SARAYBOSNA
Para Birimi: Bosna Markı (KM)
Türk vatandaşlarına vize uygulanmıyor.Bosna Hersek’in başkenti ve en büyük kenti olan Saraybosna’dayız. Elveda Rumeli dizisiyle belki birçoğumuzun “Ne güzel yerlermiş be” dediğimiz balkanların göz bebeği. Uzun zamandır görmeyi arzu ettiğim topraklar…
Üzerine çokça film çekilmiş, haber yapılmış, kitap yazılmış o malum iç savaş yıllarından sonra içimde tarifi olmayan bir hüzünle ayak bastığım o güzel insanların topraklarındayım. Altı cumhuriyetten oluşan Eski Yugoslavya (Makedonya, Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovenya ve Karadağ) Mareşal Tito’nun ölümünden sonra çözülmeye başlar. Yugoslavya’nın çöküşüyle birlikte, Bosna Hersek 1992 yılında bağımsızlığını ilan eder. Ancak Sırplar bu yeni devleti tanımazlar ve ülkede tam üç yıl süren bir iç savaş başlar. 1995’te BM’nin güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki en büyük soykırım gerçekleşir. Dayton Antlaşması’yla sona eren savaştan geriye, 250 bini aşkın şehit, tecavüz mağduru binlerce kadın ve bunun sonucunda dünyaya gelen günahsız çocuklar kalır.1992 yılında başlayan iç savaşta ilk hedef olarak seçilen Milli Kütüphane, Saraybosna’yı kuşatan Çetnikler’in (Sırp milliyetçileri) açtığı ateş sonucu tam 18 gün boyunca yanar. Bu yangın, saldırının sadece insanlığa değil ülkenin tarihine, kültürüne, geçmişin izlerine ve Bosna’nın tüm anılarına yapıldığının göstergesi olmuştur. Kitaplar, el yazmaları, koleksiyonlar, arşiv belgeleri ve araştırmalardan oluşan 2 milyondan fazla eser yangın sonucu yok olmuştur. Şehir günlerce yanık kağıt kokusuyla kaplanmış, kentin en güzel binası olan kütüphanenin restorasyonu yıllarca devam etmiştir.Güzel ülkenin güzel insanları inandıkları uğruna, toprakları için savaşırlar. Savaş yıllarında gıda ve ilaç sıkıntısı yaşanır. Dışarıdan gelen yardımlarında havaalanından şehre nakledilmesi engellendiği için, 1993 Temmuz ayında 4 aylık bir çalışma ile havaalanına yakın konumdaki bir evin altından 800 metrelik bir tünel kazılır. Sivil ve askerler tarafından geçit olarak da kullanılan tünele, yerleştirilen ray ve vagonlar vasıtasıyla gelen yardımlar şehre ulaştırılır. Evin sahibi olan aile, evlerini müzeye dönüştürmeye karar verir. Yalnızca 25 metrelik kısmı açık olan Yaşam Tüneli’ni dilerseniz ziyaret edebilirsiniz.Türk çayı içtiğimiz bir kafede servis yapan çalışanın konuştuğu düzgün Türkçe sebebiyle onun, Türkiye’den çalışmak için gelmiş biri olduğunu düşünerek gayri ihtiyari “Türk müsünüz?” sorusunu yönelttiğimde; “Evet, biz Osmanlıyız ve buralıyız” yanıtını alıyorum. Bizleri, hatta atalarımızı bu kadar çok seven insanı bir arada görmek hem şaşırtıyor hem duygulandırıyor beni.Osmanlı demişken 15. yy’da Osmanlılar tarafından inşa edilmiş Başçarşı şehrin kalbinin attığı yer... Saraybosna’ya gittiyseniz eğer gezinize Başçarşı’dan başlayabilirsiniz. Çarşıda tarihi Saat Kulesi, Rüstem Paşa’nın inşa ettirdiği Bedestan, tarihi sebil, restoranlar, kafeler ve geleneksel ürünler satan dükkanlar var. Çarşı, boylu boyunca Osmanlı’dan kalma eserlerle donanmış.
Başçarşı’da yer alan, yıllar yılı nesilden nesle aktarılmış bakırcılık zanaatının icra edildiği ve ürünlerinin satıldığı Bakırcılar Çarşısı, bu kış ziyaret ettiğim Gaziantep Bakırcılar çarşısını anımsatıyor bana.Bosna’dayız meşhur Boşnak Böreği’nin (burek) anavatanında. Başçarşı’da geçireceğimiz vakit kısıtlı. Memleketin sadece böreği değil ki nam yapan bir de Boşnak köftesi var. İkisi arasında seçim yapmak imkansız bizim için. Önce bir hışım köfte yemeğe gidiyoruz. Başçarşı’da gezinirken sık sık tabelalarda cevapi yazdığını göreceksiniz. Bu leziz köftelerin adı cevapi. 1 porsiyonda 10 tane köfte var Türkiye’ye göre porsiyonlar çok büyük. Cevapilerin tadını Tekirdağ köftesine benzetiyoruz. Oldukça lezzetli olan köfteler, sıcak pide içinde yanında küçük küçük doğranmış kuru soğan ve dilerseniz kaymak eşliğinde geliyor. Daha sonra burek yemeğe gidiyoruz. Bureklerin porsiyonları da köfteler gibi büyük. Burada her şey bol kepçe. Kıymalı, peynirli, patatesli, ıspanaklı seçenekleri mevcut. Kıymalı tercih ediyoruz. Azıcık tuzlu gelse de bize, tabağımızı silip süpürüyoruz. Burekler hala geleneksel yöntemlerle yani közde pişiriliyor.
Boşnakların dediği gibi “Afiyet ola!”Bu kadar yemeğin üzerine okkalı bir Türk kahvesi bizi kendimize getireceğinden Morica Han’ın yoluna tutuyoruz. Tarihi kervansaray 16. yy'da inşa edilmiş. O dönemde Yaklaşık 300 misafir ve 70 ata ev sahipliği yapıyormuş. Başçarşı’da bulunan Morica Han, Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından yaptırılmış. Kahveler, şeker ilavesiz olarak bakır cezvelerde ve yanında lokumla beraber servis ediliyor. Geniş ve güzel bir avluda çayınızı kahvenizi yudumlamak ve tarihi atmosferin tadını çıkarmak için Morica Han ideal seçim olacaktır.Baş Çarşı bitiminde Ferhadiye Caddesi başlıyor. Buradan itibaren Avusturya Macaristan mimarisi görülmeye başlanıyor.
Şehirdeki en eski köprülerden biri, Milijacka nehri üzerinde konumlanan Latin Köprüsü’dür. Şehri ziyarete gelen Avusturya Macaristan İmparatorluğu Veliahttı Franz Ferdinand ve eşi Latin Köprüsü üzerinde, Sırp milliyetçi Gavrilo Princip tarafından öldürülmüştür. Tarihte I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilen suikastın, bu köprü üzerinde gerçekleşmiş olması köprüye olan ilgiyi artırmaktadır.3 yıl süren savaşın izlerini ülkede görmek hala mümkün. Saraybosna’da, şehrin ortasında kalan Kovaçi Şehitliği yitip gidenlerin en büyük göstergesi değil mi?
Kurşun deliklerinin üzeri sıvanıyor, binalar yeniden yapılıyor ve zamanla yaralar sarılmaya çalışılıyor. Savaş günlerine inat sessiz sokaklar artık cıvıl cıvıl ve her milletten insanın ziyaretçi akınına uğruyor. Saraybosna, zengin su kaynakları, tertemiz havası ve baştan aşağı yeşile bürünmüş doğasıyla misafirlerini kucaklamaya hazır bekliyor.
Saraybosna mağdur, yaralı ve alabildiğine güzel...
Zeynep
MOSTAR
Ertesi gün Neretva Nehri'nin kıyısında konumlanan Mostar’a doğru yola çıkıyoruz. Mostar Şehri, adını tarihi Mostar Köprüsü’nden almış. Bosna Hersek’in Hersek bölgesinin en büyük şehri ve Hersek'in başkentidir.
Kentin Boşnak ve Hırvat kesimlerini birbirine bağlayan Mostar Köprüsü, çok sayıda fotoğrafa modellik yapmış en fotojenik köprülerden biri bence.Köprü, 1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Hayreddin tarafından inşa ediliyor. Kanuni döneminde Mostarlılar padişaha bir dilekçe yazıyorlar. Padişahlarından onları ziyaret etmesini ve şehirlerinde onlar adına bir köprü yapılmasını talep ediyorlar. Kanuni o dönem mimarbaşı olan Mimar Sinan’ı bu iş için görevlendiriyor. Mimar Sinan ise bu görev için aslen Mostarlı olan öğrencisi Hayreddin’i seçiyor. 1557’de inşaat başlıyor. Köprünün yapımında Dubrovnikli taş ustaları çalışıyor ve köprü inşasında 545 özel seçilmiş taş kullanılıyor.24 metre yükseklikteki köprü Osmanlı döneminde Mostarlı gençler için cesaretlerinin sınandıkları yer. O dönemde evlenmeden önce damat adayları bu köprüden atlayarak cesaretlerini kanıtlarlarmış. Günümüzde de Temmuz ayının son Pazar günlerinde atlayış törenleri yapılıyor. Biz gezinirken köprüde bekleyen ve para karşılığında turistler için köprüden atlamaya talip olan gençleri de gördük. Anladığım kadarıyla toplanan para 50 Euro’ya ulaşınca atlayış gerçekleşiyorBu arada Mayıs ayında bile Mostar çok sıcaktı. Ayrıca köprünün yapımında ve köprüden sonra devam eden yol boyunca zemine döşeli taşlar inanılmaz kaygandı. Bu nedenle kaymayan bir ayakkabı giymenizi tavsiye ederim. Ben ayağımdaki terliklerle yürüyemediğim için baya uzun bir yolu yalın ayak gitmek zorunda kaldım.Mostar köprüsüne giden yolda küçük otantik evlerle çevrelenmiş ara sokaklarda yürümek, sıra sıra dizilmiş tezgahlardan, dükkanlardan alışveriş yaparak yola devam etmek, sıcak havanın verdiği rehaveti dindirmek ve birazda soluklanmak için küçük bir kafede mola vererek soğuk içeceklerimizi yudumlamak oldukça keyifliydi.Hırvatların başlattığı yoğun top atışlarına dayanamayan eski köprü, 9 Kasım 1993'de, daha fazla direnemeyerek Neretva Nehri’nin sularına gömülür. Bu tarihi ve kültürel miras, sular altında kaldığında köprünün iki yakasında yaşayan Müslümanlar ve Hırvatlar arasındaki uçurumda derinleşir.Bosna-Hersek ordusunda gönüllü olarak görev yapan 20 yaşındaki Eldin Palata’nın amatör kamerasıyla çektiği görüntüler sayesinde köprünün yıkılış anları dünyaya yayılır. Girdiğimiz bir kitapçıda 1 euro ödeyerek, köprünün top atışları sonucu yıkılışı ve savaş sonrası şehrin görüntülerini içeren bir sunum izledik. İzlediğim anda aklıma ilk gelen ve içimi acıtan görüntüleri çeken kişinin bu esnada neler hissettiğini düşünmek oldu. Yıllara meydan okumuş bir kültür abidesinin paramparça olarak sulara gömülmesiyle tarih, hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolü yok edilmiştir. Yoğun top atışlarına maruz kalan bu sevimli şehrin savaş sonrası görüntüleri ise içler acısıydı.Dalgıçlar tarafından, su altında kalan taşlar bulunup çıkartılmış. Vinçler yardımıyla köprünün yeniden yapımında kullanılmıştır. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle 1997'de köprünün yeniden inşasına başlanmış. Türkiye'nin de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle, 23 Temmuz 2004 tarihinde açılmıştır. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne katılmıştır.
GAZİANTEP
Ağzının tadını bilenler bilir Gaziantep mutfağını. Bu sıcak memlekete hususiyetle gurme turlar bile düzenlenmektedir.
Haftasonu günübirlik, gezebildiğimiz kadar gezmek, yiyebildiğimiz kadar yemek amacıyla ekonomik uçak bileti arayışına girdik. Biletlerimizi yaklaşık 1 ay öncesinden almış bulunduk.Sabah 8 sularında Gaziantep Havaalanına indikten yaklaşık 35 dakika sonra merkeze ulaştık. Kahvaltımıza Katmer ve çay eşliğinde başladık.
Katmerci Zekeriya Usta Antep’in en eski katmercisi olarak biliniyor. Fıstık ve kaymağın karşı konulmaz birleşiminden katmer doğuyor. Sıcak sıcak gelen katmeri yerken adeta zevkten dört köşe olduk :)[fusion_text]Gaziantep’te Katmer ve Beyran’la kahvaltının bir gelenek olduğunu duymuştuk. Tabi bu iki lezzeti 2 ayrı günde tüketmemiz gerekiyordu sanırım. Bizim başka bir günümüz olmadığından ve Beyran’nında hatırı kalmasın diye Metanet Beyran Lokantasının yolunu tutuyoruz. Yolunuz Gaziantep’e düştüyse eğer Beyran’ı mutlaka denemelisiniz bence.
Safi et, pirinç, et suyu, iç yağı, sarımsak ve bol acı. Kemikli etler 12 saat suda haşlanıyormuş. Bakır kaselere önce pirinç, sonra haşlanıp kemiğinden sıyrılmış et, üzerine de azıcık iç yağı bırakılıyor. İnsanın içini ısıtan acısı ve ağızda eriyen etle sarımsağın lezzeti birleşince “yeme de yanında yat” dedirten cinsten bir tatla sabaha başlayabilirsiniz.Dopingimizi aldıktan sonra Zeugma Mozaik Müzesine doğru yola çıktık. Merkezden, Sümerbank yazan araçlara binince müzenin önünde inebiliyorsunuz. Daha önce Tunus yazımda, Zeugma’nın dünyada Bardo Mozaik Müzesine rakip olarak gösterildiğinden bahsetmiştim.Zeugma, MÖ 300 civarında Büyük İskender'in generallerinden Selevkos I Nikator tarafından kurulmuş bir antik şehirdir. Zeugma Mozaik Müzesi; 9 Eylül 2011 tarihinde açılmıştır ve dünyanın en büyük mozaik müzesi olma özelliğini taşımaktadır. Roma döneminden kalan mozaikleri ile dünyaca ünlüdür. Çok etkileyici bir atmosfere sahip olan müze mutlaka görülmeli. Eserlerle ilgili detaylı bilgiye sahip olmak için danışmadan 10 TL karşılığında kulaklık ve audio ( sesli rehberlik hizmeti ) kiralayabilirsiniz.Müzeden sonra istikamet İmam Çağdaş. Çok kalabalık olmasına rağmen ilgili ve güleryüzlü çalışanları karşılıyor bizi. Fındık lahmacunla başlıyoruz maratona :) akabinde Eda ile 1 porsiyon kebap 1 porsiyon da Ali Nazik istiyoruz ve paylaşıyoruz. Böylece ikisininde tadına bakmış oluyoruz. Parça etli Ali Nazik görüntüsüyle bile iştah kabartıyor. Eti ve sosu mükemmel. Kebaplar nefis, porsiyonlar İstanbul’dakine kıyasla daha büyük. Bu arada Salata ve çay ikramıyla beraber iki kişi toplam 55 TL ödüyoruz. Fiyatlar, lezzet ve porsiyonlar göz önüne alındığında bize gayet uygun geliyor.Kapasitemizin üzerinde bir performansla yedikten sonra İmam Çağdaş’a hoşçakal diyerek kahvelerimizi içmek üzere Arasa Meydanında, Gaziantep Bakırcılar Çarşısı’nın tam karşısında yer alan tarihi Tahmis Kahvesine geçiyoruz. 1635'den beri faaliyet gösteren, Türkiye'nin en eski kahvehanelerinden birindeyiz. Tahmis Kahvesi, uzun yıllar "Löküslü Kahve" ve "Tömbekici Kahve" olarak da anılmıştır. "Tahmis" kahvenin dövüldüğü yer anlamına gelmektedir.
1901-1903 yılları arasında iki büyük yangın geçiren Tahmis Kahvesinde, bir çok defa restorasyon çalışmaları yapılmış, orijinalliğini ve mimarisini yitirmeden günümüze kadar ulaşması sağlanmıştır. Geniş ve yüksek tavanları, tarihi ahşap mimarisi nedeniyle kahveye girdiğimizde etrafı incelemekten kendimizi alıkoyamıyoruz. 2 katlı olan kahvede alt katta tam ortada kurulmuş olan kuzinenin görüntüsü de mekana ayrı bir sevimlilik katıyor. Ayrıca yaz aylarında açık alanda oturma şansına da sahipsiniz.Cumartesi ve Pazar günleri sazendeler, müşterilere fasıl ile eşlik ediyor. Meşhur menengiç kahvesini denemek istiyoruz. Kahvenin şekerli olduğunu öğrendiğimizde tercih etmiyoruz. Sade Türk Kahvelerimizi söylüyoruz. Kahvelerin sunumu mekana yakışır şekilde yapılıyor. Tahmis kahvesi, yerli ve yabancı turistler arasında oldukça popüler bir yere sahip.Gaziantep o kadar sıcak ve yardımsever bir halka sahip ki bu şehirde kaybolmanız mümkün değil. Kime ne sorduysak samimi ve anlaşılır şekilde cevap aldık. Yalnız bize garip gelen bir yerden bir yere gitmeye çalışırken her daim karşıda görünen han ya da pasajın gösterilmesi ve “şuradan girin karşıya geçin oradan sağa/sola dönün" cevabı oldu. Şehir hanlarla örülü olduğundan, hedef mekana ulaşmak için bir handan çıkıp diğerine girmek zorunda kalıyoruz. Bu kaos bizim açımızdan hem kafa karıştırıcı hem de çok keyifliydiKentte bakır işlemeciliğinin tarihinin çok eskilere dayandığı bilinmektedir. Tarihi bakırcılar çarşısında, bakır döven ustaların sanatlarını icra ederken çıkardıkları sesler eşliğinde gezerken, yanyana dizilmiş dükkanlarda yüzlerce bakır ürün sergilendiğini göreceksiniz. Antep’e özgü gümüş takılar da içine düştüğünüzde çıkmakta zorlanacağınız bir derya olabilir sizin için. Bizim zamanımız kısıtlı olduğundan çok fazla takı araştırmasına giremedik. Eğer girmiş olsaydık uçağı kaçırmamız olası bir tehlike arz edecekti bizim için. :)Baklavadan bahsetmeden bu yazıyı sonlandırırsam ayıp etmiş olurum herhalde. Baklavanın anavatanındayız ya adım başı baklavacılara rastlıyoruz. Hepsinin vitrini de birbirinden güzel görünüyor. Ulaşlıoğlu adındaki küçük mütevazi bir dükkandan aldığım kuru baklava oldukça başarılıydı. Bana sorarsanız bu kadar ustanın bir arada yaşadığı memlekette de nereden satın alırsanız alın kötü baklava olabileceğini düşünmüyorum.
Gaziantep, denemekten asla pişman olmayacağınız tatlarıyla, hanlarıyla, hamamlarıyla ve samimi halkıyla keşfedilmek üzere sizleri bekliyor.
SAFRANBOLU
Karabük ilinin en büyük ilçesi, safranın anavatanı ve tabi ki evleriyle ün kazanmış Safranbolu’da, lokum gibi bir hafta sonu geçirmek için yola çıkıyoruz.
Yağmurla karşılıyor bizi Safranbolu…
Yaklaşık 5000 yıllık bir geçmişse sahip olan Homeros’un İlyada destanına konu olmuş bölge; Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Romalılar ve Osmanlılar gibi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. 17. yy.’da Sinop-İstanbul ticaret yolu üzerinde bulunduğundan, kervanlar burada konaklıyormuş. Bu yol “altın yol” olarak da anılırmış.
Safranbolu jeolojik yönden ilginç bir oluşuma sahiptir. İlçede çökmeler sonucu oluşmuş derin ve uzun kanyonlar (Tokatlı, Düzce, Tekekurum), büyük mağaralar (Bulak, Hızar) yer alır. Kent üç ayrı derenin (Akçasu, Gümüş ve Bulak) oluşturduğu kanyonların üzerinde kurulmuştur.Safranbolu denilince şüphesiz akla ilk evleri geliyor. Safranbolu’nun simgesi haline gelen bu evler 3 katlı ve beyaz renkli olmakla beraber alt katları taştan, üst katlar ise ahşap kerpiç karışımı bir maddeden yapılmıştır. Safranbolu Konakları yalnızca dış görünüşleriyle değil, geleneksel Osmanlı yaşantısını yansıtan iç dekorasyonlarıyla da ilgi çekicidir. Bu konakların bazıları müze, bazıları ise otel ve restoran olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Safranbolu, Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan geleneksel Türk evleri ve doğal güzellikleriyle 17 Aralık 1994’te UNESCO Dünya Mirasları Listesine girmiştir.3 neslin bir arada yaşamasına olanak sağlayan evlerde ortalama 6 ila 8 oda bulunmaktadır. Odaların her birinde yüklük adı verilen dolap, ocak ve sedir, ahşap dolap içine gizlenmiş bir banyo ( gusülhane ) bulunmaktadır. Evin her bir odası, çekirdek bir ailenin ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir yaşam alanını içinde barındırmaktadır. Konaklarda yer alan tavan süslemeleri zenginliğin simgesi olup her evin bahçesi ve taşlık kısmı vardır. Bahçelerinde yer alan havuzlar hem yangın esnasında anında müdahaleye olanak sağlaması hem de toplantıların havuz başında yapılması nedeniyle ev halkı için önemlidir.Bir diğerinin önünü kapatmayacak şekilde konumlanmış olan Safranbolu evlerinde, kapı girişinde iki farklı tokmak bulunuyor. Kapıyı çalan kadınlar ve erkekler ayrı tokmakları kullanırlar. Böylece evdekiler kapıyı açmadan önce hazırlanabilirler. Gün içinde kapılar kilitlenmez, ancak ev uzun süre boş kalacaksa ya da uzak mesafeye gidildiyse, kapıdaki iki halka arasına bir ip ya da zincir asılır, bu sayede gelenler evde kimsenin olmadığını anlarlar. İlçede evlerin iç mekanlarını detaylı olarak görebileceğiniz ve ayrıntıları öğrenebileceğiniz geziler vardır.
Biz, konağın sahibi Filiz Teyze eşliğinde Yörük köyünde yer alan Sipahi Konağını gezdik. Ev sahibinin içten ve doğal anlatımıyla evin güzelliği birleşince çok keyifli anlar yaşadık.Arasta Çarşısı aynı işle uğraşan esnafın bir araya geldiği ve el sanatlarına (Yemeniciler, Demirciler, Bakırcılar vb.) göre ayrılmış sokaklardan oluşuyor. Safranbolu’ya özgü hediyelik eşyaların satıldığı sıra sıra dizilmiş küçük dükkanlardan maket konaklar, yemeniler, masa örtüleri, safran kolonyası ve Safranbolu lokumu alabilirsiniz. Çarşı yaz-kış birçok yerli ve yabancı turisti ağırlıyor.
Çarşı da gezdikten sonra kara dut şerbeti ile birlikte ikram edilen nefis Türk Kahvemizi içerek yorgunluğumuzu atıyoruz.Arasta Meydanında yer alan Köprülü Mehmet Paşa Caminin bahçesinde güneşin taş üzerine yansıyan gölgesine göre saatin kaç olduğunu gösteren güneş saati, şadırvan ve kütüphane bulunmaktadır.Hava ne kadar soğuk olursa olsun Hıdırlık Tepesine çıkmadan olmazdı. Eskiden yöre halkı bu tepeye yağmur duası için çıkarmış. Aynı zamanda bir Açıkhava Namazgahı olan tepede toplu namazlar kılınır ve hıdrellez kutlamaları yapılırmış. Hükumet Konağı, Saat Kulesi ve Tarihi Cezaevinin panaromik olarak görülmesi için ideal bir nokta. Kale üzerinde bulunan Eski Cezaevi Binası, Sultan 2. Abdülhamit tarafından 1906 yılında yaptırılmış. Restore edildikten sonra günümüzde kafeterya ve restoran olarak hizmet vermektedir.Manzaranın seyrine doyduktan sonra küçük dik bir patika yoldan şehir merkezine doğru yürüyebilirsiniz. Yol üzerinde Kaymakamlar Evi yer alıyor. Geçmişte birçok kaymakama ev sahipliği yapmış olan bu tarihi mekan bir müze eve dönüştürülmüştür. Yola devam ettiğinizde Cinci Han ve Hamamını göreceksiniz. Buradaki hamam şu anda kullanılır durumdadır. 1645 yılında inşa edilmiş olan Cinci Han ise başarılı bir restorasyonla bugün restoran, kafe ve otel olarak hizmet vermektedir.Bu güzel hafta sonu kaçamağını, bambaşka tatlarla ( fıstıklı, safranlı, güllü, damla sakızlı vb. ) karşımıza çıkan dünyaca ünlü Safranbolu lokumlarından tadarak ve buz gibi Bağlar gazozunu yudumlayarak sonlandırıyoruz.
Sevgiler...
Zeynep
Marakeş
]Başkent: Rabat
Yönetim şekli: Anayasal Monarşi/ Krallık
Vize: Türk vatandaşlarına vize uygulanmıyor.
Para birimi: Fas Dirhemi (MAD)
Saat Farkı: 3
Fas’a uçuşu bulunan havayolu şirketleri: Royal Air Maroc, Türk Hava Yolları, Air Arabia
Atlantik okyanusu ile Sahra Çölü arasında yer alan Fas Krallığı, güneyinde Batı Sahra, doğusunda Cezayir ve kuzeyinde Cebelitarık Boğazı ile bağlandığı İspanya ile komşudur. Bizim dilimizde Fas, ismini Fas’ın ilk başkenti olan Fes şehrinden almıştır ve sadece Türkçe’de bu adla anılmaktadır. Avrupalılar bu ülkeye, Marakeş’ten esinlenerek Morocco ya da Maroc demeyi tercih ederken Arap dünyası da El Mağrip ( En batıdaki yer) olarak adlandırmaktadır. Kırk dört yıl Fransız sömürgesinde kalan ülke, 1956 yılında bağımsızlığını kazanmıştır. Berberiler ve Araplar nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ülkede resmi dil Arapça olmasına rağmen Fransızca da yaygın olarak kullanılmaktadır.Fas’ın dört kraliyet şehrinden birisidir. Binaların ve toprağın renginden dolayı “Kızıl Şehir” olarak da anılmaktadır. Şehre girer girmez hurma ağaçları karşılar sizi. İlk olarak yeşil bitki örtüsü, trafikte otomobillerle beraber ilerleyen nostaljik faytonlar ile motor kullanan çarşaflı kadın sürücülerin çokluğu dikkatimizi çekiyor. Marakeş Fas’ın en turistik bölgesidir.Kutubiye (Koutoubia) Cami şehrin simgesi olarak görülmektedir. Bu caminin yapıldığı yerde eskiden el yazması kitaplar satıldığı için bu ismi almıştır. Labirenti andıran dar sokaklarda gezerken yönünüzü tayin etmek için caminin minaresi çok yardımcı oluyor. Çünkü şehrin hemen hemen her bölgesinden Kutubiye minaresi görülebiliyor. Caminin etrafını çevreleyen Kutubiye bahçeleri de turistlerin en çok rağbet ettikleri yerlerden biridir. Fas’taki camiler mimarı olarak bizdekilerden biraz farklı…Bizde yuvarlak olan minareler onlarda dikdörtgen şeklinde olmakla beraber minarelerin ucunda 3 ya da 5 tane metal top bulunmaktadır. 3 top; ateş, toprak ve suyu, 5 top ise İslam’ın 5 şartını simgelemektedir. Parayla girilen camilerin dışında, Müslüman olmayanlar camilere alınmamaktadır.Yolunuz Marakeş’e düştüyse eğer Djemaa El Fna meydanına uğramadan dönmeniz mümkün değil bence. Eski şehirde ve surların içinde bulunan meydanı tarif etmek oldukça zor… Bu meydanda zamanlararası yolculuğa çıktığınızı hissedebilirsiniz. Etraf o kadar hareketli ve kalabalık ki sanki herkes bu keşmekeşin içinde var olmaya çalışıyor.Meydanda yılan oynatıcıları ve kıvrakça dans eden yılanlar, maymun terbiyecileri ile boynunuza atlamaya hazır sevimli maymunlar, açık hava pazarı, seyyar satıcılar, hediyelik eşya satan dükkanlar, baharatçılar, geleneksel kıyafetleri ile su satıcıları, dövmeciler vb. bulunuyor.
Yalnız şunu belirtmeliyim ki meydandaki satıcılar oldukça ısrarcı. Gözünüzün ucuyla olsa dahi bir şeye bakmayagörün, eğer yakalarlarsa kurtulmanız çok zor. Fotoğraf çekerken bile dikkatli olmanız gerekiyor. Hemen gelip para istemeye hazırlar. Bu arada ansızın yanınızda bir kadın belirip kolunuza yapışarak henna henna nidaları eşliğinde elinizi boyamaya koyulabilir. Eğer dövmeden hoşlanıyorsanız, değişik motif ve fiyat seçenekleriyle, kına ile geçici dövme yaptırabilirsiniz.Akşam meydanda seyyar lokantalar kuruluyor. Yerel tatlar açık havada buluşuyor. Envai çeşit insanla ve olayla karşılaşabileceğiniz Djemaa El Fna’da, namı diğer Kıyamet Meydanında hayat hep devam ediyor.
Meydanın hemen arkasında Souk adı verilen çarşıda antikacılar, kuyumcular, deri eşya satan dükkanlar, baharatçılar vb. var. Burası görünüm olarak İstanbul Kapalıçarşı’yı andırıyor. Deri ürünler çok güzel. Fakat biraz ağır kokuyorlar. Faslı kadın ve erkekler cellabiye adı verilen ince, cüppe benzeri bir kıyafet giyiyorlar. Bunlardan satın almak isterseniz bir çok dükkanda değişik renkte ve işlemede cellabiye bulabilirsiniz. Tabi ki alışveriş yaparken pazarlık yapmanız olmazsa olmazlardan. Sanırım Arap ülkelerine giden herkesin bu konuda ihtisas yapması şart. Satın almak istediğim bir deri çanta için 380 dirhem fiyat veren satıcı, 150 dirheme kadar fiyatı indiriyor ve çanta benim oluyor. Genelde etiket yapıştırmak gibi bir huyları olmadığı için o an ki ruh hallerine göre size fiyat verebiliyorlar.Yeni şehir ve eski şehir olarak iki bölgeye ayrılmış Marakeş. Eski şehir surlarla çevrilmiş ve neredeyse tamamını çarşı kısmı oluşturuyor. Yani eski şehrin kalbi Medina’da atıyor. Yeni şehir ise Fransız egemenliği sonrası kurulmuş. Modern alışveriş merkezleri, lüks oteller, malikaneler bu bölgede yer alıyor. Bu arada şehirdeki oteller genel olarak çok güzel ve konforlu.Yeni şehirde Majorelle Botanik Bahçesini görebilirsiniz. Bahçe Jacques Majorelle tarafından dizayn edilmiş olup 1947’de halka açılmıştır. 1980 yılında Yves Saint Laurent tarafından satın alınarak imara açılmaktan kurtarılmıştır. Bahçede dünyanın dört bir tarafından getirilmiş bitkiler, çeşmeler ve havuzlar yer almaktadır. Parlak mavi kobalt duvarlar ile bitkilerin ahenkli birleşimi göz kamaştırıcıdır. 3000’in üzerinde bitki çeşidinin burada nefes aldığı bilinmektedir. Bahçenin içinde bir kafe ve girişi için ayrıca ücret alınan İslami Eserler Müzesi yer almaktadır. Marakeş’te uzun yıllar yaşayan tasarımcı Yves Saint Laurent’in vasiyeti üzerine 2008 yılında, ölümünün ardından külleri Majorelle bahçelerine serpilmiştir.Endülüs mimarisinin izlerini taşıyan El Bahia Sarayı göz alıcı güzelliği ve iddialı işçiliği ile hafızama kazınıyor. Duvarlar rengarenk mozaiklerle ve süslemelerle kaplı. Saray 1894 yılında vezir Ebu Ahmet tarafından yaptırılmış. Çok güzel ışık alan yemyeşil bir avlusu var.[/fusion_text][/three_fifth][three_fifth last="no" spacing="yes" center_content="no" hide_on_mobile="no" background_color="" background_image="" background_repeat="no-repeat" background_position="left top" border_size="0px" border_color="" border_ padding="" margin_top="" margin_bottom="" animation_type="" animation_direction="" animation_speed="0.1" id=""][fusion_text]Fas mutfağına çok yabancılık çekeceğinizi düşünmüyorum. En ünlü yemekleri Tajine… Bizdeki güvece benzer bir kapta; et ile beraber patlıcan, patates, kabak gibi sebzeler pişiriliyor. Yemek, adını pişirildiği kaptan almış. Çarşıda tajine adlı kaplardan bol bol satıldığını göreceksiniz. Menülerinde olmazsa olmazlardan kuskus var. Buğday unu ve irmiğin inceltilmesi ile elde edilen karışım, üzerinde et ve sebzelerle servis ediliyor.
Bunun dışında deniz ürünlerini çok tüketiyorlar ancak balığı pişirme tarzları bizim damak tadımıza pek hitap etmedi. Harissa adlı acı sosu, kişnişi, safranı, sarımsağı, kimyonu mutfaklarından eksik etmiyorlar. Sokak tatlıcıları çok meşhur olmasına rağmen biz hijyen açısından sokak tatlılarından tüketmeyi tercih etmedik. Nane çayı su gibi tüketiliyor. Yemek sonrası ikramlar arasında da mutlaka yer alıyor. Ancak şeker ilaveli olarak geldiği ve çok şekerli içildiği için, az şekerli ya da şekersiz istediğinizi belirtmeniz de fayda var.
Eğlencesinden lezzetine Fas’a özgü bir gece geçirmek isterim derseniz; şehrin biraz dışında çok geniş bir alanda kurulmuş olan sarayda, Chez Ali’de ( Ali’nin yeri ) bir akşam yemeği yiyebilirsiniz. Gelen misafirler folklor ekipleri ve müzisyenler tarafından karşılanıyor. Yemekler çadırlarda servis ediliyor. Yemek boyunca her çadıra sırayla folklor ekipleri girerek yerel danslarını sergiliyorlar. Çorbayla başlayan servis kuzu çevirme ve kuskusla devam edip meyve ile son buluyor. Dilerseniz alkol de tüketebiliyorsunuz. Yemek sonrası hipodrom gibi bir alanda atlıların gösterisi başlıyor. Temsili olarak çöldeki akınlar ve akrobatik gösteriler sergileniyor. Gece, oryantal şov eşliğinde sona eriyor.
Sekiz yüz yıldan fazla bir tarihe sahip olan şehirde, tarihi duvarlarla çevrili labirenti andıran dar sokaklarda yürürken, kulağınıza gelen müzik sesiyle orta çağa bir yolculuk yaptıktan sonra Djemaa El Fna’ya vardığınızda bir film setinde olduğunuzu hissedebilirsiniz. Marakeş, el emeği göz nuru seramikleri, birbirinden güzel kapıları, doğası, ilginç mimarisi, cümbüşü, karmaşası ve sıra dışı atmosferiyle görülmeye değer…
BREMEN
Kendilerine kötü davranan sahiplerinden kaçan eşek, köpek, kedi ve horozun Bremen’de müzik yapmak için yollara düşmeleriyle başlar masal. Sonunda Bremen’e vardıklarında bir evin camından içeri bakarlar ve içeride hırsız olduğunu görünce bağırmaya başlarlar. Bu garip seslerden ve eşek, köpek, kedi , horozun üst üste durduğunda oluşturduğu gölgeden korkan hırsız kaçar. Masal bu ya, bu kente bir daha hiç hırsız uğramaz. Şehir II. Dünya Savaş'ından en az hasar almış kentlerden biridir. Bu sebeple şehrin neredeyse her yerinde Altbremer Haus denilen 19.yüzyıl başında inşa edilmiş evleri görmeniz mümkündür.Bu küçük şehrin meydanının bulunduğu semt Domsheide'dir. Bu tarihi meydana girdiğinizde sizi bütün güzelliğiyle St. Petri Katedrali karşılayacak. Yapımı uzun yıllar süren, yıkılıp tekrar yapılan katedral, bugünkü haline 1901 tarihinde kavuşmuştur. Katedrali gezmek için ücretsiz. Katedral yararına düzenlenen konserlere bilet alabilir veya yazın açık olan katedral kulesine çıkıp meydana yukarıdan bakabilirsiniz.Katedralin tam karşısında şehrin bağımsızlığının sembolü olan Roland heykeli bulunmaktadır.Heykelin Katedralin karşısında zırhlı ve kılıçlı olması elbette tesadüf değildir. Heykel, Katedrale karşı Bremen halkının baş kaldırısıdır. Bu sebeple, ilk yapılışında tahtadan yapılan heykel, Başpiskopos tarafından yaktırılmıştır. 1404 tarihinde bu sefer taş olarak tekrar yaptırılmış ve eski yerine bir öncekinden daha büyük ve daha güçlü bir şekilde koyulmuştur. Heykelin özelliklerinden bahsedecek olursak; yüksekliği 5,47 metre,arkasındaki gölgelikle beraber toplam yüksekliği 10,21 metredir. Roland heykelinin iki dizi arasındaki mesafe eski bir ölçü birimi olan 1 Bremen Elle yani 55,372 inç uzunluğundadır. Almanya’nın bir çok kentinde benzerleri bulunan heykel UNESCO tarafından en iyi tarihi örneklerden biri seçilerek, belediye binası (Rathaus) ile birlikte 2004 tarihinde Dünya Mirası listesine eklenmiştir.
Heykelin iki dizini tutmaya çalışan insanlar görürseniz bunu sadece eğlence için yaptıklarını belirtmem gerek. Heykelin şehir için anlamına bakarsanız dilek tutulacak tipten bir heykel değil. Ama elbette keyif sizin! Belki ülkeniz için bir şeyler dilerseniz olur :)Almanya'nın her eyaletinde aynı isimle bulunan belediye binası (Rathaus), Roland heykeli ile birlikte 2004 tarihinde Dünya Mirası listesine eklenmiştir. Almanya'taki birçok Rathaus gibi içine girmeniz ne yazık ki mümkün değil ama taştan şövalyelerle korunan kapılarında resim çektirebilirsiniz veya altındaki tarihi restoranda şovları izleyip yemek yiyebilirsiniz.Roland heykelini ve Rathaus’u geçince sağda Bremen’in sembolü olan heykel işte karşımızda!!
Güzel havalarda ve tatil günlerinde önünde fotoğraf çektirmek için beklemeniz gerekebilir. Tahmin ettiğiniz gibi Bremen’in en popüler mekanıdır burası. Rivayete göre eşeğin iki bacağından tutar ve gerçekten çok isterseniz yolunuz tekrar Bremen’e düşer.Ama bu heykel bize yetmez, biz bir de Bremen Mızıkacılarının sesini duymak istiyoruz derseniz, meydanda küçük, altın rengi bir kapak göreceksiniz. İçine bozuk para atarsanız mızıkacıların sesini duyabilirsiniz.
Belirtmem gerek her zaman çalışmıyor, ama içiniz rahat olsun attığınız paralar kimsesiz çocuklar için çalışan bir kurumuna gidiyor.Gelelim Böttcherstraße’ye… Güneşli bir günde meydanda dururken gözünüze altın rengi bir duvar ilişir. Bir de müziğin geldiği yere doğru dönerseniz Böttcher Straße’yi fark edersiniz. Sokak 1922 -1931 yılları arasında Ludwig Roselius adında bir kahve tüccarı tarafından inşa ettirilmiş.
İlerlediğinizde altın rengi bir kabartmanın altından belki bir keman sesi eşliğinde geçip benim müzik kutusuna benzettiğim daracık bir sokağa gireceksiniz. Sokağın içinde el yapımı eşyalar satan dükkanlar, müzeler, kahve ya da bira içebileceğiniz tarihi mekanlar ve bir otele bulunmakta.Bu sokakta yürürken lütfen çok acele etmeyin. Dükkanların olduğu boşluklara bir göz atın. Ama mutlaka şekerleme dükkanını bulun.
Bremen’in bonbon şekerleri. El yapımı bu rengarenk şekerlerin nasıl yapıldığını izleyebilir, tadabilir veya harika renklerinin ve şeker kokusunun tadını çıkarabilirsiniz. Değişik aromalara sahip şekerler içinde bir kavanoz Rote Grütze öneririm. Benim gibi çilek, ahududu, kiraz, frenk üzümü ve yaban mersini sevenlere.Dükkanın önünde “Sieben-Faulen-Brunnen” yedi tembel çeşmesini göreceksiniz. Bu çeşmenin etrafındaki uyuyan adam figürleri 7 tembel kardeşin hikayesini anlatmaktadır. Hikayeye göre, Bremenli bir çiftçinin çok tembel yedi oğlu vardır. Bu çocuklar o kadar tembeldir ki Bremen’de iş bulamaz ve başka ülkelere çalışmaya giderler. Geri döndüklerinde başka ülkelerde öğrendikleri yenilikleri şehir halkıyla paylaşırlar. Weser nehri taşmasın diye baraj inşa ederler, tarımda gördükleriyenilikleri şehir halkıyla paylaşırlar. Weser nehri taşmasın diye baraj inşa ederler, tarımda gördükleri yenilikleri paylaşırlar. Sonunda aslında tembel değil oldukça zeki oldukları ortaya çıkar. Bu heykelde yedi kardeşin dünyayı gezmeden önceki tembel halini görürken, onların kendi kentlerine tecrübeleriyle sağladığı faydaları sembolize eden gururlu heykellerini Sieben Faulen Haus yani yedi tembel evinin çatısında görebilirsiniz.Şimdi saatlerinizi ayarlayın. Az sonra Bremen bir müzik kutusuna dönüşecek. Şekerlerimiz aldık, 7 tembel kardeşle tanıştık yolumuza devam ettiğimizde bir saat kulesi bizi bekliyor. Kışın, her gün saat 12,00, 15.00,18.00’de, yazın ise 12.00 ve 18.00 arasında her saat başı çalan çanları dinlemek için yapmanız gereken tek şey kalabalığı takip etmek. Glockenspiel , çanlarını ilk mayıs 1934’te çalmış. 30 porselen çandan oluşan çan kulesine, dönen bir mekanizma eşlik etmektedir. Bu mekanizmada 10 cesur kaşifin resimlerinin bulunduğu paneller gösterilmektedir.Şehrin en eski evlerinin bulunduğu Schnoor ,meydandan sadece 5 dakikalık uzaklıktadır. Şehir merkezinden tramvay duraklarına doğru yürüdüğünüzde postahane binasını göreceksiniz. Sokağın girişinde ise tatlı Schnoor tabelasını.
Bu güzel sokak sadece 15. yüzyıldan kalma sivri çatılı evleriyle değil, daracık sokakları, birbirinden ilginç el yapımı hediyelik eşyalarıyla, küçük samimi restoranlarıyla farklı bir atmosfer sunar size. Gemiler için halatlar ve ipler üreten insanların yaşadığı söylenen bu bölge adını, aşağı Almanca’da halat anlamına gelen Schnur kelimesinden almıştır.En orijinal hediyelik eşyaları bulabileceğiniz sokak burasıdır. Fiyatı pahalıdır ancak ne yazık ki Bremen'de ucuz hediyelik eşya satan bir yer ben göremedim. Özellikle kağıttan maket satan dükkana girmenizi tavsiye ederim. Uçaktan, şatoya her türlü kağıt maket bulabilirsiniz.
Dar sokaklar arasında kaybolmaktan korkmadan yürüyün. Çünkü bu sokağın özelliği bir insanın zorlukla geçebileceği sokakları ve kağıttan yapılmışa benzeyen binaları. Bu binalardan bir tanesini gezmek isterseniz içinde o döneme ait ev eşyaları bulunan bir müze ev bulunmakta.Bremen'e 1 günden fazla vakit ayırdıysanız Weser nehrinin kenarında Schlachte'de yürüyüş yapabilir ya da sokakta bulunan güzel mekanlarda nehir manzarası eşliğinde biranızı yudumlayabilirsiniz. Schlachte'ye Böttcherstrasse'nin bitiminden alt geçitle ulaşabilirsiniz. Burada kendinize tekne gezisi ayarlayabilirsiniz. Eğer hava güneşliyse Cafe Sand'a gitmenizi öneririm. Mekan nehrin diğer tarafında olduğu için küçük bir tekne ile karşıya geçeceksiniz. Nehire girmek yasak ama çok sıkı bir yasak değil :)Bir diğer alternatif ise merkez tren istasyonunun arkasında kalan Bürger Park. Park denildiğine bakmayın aslında orman. Parkı ve şehirin tamamını eğer kullanmayı seviyorsanız bisikletle gezmenizi öneririm. Merkez istasyonda bisiklet kiralayabileceğiniz bir dükkan bulunmakta, aynı zamanda size gezebileceğiniz yerler ile ilgili bilgi de veriyorlar. Trafik kurallarına dikkat edin cezası var. Her zaman yolun sağından gidin, bisikleti kullanmıyorsanız bisiklet yolundan gitmeyin.
İlgilenenlere; ADFC Radstation Bremen
Peki ama gezdik gördük, öğrendik Bremen’in tarihi yerlerini, yok mu başka bir şey diyen var sanki aranızda.
Bremen halkı kendi eğlencesini kendi yaratır ve eğlence sokaktadır…
Havalar ısınmaya başladığında sokaklar kalabalıklaşır. Her ay şehir merkezinde pazar kurulur, yenilir, içilir, sohbet edilir. Bu zamanlarda sokaktan müzisyen eksik olmaz. Özellikle Christmas’tan bir hafta önce kurulan Christmasmarkt hediyelik eşya bulmak konusunda bir hazinedir. Değişik yemekleri, tatlıları tadabilirsiniz. Bir kış içeceği olan Glühwein’ı (sıcak şarap) içmeden meydandan ayrılmayın.Bremen’in belkide en eğlenceli olduğu zaman Kasım ayıdır. Ischa Freimaak dedikleri pazarı kurarlar. Şehrin meydanında yemek yerleri, hediyelik eşya satan küçük evler kurulurken, tren istasyonun arkasında büyük bir eğlence merkezi açılır. Meydanda bir şeyler yemeyi boş verin ve mutlaka Roller Coaster’a binin.Kuzey denizinin kıyısındaki bu soğuk kentte elbette baharın gelişi büyük bir coşkuyla kutlanır.3 Mart Bremen için karnaval zamanıdır.Karnavalın amacı, baharı karşılayıp, uzun ve soğuk geçen kışı olabildiğince renkli giyinerek ve gürültü yaparak kovalamaktır. Kuzey denizine kıyısı olan bu soğuk şehre Karnaval zamanı giderseniz dans ederek kışı kovmalarına yardım edebilirsiniz ya da bahardan önce son bir defa sıcak şarap içip dansçıları seyredebilirsiniz.Hava alanından şehir merkezine (Domshide) ulaşmanız 6 numaralı tramvayla sadece 11 dakika sürer. Biletinizi duraktan alabileceğiniz gibi tramvayın içinden de alabilirsiniz. Şehre trenle geldiyseniz merkez tren istasyonundan Flughafen yönüne giden 6 numaralı tramvayla 5 dakikada şehir merkezine (Domsheide) ulaşabilirsiniz.Knigge, 1889 yılından beri Bremen’de hizmet veren bir pastane. Özellikler elmalı pastaları harika. Günün her saatinde kalabalık olan bu pastane akşamları 6’da kapanıyor. Bir küçük uyarı; pasta siparişinizi masada vermiyorsunuz. Pastaların bulunduğu yerden seçip, üzerinde seçtiğiniz pastanın numarası yazan kağıdı almanız gerekiyor. Masanıza oturduğunuzda kağıtla beraber içecek siparişiniz de verebilirsiniz.Kahve içmek için ikinci seçenek ise meydanda bulunan Kaffeehaus. Pastaları Knigge kadar güzel olmasa bile hem bulunduğu yer hem de kahvesi oldukça kaliteli. Karşısındaki Starbucks'ta bedava internet, güzel manzara ama dünyanın her yerinde içebileceğiniz kahve tatlılar var. Bu kafenin pastasını da deneyin, oldukça lezzetli. Ayrıca çok pahalı olmayan ama lüks bir yerde kalmak istiyorsanız kafenin bulunduğu bina bir otel ve sabah kahvaltılarını bu pastahanede veriyorlar.Bremen’de geleneksel yiyecekleri yiyebileceğiniz iyi şarap ve bira içebileceğiniz en güzel yer, belediye binasının (Ratshaus) altında bulunan Ratskeller. Mekan 1405 yılından beri Bremenlilere hizmet veriyor.Özellikle akşam yemeği için tercih edilen bu mekanda yemek yemek için rezervasyon yaptırmanız gerekebilir. Belirtmeliyim ki fiyatlar yüksek. Hafta sonu akşamları geleneksel showlar eşliğinde yemek yiyebilirsiniz.Sadece bir şeyler atıştırıp iyi bira içmek istiyorsanız, bir de aradığınız orta çağ hanlarına azda olsa benzeyen bir yerse , Böttcherstraße’de bulunan Schüttinger tam size göre. Yemekleri lezzetli, biraları ucuz ve mekana gelenler çoğunlukla gençler.Kahvaltı için en popüler mekan ise Piano. Hafta sonları yer bulmak neredeyse imkansız. Mekan Sielwall’de, merkeze yürüme mesafesiyle 15 dakika uzaklıkta.
Merkezden yani Domsheide durağından 2 ve 3 numaralı tramvaylara binerek daha kısa sürede ulaşabilirsiniz. Elbette kahvaltıyla ilgili büyük beklentileriniz olmamasını öneririm. Kahvesi iyidir bir de ekmekleri.En sevdiğim restoranı sona sakladım. Medoo. En iyi lokal restoran seçilmiş ve benim yemek zevkime göre sonuna kadar bu ünvanı hak eden bir restoran. Mekan oldukça küçük, bu yüzden yer bulmak zor. Akşam yemeği saatinde rezervasyon yaptırmalısınız. Her gün çorba ve ana yemekten oluşan 3 farklı menü hazırlıyorlar. Ortam sıcak, yemekler güzel, fiyat uygun. Gizli saklı bir yer olduğu için tarif vermem gerekli. Sielwall durağında indiğinizde Rewe marketin solundan düz gidin, yolun solunda mekanın tabelasını göreceksiniz. Şimdiden afiyet olsun. Unutmadan, menüde yer fıstığı çorbası varsa, bir şans verin derim. Sanırım görmeniz gereken her şeyi anlattım. Ama bir şehri gezmek, sadece görmeniz gereken yerleri görüp evinize dönmek değildir. İçinde kaybolup sizi mutlu edecek şeyleri bulmak, unutulmayacak anılar ve anlar yaratmaktır.
İşte tamda böyle bir gezi dilerim
Hadi sıra sizde...
Eda Akkaya
MODA
İstanbul’un her semtinin ayrı bir hikayesi vardır . Her semtinde neden olduğunu , nereden geldiğini anlamadığınız bir his.
Sokak aralarında dikkat etmeden geçtiğiniz tarihi binaları, yüzyıllık ağaçları…
Kısacası bu şehre hayat veren biz yaşayanların her gün biraz daha yok ettiği ama direnen ruhu vardır.
Bana göre daha önce yaşanmış olan hayatların en yoğun hissedildiği semtlerden biridir Moda.
Keyif ve sakinliktir yaşanan his. En azından benim için öyle.
Arabanızı bırakın. Keyfini çıkarmak için Kadıköy’den yürümeye başlayın. Mümkünse ara sokaklarda kaybolarak gezin. Kadıköy’den Moda’ya çıkan sokaklarda sizi şaşırtacak binalarla karşılaşacaksınız.
Moda caddesine çıkarken Denizbank’ın sokağından içeri girin birkaç bina ilerlediğinizde sol tarafınızda çok eski bir apartman göreceksiniz. İnşası 1908 de biten bu apartman moda da birçok binası bulunan mimar Constantine Pappa’ya ait. Şimdilerde bakımsız olan bu tarihi apartmanın altında Pappa Kafe diye şirin bir yer bulacaksınız bir de yufka satan küçük bir dükkan. İlk ne zaman açıldı bilmiyorum ama 1996 dan beri hep açık.[/fusion_text][/two_third][separator style_type="none" top_margin="10" bottom_margin="" sep_color="" icon="" width="" id=""][fusion_text]Constantine Pappa Osmanlı tebaasına bağlı Ortodoks Rum Cemaatinden bir mimar. Eserlerinin çoğunluğu Moda’da ancak Beyoğlu Elmadağ’da da bir binası bulunmakta.
Binaya dikkatle bakarsanız mimar Pappa’nın Moda’da inşa ettiği bütün binaları bu yazıya ihtiyaç duymadan kendiniz de kolaylıkla bulabilirsiniz. Bu bina daha sonra göreceğiniz Saricazade Arif Paşa konağını yaptıran Sarıca ailesinin Moda’da ki bir diğer mülkü.
Sarıcazade Arif Paşa Moda’ya taşınan ilk Türk ailesi. Asker kökenli bu aile Yunanistan’ın Eğriboz Adasından gelmiş.Moda daha önceleri Osmanlı devletinin çıkardığı Kapitülasyonlarla ayrıcalıklı yaşayan İngiliz, Alman, İtalyan , Fransız ve Hollandalı aileler yaşamaktaymış. Kendilerine ait okulları, ibadet yerleri bulunmaktaymış. All Saint Kilisesi bunlardan biri.Bu güzel ama bakımsız apartmanı arkamızda bırakıp Moda caddesine geri dönüyoruz. Dondurması pek övülen Ali Usta dondurmacısının karşısında büyük bir bahçenin içinde taş bir bina göreceksiniz. Sarıcazade Arif Bey konağı. Yapımına 1986 da başlanan bu bina 1903 yılında tamamlanmış. İlk inşa edildiğinde bahçe içerisinde olan bu konak Moda caddesinin yapımı ile duvarlarını geri taşımış ancak arkasında güzel bir bahçesi hala bulunmakta. İlk gördüğünüz bina ile benzer olduğundan Mimar Pappa nın ilk eseri olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.Yolumuza devam ediyoruz. Çay bahçelerine doğru ilerlerken sol tarafımızda bir tenis kortu görüyoruz. Tenis Kortunun tarihi mi olur demeyin, var çünkü. Daha önce Türk İngiliz Yat Kulübünün olan kort, Moda Deniz Kulübü ile Türk İngiliz Yat kulübünün birleşmesiyle Moda Deniz kulübünün olmuş. Kort 1910 yılından beri tenis sevenlerin hizmetinde.Şimdi biraz keyif zamanı çay bahçesinde bir çay iyi olur sanki. Günbatımın her mevsim farklı olduğu bir yerdesiniz. En güzel olduğu zaman sonbahardır. Çay bahçeleri kapalıdır ama denize bakmak , gün batımını izlemek için çay içmeye gerek yok sanırım.Moda plajı dışında deniz kulübünün raftından denize girmek pek modaymış. Çoğunlukla güneşlenmek için kulüp üyelerinin kulladığı raft ;Yaz aylarında denize çıkarılır kışın ise otoparkın içinde muhafaza edilir. Raft, 1937’de Moda Deniz Kulübü Hamamı adıyla Haliç tersanesinde inşa edilmiş.Deniz Kulübünün tarihi olduğunu söylemeye gerek yok sanırım . Ama bu kadar adı geçmişken kuruluş hikayesini paylaşalım.
Kurtuluş savası sonrası 1927’de Ertuğrul gemisiyle İstanbul’a gelen Atatürk İngilizlerin kurduğu yat kulübünü görür ve daha sonra deniz kulübünün ilk başkanı olacak Celal Bayar’dan böyle bir kulüp kurmasını ister. Kulüp 8 Nisan 1935’te kurulur.
Deniz kulübünün önünden geçip Koço restoranın önüne gidiyoruz. Restoran çok eski. Konstantinos Koço adında bir Rum tarafından “Moda Park Lokantası” adıyla açılmış.Deniz ürünleri yemek isteyenler keyifle yemeklerini yesinler. Ama gizli şeylerden hoşlananlar Koço’nun yanındaki küçük merdivenden aşağıya inerek ayazmaya gitsinler. Buranın kutsal günü Pazartesi. Sağlıkla ilgili dileklerin gerçek olduğu söyleniyor. Ancak üç Pazartesi üst üste gelmelisiniz.Daha keşfedemediğimiz bir dolu şeyle bitiriyorum yazımı. Oysa anlatılacak o kadar çok şey var ki Modayla ilgili.
Ara sokaklardaki eski evlerini , evlerden börek aşıran arsız kargalarını anlatamadım size. Bir dönem ortalarda dolanan terrier cinsi serseri sokak köpeğini, Garanti Bankası önündeki ölü taklidi yapan şişko köpeği, gece sahilde mücevher gibi parlayan ayı, sonbahar sessizliğini, nadiren tutan karı.
Bilmediğimiz onca sırrı, tarihi bize taşıyan ağaçlarını anlatmak isterdim.
Bizden önce yaşamış olanların keyifli kahkahalarını , geçirdikleri mutlu zamanları bize taşıyan ağaçlarını.
AMSTERDAM
İstanbul’un her semtinin ayrı bir hikayesi vardır . Her semtinde neden olduğunu , nereden geldiğini anlamadığınız bir his.
Sokak aralarında dikkat etmeden geçtiğiniz tarihi binaları, yüzyıllık ağaçları…
Kısacası bu şehre hayat veren biz yaşayanların her gün biraz daha yok ettiği ama direnen ruhu vardır.
Bana göre daha önce yaşanmış olan hayatların en yoğun hissedildiği semtlerden biridir Moda.
Keyif ve sakinliktir yaşanan his. En azından benim için öyle.
Arabanızı bırakın. Keyfini çıkarmak için Kadıköy’den yürümeye başlayın. Mümkünse ara sokaklarda kaybolarak gezin. Kadıköy’den Moda’ya çıkan sokaklarda sizi şaşırtacak binalarla karşılaşacaksınız.
Moda caddesine çıkarken Denizbank’ın sokağından içeri girin birkaç bina ilerlediğinizde sol tarafınızda çok eski bir apartman göreceksiniz. İnşası 1908 de biten bu apartman moda da birçok binası bulunan mimar Constantine Pappa’ya ait. Şimdilerde bakımsız olan bu tarihi apartmanın altında Pappa Kafe diye şirin bir yer bulacaksınız bir de yufka satan küçük bir dükkan. İlk ne zaman açıldı bilmiyorum ama 1996 dan beri hep açıkConstantine Pappa Osmanlı tebaasına bağlı Ortodoks Rum Cemaatinden bir mimar. Eserlerinin çoğunluğu Moda’da ancak Beyoğlu Elmadağ’da da bir binası bulunmakta.
Binaya dikkatle bakarsanız mimar Pappa’nın Moda’da inşa ettiği bütün binaları bu yazıya ihtiyaç duymadan kendiniz de kolaylıkla bulabilirsiniz. Bu bina daha sonra göreceğiniz Saricazade Arif Paşa konağını yaptıran Sarıca ailesinin Moda’da ki bir diğer mülkü.
Sarıcazade Arif Paşa Moda’ya taşınan ilk Türk ailesi. Asker kökenli bu aile Yunanistan’ın Eğriboz Adasından gelmiş.Moda daha önceleri Osmanlı devletinin çıkardığı Kapitülasyonlarla ayrıcalıklı yaşayan İngiliz, Alman, İtalyan , Fransız ve Hollandalı aileler yaşamaktaymış. Kendilerine ait okulları, ibadet yerleri bulunmaktaymış. All Saint Kilisesi bunlardan biri.Bu güzel ama bakımsız apartmanı arkamızda bırakıp Moda caddesine geri dönüyoruz. Dondurması pek övülen Ali Usta dondurmacısının karşısında büyük bir bahçenin içinde taş bir bina göreceksiniz. Sarıcazade Arif Bey konağı. Yapımına 1986 da başlanan bu bina 1903 yılında tamamlanmış. İlk inşa edildiğinde bahçe içerisinde olan bu konak Moda caddesinin yapımı ile duvarlarını geri taşımış ancak arkasında güzel bir bahçesi hala bulunmakta. İlk gördüğünüz bina ile benzer olduğundan Mimar Pappa nın ilk eseri olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.Yolumuza devam ediyoruz. Çay bahçelerine doğru ilerlerken sol tarafımızda bir tenis kortu görüyoruz. Tenis Kortunun tarihi mi olur demeyin, var çünkü. Daha önce Türk İngiliz Yat Kulübünün olan kort, Moda Deniz Kulübü ile Türk İngiliz Yat kulübünün birleşmesiyle Moda Deniz kulübünün olmuş. Kort 1910 yılından beri tenis sevenlerin hizmetinde.Şimdi biraz keyif zamanı çay bahçesinde bir çay iyi olur sanki. Günbatımın her mevsim farklı olduğu bir yerdesiniz. En güzel olduğu zaman sonbahardır. Çay bahçeleri kapalıdır ama denize bakmak , gün batımını izlemek için çay içmeye gerek yok sanırım.Moda plajı dışında deniz kulübünün raftından denize girmek pek modaymış. Çoğunlukla güneşlenmek için kulüp üyelerinin kulladığı raft ;Yaz aylarında denize çıkarılır kışın ise otoparkın içinde muhafaza edilir. Raft, 1937’de Moda Deniz Kulübü Hamamı adıyla Haliç tersanesinde inşa edilmiş.Deniz Kulübünün tarihi olduğunu söylemeye gerek yok sanırım . Ama bu kadar adı geçmişken kuruluş hikayesini paylaşalım.
Kurtuluş savası sonrası 1927’de Ertuğrul gemisiyle İstanbul’a gelen Atatürk İngilizlerin kurduğu yat kulübünü görür ve daha sonra deniz kulübünün ilk başkanı olacak Celal Bayar’dan böyle bir kulüp kurmasını ister. Kulüp 8 Nisan 1935’te kurulur.
Deniz kulübünün önünden geçip Koço restoranın önüne gidiyoruz. Restoran çok eski. Konstantinos Koço adında bir Rum tarafından “Moda Park Lokantası” adıyla açılmış.Deniz ürünleri yemek isteyenler keyifle yemeklerini yesinler. Ama gizli şeylerden hoşlananlar Koço’nun yanındaki küçük merdivenden aşağıya inerek ayazmaya gitsinler. Buranın kutsal günü Pazartesi. Sağlıkla ilgili dileklerin gerçek olduğu söyleniyor. Ancak üç Pazartesi üst üste gelmelisiniz.Daha keşfedemediğimiz bir dolu şeyle bitiriyorum yazımı. Oysa anlatılacak o kadar çok şey var ki Modayla ilgili.
Ara sokaklardaki eski evlerini , evlerden börek aşıran arsız kargalarını anlatamadım size. Bir dönem ortalarda dolanan terrier cinsi serseri sokak köpeğini, Garanti Bankası önündeki ölü taklidi yapan şişko köpeği, gece sahilde mücevher gibi parlayan ayı, sonbahar sessizliğini, nadiren tutan karı.
Bilmediğimiz onca sırrı, tarihi bize taşıyan ağaçlarını anlatmak isterdim.
Bizden önce yaşamış olanların keyifli kahkahalarını , geçirdikleri mutlu zamanları bize taşıyan ağaçlarını.
TUNUS
[2010 yılı aylardan Kasım, Kurban Bayramı tatilini fırsat bilip bir yerlere kaçma peşindeyim yine. Deniz’inde aklına girdim ve başladık Tunus’a gidiş yollarını araştırmaya. İlk olarak Tunus’un ülkemize vize uygulamadığını belirtelim. Tunus Air ile yaklaşık 2,5-3 saatlik bir yolculuğun ardından başkentteki Kartaca Havalimanındayız.
16.yy’da Osmanlıların egemenliğinde olan Tunus 1881 yılında Fransızların yönetimine girer. 1954 yılında içişlerinde bağımsızlığını, 1987 yılında da tam bağımsızlığını kazanır. Güzel kumsalları, dalış merkezleri, meraklıları için golf sahaları, tarihi kültürel kalıntıları, ülke topraklarını kaplamış palmiyeler, hurma ağaçları, üzüm bağları, yasemin çiçekleri ve daha birçok güzelliğinden dolayı görülmeye değer bir ülkedir bence. Tunusluların kökleri Berberi adı verilen kavimlere dayanır. Ülkenin %98’i Müslüman, resmi dili Arapça. Yıllarca Fransız sömürgesinde yaşadıkları için Fransızca bilmeyen yok gibi, resmi yazışmalar da iki dilde yapılırmış (Arapça ve Fransızca). Mutfaklarından dillerine kadar birçok alanda Fransız etkisi hala kendini hissettiriyor. Para birimi Tunus Dinarı. İslam ülkesi olduğu için bayanların giyim konusunda çekincesi olabilir ancak bu konuda çok rahat olabilirsiniz. Kurban bayramı tatilini geçirmek için gittiğimiz ülkede, bizden farklı olarak, bayramların sadece (Ramazan ve Kurban Bayramı ) 2 gün sürdüğünü öğrendiğimizde şaşırdıkOtelimiz Hammamet’de palmiye ağaçları arasında geniş bir bahçesi, plajı ve samimi çalışanları olan mütevazı bir otel. Hammamet başkent Tunus’a 1 saat uzaklıkta. Güzel kumsalları ve çok sayıda oteli barındıran, ülke turizmi için büyük öneme sahip olan bölgede, Yasemin çiçekleri çok meşhur. Hammamet eski şehir ve yeni şehir olarak ayrılıyor. Yeni yerleşim bölgesine Yasmin Hammamet adı verilmişİlk durağımız başkent Tunus. Yolda özellikle düz damlı evler ve evlerin önündeki tandırlar dikkatimi çekiyor, Türkiye’nin Güneydoğusundayız sanki. Tunus’ta biraz çevreyi gezindikten sonra Medina’ya gidiyoruz. Medina, kelime anlamı olarak şehir demekmiş ancak eski şehir ve çarşısı için kullanılıyor. Tunus’ta her şehrin Medina’sı var. Medinalar bizde ki Kapalı Çarşı ya da Mısır Çarşısı tadında. Gezerken çok da yabancılık çekmeyeceksiniz. El sanatları, hediyelik eşyalar, kilimler, çiniler, baharatlar, deri çantalar, el yapımı kutular, kuş kafesleri, geleneksel kıyafetler ve bunun gibi birçok şeyi Medina’da bulabilirsiniz. En önemli geçim kaynakları turizm olduğu için satıcılar herhangi bir ürüne neredeyse değerinin 10 katı fazla fiyat verebiliyorlar. Bu nedenle alışveriş yaparken kesinlikle yapmanız gereken ilk şey KIYASIYA PAZARLIK sihirli kelime LE LE LE (yok yok ) satıcı size fiyat vermeye devam ettikçe “LE LE LE HOŞŞA GALLİ”(çok pahallı) diyerek fiyatın ne kadar indiğine şahit olacaksınızBirde genel olarak Türklere karşı acayip bir sempati duyuyorlar. Önce nereli olduğunuza dair tahminde bulunuyor, Türk olduğunuzu öğrendiklerinde ise kardeş diyerek sarılmaya ramak kala duruyorlar. Medina’dan ön kısmı işlemeli pembe bir fistan aldık kendimize, ( pazarlık sonucunda 5 dinara indirdik fiyatını) birde onlardaki anlamı bizdeki nazar boncuğuyla eşdeğerde olan Fatima Hands ( Hz Fatima’nın Eli ) dedikleri bir kolye aldım, ( 8 dinar ) hemen takıverdim boynuma. Alışverişte pazarlık yaparsanız fiyatlar makul düzeye iniyorBardo Müzesi başkent Tunus’ta bulunuyor. Tunus 1574 yılından başlayarak 18. yy’a kadar Osmanlı hakimiyetinde yer alıyordu. Ardından yönetime gelen Hüseyinoğulları Hanedanı’na ait olan bu saray günümüzde Bardo Müzesine ev sahipliği yapıyor. Müze benzersiz bir mozaik koleksiyonuna sahip. Özellikle Roma döneminde mozaik çok yaygınmış. Eserlerde ağırlıklı olarak mitolojik olaylar ve kahramanlar resmedilmiş. Eski toplumların günlük hayatlarıyla ilgili de bilgiler veriliyor. Müzede duvar boyu mozaikler var. Mozaiklerin neredeyse tamamı Hannibal kenti olarak da bilinen Kartaca’dan çıkarılmış. Eğer müze içinde fotoğraf çekimi yapmak istiyorsanız bizim gittiğimiz dönemde 1 Tunus Dinarı ( 1 TL ) ödemek gerekiyordu. Bu konuda sıkı bir kontrol olmamasına rağmen elinizde fotoğraf makinesi gören bir çalışanın ücret almak için başınıza dikilme olasılığıda var. Gaziantep’te Zeugma Mozaiklerinin sergilendiği Gaziantep Müzesi, Bardo Müzesine rakip olarak .Müze çıkışı seyyar satıcıların istilasına uğruyoruz. İçlerinden biri beyaz başörtüleri ve yanında aksesuarlarını satıyor. Sırf elindeki çingene pembe parlak işlemeli ipi gördüğüm için adamdan örtüyü satın alıyorum. Deniz’de kırmızılı olanı seçiyor. Zaten ben satıcıya tamam demeden o kafama örtüyü yerleştirmişti bile. 5 dinardan açtığı fiyatı 1 dinara indiriyoruz. Aksesuarım, pembe fistanım ve kolyemle beraber şimdi tam Tunuslu oldum]Ardından rotayı Kartaca Harabelerine çeviriyoruz. Tunus’un ilk yerlileri Berberiler ve Fenikelilermiş. Şehir MÖ 814 yılında Fenike Prensesi Elissa tarafından kurulmuş ve o yıllarda önemli bir ticaret limanı haline gelmiş. Romalılar ve Kartacalılar arasında 3 adet Pön savaşı gerçekleşmiş. MÖ 146 yılında Romalıların saldırısına uğrayan şehir yerle bir ediliyor. Bu nedenle şehirden geriye çok az kalıntı kalmış. Rivayete göre Romalılar şehrin yeniden aynı yerde kurulmasını ve yeşillik çıkmasını engellemek için her yere tuz dökmüşler. Kalıntılar arasında çok güzel bir manzara var. Tunus’a gidildiğinde kesinlikle görmeniz gereken yerlerden biri de Kartaca Harabeleri.
Bembeyaz evleri, begonvilleri, işlemeli güzel mi güzel kapılarıyla bu kasaba gelir gelmez bizi büyülüyor. Dar kıvrılan sokaklar mavi ve beyaza bürünmüş. Buraya “Aşıklar Limanı ’da diyorlarmış. Sanatçıların, düşünürlerin, şairlerin de uğrak yeri olan bu şirin kasaba Tunus merkezine 20 km uzaklıkta ve kuzeyde bulunuyor. Merkezden kalkan trenler ile ( yaklaşık 35 dakika sürüyormuş )ya da taksiyle buraya ulaşmanız mümkün. Merkezinde kafeler, hediyelik eşya satan dükkanlar, şekerciler yer alıyor. Biz küçük bir kafede soluklanarak nefis bir Türk Kahvesi içtik. Bol köpüklü Türk kahvesi kişiye özel bakır cezvelerde servis ediliyorYol kenarında oturmuş bir kadının kına ile değişik motiflerde müşterilerine dövme yaptığını görüyoruz. Genelde parmaklardan başlayarak kolun belli bir kısmına kadar çiçek desenleriyle motifler yapıyordu. Bende bir hevesle oturdum karşısına bu arada adımın Zeynep olduğunu öğrendiğinde de Arapça harflerle bileğime Zeynep yazarak beni mutlu etmekten geri kalmadı. Temiz havayı içimize çekerek, sokaklarda kahkahalarımız eşliğinde amaçsızca gezinirken, elindeki fotoğraf makinesiyle bir adamın peşimizden koşmaya başladığını gördük. Çantasından çıkardığı domatesleri uzatarak İspanya’daki Domates Festivali için fotoğraflarımızı çekmek istediğini söyledi. Deniz ile birbirimize baktık ve güldük, 2 dakika sonra ellerimizde domateslerle kendimizi poz verirken bulduk. Sidi Bou Said’den ayrılırken, buraya tekrar geleceğim dedim kendimeSousse, Tunus’un üçüncü büyük şehri ve önemli bir liman kenti. Tunus’un ve Kuzey Afrika’nın en önemli marinalarından birisi burada yer alıyor. Aynı zamanda çok güzel kumsalları var bu yönüyle de turistlerin ilgisini çekiyor. Sousse civarında yer alan ve turistik bir liman kenti olan Port El Kantaoui’ye görmeden dönmüyoruz. Limanda restoranlar, hediyelik eşya dükkanları yer alıyor. Gittiğiniz zaman Tunus’un merkezinden biraz daha farklı bir profille karşılaşacaksınız. Ülkenin zengin kesimi buraya yerleşmiş ağırlıklı olarak, esnaf bile merkezdekilere göre daha farklı bir görüntü çiziyor.
Monastır deniz kıyısında bulunan zakkum ve hurma ağaçlarıyla çevrilmiş yemyeşil ve tertemiz bir bölge. Tarihte stratejik önemi ve önemli bir ticaret bölgesi olmasından dolayı savunma amaçlı büyük ve ihtişamlı bir kale inşaa edilmiş. Monastır’da görülmesi gereken ve ziyaretçi alan en önemli yer Habib (bin Ali) Burgiba Mozolesi. Monastır modern Tunus’un kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Habib Burgiba ‘nın doğduğu şehirdir. Mozoleyi gezen çoğu Türk Tunus’un Anıtkabir’i benzetmesini yapıyor. Bu arada Burgiba’nın koyu bir Atatürk hayranı olduğu ve onu örnek aldığıda söylenmektedir.Habib (bin Ali) Burgiba (d. 3 Ağustos 1903 – ö. 6 Nisan 2000); Tunus devletinin kurucusu ve ilk devlet başkanıdır. 1957-1987 yılları arasında hizmet vermiştir. Tunus’ta aldığı eğitim sonrasında Sorbonne’da hukuk ve siyaset bilimi okudu. 1934 yılında bazı arkadaşlarıyla Yeni Düstur Partisi’ni kurdu. Fransızlarla 1956 yılında Tunus’a bağımsızlık verilmesini öngören bir antlaşma imzalanmıştır. 1957’de krallığın kaldırılmasından sonra Burgiba cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. 1959’da ülkeyi süresiz olarak yürütme yetkisini eline alan Habib Burgiba, daha sonra kendisini “ölümüne kadar cumhurbaşkanı” ilan etti. 1987’de sağlık sorunları ve ilerleyen yaşı nedeniyle ülkeyi yönetemediği gerekçesi ile Başbakan Zeynel Abidin tarafından devlet başkanlığı görevi elinden alındı. 31 yıl boyunca, Tunus’u tek başına yönetti. Ölümüne kadar Monastır’daki evinde ev hapsinde tutuldu. 2000 yılında hayata veda ettiKairouan şehri Müslümanların Afrika’ya ilk geldiği ve ilk caminin yapıldığı şehir olup İslamiyet buradan Kuzey Afrika’ya yayılmaya başlamış. 670 yılında Hz. Muhammed’in Sahabelerinden Ukbe bin Nafi tarafından kurulmuş, dünyanın müslüman merkezlerinden dördüncüsüdür ve Kuzey Afrika’nın ilk kutsal şehri sayılmaktadır. Şehirde birçok cami ve türbe bulunmaktadır. Her yıl Hz. Muhammed’in doğumu burada bulunan Okba Camii’nde kutlanmaktadır. Şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ndedirGelelim Tunus mutfağına, gözlemlediğim kadarıyla ülkede, dışarıda yemek yeme alışkanlığı pek yok gibi. Bu yüzden, otel dışında dışarıda yemek yemek için uygun mekan bulmakta zorlanabilirsiniz. Biz öğlenleri atıştırarak günü geçirip sabah ve akşam yemeklerimizi otelde yemeği tercih ettik. Malum bir Akdeniz ülkesi olarak deniz mahsullerinin mutfaklarında önemli bir yeri var. Kuzu eti , koyun eti, sebze ve İtalyan etkisi ile makarna çeşitlerini de bol miktarda tüketiyorlar. Tunuslular Kırmızı biberden yapılan “Harissa” adındaki sosu sofralarından eksik etmiyorlar. Harissa az tuzlu, acı ve bizdekine göre daha sıvı olan biber salçasıdır. Geleneksel yemekleri kuskus, bizim bildiğimiz kuskustan baya farklı ben gördüğüm zaman iri bulgur pilavı zannettim. İrmik hamurundan yapılan bir yemekmiş ayrıca içine sebze (kabak, nohut, havuç gibi) ve et (kuzu veya tavuk olabilir) ilave ediyorlar. Benim damak tadıma çok hitap etmedi. En çok kullanılan baharatlar, kakule, kişniş, kimyon, karabiber, toz kırmızı biber ve tarçın. Taze ve kuru naneyi çok tüketiyorlar. En ünlü sıcak içecekleri naneli çay. Zeytin ve hurma ağaçlarının bol olduğu ülkede zeytin ve hurma da mutfaklarındaki vazgeçilmezlerden. Biz dalından koparılmış bal gibi hurmalardan bol bol yemiştik. Bu arada ülke şarap üretiminde de iyi bir yere sahip, en iyi şaraplar arasında Selian ve Magon isimli şarapları var .İtiraf etmeliyim ki tatil boyunca geleneksel yemeklerinin tadına bakmakla yetinip makarna, salata ve pizzayla karnımızı doyurduk. Birde otelde hem kahvaltıda hem akşam yemeklerinde bol miktarda mandalina ikram ediyorlardı. Bol mandalinalı bir tatil geçirdik.
Benim için Tunus’ta geçirdiğim birkaç gün ayrı bir değer taşıyor ve bulduğum ilk fırsatta tekrar gidip uzun uzun o güzel ülkenin enerjisini iliklerime kadar çekmek istiyorum. Farklı bir tatil deneyimlemek isteyen bir çok kişiye de Tunus’u görmelerini tavsiye ederim. Bu arada son olarak biz Çöl de safari turuna çok istememize rağmen katılamadık. Safariye katılan bir çok kişiden çok güzel yorumlar duyduk. Bence eğer yolunuz bu güzel ülkeye düşerse çöl de bedevi çadırlarında nane çayınızı içmeden, güneşin doğuşunu selamlayıp gün batımını seyretmeden dönmeyin derim.
Sevgi ve ışıkla]Referans: Yazımız 18.03.2014 tarihinde MİLLİYET TATİL'de yayınlanmıştır.
http://www.milliyet.com.tr/yasemin-cenneti-tunus-tatil-
BEYRUT
Cebinde bulduğun 29 Mart 2013 tarihli uçak bileti, seni yeniden aylar öncesine, gittiğin yere götürüyorsa ve özlenen dostun kahkahası kulağında çınlıyorsa eğer; yaptığın yolculuk, doğru yolculuktur. Aşılan her yolda, atılan her kahkahada, uykusuz geçen her gecede, yeni tatlarda, yeni sokaklarda sen biraz daha aydınlanıyorsun, uyanıyorsun demektir.
Eda’ya selam olsun…
Gece yarısı saat 03.15 suları Sabiha Gökçen Havalimanı’nda Beyrut’a uçmak üzereyiz…
Eda sürekli söylenmektedir. – Ben nasıl uyuyacağım şimdi yolda? Nereye gidiyoruz be Zeyno!
Zeynep ise halinden memnun yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle, öğrendiği birkaç Arapça kelimeyi Eda’ya ezberletmeye çalışmaktadır.
Bu sırada uçağı kaçırmak üzere olduklarının farkında değildirler. Devasa ev sandviçlerini yemektedirler. Koşarak uçağa yetişirler. 1,5 saatlik bir yolculuğun ardından Lübnan’ın başkenti
Dostları ilə paylaş: |