Parti değerlendirmeleri-2


Partiyi her alanda güçlendirmek için ileri!



Yüklə 1,28 Mb.
səhifə2/21
tarix25.11.2017
ölçüsü1,28 Mb.
#32876
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21
Partiyi her alanda güçlendirmek için ileri!

Devirmeyen darbe güçlendirdi; parti için gerçekten zor olan bir dönem başarıyla geride bırakıldı. ?imdi partiyi çok yönlü ve zorlu görevlerle yüklü yeni bir dönem beklemektedir. Dönemin partimize yüklediği büyük tarihi sorumluluğu tam olarak değerlendirebilmek için yukarıda özetlenen sol hareket tablosunu özellikle gözönünde bulundurmak durumundayız. Devrimci ve reformist kanatlarıyla sol hareketin iç karartıcı tablosu, partimizin omuzlarına gerçekten tarihsel önemde sorumluluklar yüklüyor. Bunların gereklerini yerine getirebilmek Türkiye’nin devrimci geleceğine de başarıyla yürüyebilmek demektir.

Partimizi her alanda ve her açıdan güçlendirmek güncel ihtiyacını bu tarihsel bilinç ve misyon duygusuyla ele almak durumundayız.

(Ekim, Sayı: 231, Ocak 2003, Başyazı)(24)

****************************************************

Kadın sorunu ve kadın çalışmasının sorunları üzerine

Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan,


kendisini kesin kurtaramaz.”
Lenin

“Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır. Kadınlar bu mücadeleye katılmaksızın kapitalizmin parçalanması, sosyalist yeniyi yaratma olanaksızdır.”
Clara Zetkin

Sömürü toplumu ve kadının çifte ezilmişliği

Günümüz kapitalist toplumunda emekçi kadın sadece sınıfsal olarak değil, aynı zamanda cinsel kimliğinden dolayı da ezilir. Bu çifte sömürü özel mülkiyetin ortaya çıkışına, mülkiyeti elinde bulunduran erkeğin iktidarına ve beraberinde erkek egemen sistemin oluşmasına dayanır. Kadının ikinci sınıf insan olarak görülmesi toplumsal hayatın tüm alanlarında kendini gösterir.


Sanayi devrimi sonrasında kapitalizmin ihtiyaçları çerçevesinde kadın, modern üretimin içine sürülür. Burada da ikincil cins konumu devam eder. Erkekle aynı işi yapıyor(25)olsa bile erkekten daha az ücret alır. İş yaşamında da kendisine vasıfsız, beceriyi ve eğitimi gerektirmeyen işlerde sorumluluk verilir. Bu durum kadının yedek işgücü olarak görülmesiyle bağlantılıdır. Kadının çalışması kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt verse bile kadının asli işi daima ev içi üretim olarak görülmüştür. Çalışsa da çalışmasa da ev hizmeti ve çocuk bakımı, kadının işi olarak kalır. Sistem tarafından güvenceye alınmayan analık sorumluluğu ve çocukların bakımı tümüyle kadının üzerine yıkılır.

Kadın aynı zamanda, doğu toplumlarına özgü geleneksel değerler ve tüm dünyada dinsel gericilik ile de çembere alınır. Türkiye’de kadınların üçte birinin okuma yazma bilmemesi eğitim sisteminin yanı sıra geri ve bağnaz tutumların bir ürünüdür. Kadın dört duvar arasına hapsedilir, kölece bir yaşama, bilgi ve kültürden yoksunluğa mahkum edilir. Dinin-geleneksel değerlerin baskısı kocanın baskısıyla birleştiğinde, kadın için yaşam cehenneme döner.

Kadın, cinsel kimliğine yönelik çok yönlü saldırılarla da karşı karşıya kalır. İşte, sokakta, hatta kendi evinde cinsel taciz ve tecavüze maruz kalır. Bu durumu bizzat yaratan ise, kadını cinsel meta olarak gören ve toplumsal yaşamın her alanında kitlelere bunu pompalayan gerici burjuva ideolojisidir. Aynı zamanda bizzat devlet tarafından baskı ve yıldırma amaçlı olarak gözaltında, cezaevlerinde, savaşlarda kadınlara yönelik cinsel taciz ve tecavüz uygulamaları yaşanır.

Bizde Kürt kadınlarının durumu bir kat daha ağırdır. Sınıfsal ve cinsel baskı ve sömürüye bir de ulusal baskı ve sömürü eklenir. Yıllardır kirli savaşta Kürt kadınları en ağır baskı ve saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Ulusal kimliği hiçe sayılan Kürt kadını, devletin baskısını ve her türlü şiddetini (cinsel taciz ve tecavüz de dahil) yaşamaya devam ediyor.(26)



Kadını ancak toplumsal devrim ve sosyalizm özgürleştirir!

Sınıfların doğuşuna dayanan kadının çifte sömürüsü, kapitalist sistemde incelmiş biçimiyle fakat katlanarak devam etti. Kapitalizm ortadan kalktığında kadının üzerindeki çifte sömürüyü-eşitsizliği yaratan koşullar da ilk elden ortadan kalkacaktır. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle birlikte toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanacak; kadının toplum hayatında ve kamu yönetimde özgürce yer almasının önü açılarak, siyasal yaşama etkin biçimde katılımı özellikle teşvik edilecek; ev işlerinin ve çocuk bakımının toplumsallaşmasıyla birlikte kadını köleleştiren bağlar ortadan kaldırılmış olacaktır. Binlerce yıllık olumsuz mirastan dolayı kadının gerçek anlamda özgürleşmesi toplumsal devrimden sonra da zaman alacak bir süreç olmasına rağmen, sosyalizm bu alanda en köklü adımları atarak ise başlayacaktır. Sovyet devriminin daha ilk yıllarında kadının özgürleşmesi ve eşitliği doğrultusunda atılan adımlar, o dönemde en gelişmiş ve demokratik burjuva devletlerinde kadına sağlanan hakları katbekat aşmıştır.



TKİP Programı’nda, devrimin zaferiyle birlikte alınacak ilk önlemler kapsamında, “Kadının kurtuluşu” sorunu şöyle ortaya konulur:

“Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için kararlı ve sistematik bir mücadele yürütülür. Eski toplumdan miras fiili eşitsizliklerin giderilmesi için her alanda kadın lehine ayrımcılık gözetilir.

“Analık toplumsal bir işlevdir, kadının bundan doğan tüm hakları tanınır. Eski düzende kadını köleleştiren çocuk bakımı ve ev işleri toplumsal kurumlaşmalar yoluyla çözülür.



“TKİP, kadının tarihsel ezilmişliğinin yarattığı fiili eşitsiz(27)liklerin tüm izleriyle silinmesinin yeni toplumun inşası ve yeni insanın biçimlenmesi eşliğinde uzun bir tarihi döneme yayılacağının bilincindedir. Bu bilinçle, kadını köleleştiren ve aşağılayan ideoloji ve geleneklere karşı sistematik bir mücadele yürütür.”

Kadının kurtuluşu toplumsal devrim yoluyla ve sosyalizmde gerçekleşecek olsa bile, kadın sorunu bugün aynı zamanda bir demokrasi sorunu olarak da karşımızda durmaktadır. Bugünden kadınların temel demokratik hak ve özgürlükleri ile onları tamamlayan sosyal istemleri uğruna sistematik bir mücadele yürütmek devrimci proletarya hareketinin en temel görevleri arasındadır. Bizzat kadının bu hak eşitliği için mücadelesine etkin ve enerjik bir biçimde katılmasını sağlamak ve emekçi kadını sınıf mücadelesinin etkin bir bileşeni haline getirmek bu temel önemde güncel görevin ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu, hiçbir biçimde geleceğe ertelenemeyecek bir görevdir. ?öyle de söyleyebiliriz; gelecekte ne olacağı ve ne yapılacağı bugünden ne yapıldığına sıkı sıkıya bağlıdır. Dahası var. Bu, sorunun kadının kurtuluşu kapsamındaki yönüdür. Sorunun bir de devrimin gelişimini ve kaderini ilgilendiren öteki yönü var. “İnsanlık ordusu”nun yarısını oluşturan kadınların içinde etkin bir biçimde yer almadığı bir devrimin başarılı bir gelişme seyri izlemesi ve zafere ulaşması mümkün değildir. Modern çağda tüm gerçek devrimler ancak kadının etkin bir biçimde katılımıyla zafere ulaşabilmişlerdir. Modern sosyalizm tarihi boyunca devrimciler bu sorunun tümüyle bilincinde olmuşlar, ona döne döne dikkat çekmişlerdir:

“Fakat emekçi kadınlar sadece bir yedek güç oluşturmazlar. Onlar işçi sınıfının doğru politikası sonucu, işçi sınıfının burjuvaziyle savaşacak olan gerçek bir ordusu olabilirler ve olacaklardır. Emekçi kadınların bu yedek gücünü,(28)proletaryanın büyük ordusunun yanında çarpışan bir işçi ve köylü kadınlar ordusu haline getirmek, işte işçi sınıfının kesin ikinci görevi.” (Stalin, 8 Mart 1925, Kadın Sorunu Üzerine)

Bugünden yapılması gereken, proleter ve emekçi kadın kitlelerini mücadelenin içine çekmek, yönlendirmek ve eğitmek olmalıdır. Emekçi kadının devrimci proletaryanın saflarında sınıf mücadelesinin etkin bir bileşeni olmasını sağlamak olmalıdır. Emekçi kadını mücadeleye çekemeyen bir devrimci sınıf hareketinin sistemi tehdit edecek boyutlarda güçlenmesi neredeyse olanaksızdır. Dolayısıyla kadının kurtuluş mücadelesiyle proletaryının kurtuluşu mücadelesi bu açıdan biribirine sıkı sıkıya bağlıdır. Lenin’in girişe aldığımız veciz sözleri bunu da anlatıyor: “Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini kesin kurtaramaz.”

Sorunun büyük önem taşıyan bir başka yönü daha var. Emekçi kadının mücadelenin bir parçası haline gelemediği durumlarda, mücadeleyi geriye çeken bir rol oynayabildiğini de görmek gerekir. Yanıbaşındaki eşini mücadeleye katmak için gerekli çabayı harcamayan ya da bu konuda yeterince başarılı olamayan bir erkek proleterin bundan dolayı çok başı ağrıyacaktır. Bunu toplumsal ölçekte genelleştirmek de mümkündür.

Komünist kadın çalışması üzerine

Kadın çalışmasında bugüne kadar attığımız bir takım sınırlı adımlar olmakla beraber yapılması gerekenlerin yanında bunlar henüz son derece cılız, daha çok da başlangıç adımlarıdır. Bu alanda bundan böyle etkin, yaratıcı ve sistematik bir çalışma yürütmek sorumluluğu duruyor önümüzde.

Kadın çalışmasını sınıf çalışmamızın organik bir par(29)çası olarak düşünebilmek zorundayız. Bir süreden beri işçi sınıfı ve emekçilerle bütünleşebilmek için farklı araç ve yöntemleri birarada kullanan bir siyasal çalışma yürütüyoruz. Bunun yarattığı olanaklardan da yararlanarak önümüzdeki dönemde kadın çalışmasında da belirgin biçimde bir mesafe almalıyız. Bu çalışmayı bir takım takvimsel günlerle (8 Mart gibi) sınırlı değil, sistematik, sürekli, ısrarlı ve örgütlü bir şekilde gerçekleştirmeliyiz.

Kadın mücadelesi bugüne kadar feminist hareketin, hatta kendini “sosyalist feminist” olarak tanımlayan akımların etkisiyle, kadının kadın olmaktan kaynaklı sorunlarına indirgendi. Bu çerçevede bu sorunların çözümü, sorunun kaynağı olarak görülen erkeğe ya da bir takım geleneksel değer yargılarına karşı yürütülen mücadele olarak algılandı. Böylece saptırıldı, daraltılıp alabildiğine güdükeştirildi. Böyle olunca, devrimci saflarda bundan da güç alan bir ilgisizlikle, hatta küçümsemeyle karşılanabildi kadın çalışması. Kadın mücadelesi, feminist akımların çizdiği yüzeysel çerçevenin çok çok ötesinde, güçlü toplumsal temellere ve sınıfsal mantığa dayalı bir mücadeledir. Herşeyden önce bu mücadele, orta sınıf kadınının biçimsel hak eşitiliği arayışından (ki tüm feminist akımların beslendiği toplumsal zemin ve dürtü budur) temelden farklı olarak, proleter ve emekçi kadının çifte ezilmişliğe karşı sınıfsal mücadelesidir.

Komünist kadın çalışması, öz olarak proleter ve emekçi kadınların içinde yürütülen, emekçi kadının devrimci sınıf bilincini geliştirmek ve devrimci sınıf mücadelesine etkin biçimde katılmasını sağlamak amacına dayanan propaganda-ajitasyon ve örgütlenme çabasıdır. Bu çalışma temelde işçi sınıfı ve emekçiler içinde yürütülen genel çalışmanın bir parçasıdır. Ama onu tamamlayan, zenginleştiren ve yeni bir düzeyde güçlendiren özgül bir çalışmadır da aynı zamanda. Çalışmanın bu ikili yönünü yerli yerine oturtmak,(30)onları içiçe ve bütünsel bir bakış açısıyla ele almak ve kavramak durumundayız.

Kadın çalışmasında kadının bitmez tükenmez düzeydeki ezilmişliğinin bu sistemden kaynaklandığını gösterebilecek muazzam bir malzeme yığınına sahibiz. Emekçi kadınlar bu sistemde ezilenlerin bir parçası olarak nelerle karşı karşıya kalmıyorlar ki; azgınca sömürü, eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk, açlık... Ezilen cins olmaktan kaynaklı olarak da analık yükümlülükleri ve çocuk bakımı, ev içi hizmet köleliği, şiddet, cinsel taciz... Bu liste fazlasıyla uzatılabilir.

Kadının gerçek kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağı propagandasını daima canlı tutarak kadınların yüzünü iktidarı alma mücadelesine dönmesi sağlamak durumundayız. Bu genel perspektifi gözden kaçırmamak kaydıyla kadın ezilmişliğine karşı gündelik mücadele, bu mücadelenin sorunları ve özgül talepleri üzerinde de gereğince durmalıyız. Nasıl ki işçi ve emekçilerin acil ve güncel taleplerine dayalı bir çalışma ve mücadele onları uzun vadeli devrimci hedeflere kazanmanın zorunlu bir gereği ise, aynı şekilde kadının ezilmişliğine karşı mücadelede güncel istemler uğruna etkin bir çalışma yürütmek de kadınları sınıf mücadelesine ve devrime başarıyla kazanabilmenin zorunlu bir gereğidir. Bunu yapmazsak eğer hiçbir biçimde mesafe alamayız.

Kadınlara yönelik çalışmada açıklık getirilmesi gereken bir diğer nokta ise “bağımsız kadın örgütlenmesi” sorunudur. Bu sorun kadın çalışmasında tartışma yaratan alanlardan biridir. Komünistler, feministlerin ve soldaki versiyonlarının öne sürdüğü tarzda bir bağımsız kadın örgütlenmesine karşı tutum alırlar. İşçi ve emekçilerin ortak mücadelesinden, birlikte yeralacağı parti ve çok değişik türden kitle örgütlerinden bağımsız bir kadın örgütü olamaz. Kadın ve erkek emekçiler parti örgütünden sendikal örgütlere, bugünün kültür kurumlarından yarının devrimci meclislerine kadar tüm sınıf örgüt(31)lerinde birlikte, omuz omuza yer alacaklardır. Amaç emekçi kadınla erkeği birbirinden ayırmak değil, fakat mücadele içinde birleştirmek, omuz omuza sınıf savaşına sürmektir. İşçi ve emekçilerin bir parçası olan kadınları alıp ayrı bir örgütlenmeye sevketmek, devrimci sınıfın gücünü bölmekten; işin özünde kadını, salt kendi özgül sorunlarına dayalı sınırlı bir örgütlenme içinde, bir kez daha ikinci planda bırakmaktan başka bir anlama gelmez, bundan başka bir sonuç doğurmaz.

Kuşkusuz bu, emekçi kadınlara dönük bazı özel araçlar, mevcut sınıf ve emekçi örgütleri bünyesinde kadın sorunu üzerinde yoğunlaşacak komisyonlar, komiteler yaratma ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Tersine, kadının özgül konumunu, cinselliğinden kaynaklı sorunlarını (analık gibi), ezilmişliğini, eğitimsizliğini ve geri bırakılmışlığını bilerek, buna uygun yöntemler geliştirmek ve araçlar yaratmak mutlak surette görevimizdir. Çalışma yürüttüğümüz alanlarda kadınlara yönelik kurulmuş çeşitli dernek, vakıf vb. oluşumlar olabilir. Buralara yönelik müdahale, bu tür kurumlarla ilişki, ayrı bir yazı konusu olabilir. Bugün bizim için aslolan kendi çalışmamızı kendi araçlarımızla ve kendi kurumlarımızla örebilmektir. Kadınları sınıf mücadelesine çekebilmek için her türlü aracı, yol ve yöntemi kullanabilmektir.

Kadınlara yönelik sistemli bir propaganda-ajitasyonun yanı sıra önemsenmesi gereken bir diğer konu da eğitim sorunudur. Kadınları çok yönlü olarak eğitmek onların mücadeleye katılımını kolaylaştıracaktır. Bugün kadınlar arasında (özellikle çalışma yürüttüğümüz emekçi semtlerinde) okuma-yazma oranı çok düşük, kadınlar çocuk-kadın bakımı, sağlığı vb. açılardan son derece bilinçsizdir. En önemlisi de, özellikle ev kadınları politikanın, politik gelişmelerin ve kültürel yaşamın çok uzağındadır.

Kadınlara yönelik eğitimi bu noktaları gözeterek çok yönlü olarak düşünebilmeliyiz. Kadınlara yönelik hazırla(32)yacağımız propaganda materyalleri biçim, içerik, görsellik vb. açılardan da seslendiğimiz kesime göre hazırlanabilmelidir. Ve elbette kadını işçi-emekçilerin eylemli süreçlerine katabilmek temel önemde bir görevimizdir.

Toplamından bakıldığında kadın çalışması kendi içinde zorluklar barındırmaktadır. Yöneldiğimiz kesim erkek egemen zihniyetle, dinle, gelenekler-görenekler ve gerici değer yargılarıyla kuşatılmış, en çok baskı altında tutulmuş, eğitimsiz, geri bırakılmış kadınlardır. Kadının bundan dolayı düzene daha kuvvetli bağlarla bağlı olduğunu görmeliyiz. Bunun için kadınlara yönelik çalışmada hem en uygun araç ve yöntemleri düşünebilmeli ve kullanabilmeli, hem de uzun soluklu bir mücadele olacağını önden görerek ısrarı asla elden bırakmamalıyız.

Bugün kadın çalışmasında pratik adımlar attığımız bir evrede, gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde mücadele deneyimlerine bu gözle bakmakta yararlı olacaktır. Özellikle geçen yüzyılın uluslararası sınıf mücadeleleri, kadının bu mücadelede oynadığı rol açısından bizlere son derece anlamlı ve zengin bir deneyim bırakmıştır. Komünist Enternasyonal’in kadın sorunu üzerinden sunduğu perspektifler, attığı adımlar örnek oluşturmaktadır. Özellikle savaşın eşiğinde olduğumuz şu günlerde İkinci Dünya Savaşı’nın ön günlerinde kadınların yürüttüğü çalışmalara ya da savaşa ve faşizme karşı direnişte kadınların oynadığı role bir kez daha bakılmalıdır. Geçmiş mücadele deneyimleri, eleştirel ve yaratıcı bir biçimde ele alındığında, bugünkü çalışmamıza ve yarınlarımıza ışık tutacaktır.

Sınıfının bir parçası olan işçi kadın

Kuşkusuz kadın çalışması çerçevesinde yüzümüzü öncelikle döneceğimiz kesim işçi kadınlardır. Modern prole(33)taryanın bir parçası olan işçi kadınlar, sınıf mücadelesinin de bir parçası olmalıdırlar. Bugün sanayide çalışan işçi kadının yaşadığı zorluklar biliniyor. Kadınlar içinde sigortalı işçi sayısı bile çok sınırlıdır. Eğer vasfı yoksa (ki büyük çoğunluğunun da yoktur) asgari ücret ya da altında ücret alıyorlar. Özellikle kadınların yoğun bir şekilde çalıştığı tekstil sektöründe ücretlerin ödenmemesi, yoğun mesailer, sabahlara kadar çalışma, ağır baskı ve hakaretler olağan çalışma koşulları haline gelmiş bulunuyor. Diğer sektörlerde çalışan kadınlar için durum nispeten daha iyi olsa da, azgın sömürüyü ve kadının çifte sömürüsünü ortadan kaldıran bir tablo doğal olarak yok ortada.

Bunlara rağmen işçi kadının mücadele geleneği oldukça zayıf. Ev işi ve aile yükümlülükleri erkeğin geriletici baskısı ile birleştiğinde, kadın yaşadığı koşullara boyun eğebiliyor. Tüm bunlara rağmen çalışan kadının ev kadınına göre karar verme iradesinin, mücadeleye yakınlığının daha fazla olduğunu da görmek gerekiyor.

Sendikalara üye işçi kadınların sayısı son derece düşük. Bu sayı temsilcilik ve sendika yöneticiliği sözkonusu olduğunda iyice azalıyor. Öyle ki yoğunlukla kadınların çalıştığı işyerlerinde işyeri temsilcileri bile erkek işçiler olabiliyor. Ağırlıklı olarak işçi kadınların çalıştığı işletmelere yönelik çalışmayı önümüze koymalı, onları sendikal çalışmadan işyeri temsilciliğine, sendika yönetimine katılıma kadar bir dizi alanda teşvik etmeliyiz.

Kadınları ilgilendiren bir takım güncel talepleri başta kadın işçiler olmak üzere tüm işçi ve emekçilere sahiplendirmek gerekiyor. Partimizin programında buna ilişkin en önemli istemler formüle edilmiş bulunuyor:

“Kadın işçilerin kadın, ana ve çocuk sağlığına zararlı işlerde çalıştırılması yasağı. Doğumdan önce ve sonra 3’er aylık ücretli izin, tıbbi bakım ve yardım. Kadınların çalıştığı(34)tüm işyerlerinde kreş ve emzirme odaları.” (TKİP Programı, Emeğin Korunması bölümü)
Bunlar işçi kadının mevcut durumda uğruna mücadele edeceği ve elde edilmesi için gerekli çabayı göstereceğimiz acil demokratik istemleridir. Bunlara sektörlerin ve fabrikaların somut durumuna bağlı olarak başka istemler de eklenebilir.

Mücadele geleneği zayıf olmasına rağmen, direniş süreçlerinde kadın işçilerin en ön saflarda yer alabildiğini, direnişin yükünü göğüsleyebildiğini, direnişle beraber değişip dönüşebildiğini görüyoruz. Son süreçte yaşanan Aymasan direnişi, sınıf hareketi ve eylemi içinde kadınların oynayabilecekleri aktif ve etkin role çarpıcı bir örnektir.

Kadın çalışmamızda yönelmemiz gereken bir diğer alanı erkek işçilerin eşleri oluşturuyor. İşçi eşlerine yönelik müdahale işletmeye/fabrikaya müdahale ile birlikte düşünülmelidir. İşçi eşleri emekçi karakterlerinden dolayı saflarımıza kazanabileceğimiz unsurlardır. Tersinden de kazanılmadıkları koşullarda erkek işçiyi geriye çekici ve geriletici bir rol oynayacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Son yıllarda bir dizi direnişte işçi eşlerinin örgütlü tutumu, direnişi büyüten, ona soluk aldıran ve kamuoyu üzerinde etki yaratan bir rol oynamıştır. Karyapsan direnişi ve yakın dönemde Paşabahçe direnişi buna örnek gösterilebilir.

Bir diğer çalışma alanını ise ev kadınları oluşturuyor. Bugün halihazırda kurumlarımız üzerinden seslenebildiğimiz kesim, emekçi semtlerinde yaşayan ev kadınlarıdır. Çalışmayan, eve hapsolmuş, evin ve çocukların bıktırıcı yükleri içinde boğulmuş bir kesimi oluşturuyor bunlar. Zaten eğitimsiz bırakılmış, medyadaki pembe dizilerle/programlarla her gün daha da beyinleri uyuşturulan kadınlar... Bugün öncelikle kurumlarımız üzerinden, ev kadınlarına yönelik olarak, onları üretimin içine çekebilmeyi de gözetecek, çeşitli araç ve(35)yöntemleri kullanarak bilinçlendirme, eğitim ve örgütleme faaliyetini kesintisiz sürdürmeliyiz.

Kadın çalışmasının yalnızca kadın komünistler tarafından sürdürülecek, yalnızca kadınlara yönelik bir müdahale olduğu yönündeki önyargıyı da kırmak zorundayız. Sınıf çalışması içinde ileri erkek işçilerin dahi eşleri üzerinde baskı kurduğuna, eşlerini ev içi köle olarak gördüğüne, hatta şiddet uyguladığına tanık olmuşuzdur. Yine kadının mücadeleye eşinin onayı ve iradesiyle katıldığına da tanık olmuşuzdur. Bu tabloyu değiştirecek olan yalnızca kadının bilinçlenmesi, erkeğe karşı tavır alması değildir tek başına. Erkek işçilerde “Toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliği!” bilincini oluşturacak etkili bir müdahaleyi de çalışmalarımıza konu etmeliyiz.

Burjuva akımlara ve feminizme karşı mücadele

Bugünkü toplumda kadına ikinci sınıf insan olarak yaklaşan, onu eve hapseden ve ev içi köle haline getiren, cinsel kimliğini ve bedenini meta olarak gören burjuva ideolojisi ile mücadele kaçınılmaz görevimizdir.

Mücadelenin diğer ayağını ise, kadının çifte sömürüsünün nedeni olarak kapitalizmi değil erkeği gören ve onu hedef alan, sömürünün gerçek kaynağının üzerini örten, kafa bulandıran ve mücadeleyi parçalayan burjuva akımlar oluşturuyor. Burada en önemli nokta, bu ele alışın tam da bu eğilimdeki kadınların sınıfsal konumlarına, çıkarlarına ve ufuklarına denk düşmesidir. İktisadi sömürüyü ve sıkıntıyı, açlığı, yoksulluğu, işsizliği ve sefaleti yaşamayan burjuva ve orta sınıf kadını tabii ki sorunun toplumsal temelini ve sınıfsal kaynağını görmezden gelecek, sorunu salt erkeklerle bağlantılı olarak koyacaktır. Bundan ötesi onun sınıf çıkarlarına ve(36)ayrıcalıklarına dokunur ki, bu çıkarlar ve ayrıcalıklar konusunda burjuva kadınının en az burjuva erkeği kadar hassas olduğundan en ufak bir kuşku duyulmamalıdır. Tarihte burjuva feminist akımların ilerici bir rol oynayabildikleri bir dönem yaşandı, fakat bu dönem 20. yüzyılla birlikte çoktan geride kaldı. Proletarya devrimi korkusu burjuva feminist akımları da gerici konumlara itti.

Küçük-burjuva feminist akımların durumu nispeten farklı olsa da, ideolojik hareket noktaları bakımından bu akımların da burjuva feminist akımın bir uzantısı olarak ortaya çıktığını unutmamalıyız. Ama bunlara siyasal açıdan daha esnek yaklaşabiliriz. Fakat bu hiçbir biçimde temel ve ilkesel önemde ayrım noktalarını karartmamalıdır. Proletaryanın gücünü zayıflatacak bir “özel kadın sorunu” yoktur. Kadın ve erkek işçilerin ortak sınıf mücadelesinden bağımsız bir kadın kurtuluşu mücadelesi önerenlerle aramızda kesin sınırlar çizmeliyiz ve ideolojik platformlarını net bir biçimde mahkum etmeliyiz.



Yüzümüz kitlelere, işçi ve emekçilere ve emekçi kadınlara dönük olmalı!

Kapitalizmin krizi her geçen gün ağırlaşıyor. Beraberinde emekçilerin yoksulluğu, açlığı, sefaleti derinleşiyor. ABD’nin Irak’a yönelik emperyalist müdahalesi gerçekleşirse bu kriz daha da derinleşecek ve işçi-emekçilere faturası katlanarak artacak. Savaşın yarattığı yıkım, bugüne kadar yaşananları katbekat aşacak. Tarihsel deneyimler daima göstermiştir ki, gerici ve emperyalist savaşlar, başlangıçta yarattıkları tahribata ve geriletici etkilere rağmen, çok geçmeden yığınların öfke ve tepkisini büyütürler, böylece devrimci sınıf mücadelesini, giderek toplumsal kalkışmaları doğururlar.(37)

Bugün her zamankinden daha fazla, kitleleri örgütleme, mücadeleye seferber etme sorumluluğuyla yüzyüzeyiz. Bundan sonraki siyasal çalışmamıza da bu gözle bakabilmeliyiz. Yüzümüz kitlelere, işçi ve emekçilere, emekçi kadınlara dönük olmalı!

Emekçi kadın çalışması konusunda attığımız bir takım adımlar güçlendirilmeli, 8 Martlar’da, özellikle son seçim döneminde bir dizi alanda biriktirdiğimiz deneyimler zenginleştirilmeli ve bu alandaki birikimlerimiz ısrarlı, kararlı ve sistematik bir çalışmaya ve örgütlü güce dönüştürülmelidir.

Komünistler olarak bu güce ve birikime fazlasıyla sahibiz.

(Ekim, Sayı: 231, Ocak 2003)(38)

****************************************************

Kamu emekçileri hareketi ve görevler

Hareketin seyrine bağlı olarak çeşitli dönemlerde kamu emekçileri hareketi üzerine değerlendirmeler yapmış ve çeşitli tespitlerde bulunmuştuk. Bugün de temelde önderlik düzeyinde yaşanan ve giderek tabana doğru genişleyen zayıflıklar üzerinden kamu emekçileri hareketini yeniden değerlendirmek ve devrimci görevler çıkarmak güncel bir ihtiyaçtır.



Hareketin geçmişine kısa bir bakış

Hareketin bugün evrildigi noktayı anlamak için kısaca geçmiş sürecine bakmak gerekiyor. ‘89 bahar eylemliliklerini izleyen süreçte kamu emekçileri grevli-toplusözleşmeli sendika talebini yükselttiler. Devletin hareketi ezmek için uyguladığı(39)fiziki baskı ve teröre rağmen bedeller ödeyerek mücadeleci ve direngen bir gelenek yarattılar. Devletin tüm baskısına ve yasal engellemelerine rağmen birçok sendikayı fiilen kurarak, böylece meşru mücadele hattının geniş kamu emekçisi kitlesi içerisinde ve toplumun çeşitli kesimlerinde kabul görmesini ve benimsenmesini sağladılar. Bu dönemde işyerlerinde ve şubelerde devrimci kamu emekçilerinin etkin oluşu, fiili-meşru mücadele hattı izlenmesini ve “hak verilmez alınır” anlayışının hareketin geneline hakim olmasını koşulladı. Tabandan da destek gören militan mücadele anlayışı, sendikalarda bulunan reformist anlayışların uzlaşmacı-pasif mücadele eğilimini bir süreliğine de olsa geriletebildi.

Kamu emekçileri hareketinin fiili-meşru mücadele hattı izledikçe militanlaşan ve politikleşen bir sürece doğru evrilmesi, ağırlıklı olarak fiziki baskı ve şiddet yoluyla hareketi ezmeyi amaçlayan devleti yeni manevralara zorladı. Bu manevranın bir ayağını sendikal bürokrasi eliyle harekete düzen içi kanallar açmak oluşturuyordu. Diğer ayağını ise grevsiz-toplusözleşmesiz sahte bir sendika yasasını yasallaştırmak. Sendikal mücadele yerine devletle uzlaşarak bir takım ekonomik iyileştirmeler sağlamaya çalışan reformist anlayışlar devletin açtığı bu kanallara akmakta gecikmedi. Bu aşamadan sonra konfederasyonlaşma fikri reformist anlayışlar tarafından hareket içinde işlenmeye ve harekete dayatılmaya başlandı.

Sendikalizm ve ekonomizm ufkunu aşamayan ve demokratik haklar için mücadele etmek yerine “burjuva demokrasisi”ne yedeklenen ve onu iyileştirme mantığı ile hareket eden reformizm için “söke söke” alınması gereken hakların yerini hükümet yetkililerinden “hak dilenmek” aldı.

Fiili-meşru mücadele hattının izlendiği süreçte geniş kamu emekçisi kitlesini harekete geçirebilen sendikalar, konfederasyonlaşma sürecinin tamamlanması ve KESK’in kurulmasıyla(40)birlikte, reformist anlayışların yönetimlere gelmek için kimi zaman kötü bir rekabete giriştikleri, kimi zaman ilkesiz birlikteliklere imza attıkları alanlar olarak görüldüler. Hareketin ihtiyaçlarına göre değil ama reformist, legal partilerin politik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmeye çalışılan KESK’in mücadele programı ve çizgisi, böylelikle devletin çizdiği sınırlara da hapsolmuş oldu. Tüm programını ve mücadele anlayışını “devleti ikna etmeye” endekslemiş reformizmin düzenle bütünleşme süreci hız kazandı.

Sahte sendika yasası ve uzlaşmacı çizgiden sendikal ihanete

4 Mart gibi şanlı bir direnişle püskürtülen sahte sendika yasası 2001 yılı sonlarına doğru mecliste görüşülmek üzere yeniden gündeme getirildi. Yasanın yeniden gündemleştirilmesi, hareket üzerinde reformist önderliğin yolaçtığı tahribatın derinleştiği bir sürece denk getirildi. Reformist önderlik bu sürece kadar kamu emekçilerinin mücadele dinamizmini devlet tarafından “muhatap” alınmanın bir dayanağı olarak kullanıyordu. Ancak yasanın mecliste görüşülme tarihi yaklaştıkça yasanın geçmesini hızlandıracak bir dayanağa dönüştürdü. Çünkü onlar için önemli olan yasanın kamu emekçilerine neler kazandırdığı ya da kaybettirdiği değil, kendilerine ne gibi olanaklar sağlayacağıydı. Böylece o güne kadar aşındırdıkları meclis koridorlarında artık siyasal bir güç olarak varlık gösterebileceklerdi. Bunun için devletin sunduğu tüm olanaklardan faydalanmak gerekiyordu. Sahte sendika yasasını da bir olanak olarak değerlendirdiler.

Yasanın yeniden gündeme gelmesiyle birlikte KESK yönetimi de önden kitlelerin direncini kırmaya, yasanın püskürtüleceğine dair inancını zayıflatmaya dönük manipülasyonlara girişti. Daha yasanın meclisten geçmesinden haftalar önce(41)“yasa geçse dahi” ile başlayan ifadeler eylemlerde ve yapılan açıklamalarda yer almaya, şubelerde ve sendikalarda “Devlet bu sefer kararlı, bizim gücümüz ise zayıf” vb. söylemler kullanılmaya başlandı. Bu söylemlerin etkisi kısa sürede görüldü. Üye toplantılarında 4 Mart direnişi örnek gösterildiğinde kimi yerde yönetimlere gerek kalmadan bazı üyeler, “O dönem başkaydı, şimdi öyle değil” demeye başladılar. Yasa daha yasalaşmadan KESK MYK’si nezdinde kabul görmüştü. Tüm hazırlıklar da buna göre yapıldı. Ancak iş, KESK MYK’sinin ikna olması ile bitmiyordu. Geniş emekçi kitlesinde “Direndik ama yasa bize rağmen geçti” imajı yaratılmalıydı.

Bu süreçte işyerlerinin durumu daha vahimdi. Sahte yasaya bir ön hazırlık olarak öne sürülen konfederasyonlaşma süreci işyerleri ile şubeler, tabanla sendikalar arasındaki bağı zayıflatan bir etkene dönüşmüştü. Bu süreç sendikal bürokrasinin KESK içinde boy vermeye başladığı süreç olarak yaşandı. Programsızlık, birbirini tekrar eden pasif ve kısır eylem biçimleri, giderek savunma çizgisinin dahi gerisine düşülmesi, kazanana kadar değil emekçilerin havası boşalana kadar yapılan merkezi eylemler, tümü birarada işyerlerindeki emekçileri sendikalardan uzaklaştırdı. Sendika şubeleri ya reformist legal partilerin aktif üyelerinin ya da devrimci ve devrimci çevrelere yakın kamu emekçilerinin gelip gittiği lokallere dönüştü. İşyerleri seçim döneminde delege çıkarma mantığıyla “kafa-kol” ilişkileri üzerinden çalışma yürütülen alanlar olarak görülmeye başlandı. Sendikalara uğramayan ancak merkezi eylemlere katılan yarı-aktif üye ile üye olmadığı halde, sürece bağlı olarak harekete geçen belli sayıda kamu emekçisi dışında, sendikalar geniş kitleler tarafından sahipsiz bırakıldı.

Daha bir de, reformist önderliğin yolaçtığı bu tahribat, “sokak eylemlerini fetişleştiren” anlayışlara (devrimci kamu(42)emekçilerine) maledilmeye çalışıldı. Onlara göre, tabanı sendikalardan uzaklaştıran “sendikal mücadele ile siyasal mücadeleyi” birbirine karıştıran, dar grupçu bir bakışla hareket eden ve “marjinal” eylem biçimlerini harekete dayatan devrimci kamu emekçileriydi!

26 Mayıs eylemi: Reformist önderliğe anlamlı yanıt

KESK önderliğinin pasif mücadele biçimleriyle süreci geçiştirmeye çalıştığı bir aşamada gerçekleştirilen 26 Mayıs (2001) eylemi öncesinde hükümet, ülkenin dört bir yanından Ankara’ya doğru yola çıkan kamu emekçilerine gözdağı vermek amacıyla tehditvari açıklamalarda bulundu. Yürüyüş güzergahlarına barikatlar kuruldu. Fakat 20 bini aşkın emekçi barikatları aşarak Ankara’ya aktı. Barikatlarda yönetimlerin pasif tutumları, sınırlı sayıda devrimci kamu emekçisinin sınırlı müdahalesiyle aşıldı. Eylem öncesinde kitlelere “Yasayı püskürtmek için Ankara’ya gidiyoruz” denilmesine rağmen, Ankara’da, “Sesimizi duyurduk, eylemin amacı kamuoyu oluşturmaktı, eylem amacına ulaştı” denilerek, birçoğu alanda kalmak üzere gelmiş emekçiler geri gönderildi. Ne devlet ne de KESK yönetimi yasayı püskürtmekte kararlı ve militan bir kitle bekliyordu.

26 Mayıs eyleminden sonra mücadeleci dinamikleri yıldıracak, kitlelerdeki umudu kıracak eylem programları hayata geçirildi. Yasanın meclisten geçtiği 2001 Haziran ayına kadar hedefsiz, birbirini tekrar eden ve parçalı eylem biçimleri, hem yerellerde gerçekleştirilen düşük katılımlı eylemlerle, hem de adı merkezi olan ancak yönetim düzeyinde katılımla sınırlı Ankara eylemleriyle hayata geçirildi. Eylem programının ana hedefini “yasa meclise gelirse” bakışı belirledi. Bu mantık sonucunda, sayısı her eylemde azalan, giderek umutsuzlaşan(43)ve hem kendine hem mücadeleye güvenini yitiren kitleler defalarca Ankara’ya çağrıldı ve geri gönderildi. Böylece yasayı püskürtme potansiyeli taşıyan dinamikler yoruldu ve yıldırıldı.

Sonuçta, çoğu devrimcilerden oluşan, sınırlı sayıda emekçinin devlet terörüyle ezilmesiyle yasa meclisten geçti. Alanda yaşanan çatışma ise KESK bürokratları tarafından “direndik ama olmadı” demagojisine malzeme yapıldı.

Mücadelenin bundan sonraki seyrini belirleyecek olan yasanın meclisten geçip geçmemesi değildi kuşkusuz. Devrimci bir mücadele programı ve çizgisi temel alınabilir, ama yasa buna rağmen meclisten geçebilirdi. Buradaki temel sorun, reformist önderlik tarafından harekete hakim kılınan mücadelenin öz gücüne olan güvensizlik durumu ve moralsizlik ruhhalidir.

Bürokratik işleyiş kurumsallaştı, sendikal ihanet derinleşti

Yasa sonrası sendikalar hızla genel kurullarını gerçekleştirdiler. Kurullar, önden yapılan ilkesiz ittifakların bir sonucu olarak hareketin bugünkü zayıflıklarının temelini oluşturan ÖDP, HADEP, EMEP üçlüsü ve CHP, İP, Sendikal Birlik’in yönetimleri paylaşması şeklinde gerçekleşti. Yasaya o denli uyum sağlandı ki, “grev ve toplusözleşme” ifadesi sahte yasada buna engel teşkil edecek ifadeler bulunmamasına rağmen tüzüklerden çıkarıldı. Devleti karşılarına alacak ve sendikaların kapanmasına zemin oluşturacak tüm ifadeler tüzüklerden temizlendi (anadilde eğitim hakkı örneğin). Uzun bir süredir fiilen uygulanmakta olan, kararların MYK tarafından alınması ve alta doğru dayatılması tüzükle birlikte yasal hale getirildi. Bundan sonra temel hedef “üye kaydederek kitleselleşmek” ve “yetkiyi almak” olarak belirlendi. Üye yapmak için devlet eliyle kurulmuş rakip(44)sendika Kamu-Sen hedef alındı ve tüm politikalar Kamu-Sen’in teşhirine göre belirlendi. Yürütülen çalışmalar bu doğrultuda şekillendi.

Yasa sonrası “toplu görüşmeyi toplusözleşmeye” çevireceğiz iddialarının dayanaksızlığı yapılan ilk “görüşme” sürecinde açığa çıktı. Sendikaların “görüşme” öncesi hazırladığı “toplu görüşme taslakları” yönetimler tarafından hazırlanarak şubelerde dağıtıldı. Çalışanların mı yoksa devletin mi çıkarlarını savunduğu belli olmayan, çalışanlar arası rekabeti ödül-ceza taktiğiyle teşvik eden, işverenin çalışanlara vereceği cezai uygulamaları düzenleyen vb. maddelerin bulunduğu taslaklar tümüyle 657 sayılı yasayı temel alan ve yasayı meşrulaştıran bir bakışla kaleme alınmıştı. Kamu emekçilerinin gerçek talepleri değil, hükümet yetkililerinin kabul edebileceği maddeler taslağın ana eksenini oluşturuyordu.

Bu taslak metin ne işyerlerinde tartışılabildi, ne de görüşme sürecinde gündeme getirilebildi. Tabanın “gözünü boyamaya” dönük kaleme alınmış gereksiz ve anlamsız bir metin olarak rafa kaldırıldı. Görüşme süreci ise pratikte ücret talebine indirgendi. Ancak bunda dahi bir kazanım elde edilemedi. Hükümetin belirlediği oranda komik bir artışla görüşme süreci tamamlandı.

Böylece, kamu emekçilerinin 12 yılda yarattığı, devletin onca baskı ve terörle ezemediği fiili-meşru mücadele geleneği sahte bir sendikal bürokrasi eliyle tasfiye edilmiş oldu. Sırada devrimci ve reformist unsurlarıyla kamu emekçileri hareketi içerisinde etkin bir güç haline gelen KESK’in üzerine yapıştırılan “sol” etiketten kurtarılması vardı. Baştan beri kitlelerin geri bilincini öne sürerek kendini buna uydurmaya çalışan reformist anlayışlar, geniş emekçi kitlelerin bu etiket yüzünden sendikalardan uzak durduğunu daha açık ve doğrudan ifade eder hale geldiler.

Sendika seçimleri sürecinde ÖDP’nin sendikal alanda(45)ki uzantısı olan DSD, çıkardığı broşürlerde yasanın çıkmasını bir kazanım olarak sundu ve “bu yasa bile bizim mücadelemiz sonucu çıkmıştır” diyerek bundan övünç duyabildi. Yasa sonrası süreci ve yeni görevleri tanımlarken ise devrimci kamu çalışanlarına saldırdı, kitlelere dayalı eylem çizgisi argümanının arkasına saklanarak uyumlu ve ılımlı bir “mücadele çizgisi”ni meşrulaştırmaya çalıştı. Baştan beri utangaçça dile getirilen reformist politikaları ve yasalara uyumlu eylem çizgisini artık daha rahat ve net ifade etti. DSD’nin yasa sonrası sürece ilişkin yeni görevi, şubelerdeki ilerici ve devrimci kamu emekçilerini sendikalardan “temizlemek” ve kitlelerin geri bilincini okşayacak, geniş emekçilerin katılımını sağlayacak pasif eylemleri hayata geçirmek olarak belirlenmiş oldu.

Bu tabloya sendikal bürokrasiye hayran EMEP ve kamu emekçileri hareketine dönük politikasızlıklarıyla ÖDP’ye yedeklenmek zorunda kalan HADEP eklendiğinde, ortaya bir bütün olarak reformist politikaların iflasından başka bir sonuç çıkmamaktadır. Hareket içinde etkisiz, devlet karsısında güçsüz bir görüntü bu tablonun özetini oluşturmaktadır.

Tüm bu ifade edilenlerden hareketle reformist, liberal anlayışların kitlelerin geri bilincine yaslanarak güç olduklarını düşünmek bir yanılgı olur. Reformizm temelde ekonomizm, sendikalizm ve liberal demokratizmden beslenen bir akımdır. Alana dönük politikalarını bu zemin üzerinden belirler ve kendine uygun politikalar üretir. Reformizm, hareket içinde güç oluyor, hareketin taleplerine, bilincine, önderliğine ve mücadele anlayışına hakim hale geliyorsa bunun gerisinde politik bir gücün yattığını da görmek gerekir. Devrimci bir önderliğin yaratılamadığı koşullarda harekete reformizmin hakim olması bir bakıma kaçınılmazdır.(46)



Devrimci kamu emekçilerinin temel zaaf ve eksiklikleri

Kamu emekçileri hareketinin grevli-TİS’li sendika talebiyle mücadele sahnesine çıktığı ilk yıllarda işyerleri ve şubelerde devrimci unsurların etkin oluşu, hareket üzerinde olumlu bir etki yarattı. Devrimciler, tabandaki dinamik ve mücadeleci unsurların fiili-mücadele hattı izlemesine öncülük ettiler. Devrimci inisiyatif, şube ve sendika yönetiminlerindeki liberal, reformist anlayışlar üzerinde devrimci bir etki yarattı ve sürekli basınç oluşturdu. Böylece tabanın taleplerine, dinamizmine yakın durmasını sağladı.

Ne var ki bu olumlu etki, çok geçmeden yerini atalete ve alanın boş bırakılmasına bıraktı. Varolan boşluğu ise doğal olarak reformizm doldurdu. Devrimci kamu emekçilerinin alanı fiili olarak boş bırakması, reformizme terketmesi, bu temel önemde eksikliği temel önemde bazı zaaflar tamamlıyordu. Alana dönük özgün ve yol açıcı devrimci politikalar üretilememesi, her ne kadar devrimci söylemler kullanılsa da özünde ekonomizmden ve sendikalizmden ideolojik olarak bağların koparılamamamış olması bu zaafların en önemlileri olarak yaşandı. Sağlanan devrimci birliktelikler ise, seçim öncesi dönemlerde yönetime gelme mantığıyla oluşturulan, sonrasında hiçbir işlevi kalmayan birliktelikler olarak sonuçsuz ve amaçsız bir şekilde dağıldı.

Yasa öncesi tabanı hedef alan çalışma yapılmadığı gibi yasa sonrasında ise reformizme yedeklenildi. Kimi yerde şube yönetimlerine gelebilmek için kirli ittifaklara ortak olundu. “Üye kampanyaları” KESK yönetiminin belirlediği çerçevelerde yürütüldü. Yapılan toplantılarda ve işyeri gezilerinde reformist önderliğin yolaçtığı tahribata ve hareketin bugünkü durumuna ilişkin tok bir karşı duruş sergilenmedi. Devrimci bir önderlik yaratma noktasında ne programa(47)tik ne de pratik düzeyde reformizmden köklü bir kopuş ve ayrışma yaşanması yönünde bir çaba gösterilmedi.

Dahası devrimcilerin üstten oluşturdukları birliktelikler, tabana doğru alternatif bir devrimci program sunamadıkları, pratik çalışma yürütemedikleri için, süreçten hoşnutsuz ilerici unsurların yaşadığı umutsuzluğun da pekişmesine neden oldu. Devrimci çalışma, şube toplantılarında kendini hareketin dışında tutan ve sürekli eleştiren konuşmalara, pratik çaba ile birleşmeyen eleştirilere, yönetimlere gelmek için ortak olunan ilkesiz birlikteliklere indirgendi.

Güncel mücadelenin talepleri devrimci siyasal bir iktidar mücadelesine bağlanmadı. Bu yönlü bir çalışma yürütülmedi. Arayış içinde olan, ancak güven vermeyen devrimci birlikteliklere de ilgi göstermeyen ilerici unsurlar ya sendikalardan uzaklaştılar ya da reformist etkiye açık hale geldiler.



Devrimci önderlik sorunu en yakıcı ihtiyaç olarak ortada duruyor

Daha önce de bir çok kez hareketin yaşadığı temel zaaf alanı olarak devrimci önderlik sorununu ortaya koymuştuk. Bu sorun hala orta yerde duruyor. Üstelik daha acil ve zorlu bir çalışmanın konusu olacak şekilde.

Bugün sahte yasanın yasalaşması ile hareket, çıktığı noktadan bir adım geridedir. Ancak komünistler hareketin sorunlarını ve ihtiyaçlarını yasaya endeksli olarak değerlendiremezler. Sermaye iktidarının toplumsal bir devrimle altedilmesi uzun sürecinde, kazanılan ya da kaybedilen mevzileri, sınıf mücadelesinin gücüne ve eksikliklerine bağlı olarak dönemsel bir kazanç ya da kayıp olarak görürler. Daha önce de bir değerlendirmemizde vurguladığımız gibi; “Emekçi sınıf ve kitle hareketinin toplam mücadele sürecinde kısmi(48)bir takım hakların elde edilip edilememesine göre bir değerlendirmeye gitmek, hareketin başarısını ya da başarısızlığını bu ölçütle ele almak da yanıltıcı olduğu kadar yanlıştır. Sömürünün ve sermaye iktidarının egemenliğinin sürdüğü koşullarda kısmi iktisadi, sosyal ve siyasal bir takım hakların elde edilmesi durumunda bile, bu kazanımların kendi başına bir anlam ifade etmediğini, her an tekrar sermaye tarafından gaspedilebilecegini, sınıf mücadelesi tarihi ve günümüzün pratik gerçekleri döne döne ortaya koyuyor. Emekçi kitlelerin güncel ve yakıcı talepleri için kendiliğinden yürüttüğü mücadelede gerçek kazanımlar elde edebilmesi, sorunların kaynağında yatan ve taleplerin önünde engel olan iktidar mücadelesine yönelmenin önkoşulu ise devrimci sınıf mücadelesi içinde siyasallaşmış bir hareket kimliği ve düzeyidir.” (8 Eylül ‘98)

Bu tespit ve değerlendirmede dile getirilenler hala güncelliğini koruyan yakıcı sorunlara işaret etmektedir.



Alana dönük devrimci çalışmanın zorlukları ve imkanları

Alana dönük çalışmada alanın sorunlarını görmek, zorluklarının farkında olmak, ancak imkanlarını da doğru değerlendirmek gerekiyor.

Genel anlamda sınıf ve kitle hareketinin yaşadığı durgunluk, sendikal ihanetin yolaçtığı tahribat, işçi sınıfıyla ortak mücadelede birleşemediği gibi kamu alanında dahi mücadelenin parçalı ve dağınık bir seyir izlemesi kamu emekçileri hareketinin yaşadığı temel sorunlar arasında yer almaktadır. Ancak sermayenin alana dönük kapsamlı saldırı politikası (kamu emekçilerinin tasfiyesi, özelleştirme, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, ekonomik alanda yaşanan hak gaspları, sosyal hakların tasfiyesi vb.), sendika yönetimlerinin bu saldırılara karşı hareketsiz ve duyarsız kalması sendi(49)kalarda örgütlü ya da örgütsüz geniş bir kamu emekçisi kitlesini harekete geçirecektir.

Saldırıların yıkıcı sonuçlarını güncel yaşamlarında hisseden emekçilerin mücadeleye yatkın, devrimci müdahaleye açık, politik etkiye duyarlı hale geleceğini görmek ve bunu temel alan bir çalışmayı şimdiden örmek gerekmektedir. Sahte sendika yasasının yasalaşmış olması grevli-toplusözleşmeli sendika talebini mücadelenin merkezine almaya engel değildir. Ancak bu talebi kendi başına amaçlaştırmamak, ekonomik, sosyal ve demokratik haklar mücadelesinin, hak alıcı bir aracı ve yöntemi olarak pratik çalışmanın konusu etmek gerekiyor. Mücadelenin güncel taleplerini sermaye düzeni ve iktidarına karşı mücadele ile birleştirmek, emekçilere gerçek çözüm yolu olarak iktidar hedefini göstermek devrimci çalışmanın temel ekseni olmalıdır.

Kamu emekçileri hareketi, 12 yıllık mücadele sürecinde fiili-meşru bir mücadele geleneğini yaratmasına, bu noktada anlamlı bir deneyim biriktirmesina, kimi zaman militanlaşan kimi zaman da politikleşen bir kimlik kazanmasına rağmen, bugün hala mücadelesinin iktisadi-sendikal çerçeveyi aşıp siyasal bir zemine sıçrayamamasının sorunlarını yaşamaktadır. Bugün çıktığı noktadan daha geri bir zeminde mücadeleye devam etmek gerçeği ile yüzyüze kalan hareketin bu zaafını gidermek için her türlü çabayı harcamak elbette devrimci kamu emekçilerinin en temel sorumluluğudur.

Geçmiş deneyimlerin ışığında fiili-meşru mücadele hattının kazanımlarını alandaki genç ve deneyimsiz unsurlara aktarmak, sendikal alanda yaşanan gerilemeyi ve sorunları aşmak için devrimci kamu emekçilerinin atması gereken bir ilk adımdır. Çünkü yasa sonrası reformist anlayışların hedefi apolitik kitleleri ve Kamu-Sen tabanını KESK’e çekmektir. Bilinci geri yığınları “kitleselleşmek” adına bünyesine alarak, maaşlardan kesilen aidatlarla bürokratik yapılanma(50)sını pekiştirmek istemektedirler. Reformist anlayışlar için belirleyici olan “nicelik”tir. Bu kof niceliği sendikalardan kaçıracak ilerici ve devrimci unsurlar ise sendikalardan temizlenmesi gereken “tehlikeli ve zararlı” unsurlardır.

Hareket ve sürecin içinde yeralan, reformist önderliğin yolaçtığı tahribatın farkında ve bundan rahatsız olan önemli bi kesimin varlığından sözetmek mümkün. Bu kesim, ya ilerici özellikler taşıyan, iyiniyetli ancak mücadelede genç ve deneyimsiz, ya da fiili-meşru mücadele geleneğinin taşıyıcısı olmuş orta yaş ve üzerini oluşturan deneyimli ve politikleşmiş unsurlardan oluşuyor. Genç ve deneyimsiz unsurlar her ne kadar süreçten rahatsız ve sendikal bürokrasiye tepkili olsalar da, devrimci bir alternatif göremedikleri koşullarda sonuçta reformizmin etkisi altına girmektedirler. Bu unsurların gözünde sendikal ihanetin vardığı nokta henüz yeterince teşhir olmuş değil. Deneyimli ve politikleşmiş unsurlar ise daha çok legal-reformist partilerin etkisi altında bulunan ancak saldırıları güncel boyutları ile yaşayan ve kavrayabilen, yönetimlerdeki eksiklikleri eleştiren ancak yine de bu politikalara tabi olan bir profil çiziyorlar. Eleştirmekten öteye geçemeyen, taban çalışmasını ihtiyaç olarak koyan ancak bundan ısrarla geri duran, tüm iyiniyetine rağmen yorulmuş ve yıpranmış bu kesimin herşeye rağmen devrimci etkiye açık olduğunu görmek gerekiyor. Bugün devrimci bir çalışmanın ilk elden toparlayabileceği güçlerin profilini bu tablo oluşturmaktadır.

Sosyalist kamu emekçilerini bekleyen görevler

Sosyalist kamu emekçileri, dönemsel olarak yaptıkları değerlendirmelerde, reformist barikatın aşılamadığı koşullarda hareketin tıkanacağı ve geriye savrulacağı tespitlerinde(51)bulundular. Hareketin siyasal bir zemine sıçraması ve devrimci bir önderliğin yaratılması için reformizm ile mücadelede program düzeyinde kesin bir ayrışmanın zorunluluğuna dikkat çektiler. Pratik anlamda güç ve olanakları çerçevesinde devrimci çalışma alanı olarak işyerlerini ve taban çalışmasını hedef aldılar. Bu temelde devrimci güç birlikteliklerini oluşturmak için üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirdiler. Geniş kamu emekçisi kitlesinin çıkarları yerine siyasal grup çıkarlarını gözeten, seçim dönemlerinde kafa sayısına dayalı ilkesiz birliktelikler oluşturan, hareketin bugünkü durumundan reformist önderliği sorumlu tutmayan ve bu anlayışları mahkum etmeyen, programatik ve ilkesel düzeyde reformizmden kopmayan dönemsel çıkarlara dayalı tüm birliktelikleri red ve mahkum ettiler. Bu tür birlikteliklerde hiçbir zaman yer almadılar.

Sosyalist kamu emekçileri güncel mücadeleyi ve istemleri kendi temel devrimci perspektifleri içinde ele almayı ilkesel bir yaklaşım sorunu olarak ele alırlar. Alana dönük güncel politika üretirken, iktisadi, sosyal ve demokratik hak ve özgürlüklerin önündeki temel engelin çürümüş sermaye düzeni olduğunu bir an bile unutmazlar. Günlük mücadeleyi sermayenin sınıf iktidarına karşı mücadeleye bağlarlar. Sömürü düzeni varlığını korudukça tüm ezilen ve sömürülen kesimler gibi kamu emekçilerinin de gerçek kurtuluşunun olanaklı olmadığını, gerçek kurtuluşun devrim ve sosyalizm mücadelesi ile kazanılacağını bilirler.

Bununla birlikte, kamu emekçilerinin özgücüne ve mücadeleye güvensizlik duyduğu, yenilgi ve umutsuzluk ruhhalinin harekete egemen olduğu bir süreçte, yaratılan onca birikim ve deneyimi mücadelede genç ve deneyimsiz unsurlara taşımanın, güncel talepler çerçevesinde emekçileri mücadeleye çekmenin ve mücadeleyi ileri sıçratmanın özel önemini gözeterek davranırlar.(52)

Bu çerçevede, tabandaki dinamik ve mücadelede kararlı unsurları biraraya getirecek birliktelikler oluşturmak, sosyalist kamu emekçilerinin acil ve güncel görevidir. Kurumsallaşmış bürokratik yapının bugün tabanın mücadele isteğine yanıt veremeyeceği, aksine bu eğilimi körelteceği ve düzene yedekleyeceği açıktır. Sosyalist kamu emekçileri, sendikaları gerçek emekçi örgütleri haline getirmek, onları kamu emekçilerinin güncel taleplerini kazanmanın ve bu mücadeleyi temel hedeflere bağlamanın bir aracı haline getirmek için çalışırlar. Kamu emekçilerinin acil ve güncel istem ve sorunlarından hareket eden, militan mücadeleci bir eylem çizgisine dayanan geniş katılımlı birliktelikleri oluşturmak için çaba harcarlar.

Buna ilişkin sorunların ele alınıp irdelenmesi, bu çerçevede sosyalist kamu çalışanlarını bekleyen dönemsel görevlerin somutlanması, bir başka yazının konusu olacaktır.



(Ekim, Sayı: 231, Ocak 2003)(53)

***********************************

Emperyalist savaş dönemine hazırlık




Çetin bir mücadele dönemi
Yeni bir yıla, yeni bir döneme oldukça yoğun ve çok yönlü bir gündemle girmiş bulunuyoruz. Aylardır hazırlıkları yapılan savaş için artık gün sayılıyor. Öte taraftan 1 Mayıs’a kadar sürecek hareketli bir dönem ve bu dönemin olağan gündemleri var karşımızda. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Newroz ve 1 Mayıs sınıf ve kitle hareketinde her yıl doğal olarak belli bir ağırlık oluşturuyor, özel bir hazırlık gerektiriyor. İş yasası adı altındaki esnek çalışma saldırısının Mart ayında yasalaştırılacak olması önemli gündemlerden bir diğeri olarak duruyor önümüzde.
Tersi yönde olağanüstü bir gelişme olmazsa, bu hareketli bahar dönemine adım adım hazırlıkları tamamlanmakta(54)olan emperyalist savaş koşullarında gireceğiz. Bu dönemi başarıyla kucaklayabilmenin birbirine bağlı bazı temel önemde önkoşulları var:
Emperyalist savaşın ve savaş koşullarının yarattığı bu çok yönlü ve sert çatışma ortamında kesintisiz bir mücadele yürütmek ve mevcut koşullardan en etkili biçimde yararlanabilmek için, öncelikle gelişmelerin nesnel değerlendirmesine dayalı doğru bir politikaya sahip olmak gerekir. İkinci olarak, bu politikayı hayata geçirecek, savaşın getireceği olağanüstü koşullara uyumda zorlanmayacak bir örgütsel yapıya sahip olmak; örgütsel açıdan değişen koşullara uyum esnekliği ve yeteneği gösterebilmek gerekir. Bunu ise savaşçı bir örgütsel yapı ve işleyiş, konum ve kimlik, politik-pratik faliyet kapasitesi ve yeteneğinden ayrı düşünemeyiz. Son olarak, en zor koşullarda dahi mücadeleyi sürdürmede ısrarlı ve kararlı olmak, gerekli inisiyatifi, atılganlığı ve fedekarlığı gösterebilmek gerekir.


Savaş sorunu karşısında devrimci tutum
Savaş karşısında doğru, ilkeli ve tutarlı bir tutum ve politika belirlemek, diğer tüm sorunlardan öncelikli bir mesele olarak çıkıyor karşımıza. Doğru bir tutum ve politika, emperyalist savaşa karşı etkili bir mücadele yürütebilmenin, ağırlaşan koşullarından kazanımla çıkmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Parti programımız savaş sorununa ilişkin olarak açık ve sağlam bir teorik-ilkesel çerçeveye sahiptir. Bu çerçeve parti basınımızda, emperyalist saldırganlık ve savaş süreciyle somut bağlantıları içinde ele alınıp etraflı olarak irdelenmiştir de. Bu nedenle bu konuda burada yinelemelere girmek bir ihtiyaç değildir. Fakat tüm partili militanların önünde genel olarak(55)savaşı, özel olarak da emperyalist savaşı ele alan ve bunu temel önemde devrimci görevlere bağlayan bu metinleri bir kez daha dikkatle inceleme görevi durmaktadır. Dönemin gerektirdiği ideolojik silahlanma bakımından bu apayrı bir önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi savaş politikanın bir uzantısıdır, onun şiddet araçlarıyla sürdürülmesinden başka bir şey değildir.Bunu, açık ve yaygın şiddet araçlarıyla sürdürülen yoğunlaşmış politika olarak da tanımlayabiliriz. Komünistler her savaşa, o güne kadar sürdürülmekte olan politikanın bir uzantısı, sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak bakarlar ve savaşa karşı tutumlarını da bu temel ölçüte göre belirlerler. Savaşan güçlere, onların sınıfsal konumuna, amaç ve hedeflerine bakarak her savaş konusunda somut bir tutum alırlar. Bu çerçevede, devrimci olanla gerici olan, haklı olanla haksız olan savaşlar arasında net bir ayrım yaparlar.
Komünistler, halkların emperyalist köleliğe karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşlarını sonuna kadar desteklerler. Yağmacı, sömürücü, sömürgeci ve işgalci ülkelere karşı, saldırıya uğrayan ülkelerin bağımsızlığından, meşru savunma savaşından yana tutum alırlar
Her türden burjuva hümanizminin ve küçük-burjuva pasifist ya da anarşizan savaş karşıtlığının karşısına savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hedefiyle çıkan komünistler, bunun ancak sömürüyü ve sömürücü sınıfları ortadan kaldıracak bir dizi savaşın ürünü olacak olan işçi sınıfı iktidarından geçtiği bilinciyle hareket ederler. Her durumda “devrimci savaş” tutumuyla nihai hedeflerine ulaşmaya çalışır, her türden savaşa karşı olmak adına haklı, meşru ve devrimci savaşları (kölenin köle sahiplerine, serfin toprak beylerine, işçilerin burjuvaziye, ezilen halkların emperyalist boyunduruğa karşı verdiği savaşları) reddeden anlayışlarla mücadele ederler. Kısacası komünistler, tarihsel-toplumsal koşulları dik(56)kate alan, sınıfsal bir temelde bakarlar savaş sorununa.
Bugünkü savaş karşıtı hareketin önemli bir bileşenini ve gücünü, hümanist ve genel olarak savaş karşıtı güçler oluşturmaktadır. Küçük-burjuva sınıfsal taban ve küçük- burjuva anlayışların harekete damgasını vurduğu koşullarda, bu doğal bir sonuçtur. Kaldı ki, henüz savaşın fiilen başlamadığı, sıcak çatışmaların yaşanmadığı, barışçıl bir eylem çizgisinin izlendiği koşullar, bu arada işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek mücadele kapasiteleriyle ortaya çıkmadığı olgusu düşünülürse, bugünkü savaş karşıtı hareketin düzeyini ve zaafiyetlerini anlamak güç değildir. Türkiye’de halkın yüzde 90’nını savaşa karşı olduğu bir durumda bunun eylemliliğe dönüş(türül)ememesi da kuşkusuz altı çizilmesi gereken önemli bir sorundur.
Şurası açık ki, ne hümanist bir bakışla ortaya konan genel bir savaş karşıtlığı, ne dinsel duyarlılığa dayalı bir propaganda ve ajitasyon, ne de küçük-burjuva temelde ortaya konan “ulusal bilinç ve çıkarlar”la sınırlı bir politika, emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı devrimci bir dayanak oluşturabilir. Elbette, kararlı ve devrimci bir anti-emperyalist mücadele için buralarda biriken olanakları en iyi biçimde değerlendirmek gerekiyor. Bunun yolu ise, işçi sınıfının bağımsız politikasıyla öncülüğünü yapacağı anti-emperyalist mücadeleyi örgütlemesi ve bu olanakları sınıfın bağımsız devrimci mücadelesine kanalize etmeyi başarmasıdır.
Yeni dönemde emperyalist saldırganlığın Irak savaşıyla sınırlı olmayacağı, başka ülkelere müdahalelerle genişleyip daha uzun bir dönem süreceği bizzat Amerikan emperyalizminin elebaşları tarafından sık sık dile getiriliyor. Bu demektir ki, emperyalizme ve emperyalist savaşa ve saldırganlığa karşı mücadele, çok daha yakıcı ve çok daha güncel bir sorun olarak daha uzun bir süre temel bir gündem olarak karşımıza çıkacaktır.(57)
Emperyalizme karşı devrimci sınıf çizgisi
Komünistlerin temel tarihsel hedefi işçi sınıfını iktidara taşımak, temel misyonu bu uğurda verilecek mücadelelerde işçi sınıfına önderlik etmektir. Onlar anti-emperyalist mücadeleye anti-kapitalist temelde yaklaşır, bu mücadeleyi işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesine bağlar, onun zaferiyle taçlandırmayı hedeflerler. Emperyalist köleliğe karşı gerçek bağımsızlığın, ancak bu köleliğin dayanağı olan sermaye iktidarın parçalanması ve sosyalizmin kurulmasıyla mümkün olduğunu asla akıldan çıkarmazlar.
Komünistler, fiili bir emperyalist savaş ve saldırganlığın olmadığı koşullarda bile bu topraklarda bir devrimi başarmanın yolunun ancak emperyalist kuşatmayı yarmaktan geçtiğine programlarında açık biçimde yer veriyorlar. Emperyalizme karşı mücadele, emperyalizmin iç dayanağı işbirlikçi sermaye iktidarına karşı mücadeledir de aynı zamanda. Gerçek anlamda bağımsızlık sorunu, işbirlikçi sermaye sınıfının iktidarına son verecek bir devrim sorunu olarak duruyor karşımızda. Dün bağımsızlığın şampiyonluğunu yapan orta sınıfa mensup aydınların bugün bağımsızlık sorunundan çarkedip düzene yamanmalarının da, gerçekten gözüpek bir anti-emperyalist mücaleleden sonra emperyalizm/kapitalizmle uzlaşma çizgisine ya da en azından bu arayışa giren küçük-burjuva akımların yaşadıkları dönüşümün de arkasında bu katı sınıfsal gerçekler var.
Sonuç olarak; emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı mücadele, soyut ve genel bir mücadele değil, onun bir ülkedeki temel dayanağı olan sınıfa ve onun iktidarına karşı sınıfın iktidar mücadelesinin bir parçasıdır. Günümüzde ve ülkemizde bu sınıf, sermayenin ta kendisidir. Öyleyse sınıfsal konumu itibarıyla bir tek işçi sınıfı, kendi önderliğinde seferber(58)ettiği müttefikleri ile beraber, bu mücadeleyi başarıya ulaştırabilir.
Irak saldırısında yer almayı ulusal çıkarların bir gereği olarak meşrulaştırmaya çalışan sermaye kodamanları bölge halklarına saldırı temelinde gelişen emperyalist politikayı açıktan ve cepheden savunuyorlar artık. Ordu, bu politikanın yürütücüsü ve uygulayıcısı olan en temel kurumdur. Amerikancı AKP hükümeti de bu politikanın yürütücüsü ve aleti durumundadır. Meclisteki ya da meclis dışındaki diğer düzen partilerinin bu resmi devlet politikalarına karşı ciddiye alınır en küçük bir itirazı bulunmamaktadır. Tekelci medyanın da bu savaşta oynadığı çok önemli bir rol var. Küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin bir kısmının savaşa karşı olmasının emperyalizme karşıtlıkla bir alakası yoktur ya da olduğu kadarıyla, zayıf ve bütünüyle güncel çıkarlarının tehlikeye girmesi riskinin etkisindeki dar bir çerçeveye oturmaktadır. Savaşın seyrine bağlı olarak, bugünkü karşıtlıkları pekala savaş blokunun yandaşlığına da dönüşebilir.
Yaşanan krizlerle yaşam koşulları sürekli kötüleşen küçük-burjuva kesimler ise işçi sınıfıyla beraber bu savaşın faturasını ödeyecek kesimlerin başında yer alıyor. Sınıfsal temelde gelişecek bir anti-emperyalist mücadeleye bu kesimlerin kazanılması son derece kolaydır. Yeter ki, devrimci sınıf hareketi bu konuda politik, örgütsel ve pratik görevlerini yerine getirebilsin.
Kısacası sermaye iktidarı yekvücut olarak emperyalist savaşa katılacak. Bu savaşı engellemek, engellenemezse emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge devletlerinin yenilgisiyle sonuçlanmasını sağlamak devrimci sınıf politikanın esasını oluşturmaktadır. Emperyalizmin yenilgisi, emperyalizmin bölgedeki ve bu savaştaki temel dayanağı olan işbirlikçi uşak takımının yenilgisiyle yakından bağlantılıdır.
Bu savaşta komünistler “işçilerin birliği, halkların kardeş(59)liği” şiarı temelinde, emperyalist saldırganları ve işbirlikçi egemen sınıfları baş hedef olarak alırlar. Emekçi halkları şu ya da bu gerekçeyle savaşın aleti yapmaya çalışan şoven ve sosyal-şoven politikaları şiddetle mahkum eden komünistler, işçilerin ve halkların enternasyonalist dayanışmasını, halkların bağımsızlığı ve özgürlüğünü öne çıkarır, savaşı devrimci bir iç savaşa, emperyalizme karşı bölgesel bir mücadeleye dönüştürmek için çaba sarfederler.
Savaş koşullarında sınıf mücadelesi ve bahar dönemi
Savaş olağanüstü bir gündem ve olağanüstü koşullar demektir. Sınıf mücadelesinin olağan gündemi ve görevleri, etkilerine ya da dönemsel olarak kaderine tabi olduğu savaş ve savaş koşullarına bağlı olarak bambaşka bir düzeyde çıkar karşımıza. Ön bir hazırlıkla karşılanamadığı ölçüde sınıf mücadelesinin görevleri daha da ağırlaşırken, süreç daha da hızlanır. Hemen herşey savaşa ve savaşa karşı verilecek mücadeleye tabi hale gelir. Bu arada savaş olağan dönemdeki sınıf mücadelesini şiddetlendirir ve genelleştirir.
Karşımızda, sınıfın karşı olduğu, fakat henüz karşıtlığını eylemlere ve örgütlü bir karşı koyuşa dönüştüremediği bir emperyalist savaş var. Uzun bir dönemdir süren bir durgunluğun, saldırıları karşılayamamanın verdiği yılgınlık ve kendine güvensizliğin etkisinden sıyrılamamış, sendikal bürokrasisisinin boğucu denetiminden kurtulamamış, ciddi bir örgütlenmeden yoksun bir sınıf gerçeğiyle karşı karşıyayız. Fakat bu olumsuz tabloya rağmen mevcut koşulları tersine çevirme olanağı sunan bir dizi nesnel çatışma dinamikleri de gitgide birikiyor. Bunlardan öne çıkanları, savaşla birlikte artacak olan yığınsal tepkiler, düzenden hoşnutsuzluğu daha da artıracak olan savaş faturaları ve derinleşecek olan sefalet koşullarıdır. Ser(60)maye iktidarının savaşa alet olmasıyla birlikte bu tepkilerin düzene yöneleceğini, sürecin sermaye devletini yıpratacağını da bunlara eklemek gerekiyor.
Toplam tablodaki zayıf halka esas olarak, mevcut nesnel koşulları ısrarlı, uzun soluklu, sistemli ve militan bir sınıf mücadelesine konu edecek güçler planında ortaya çıkıyor. Eğer doğru bir politika, ısrarlı bir sınıf çalışması ve savaş döneminin gerektirdiği örgütsel çalışma kapasitesi ortaya konabilirse, emperyalist savaş koşullarını devrimci bir kazanıma dönüştürmek, savaştan güçlenerek çıkmak pekala mümkündür. Çoğunlukla bu koşulları tersine çevirecek gücün bizzat savaş sürecinde, ancak ısrarlı ve militan bir mücadeleye girişilerek kazanıldığını biliyoruz. Bütün tarihsel deneyimler, haksız ve haydutça saldırıların olağan dönemlerde görülmeyen bir kitlesel direnişi beraberinde getirdiğini, direniş potansiyelini artırıp güçlendirdiğini gösteriyor. Ellerindeki askeri güç ve imkanlar ne olursa olsun, savaşı başlatan emperyalistler ve ona alet olan işbirlikçi uşak takımı, böylesine bir kitlesel direniş karşısında güç durumda kalırlar, pekala yenilgiye de uğratılabilir. Halkların büyük öfkesine neden olan yıkıcı emperyalist savaşların devrimci kitle hareketlerine yol açtığını, giderek devrim süreçlerini mayaladığını bize tarih gösteriyor. Önümüzdeki döneme bu tarihsel perspektif ve iyimserlikle bakmalıyız
Etkili, yaygın ve çok yönlü bir çalışma
Önümüzde emperyalist savaşla birlikte oldukça yoğun bir siyasal gündem var. Bahar döneminin temel gündemleri üzerinden yürüteceğimiz sınıf çalışmasına, savaş koşullarının gerektirdiği yakıcı siyasal görevler ve öncelikler üzerinden bakabilmeliyiz. Bu asla sınıf çalışmasını ikincil plana itmek(61)anlamına gelmiyor. Tam tersine, emperyalizme karşı mücadelenin, biçim ve tarzında bazı değişiklikler olsa da, siyasal ve sınıfsal özü ve esası değişmez. Girmekte olduğumuz dönemde sınıf çalışmamızı daha kapsamlı, daha etkili ve daha siyasal bir düzeyde sürdürmek, her bir gündem üzerinden sınıfı emperyalist savaşa karşı etkin bir tutuma yöneltmek, savaşa karşı savaşı sınıf cephesinden yükseltmek göreviyle karşı karşıyayız.
Savaş yalnızca emperyalist saldırganlıkla, bu ise yalnızca bölgeye dönük savaşla sınırlı değil. Emperyalistler ve işbirlikçi sınıflar her an her gün sınıfa dönük bir saldırı ve savaş içindeler. İktisadi, siyasi, kültürel ve ideolojik bir dizi araç ve yöntemle saldırılarını tırmandırmaktadırlar. Dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda, onun sınıfa ve emekçilere yönelik çok yönlü saldırılarına karşı da mücadeledir. Emperyalizmin yarattığı sosyal ve iktisadi yıkımı gündelik yaşamdaki sonuçları ve göstergeleri üzerinden sınıfa kavratabilmek, buradan sınıfa tutum aldırabilmek de mücadeleyi güçlendirmenin kritik bir halkasını oluşturuyor. Bu koşullarda etkili ve kapsamlı bir propaganda-ajitasyon ve teşhir faaliyeti olağan dönemlerdekinden çok daha fazla karşılık bulur.

İster 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, isterse Mart’ta çıkarılacak yeni iş yasası ya da 1 Mayıs vesilesiyle olsun, her bir çalışma başlığında emperyalist saldırılar ile işçi sınıfının sömürülmesi arasındaki bağı olanca açıklığıyla ortaya koymalıyız. İşçi ve emekçilerin yaşadığı sömürü ve sefaletin, halkların uğradığı emperyalist saldırıların, sınıflar arasında dünya ölçüsünde büyüyen servet-sefalet kutuplaşmanın, bir ve aynı sınıfın politikalarının sonucu olduğunu etkili bir teşhire konu etmeyi başarmalıyız. Kapitalizmin döne döne savaş ve şiddet ürettiğini ve her seferinde bu savaşlarla sınıfa ağır faturalar ödettiğini, bu düzenden kurtuluşun ancak işçi(62)sınıfı iktidarıyla mümkün olduğunu zengin ve çarpıcı verilerle propaganda etmeliyiz.



Önümüzdeki görevleri ve bahar dönemini bir kampanya tarzında örgütlemeyi başarmalıyız. Bütün kuramlarıyla savaşa katılan sermaye iktidarı elbette önemli ölçüde kendiliğinden gözden düşüp yıpranacaktır. Fakat savaş vesilesiyle bu yıpranmayı daha etkili bir teşhirle hızlandırmak ve bilinçli bir mücadeleye zemin hazırlamak da bize düşüyor. Tarihsel örneklerden ve ortaya konulmuş ürünlerden de yararlanarak, giderek daha sistemli ve güçlü bir teşhir ve ajitasyon çalışması yürütmeli, daha ısrarlı biçimde emekçi yığınlara gitmeli, onları örgütlemeye ve mücadeleye çekmeye çalışmalıyız.
Devrimci bir savaş örgütü olabilmenin canalıcı önemi
Kuraldır; savaş bir savaş örgütüyle, savaşçı bir kimlik ve yeteneğe sahip bir önderlikle kazanılabilir ancak. Sınıfın savaş örgütü ise her koşulda illegal bir temele dayanmak, ihtilalci bir konumda olmak zorundadır. Sınıfa açık saldırıların gerçekleştiği, her türlü açık demokratik çalışmanın yasaklandığı ya da engellendiği savaş koşullarında ise bu apayrı bir önem taşır. Olağan dönemlerdekinden çok daha belirleyici bir etken haline gelir.
Eğer açık, yaygın ve şiddetli saldırıları boşa çıkaracak tedbirler önden alınmaz, uygun bir konumlanmaya sahip olunmazsa -ki bu, öncelikle kitlelerle geniş bağlara sahip olmaktır-, devrimci örgütün savaşma gücü büyük ölçüde zaafa uğrayacaktır. Savaşın ne türden uygulamalar getireceğini görmek için savaşın başlamasını beklemek gerekmiyor. Kaldı ki, bütün hazırlıklar ne yapılacağını bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor. Tarihsel deneyimler ve bu konuda gösterilen zaafların yol açtığı faturalar ortadadır.(63)
Düzen icazetinin tümüyle dışında, illegal temellere oturan bir devrimci parti örgütü, savaş koşullarında kesintisiz bir mücadele yürütmek için de olmazsa olmaz koşuldur. Gücü ve etkisi ne olursa olsun, savaş koşulları öncelikle böyle bir örgütsel yapı ve kimlik gerektirmektedir. Çalışma tarzıyla, zorluklara karşı mücadele yeteneğiyle, pratik önderlik kapasitesiyle donanmış bir örgütlenme kitlelere, kitlesel direnişlere önderlik edebilir ancak.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde varolan diğer politik gruplardan daha az güçlü olan Bolşevikleri çok kısa bir süre içinde öne çıkaran ve kitlelerle buluşturan, kitlelere önderlik edecek bir konuma kavuşturan temel nedenlerden ilki doğru politik bir yaklaşımsa, ikincisi, illegal ve ihtilalci örgütsel yapının korunması ve geliştirilmesinde kaydedilen başarıdır. Bu arada, savaşla ve savaş koşullarıyla yüzyüze kaldıklarında, Bolşeviklerin, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç aşamasında sahip olduğu örgütsel gücün, 1905 Devrimi öncesindekinden daha sınırlı olduğunu da akılda tutmalıyız.
Eğer savaş koşullarında az çok başarılı ve kesintisiz bir sınıf çalışması yürütmeyi, ortaya çıkan olanaklardan en iyi biçimde yararlanmayı hedefliyorsak, bunun temel koşulu ve güvencesi, partimizin illegal örgütsel yapısını korumak ve geliştirmektir. En zor koşullarda illegal temeldeki sınıf ve kitle çalışmasına mesafe kazandırmayı başarmalıyız. Öncelikle ve en çok bu konuya yoğunlaşmalı, gerekli tüm hazırlıklarımızı tamamlamalıyız. Savaşı, sınıfın devrimci hedeflerine ve bir savaş örgütünün bütün gereklerini yerine getirmeye kitlenerek karşılamalıyız.
(Ekim, sayı: 231, Ocak 2003)(64)

****************************************************


Yüklə 1,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin