Magee. Sizin Nietzsche’nin sonsuz dönüş öğretisinden söz edişiniz bana bir öneride bulunma cesareti verdi. Nietzsche’nin son dönem düşüncesine geçtiğimiz zaman, ki şimdi artık geçmemiz gerekiyor, onda gerçekte dört büyük tema görüyoruz. Bunlardan biri, gerçekten de Nietzsche’nin popülerleştirmiş olduğu bir deyim olarak “güç istemi” terimiyle özetlenebilir; yine dile Nietzsche’nin yaratmış olduğu bir terim olarak dahil olan, ve genellikle “üstinsan” diye tercüme edilebilecek olan Übermesch öğretisidir; üçüncü olarak, sizin biraz önce sözünü etmiş olduğunuz, zamanın sonsuz dönüşü doktrini gelir; dördüncü ve son olarak da, Nietzsche’nin hayata dair estetik kavrayışla ilgili düşünceleri gelmektedir. Bunları açıklık ve dakiklik adına tek tek ve bir sıra dahilinde^ele almayı öneriyorum. İsterseniz, güç istemiyle başlayalım. O bir zamanlar bu deyimi hayatının eserinin özetini veren bir başlık olarak kullanmaya kalktı. O güç istemiyle tam olarak ne anlatmak istiyordu?
Stern. O terimi hiç kuşku yok ki, sizin özel filozofunuz olan Scho- penhaucr’den alır ve Schopenhauer’ın güç irâdesiyle ilgili değerlemesini tamamen tersine çevirir. Schopenhauer’ın irâdeyi bütün kötülüklerin kaynağı, insanın mutsuzluğunun müsebbibi olarak gördüğü yerde, Ni- etzsche onu, insanın kudretinin kaynağı, büyüklüğünün temeli olarak değerlendirir. İrâdenin vermek istediği kararı verme özgürlüğünün, oy- nayayacağı rolü oynama özgürlüğünün bulunması sağlıklı bir kültürün ayrılmaz bir parçasını meydana getirir. Ama buradaki güçlük söz konusu irâde özgürlüğüne sahip bulunmanın sizi başka insanlarla çatışmaya sokabilmesidir, bu nedenle güç istemi bir kendini olumlama istemi, başkalarını yoksayma istemi olup çıkar. Fakat irâde için söylenebilecek olanlar bundan ibaret değildir. Güç isteminin bir yandan da kendi içine döndüğünü, yani benlikte zayıf olan, rahatlatıcı ve baştan çıkarıcı
254 Büyük Filozoflar
olan herşeyi, insanın kendi kendisine olan düşkünlüğünün ayrılmaz bir parçasını meydana getiren herşeyi ortadan kaldırdığını -bazı eleştirmenlerin yaptığı gibi, göz ardı etmek yerine- vurgulamak, özellikle vurgulamak gerekir.
Magee. Bu kişinin kendisini büyük bir güçle geliştirmesi anlamına gelir, değil mi?
Stern. Evet. Deyim yerindeyse kendisini yeni baştan yaratıncaya kadar. Güçlük de zaten buradadır: Kişi ölçüyü de kendisi yaratır. Bir kez daha Nietzsche’nin kişinin bunu ve tüm diğer değerleri kendi başına yaratması üzerindeki ısrarına geri dönüyoruz.
Magee. Schopennhauer metafiziksel irâdeden söz ettiği zaman, kendisini fenomenal olarak yalnızca insan varlıklarındaki ya da genel olarak canlı varlıklardaki değil, fakat herşeydeki güç ve itkide gösteren bir şeyi anlatmak ister. Ayı dünyanın, dünyayı da güneşin çevresinde döndüren güç, Schopenhauer tarafından onun “irâde” adını verdiği şeyin metafiziksel ifadesi veya tezahürü olarak düşünülür. Bütün evren hareket hâlindeki maddeden oluşmaktadır, ve bu da bütünüyle Schopenhau- erci anlamda “irâde”nin tezahürüdür. Bunun da “irâde”nin bildik gündelik anlamıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Fakat Ni- etzsche de kavramı aynen Schopenhauer’in kullandığı gibi kullanır, öyle değil mi?
Stern. Korkarım ki “evet”. “Korkarım ki” diyorum, çünkü Nietzsche’nin felsefesinin, felsefe yapma tarzının en zayıf yerlerinin onun belli bir türden sistemin peşine takıldığı, doğadaki güç isteminden söz ettiği yerler olduğu kanaatindeyim. Ben bundan kendi payıma şimdiye kadar gerçekte hiçbir yarar elde edemedim. İlginç olduğunu da düşünmüyorum, çünkü onun düşüncesini belirleyen en temel maksim olan, büyük düşünceyi sistematize edemeyeceğimiz maksimi burada ciddî olarak zarar görmektedir.
Magee. Şimdi gelin Nietzche’nin son dönem düşüncesinin dört ana temasından bundan sonra gelenine, üstinsana geçelim. Sözcüğü herkes bilir ve o İngilizcede özgün olarak Nietzsche’nin Übermensch terimini karşılamak amacıyla yaratılmıştır. Bununla birlikte, o çokça da yanlış anlaşılmıştır. İnsanlar terimi Hitler’in mitolojisinin Arîsi ve anti- Nazi karikatürünün sarışın hayvanıyla irtibatlandırmışlardır. Ne var ki, Nietzsche’nin anlatmak istediği şeyin bunlarla elbette hiçbir ilişkisi yoktur.
Nietzche 255
Stern. Hayır, Nietzsche’nin kastettiği şeyin bu olmadığını düşünüyorum. Üstinsanın herhangi bir uygarlığın bir eseri olabileceği kanaatindeyim. Bir çağın insanların muktedir oldukları en yüksek değerleri ortaya çıkarmaya yetili olduğunu söylediğimi anımsayın. Üstinsan güç isteminin kendisine getireceği herşeyi yaşayan, bunları bütünüyle hayata geçiren ve kendi istemini ad fınitum tekrarlamaya muktedir olan insandır. İşte böylelikle de onun yazmış olduğu şeylerin en tartışmalı olanına, onun görüşlerinin, eğer isterseniz, en acayip olanına, sonsuz dönüş öğretisine geliyoruz.
Magee. Yine de isterseniz, daha oraya gelmeyelim. Son yüzyılın düşüncesinde önemli bir rol oynamış olan üstinsan kavramını biraz daha açımlamak istiyorum. (Onun Naziler tarafından yanlış ve kötüye kullanılmış olması sadece bir örnektir. Fakat unutulmamalıdır ki, onun yazarlar -en iyi oyunlanndan birine Man and Superman [İnsan ve Üstinsan] adını vermiş olan Bemard Shaw- üzerinde de olağanüstü büyük bir etkisi olmuştur.) Bastırma kavramını bugünkü Freudçu anlamı içinde ele alacak olursak, Nietzsche’nin burada gerçekte bastırılmamış bir adam fikrine erişmeye çalıştığını söylemek doğru olmaz mı? Üstinsan, doğal içgüdüleri bastırılmamış -Nietzsche’nin deyimiyle “ben-sizleş- tirilmemiş”- ve dolayısıyla eğilim ve yeteneklerinin ket vurulmamış, engellenmemiş ve özgür bir tarzda doruğunda olan bir insan varlığıdır. O hayatını yanlış değerlere göre yaşamamaktadır; değerlerini yeni baştan değerlemiş veya yaratmıştır. O bizlerden her birinin kendimizle ve hayatımızla ilgili yanlış fikirler tarafından kösteklenmediğimiz takdirde, ideal bir biçimde olacağı kişidir. Hakikî üstinsan kavramı bunu ifade etmez mi?
Stern. Evet, ben de öyle düşünüyorum; o, Nietzsche’nin kötü olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaktan, kendisini hiç sınırlamaksızın, doğal ve içgüdüsel olarak sakınan bir insan olmak durumundadır. Söz gelimi, onun kesinlikle karşı çıktığı bir kategori, riyakârlıkla irtibatlandırdığı, kıskançlıktır; Başkasındaki sıcaklık ve büyüklüğü, ona diş bileyerek kabul etme, başkasının başarısını çok görerek tasdik etme, vb.. Üstinsan bütün bu duyguları doğallıkla yaşamayan biridir.
Magee. O başka şeyler yanında âlicenap bir ruhtur.
Stern. Evet -görüyorsunuz ya, burada da bütün bir Hristiyan âlicenap, yüce ruh fikri Nietzsche’nin görüşünün çok uzağında değil.
256 Büyük Filozoflar
Magee. Gelin, işte şimdi dört ana temadan üçüncüsüne, sonsuz dönüş öğretisine geçelim. Nietzsche’nin öğretileri arasında, bu insanlar için sadece anlaşılması değil, fakat ciddiye alınması dahi en zor olan doktrindir. O bütün bir tarihin, herşeyin tekrar tekrar aynıyla ortaya çıkacağı bir tarzda, büyük daireler, geniş çarklar içinde hareket ettiğini söyler görünmektedir. Siz ve ben kendisiyle bir ve aynı bu stüdyoda, bir ve aynı bu konuşmayı fiilen daha önce sayısız kere yaptık ve gelecekte de sayısız kez yapacağız. İnsanlar Nietzsche’nin söylediği şeyin hakikaten bu olduğuna inanmakta zorluk çekmektedirler.
Stern. Evet, Nietzsche bunu gerçekten de söylemekte ve söz konusu görüşü ciddîye almanız durumunda ne olacağını anlamaya çalışmaktadır. Tamamen tartışmamızla ilişkili bir biçimde- onun düşünmesinin önemli bir bölümünün söz konusu deneysel türden bir düşünme tarzı olduğunu söylememiz gerektiğini düşünüyorum. Onun ciddî veya sorumlu olmadığını ima etmek istemiyorum; fakat burada bütün bir insan düşüncesiyle yüzleşen ve farklı görüşlerin gücünü tekrar tekrar tartan biriyle karşı karşıya bulunduğumuzu anlatmak istiyorum. Nietzsche’nin, bir mektupta geçen, bu bağlamda söylenmiş -benim çok trajik bir söz olduğunu düşündüğüm- bir sözü var: “Kendimi sanki bir üstün kudret tarafından bir kağıt parçası üzerinde denenen bir kalem, bir yeni dolma kalem (muhtemelen bir tüy kalem) gibi hissediyorum.” Güç istemi ve üstinsanm savunuculuğunu yapmış olan birine sempati duymak pek kolay bir şey olmasa gerektir. Ama ben onun bunu gerçekten de hissettiğini düşünüyorum. Onun aynı olanın sonsuz dönüşüyle ilgili bu düşüncesini de aynı şekilde tartıp denediği kanaatindeyim; nitekim, o bana bir varlık teorisinden ziyade bir ahlâk teorisiymiş gibi gelmektedir. Yani, buna göre, bizim eylemlerimizin, irâdemizin, niyetlerimizin, bizim onları sonsuza kadar defalarca tekrarlamayı istememizi sağlayacak bir soyluluğa ve büyüklüğe sahip olması gerekmektedir.
Magee. Burada, herşey bir yana, Kant'ın ahlâkî eylemin evrenselleştirilebilir olması gerektiğini bildiren tezini anımsama zorunluluğu bulunmaktadır. Bununla birlikte, Nietzsche söz konusu olduğunda, bunun onun hayatı koşulsuzca olumlayıp, kucaklamamız gerektiği öğretisine daha uygun düştüğünü veya yakın olduğunu düşünüyorum. Verili ya da belirli bir anlamda hayata mutlak ve koşulsuz olarak Evet diyorsanız, o anda yapmakta olduğunuz şeyi ve yalnızca onu tekrar tekrar yapmayı istiyor olacaksınız.
Nietzche 257
Stern. Sonuçları her ne olursa olsun. Evet. Daha ileri gitmek ve bu sonsuz dönüş fikrinin imkânını veya imkânsızlığını kanıtlamak için geometrik ya da matematiksel denklemler ortaya koymaya çalışmak, ki buna gerçekten de teşebbüs edilmiştir, bana pek makûl gelmemektedir.
Magee. Bütün bunlar gerçekte bir büyük metafordan başka bir şey değildir, öyle değil mi?
Stern. Evet, bir büyük metafor. Bu da bize, Nietzsche’nin metafor kullanımı hakkında, hiç kuşku yok ki çok şey söylenmesi gerektiğini anımsatır.
Magee. Hiç olmazsa bir kısmını şimdi söyleyin lütfen!
Stern. Sanıyorum, şeyleri lafzen, Nietzsche’nin deyişlerinin büyük bir bölümü söz konusu olduğunda pek de anlamlı olmayan bir tarzda alma veya değerlendirme alışkanlığımız var. Biraz önce Nietzsche’nin üslûbundan söz ettiniz, ve şahsen ben de onun olağanüstü güçlü ve mükemmel bir üslûp olduğunu düşünüyorum. Bu üslûbun gücünü nereden aldığını kendime sorduğumda, onun gücünü Nietzsche’nin söylemini nasıl metafor ile lafzî anlam arasında tam ortada bir yere yerleştireceği konusunda yapmış olduğu korkunç bir icad ya da keşiften aldığı düşüncesindeyim. Ve bu, kesinlikle çok az insanın, kesin olarak da çok daha az sayıda Alman yazarın Nietzsche’nin kendisinden önce yapmış olduğu bir şeydir. Düşünüş söz konusu olduğu sürece, o bütünüyle kendi ayakları üzerinde durur-bundan daha önce de söz ettiniz ve biz onun Batı’- mn tek tek her geleneğine nasıl hücum ettiğini gördük. Onun öncülerini bulduğu yer üslûbudur: Montaigne, Pascal ve La Rochcfoucauld Nietzsche’nin gözde yazarları olup, onun aformizlarla yüklü bütün bir üslûbu bu yazarlardan çok şey alır. Ve bunu söyleyen yalnız ben değilim, onun kendisi de böyle söyler. Metafor ile lafzî anlamın tam ortasında bir yere düşen bu üslûp çok olağanüstü bir şeydir. Onun tam olarak ne olduğunu anlamadığımız sürece, Nietzsche’yi yanlış okuyacağız demektir. Aklımda anlatmak istediğim şeye iyi bir örnek oluşturan bir alıntı var. Nietzsche ondokuzuncu yüzyılda insanların, onun çarpıcı bir biçimde “Tanrı’nm ölümü” dediği şey bağlamında yaşadıkları yoksunluktan söz ettiği zaman, şöyle yazıyordu: “İnsanlar, durumlarının tahammül edilemez yalnızlığıyla baş etmek yerine, tuzla buz olmuş Tanrılarını aramayı sürdürecek ve Tanrı aşkına, O’nun yıkıntıları arasından süzülen yılanları seveceklerdir.” Burada kavramsal düşüncenin -“yalnızlık” ve “durum” kavramsal düşünce kapsamına giren soyut te
258 Büyük Filozoflar
rimlerdir ve argümanın bir bütün olarak kendisi tarihsel bir genellemenin bir parçasıdır- tuzla buz olmuş Tanrı’nın yıkıntıları arasından süzülen yılanlarla olan bir karışımını görüyorsunuz. İşte bu, ve bunun ötesine gitmeyi reddetme -metaforların gerisindeki teoriyi kaleme almayı reddetme- özde onun yaptığı şeyi oluşturur.
Magee. Ama bu okuyucular için ciddî bir problem yaratır. Bir yandan şiirle metaforun, diğer yandan da entelektüel kavramların bu karışımı, onunla tam olarak nerede karşı karşıya olduğumuzu bilmeme anlamına gelir. Onun yazılarını katı entelektüel argüman yoluyla doğru- layamazsınız, çünkü bu yazılar hepsi de birer imge olan eklemlerde âdeta kendiliğinden dağılırlar. Fakat herşeyi de şiirsel bir deyiş olarak alamazsınız, çünkü o zaman onun ne söylemekte olduğu çoğunluk açıklıktan yoksun ve tartışmalı hâle gelir. Bununla birlikte, bu bizi muhtemelen dört ana konumuzdan dördüncü ve sonuncusuna götürür. Güç isteminden, üstinsandan, sonsuz dönüş öğretisinden çok kısaca söz ettik: Dördüncü temamız Nietzsche’nin hayatın estetik bir tarzda anlaşılması gerektiği düşüncesiydi. Burada vurgulanan hususun, bu dünyanın dışında hiçbir şey -ne Tanrı, ne de hangi türden olursa olsun, aşkın bir alan- yoksa eğer, o zaman hayatın kendisi dışında veya ötesinde bir amacı olamayacağı fikri olduğunu düşünüyorum. Onun sahip olduğu anlam veya haklılandırma, her ne olursa olsun, doğrudan doğruya kendisinden gelmelidir. Hayat bütünüyle ve bizatihi kendisi için varolmalıdır ve yalnızca kendi temelleri veya koşullan üzerinde, bir önem ve ağırlığa sahip bulunmalıdır. Bütün bunlar da hayatı muazzam bir sanat eseri hâline getirir.
Stern. Evet doğru, bu onun anlatmak istediği veya peşinde olduğu şeye yaklaşmanın kesinlikle hoş bir yoludur. Nietzsche, ilk kitaplarından birinin, The Birth ofTragedy [Tragedyanın Doğuşu]’nun daha hemen başında şu ifadeyi tam üç kez kullanır: “İnsanın ve dünyanın varlığı ebediyen, sadece estetik bir fenomen olarak haklılanır.” Bu oldukça karmaşık bir cümledir ve ben onun ayrıntılarına girmeyi pek düşünmüyorum. Fakat onun anlatmak istediği şey özü itibariyle şudur: İlk Yunanlıların, preSokratiklerin büyüklüğü onların trajedilerinde yatar. Trajedileri, insan yaşamının en kötü yön ve görünümleriyle, hayatın gelip geçiciliğiyle, istikrarsızlığıyla, onun yozluğu ve bizlerden çok daha büyük güçlere bağlı oluşuyla yüzleşmenin ve baş etmenin bir yoludur; onların en büyük başarıları da, bütün bunlardan bir masal, bir öykü, muhteşem bir trajedi ortaya çıkarma yeteneklerinden meydana gelir. Ni-
Nietzche 259
etzsche bunu mümkün en geniş ve en kozmik anlamıyla uygular. Gerçekten de, o, zaman zaman Shakespeare’in de sormuş olduğu şu soruyu sormaktadır: Bütün bir dünya hakikaten ciddîye alınmalı mıdır? O, kimin için olduğunu bilmediğimiz bir gösteri olarak, kim tarafından oynandığım bilmediğimiz bir büyük oyun, bir muhteşem piyes, bir tür dram değil midir? Bunun bir haklı kılmışı -dikkatinizi çekerim, bu bağlamda kullanılmak açısından oldukça netameli bir sözcük olarak, onun kullandığı terim “haklı kılma”dır (o özde hukukî bir deyim değil midir?)- olacaksa, insan için burada olmasının, ve her ne ise o olmasının bir haklı kılınışı olmak durumundaysa, bu haklı kılınma belki de yalnızca onun bu devasa kozmik dengenin bir parçası olmasından ibarettir. Nietzsche’- nin düşüncesinin büyük bir bölümü, onun gerçekten ilgi çekici ve derinlikli düşüncelerinin önemli bir kısmı insanla ilgili bu estetik haklı kılınmayı uzun uzadıya anlatmaya ve ayrıntılı hâle getirmeye çalışmaktan oluşur.
Magee. Öyleyse, estetik mütalaaların Nietzsche’nin düşüncesinin özü içinde eridiği birden fazla düzey bulunmaktadır. Onun yaratıcı sanatçılar üzerinde bu kadar büyük bir etki yapmış olmasının bir nedeninin de bu olduğundan hiç kuşkum yok. Özel uzmanlık alanınız karşılaştırmalı edebiyat olduğuna göre, tartışmamızı Nietzsche’nin yaratıcı yazarları etkileme tarzı veya yolu ile ilgili bazı sözlerle nihayete erdirmeniz özellikle ilginç olacaktır.
Stern. Pekâla, bizzat sizin sözünü ettiğiniz üç ismi, Yeats, Shaw ve Lavvrence’ı ele alacak olursak. Yeats Nietzsche’yi ilk kez olarak John Common -bir Nietzsche çevirmeni için olabilecek herhâlde en uygunsuz ad- diye bir adamın tercüme etmiş olduğu, küçük pasaj ya da parçalardan meydana gelen bir kitaptan okudu. İşte, Yeats’in onu okumaya başladığı 1902 yılından itibaren, onun şiirinin genel seyri ve tavrında bariz bir değişiklik olur. Yeats bu tarihten itibaren/m de siecle'm bu oldukça ateşli, hafiften duygusal, san-güller şiirine doğru bir değişim gösterir ve (Yeats’in kendisinin adlandırmış olduğu şekliyle) kan ve çamurun şiiri olan büyük şiir, Yeats’in Nietzsche okumalarından, ve gerçekte onun daha önce tartışmış olduğumuz bazı problemleri kavrama yönündeki teşebbüslerinden yoğun bir biçimde etkilenir. Shaw’la birlikte, etkinin mahiyeti değişir. Etki büyük ölçüde biyolojik alanda, daha önce sözünü etmiş olduğum yaratıcı hamle küresinde -acımasız hayat, kendi kendisini haklılandıran yaşam düzleminde- vuku bulur. Buna karşın etki D. H. Lawrence’ta, sahicilik bağlamında gerçekleşir. Laıvrence’m anladığı
260 Büyük Filozoflar
sahicilik, Nietzsche’nin aklında olan sahicilik türünden oldukça farklıdır; bu, sosyal açıdan ve cinsel bakımdan sahiciliktir ki, bunlar Nietzsche’nin zihninde hiç kuşkusuz küçük ve önemsiz etmenler olarak varolur. Lavvrence Nietzsche’yle ilgili bilgileri eşi Frieda yoluyla elde etmiş ve ondan hayli derin bir biçimde etkilenmiştir. Lawrence’ın The Man Who Died [Ölmüş Adam] adını verdiği, oldukça geç, ve benim düşünceme göre, hayli ürkütücü bir Isa öyküsü doğrudan doğruya Nietzsche’nin İsa Figürüne eklediği psikolojik boyuttan çıkar gibi görünmektedir. Ama öte yandan bir de Kıta Avrupasına baktığımızda, Pirandello’nun, Tho- mas Mann’ın, Andree Malraux’nun ve daha başka pek çok yazarın Nietzsche’nin güçlü etkisi altında kalmış olduğunu ve onların kendilerinin de bu etkiyi teslim ettiklerini görüyoruz. Strindberg Nietzsche’yle, önemli bir kısmı ortak bir dost aracılığıyla gerçekleşen bir yazışma içinde oldu. Nietzsche’nin 1900 yılındaki ölümünden sonra zuhur eden Nietzsche efsanesinden türeyen oldukça güçlü etkiler de vardır. Ama bütün bunlara ek olarak, esas aforizmacı üslûbu, metaforların müthiş güçlü etkisini, mesajın kısa ve özlü oluşunu -edebiyatçılar ağır kitaplar okumayı pek sevmezler; onlar daha ziyade aforizmalar okumaktan hoşlanırlar- hesaba katmak gerekir. Bunların hepsi de önemli bir etki kaynağı olmuştur.
‘ Magee. Sormadan tartışmamıza son verebileceğimizi pek düşünmediğim bir soru, bir son soru var ki, bu insanların zihinlerinde Ni- etzsche’yi Nazizmle irtibatlandırmalarıyla ilgili bir sorudur. Naziler tıpkı Wagner’i kendi halklarının bestecisi olarak yanlış sahiplendikleri gibi, Nietzsche’yi de hanedan filozofu olarak kendilerine -söylemem gerekir ki, yanlış bir biçimde- mâl etmişlerdir; bunun hiç kuş ku yok ki, o zamandan beri insanların zihinlerinde bu iki dahinin ününü lekeleme gibi bir etkisi olmuştur. Nietzsche’nin Faşizmle irtibatlandırılması doğru mudur, yoksa ona yapılmış bir haksızlık mıdır?
Stern. Benim kanaatime göre, o -Nasyonal Sosyalizmden ziyade- Faşizmle bir dereceye kadar irtibatlandınlmalıdır. 1938 yılında, Bren- ner Geçidi’nde Führer’den Nietzsche’nin Collected Works [Toplu Eserleri] ’nin bir kopyasını hediye olarak alan Mussolini, onu önemli ölçüde okumuştu. Hitler’in kendisi ise, ondan sadece birtakım deyimler biliyordu -onun “güç istemi” gibi yaygın kullanılan kimi ifadeleri kesinlikle bildiğini anlatmak istiyorum- ama Nietzsche’den muhtemelen hiçbir şey okumamıştı. Faşizmle irtibatlandırılma ithamının haklı bir itham olduğunu düşünüyorum. Bunu şöyle söyleyeyim. Bu politik par
Nietzche 261
tiler entelektüellerine, entelektüeller de belli bir türden uyumsuz bir ideolojiye bağlı bulundukları ölçüde, Nietzsche bu işin şöyle ya da böyle bir parçası olmuştur. Fakat unutmamak gerekir ki, onda aynı zamanda -bunun büyük bir güçle vurgulanması lüzumu vardır- çok fazla şey, ve bu insanların (gelin daha açık söyleyelim) bu katillerin mutlak olarak nefret ettikleri çok daha önemli birçok şey vardır. Özdenetimin, insanın kendi kendisiyle olan içsel mücadelesinin, değerlere -söz gelimi âlicenaplığa- erişmenin, tarif etmiş olduğumuz türden bir büyüklüğün Üçüncü Reich’ta, ve daha önce de ttalyanlar arasında zuhur eden caniyane ve tehlikeli ideolojilerle, her ne olursa olsun, hiçbir ilişkisi yoktur.
Magee. Sizin kendinizin hayatınızın büyük bir bölümünü Nietzsc- he’yi araştırmaya ve onun hakkında yazmaya adamanız olgusundan hareket edildiğinde, hiçbir şey, Nietzsche düşüncesini araştırıp onunla ilgili yazmanın, Nietzsche’nin kimi eksik veya kusurlarına rağmen, olağanüstü değerli bir teşebbüs olduğuna inanmanızdan daha açık ve anlaşılır olamaz.
Stern. Evet. Ona her derde deva bir ilâç bulma beklentisiyle gitmek yerine, insan varlıklarının ne yapabileceklerini, insanın imkânlar dünyasının ne olduğunu, insanın sadece kendisinden hareketle neyi anlamaya ve yaratmaya muktedir olduğunu keşfetme amacıyla gitmemiz koşuluyla, ben de bunun kesinlikle çok değerli bir iş olduğuna inanıyorum.
GİRİŞ
Magee. Bu yüzyılın başlarında etkin olup, akademik felsefe çevreleri dışında hiç tanınmamakla birlikte, son derece büyük bir önemi olan filozof, 1859 yılında doğan ve ve 1938 yılında ölen Edmund Husserl adlı bir Almandı. Onun herkes tarafından kabul görmüş olan başyapıtı, 1900 ve 1901 yıllarında iki cilt hâlinde yayınlanan Logical Investigations [Mantıksal Araştırmalar] adlı bir kitaptı. Diğer eserleri arasında 1913 yılında yayınlanan Ideas [İdeler] de yer alır ve bu da sözü edilmeye değer bir eserdir. Husserl’in temel yaklaşımı aşağı yukarı şöyledir: Her birimiz için, tartışılmaz bir biçimde kesin olan bir şey vardır ve bu da, kendi bilincimiz, bilinçli farkında!ığımızdır. Şu hâlde, gerçeklik üzerine olan bilgimizi sağlam bir temel üzerine oturtmak istiyorsak eğer, işe başlanacak yer işte burası olmak durumundadır. Husserl'in bu noktaya kadar Descartes’la tam bir uyuşma içinde olduğu açıktır. Ne var ki, bilincimizi analiz eder etmez, onun daima bir şeyin bilinci olduğunu ve olabileceğini keşfederiz. Bilinç bir şeyin bilinci olmak durumundadır, o kendi başına, nesne-siz bir zihin hâli olarak varolamaz. Dahası, deneyimde, bilinç hâlleriyle bilincin nesneleri arasında, pratikte asla bir ayırım yapamayız; kavramsal olarak bir ayırım yapabiliriz, fakat fiilî deneyimimizde, ne kadar dikkatli olursak olalım, onlar birbirlerinden asla ayırd edilemezler. Husserl, işte bu noktada, kendisini Hume’la tam bir uyuşma içinde bulur. Ne var ki, o burada da özgün bir hamle yapar. Septikler çok uzun zamandan beri, bizim, bilincimizin nesnelerinin bizden ayrı, onlara ilişkin deneyimimizden bağımsız bir varoluşa sahip olup olmadıklarını hiçbir zaman bilemeyeceğimizi savunuyorlardı ve bu konudaki tartışma, binlerce yıl değilse bile, yüzlerce yıl ateşli bir biçimde sürüp gitmiştir. Husserl, bilincimizin nesnelerinin sahip ya da yoksun oldukları başka varlık statüsü ne olursa olsun, onların bizim içirt bilincin nesneleri olarak varolduklarına, ve dolayısıyla, bizim onları, bağımsız varoluşlarıyla ilgili olarak olumlu ya da olumsuz hiçbir kabulde bulunmadan, bilincin nesneleri olmak bakımdan araştırabileceğimiz konusunda en küçük bir kuşku duyulamayacağına işaret eder. Dahası, onlara, başka hiçbir şey için söz konusu olmayacak şekilde, doğrudan ve aracısız olarak nüfûz edebiliriz ve dolayısıyla da, onlara ilişkin olarak, başka bir şeye kıyasla, daha fazla şey keşfedecek bir konumda oluruz. Bu araştırma, nesnelerinin ayrı ve bağımsız varoluşuyla ilgili cevaplanamaz sorular
264 Büyük Filozoflar
dan tam bir bağımsızlık içinde ilerleyebilir. Araştırmanın nesnelerinin ayrı ve bağımsız varoluşuyla ilgili sorular çok yalın bir biçimde bir kenara bırakılabilirler (filozofların, sonsuzca aynı çıkmaza saplanıp kalmak yerine, hızlı ve değerli ilerleme kaydedebilmeleri için, deyim yerindeyse, paranteze alınabilirler).
Husserl böylelikle, bilincin ve onun nesnelerinin sistematik analizi işiyle uğraşan yeni bir felsefe okulunun kurucusu olmuştur. Bu okul ya da akımı Fenomenoloji olarak biliriz -ve fenomenoloji terimi, bugün de, deneyimlediğimiz şeylerin nesnel olarak varolduklarını söylemenin anlamlı olup olmadığına bakmaksızın, o her ne olursa olsun, deneyim- lenen şeye ilişkin bir analiz anlamına gelecek şekilde kullanılmaya devam etmektedir. Dolayımsız deneyim, hiç kuşku yok ki, yalnızca maddî nesneleri değil, fakat daha birçok türden soyut varlığı; salt kendi düşünce, acı, duygu ve anılarımızı değil, ama müzik, matematik ve daha başkaca birçok şeyi ihtiva eder. Bütün bunlarda, deneyime konu olan nesne, yaşantı, vb.,nin bağımsız varlık statüsü paranteze alınır, ve onlar bütünüyle, tartışılmaz bir biçimde var olan bilinç içerikleri olarak araştırılır.
Husserl’in izleyicilerinden biri olan Martin Heidegger, bir filozof olarak 1927 yılında yayınlanan ve Husserl’e ithaf edilen Being and Time [Varlık ve Zaman] adlı kitabıyla dikkat çekmeye başlamıştır. Bu kitap, Heidegger her ne kadar kendisine “egzistansiyalist” etiketinin takılmasından hiç hoşnut olmasa da, yirminci yüzyıl egzistansiyalizminin temel kaynağı hâline gelmiştir. O, uzun yaşantısı boyunca -1976 yılında, seksen altı yaşındayken ölmüştür- çok sayıda felsefî esere imza atmıştır; bu eserlerin önemli bir bölümü oldukça etkili olmakla birlikte, Varlık ve Zaman hep onun başyapıtı olarak kalmıştır. Diğer egzistansiyalist düşünürler, özellikle de Jean Paul Sartre, genel okuyucu gözünde daha fazla tanınmakta olup, egzistansiyalist düşüncelerin akademik felsefenin sınırları dışına yayılması için daha çok şey yapmıştır; bununla birlikte, Heidegger yine de, hep onlann ustaları olarak kalmıştır. Sar- tre’ın temel felsefî eseri olan (1943 yılında yayınlanmış) Being and Nothingness [Varlık ve Hiçlik]’in başlığı bile, Heidegger’e gönderme yapıp, ona duyulan minnettarlığı ifade eder.
Bu kısa giriş, öyle sanıyorum ki, Husserl’den Heidegger’e ve He- idegger’den de Sartre’a uzanan felsefî gelişmenin doğrultusunu ana çizgileriyle ifade etmektedir. Bu çerçeve içinde başka bir şahsiyetten, The Phenomenology of Perception [Algının Fenomenolojisi] adlı önemli
Husserl, Heidegger ve Sartre 265
kitabı 1945 yılında yayınlanmış olan Maurice Merleau-Ponty’den de söz edilebilir. Merleau-Ponty ve Sartre, bir zamanlar, iki iyi dosttular; birlikte, etkili bir dergi olan Les Temps Modernes [Modem Zamanlar]'i hazırlayıp yayınlıyorlardı. Fakat Merleau-Ponty, çok erken sayılabilecek bir tarihte, 1961 yılında, henüz elli üç yaşındayken öldü.
Modem felsefe içinde yer alan bu büyük geleneği benimle tartışmak üzere, Berkeley’deki, Califomia Üniversitesinden felsefe profesörü Hubert Dreyfus’u davet etmiş bulunuyorum.
TARTIŞMA
Dostları ilə paylaş: |