayatımızda ilk defa rengi beyazdan griye dönmüş perdelerle muhatap oluyor, dokunmaya kıyamıyoruz Ama hiçbir koşulda moralimizi bozmaya niyetli değiliz, kararlıyız eğlenmeye geldik. Akan sifonun sesi bile bize ninni gibi geliyor.
Azıcık dinlendikten sonra kendimizi attık sokaklara. Öncelikle döviz bürosu arayışına girdik, otelin etrafında bir tur atıp başladığımız noktaya dönünce pes edip sahile doğru yürümeye başladık. Ne de olsa yol üzerinde mutlaka bir döviz bürosuna rastlayacaktık. Sokaklar çok karışık gelmişti bize, bir de işin ilginç yanı üzerimizde öyle bir rahatlık vardı ki her zamankinden daha umursamazdık. İnatla taksiye binmedik. ( Taksilerde taksimetre yok, mutlaka pazarlık yapmanız gerekiyor. )
Çünkü şehri yürüyerek keşfetmek istiyorduk. Yalnız bir yaya olarak geziyorsanız çok dikkatli olmanız gerekiyor. Beyrut’ta trafik tek kelimeyle felaket. Her yer son model arabalarla dolu fakat sürücüler çok kötü araba kullanıyor. Trafik kurallarına hiç uymuyor, kırmızı ışıkta bile durmaya gerek duymuyorlar. Bu yüzden ezilmemek için bir hayli dikkatli olmanız gerekecek.
Amacımız sahil yolundan yürüyerek Downtown‘a ulaşmak. Yol üzerinde Hard Rock Cafe’yi görünce sevinç nidaları atıyor, hemen bir kaç tane fotoğraf çekiveriyoruz. 2005 yılındasuikasta kurban giden Lübnan’ın eski başbakanı Refik Hariri ile birlikte, hayatını kaybedenlerin anısına yapılmış olan parkta duraklıyoruz. Parkın ortasında Hariri’nin heykeli yer alıyor. Park girişindeki tabelada hayatını kaybeden diğer kişilerinde isimleri yazılmış. Refik Hariri’nin iç savaş sonrası şehrin yeniden inşasında büyük katkıları olmuş. 25 yıl sürecek “solidere” adlı proje kapsamında şehrin imarı yeniden planlanmış. Savaş sırasında yerle bir olan şehir meydanı Downtown, eski Başbakan Hariri’nin girişimiyle yeniden düzenlenmiş. Yolda ilerlerken perdeli balkonları olan binalar dikkatimizi çekiyor. Sonuçta alışık olduğumuz bir görüntü değil bu. Öyle bir şehir ki Beyrut tam olarak ne doğu esintileri var ne de batı. İki yakanın senteziyle yoğrulmuş sanki. Bazı sokaklara daldığınızda ve mutfağını keşfettiğinizde, Arap kültürünü buram buram hissettirdiği gibi, çoğu zaman da yapılan “Ortadoğu’nun Paris’i” benzetmesinin hakkını veren bir duruş sergiliyor. 1970’lerde yaşanan iç savaş ve 2006 yılındaki İsrail saldırısının izlerini taşıyan şehirde, bazı bölgeler büyük şantiye alanlarına dönüşmüş, savaş sonrası harabeye dönen binalar yıkılıp yerlerine yenileri inşa edilmişRefik Hariri tarafından 2002 yılında yapımına başlanmış ancak tamamlanması onun ölümünden sonra gerçekleştirilmiş olan Muhammed El-Emin camii Downtown’da her sokaktan görülüyor. 2008 de ibadete açılmış ve Hariri’nin anıt mezarı caminin hemen yanında yer alıyorDowntown’a ulaştık. Bir çok kafede Türkçe şarkılar çalıyor ve hemen hemen her kafede nargile mevcut. Bu arada kapalı alanlarda sigara içilebiliyor. Havaalanında bile sigara içmek serbestti. Kafelerden birinde oturup yemeğimizi yedikten sonra meydanda ki saat kulesi etrafında gezindik. Saat kulesinin bitişiğindeki caddelerde dünyaca ünlü markaların mağazaları yan yana dizilmiş. Meydanda kafeler, küçük dükkanlar, restoranlar, nargileciler var. Birde adeta şehrin bir parçası haline gelmiş askerler geziniyor etraftaErtesi gün UNESCO tarafından dünyanın tarih mirasları arasında yer alan Byblos’a gidiyoruz. Dünyanın en eski kentlerinden biri olan Byblos, Fenikeliler tarafından kurulmuş. Byblos, Yunanca ‘da papirüs anlamına geliyor. Zamanında çok önemli bir ticaret limanı olan şehirde papirüs ticareti yapılıyormuş. Günümüzde kullandığımız modern Latin alfabesinin temelleri burada atılmış. Harika bir limanı var. Tarihi kalıntılar ve liman eşliğinde bol bol fotoğraf çekiyoruz. Birde çok küçük bir çarşısı var, hediyelik eşya almak isterseniz buradan alabilirsiniz.
Beyrut merkezine 20 km uzaklıkta yer alan ve dünyanın 8. harikası olarak gösterilen Jeitta Gratto Mağarası’nı mutlaka görmelisiniz. Yer altı nehrinin oluşturduğu mağara iki bölümden oluşuyor. 1836 yılında bulunan mağaranın ilk katı, 1958 yılında halka açılmış. Üst katta yürüyerek dolaşabiliyorsunuz. Mağaranın ikinci bölümü ise sularla kaplı, bu bölümde küçük teknelerle gezinme fırsatınız var. İnanılmaz bir tecrübe berrak pırıl pırıl suyun içinde ( su içilebiliyormuş) yavaşça ilerlerken hafif ışıklandırılmış sarkıt ve dikitlerin eşliğinde huzur bulacak, dünyanın derinliklerine gidiyormuş gibi adeta kendinizi bir masalda hissedeceksiniz. Bu arada mağarada fotoğraf çekmek yasak, içeri girerken makinelerinizi ve kameralı telefonlarınızı bir dolaba kilitlemenizi isteyecekler.
Beyrut’a 20 km uzaklıkta bulunan Harissa Dağı’na dağ yolunu tırmanarak araçla veya teleferik ile çıkabilirsiniz. Teleferik Kabinine 4 kişi binebiliyor, gitmeden önce bir kaç yerde teleferiğin elektrik kesintisi ile havada asılı kaldığını okumuştuk, biz böyle bir durumla karşılaşmadık. Yalnız kalabalık bir zamana denk geldiğimizden uzun süre teleferik kuyruğunda beklemek zorunda kaldık, bu oldukça can sıkıcıydı. Şehre tepeden bakarak binaların arasından ilerlerken evinin balkonundan size el sallayan Beyrutluları görürseniz şaşırmayın.
Teleferik yolculuğu sonrası kollarını açmış şehri tepeden selamlayan Meryem Ana Heykeli tüm heybetiyle karşımızdaydı. Bir rivayete göre heykelin etrafını kuşatan spiral şeklindeki merdivenlerden çıkarken tutulan dilekler kabul olurmuş. Bizde adet yerini bulsun diye tuttuk dileklerimizi _color="" background_image="" background_repeat="no-repeat" background_position="left top" border_size="0px" border_color="" border_ padding="" id=""][fusion_text]Lübnan mutfağı meze bakımından çok zengin. Humus, tabule (ince bulgurlu maydanoz salatası), nar ekşili zahter salatası, çiğ köfte, patlıcan ezme (közlenmiş), zeytin, kibbe (içli köfte) vs. Bütün mezeler birbirinden lezzetli, karnınız doyurmak için ana yemek yemeğe bile gerek duymayabilirsiniz. Humusu pek sevmedik, onun dışındaki diğer mezeleri büyük bir iştahla yedik. Özellikle tabule (ince bulgurlu maydanoz salatası) mükemmeldi. Birde yediğimiz süzme yoğurdun tadı damağımızda kaldı.
Kebapları çok güzel, mutfakları bizim damak tadımıza hitap ediyor. Gittiğinizde bu konuda zorluk çekmeyeceksiniz. Falafel’de (kızarmış soğanlı nohut ezmesi) Beyrutlular tarafından çok fazla tüketiliyor. Onu da denedik tabi, ben beğendim Eda pek sevmedi. İstanbul’daki “Bambi” gibi onlarda da “Barbar” adında bir restoran var. Her çeşit yemeği atıştırabileceğiniz bir mekan. Bizim için yemek içmek konusunda her şey yolundayken döneceğimiz gün keyfimiz kaçtı biraz. Son gün yine kebabımızı yiyelim dedik ve ne yazık ki zehirlendik. Rastladığımız bir kaç kişiden de aynı şikayeti duyduk. Bu konuda dikkatli olmanız gerekebilir. Bünyeniz alışık olmadığı için bazen yemeklerde kullandıkları baharatlar bile buna neden olabiliyormuşEğer fast food tarzı şeyler yerim yerel tatlar bana göre değil derseniz McDonalds ve KFC her yerde var. Biz iki Türk Kahvesi düşkünü olarak hemen hemen her menüde Türk Kahvesini görünce pek mutlu olduk. İçmekten de geri kalmadık.
Bir de Arak var tabi. Arap rakısı; bizim rakımızdan çok farklı değil, biraz daha tatlı sadece, suyla karıştırılmış olarak ve su bardağı ile servis ediliyor. İçimi keyifli tadı da oldukça güzel. Alkol kullanıyorsanız denemenizi tavsiye ederizBeyrut gece hayatı oldukça hareketli (Gemmayzeh ve Monot Caddesi). Biz tecrübe ettik ve gayet güzel eğlendik. Yalnız bazı mekanlara önceden rezervasyon yaptırıp gitmek gerekiyormuş. Tur ile gittiyseniz mutlaka Arap gecesi düzenlenir. Biz bunlardan birine de katıldık, pek bir esprisi yoktu ama geleneksel yemekleri ve içkileri bir arada tatma fırsatı bulup, onların eğlence anlayışını yakından görme şansını yakaladık. Bu da seçenekler arasında değerlendirilebilir bizce.
Göze hitap eden mimarisi, hareketli gece hayatı, birbirinden bakımlı ve güzel kadınların boy gösterdiği sokakları, kiliseleri ve hemen yakınında yer alan camileriyle, yaşayan bir şehir Beyrut.
Biz, gezdik gördük beğendik:) eğer sizde az da olsa merak ettiyseniz bu şehri, gidip görmeyi ertelemeyin derizReferans: 21.2.2014 tarihinde MİLLİYET TATİL'de yayınlanmıştır.
http://www.milliyet.com.tr/kullerinden-yeniden-dogan-kent-tatil-galeri-1840175/
GÖKÇEADA
[fusion_text]Geldik geldik!!!!! ada göründü diyerek feribotta uzandığımız yerden doğrulup otobüsümüze döndüğümüz ancak bir türlü varamadığımız, gün batımını en güzel seyredebileceğiniz ada... Gökçeada’ya otobüs ile gidildiğinde Kabatepe iskelesinden feribota biniliyor ve yaklaşık eski feribot ile 2 saatlik bir deniz yolculuğu sonunda Gökçeada Kuzu Limanına ulaşıyoruz. Eğer şanslıysanız yeni feribota denk gelirsiniz hem daha konforlu bir yolculuk geçirir hem de yaklaşık 1,5 saat sonunda adaya varabilirsiniz. Aldığımız bilgiye göre; Kış döneminde otobüsler adaya geçmiyor. İstanbul-Çanakkale otobüslerine binerek Eceabat’ta inmeniz ve oradan Kabatepe minibüsüne binmeniz gerekiyormuş. Aynı zamanda İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanından 2 Temmuz 2012’den itibaren Borajet / Anadolu Jet tarafından adaya uçuş seferleri başlamış.
Ada içinde ulaşım minibüs ve halk otobüsleriyle sağlanıyor. Ancak ulaşım kısıtlı ve ada büyük olduğu için arabanızla gelmenizi öneririz..Ada oraya ayak basan misafirlerini boz, yeşilden uzak kurak görüntüsüyle karşılıyor ve büyük bir hayal kırıklığına uğratıyor. Ben ve yol arkadaşımda Bozcada fanatiği iki gezi-sever olarak sadece birbirimize baktık ve bu mudur ? dedik:) Ancak daha sonra bu ön yargının yıkılacağından şüpheniz olmasın. Bir adada olmamıza rağmen adım başı rastladığımız kaynak suları bizi şaşırttı. Ada doğal su kaynakları bakımından çok zengin.
Eğer lüks bir tatil anlayışına sahipseniz adanın sizin için uygun olduğunu söyleyemeyeceğiz. Doğal hayatla içiçe olabileceğiniz küçük, şirin, sevimli pansiyonların bulunduğu bir yer. Kalınacak yerler lüks değil ama temiz.Merkezdeki Otele yerleşmemizin ardından istikamet Aydıncık (Kefalos ) plajı. Özellikle sörfçülerin yoğun olarak konakladığı adanın her plajı birbirinden güzel. Adada kitesorf ve windsorf yapabileceğiniz yerler var. Çeşme’ye kıyasla uygun fiyata ders alabilirsiniz.[/fusion_text][/three_fifth][separator style_type="none" top_margin="10" bottom_margin="10" sep_color="" icon="" width="" id=""][three_fifth last="no" spacing="yes" background_color="" background_image="" background_repeat="no-repeat" background_position="left top" border_size="0px" border_color="" border_ padding="" id=""][fusion_text]Deniz pırıl pırıl ve bizim gibi soğuk suyla pek arası olmayan kişiler için su sıcaklığı ideal. Bozcaada’nın suyu ile kıyaslandığında daha sıcak. Plajda yaz aylarında çamur banyosu yapılan bir alan var, biz denemedik ama çamura bulandıktan sonra simsiyah vaziyette dönen ve denize temizlenmeye gelen bayanlardan duyduğumuz kadarıyla cildi yumuşacık yapıyormuş. Çamurun şifalı olduğu konusunda da ada halkından çeşitli duyumlar aldık.
Bununla beraber Laz Koyunun da bakir ve görülmeye değer olduğunu giden arkadaşlardan duyduk. Doğada serbest dolaşan keçilere rastlıyoruz. Hayvanlar adeta özgürlüklerini ilan etmiş gibi. Bunlar sahiplerinin sesini tanır bir şekilde ait oldukları yeri bulurlarmış.
Türkiye’nin en batısında yer alan ve en büyük adası olan Gökçeada da çok sayıda köy ( Bademli, Dereköy, Kaleköy, Zeytinliköy, Eşelek, Şirinköy, Uğurlu vb.) var. Bu köylerin her birinin de ayrı bir hikayesi var.
Örneğin; Isparta’nın bir köyü su altında kalıyor ve köy halkı yeni hayatını Yeni Bademli köyünde kuruyor. Bu köy halkının geçim kaynağı daha çok ev pansiyonculuğu üzerine.Ada halkının piknik için gittiği Pınarbaşı’nda 600 yıldan fazla yaşı olan dev çınar ağacı tüm heybetiyle karşılıyor bizi. Ardından yukarıya kısa bir tırmanışla kına taşlarının bulunduğu tepeye çıkıyoruz.
Taş kınası nasıl yapılır?
Yerden herhangi bir taş alınarak ıslatılıp kına taşına sürtüldüğünde kına açığa çıkıyor. Ada halkının bize söylediğine göre kına önce dullara sonra bekarlara sonra tüm hayelleri olanlara yakılırmış. Tepekoy’de her 15 Ağustos’ta Meryem Ana (Panagia) anma festivali düzenleniyor. Kazanlarda domuz eti ve dana eti pişirilip servis ediliyor, ayinler düzenleniyor.
Ardından yolumuz adanın eskiden en kalabalık Rum nüfusunu barındıran Dereköy’e düsüyor. 1965 yilinda dereköy yakınlarında (uğurlu köyünde)açık cezaevi kurulmuş. Bu dönemde Türk mahkûmların yarattığı huzursuzluklar nedeniyle köy en büyük Rum göçünü yaşıyor. Kapatıldıktan sonra cezaevinin bazı binaları salça fabrikası olarak kullanılıyor. 1970 yılında adı imroz olan ada Gökçeada adını alıyor.
Dereköyde bulunan ve kuruluş yılı 1422 olan tarihi çamaşırhane hala köylüler tarafından kullanılmaktadır.]Gelelim adaya özgü tatlara;
Eğer kahveye düşkünseniz Zeytinliköy’de madamın dibek kahvesini içmeden, sakızlı muhallebisini tatmadan dönmeyin.
Karadut dondurmasını kesinlikle denemelisiniz. Bir top dondurmanın 1 TL olduğunuda belirtmek isteriz.
Efi badem kurabiyesi tat olarak Kavala kurabiyesinin neredeyse aynısı. Oldukça lezzetli olan kurabiye adını Madam Efi’den almış. Bu arada pastanenin (Meydani Pastanesi) karşısında doğal zeytinyağı, sabun, adaya özgü olan kekik, dibek kahvesi, bal,sakız reçeli ve çeşitli ürünler satan bir dükkan bulunmakta.Ada da oğlak eti ve keçi eti çok güzelmiş biz tadamadık eğer siz yerseniz şimdiden afiyet olsun. Bir daha ki gezimizde görüşmek üzere…
Zeynep Eda
GEZGİNLER
Peki Ama Kimiz Biz?
Gezindigo, başka şehirlerde kaybolmayı seven iki gezginin 'paylaşmıyorsak gezmenin ne anlamı var' deyip bir hevesle oluşturduğu gezi yazılarından oluşmaktadır. Yazmayı seven Zeynep ile teknoloji meraklısı Eda'nın 10 senelik dostluk öyküsüdür aslında.
Gezi ve İndigo kelimelerinin birleşiminden oluşan sitemizin ismi Zeynep’in indigo kuşağına duyduğu meraktan ve gezmeye duyduğu büyük açlıktan gelmektedir. Yıllardır ismi hazır olan fakat bir türlü harekete geçemediğimiz sitemizin temelini Gökçeada gezimizin dönüşünde ilk yazımızla atmış bulunduk. Biz iki iktisatçı belki broker olamadık ama bloger olduk!
Her gittiğimiz şehirde kayboluruz. Kaybolmaktan korkmadan ve bunun tadını çıkararak yeni maceralara atılırız. Her yeni yerde ruhumuz biraz daha beslenir.
Açık olalım Zeynep yönsüz, Eda haritayla gezer
Şehri keşfetmek için çok gerekli değilse toplu taşıma araçlarını ya da taksiyi tercih etmek yerine tabanvay ulaşımı tercih ederek günümüzü genellikle şişmiş ayaklarla tamamlarız.
Hassas midelere sahip olan kişiler olduğumuzdan yeni tatlara biraz korkarak yaklaşır, yöresel yemekleri de denemekten geri kalmayız.
Fazla lüks merakımız olmamakla beraber yeri gelir sürünür, yeri geldiğinde hovardaca harcarız.
Çantamızda olmazsa olmazlarımızdan birisi fındıktır. Gittiğimiz her ülkenin yerel dilinde bir kaç kelime öğreniriz. İşimize pek yaramaz ama kullanmayı deneyip eğleniriz.
Bazen turla bazen kendimiz gezeriz. Ama turla gitsek bile bağımsızlığımızı mutlaka ilan ederiz.
Şimdilik bizden bu kadar! Yeni yerleri, maceraları ve tatları paylaştığımız yazılarımızla beraber olmak dileğiyle
Sevgiyle Kalın!
ZEYNEP
Yoğun kar yağışlı bir günün ardından, merhaba demişim beyaza bürünmüş bir İstanbul'a. Çok erken konuşmuş, dinlediğim hikayeleri ezberlemiş büyüklerime de anlatmışım. Fakat çarpım tablosuyla aram hiç iyi olmamış.
Şuanda bana çok zor gelen bir şeyi yapmaya çalışıyorum “Kendimi anlatmaya. “
Derler ya “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir”diye. Ne yazık ki bazen kendi hayatımızın bile patronu olamıyoruz şu fani dünyada. Yapmak zorunda olduklarımızla yapmak istediklerimiz arasında sıkışıp kalıyoruz. Güçlü olan ve mücadeleyi seven, bence birazda şansı yaver giden güzel insanlar “istedim ve yaptım” derken bazıları da “kısmet değilmiş ne yapalım” diyerek en güzel telkin yollarından birine başvuruyor.
Ben de planlar yaparken, aklımda olmayan yollarda ilerlerken buldum kendimi. Önceleri Tiyatro okumak isterken iktisat okudum amatör olarak tiyatroyla ilgilenmeye devam ettim tabi. Derken bir metne hayat vermenin beni ne kadar mutlu ettiğini fark ettim. Diksiyon dersleri, sunum teknikleri, spikerlik, dublaj derken; yaşama sevincine boğulduğum stüdyolarda ufak ufak dublaj yapmaya başladım.
İnsanın kendini keşfetme süreci ne yazık ki bizimki gibi ülkelerde zor ve sancılı bir süreç oluyor. Eğitim sistemi içinde sınavdan sınava koşarak, toplum tarafından kabul gören ve kimilerine göre saygın olan meslekleri okumak için ter dökerken, çoğu zaman unutuyoruz kendimizi. Tabi farkındalığı yüksek ve ne istediğini bilen en önemlisi yeteneklerinin farkında olan ve bu konuda özgüveni olan insanlar daha sağlam ilerleyebiliyorlar yollarında.
Neyse çok fazla dağılmadan bana ve Gezindigo’ya dönmek istiyorum. Ekmek parası için özel bir şirkette çalışmaya devam ederken diğer yandan da seslendirme alanında yeni işleri kovalamaktayım.
Gelelim Gezindigo’ya gezmek bir tutku benim için. Her ülkenin her şehrin ayrı bir enerjisi var ve güzellikler ayrıntılarda saklı. Zaten gittikçe monotonlaşan hayatımı renklendirmek için seyahat etmek benim adıma en güzel ilaç. Yıllardır gezerim ve yazmak isterim. Çoğu seyahati beraber planladığımız ve bana yoldaşlık eden Eda’da aynı fikirdeydi benimle.
Uzun süre sadece konuşup icraata geçemedik orası ayrı Gökçeada dönüşümüzden sonra ilk buluşmamızda, Gökçeada’yı anlatarak girdik bu yola. Eda'nın teknik bilgisi sayesinde blogumuzu açtık. Blogun adı, gezi ve indigo’nun birleşiminden doğdu. Hedefimiz çok gezmek, çok yazmak.
EDA
Ben küçükken gazetelerin renkli ekleri vardı , yazısı az , fotoğrafı çok. İçlerinde fotoromanlar vardı, arkası yarınlı. Ve ben o fotoğraflara uzun süre bakarsam bir gün gidebilirim diye düşünürdüm.
Yine o gazetede gördüğüm bir fotoğrafla çoğunuza komik gelecek bir hayal kurduğumda 10 yaşındaydım. İtalya’da manav olacaktım! O fotoğrafta gördüğüm meyveleri renklerine göre ayıran uzun saçlı kız olacaktım!
Bu hayalimi uzun yıllar herkesten saklayıp bir diğer merakıma yöneldim, ekonomi okudum. Çoğu insanın ‘ne işine yaracak bu?’ dediği şeyleri öğrendim. Bilginin derinliğinde kaybolmadan ihtiyacım olanı alıp, beni heyecanlandıran yeni bilgiye ulaşmaya çalıştım hep. Bu bazen yeni bir dil oldu bazen tarihin en ilgilenilmeyen zamanlarından gereksiz bir bilgi.
” Bu nasıl yapılır” en sevdiğim soruydu her zaman. Mesela şu anda gezindiğiniz siteyi bu soru sayesinde yapabildim.
Yıllar geçti ve sonunda asıl merakımın öğrenmek olduğunu fark ettim. Aslında büyüyünce olmak istediğim o kızın nasıl bir hayat yaşadığını merak etmişim, yaşadığı yerdeki insanları, konuştuğu dili, evine giderken geçtiği sokakları.
Bu yüzden her gezdiğim şehirde mutlaka ara sokaklarda gezinir, meydanlarda öğlen yemeğimi yerim. En az bir günümü hiçbir yeri görmek için acele etmeden gezerim. En çok sırt çantamı alıp aniden gittiğim yolculukları severim.
Kısacası bana ne iş yaptığımı sorarsanız, gerçekte ne iş yaparsam yapayım size hayalci olduğumu söylerim.
Dostları ilə paylaş: |