Paul Eluard Ve Nâzım Hikmet’in Poetikasında… Medine SİVRİ
PAUL ELUARD VE NÂZIM HİKMET’İN POETİKASINDA
“BEN” VE “BİZ” DİYALEKTİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Medine Sivri1
ÖZET
Her yazın ustasının beslendiği ve ona göre “ben”ini, özel ve yazınsal yaşamını şekillendirdiği ontolojik bir kaynak vardır kuşkusuz. Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te bu kaynak, yaşamın ve varlığın her türlü müdahale dışında esenlik, kendilik, doğallık ve uyum içindeki akışını izlemesi anlamına gelen “doğal akış”a, yani yaşamın kendisine ve insana olan sarsılmaz güven, aşk ve inançtır. Her ikisi de Heraklit’te olduğu gibi “sonsuz değişime” inanmışlar ve tüm yaşamlarındaki tek amaçları “yaşamı değiştirmek ve dünyayı dönüştürmek” olmuştur. Tüm bu olumlu yaşam felsefelerine karşın, bu inanç, zaman zaman çeşitli dış koşullar nedeniyle sekteye uğramış ancak uzun sürmemiştir.
Bu çalışmanın amacı, Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te “ben” ve “biz” kavramlarının, tarihsel ve toplumsal koşullara göre izlediği diyalektik değişimi karşılaştırmalı bir yöntemle ortaya koymaktır. Çünkü her iki şairde de “ben” ve “biz” kavramları bu dış koşulların değişimiyle anlam kazanır ve tanımlanır, zira bu koşullar değiştikçe onların bakış açıları da değişmiştir.
Anahtar Sözcükler: Dialektik, poetika, Nâzım Hikmet, Paul Eluard.
ABSTRACT
“I” AND “WE” DIALECTICS IN POETRY OF PAUL ELUARD
AND NÂZIM HİKMET
All literary people have an ontological source that nourishes the author and forms, his/her “I” as well as his/her creative and private lives. For Paul Eluard and Nâzım Hikmet this source is “the natural stream” which means the natural, harmonious course of life, in other words it is the stable belief, love and trust for mankind and the life itself. Both poets believed in the “eternal change” like Heraclites and aimed to “change the life and transform the world”. Their belief sometimes came to a standstill however this situation did not last long.
The aim of this study is to analyze the dialectic change of the concepts “I” and “we” in Paul Eluard and Nâzım Hikmet with comparative method. For both poets concepts of “I” and “we” gains meaning according to the social and historical conditions. As these conditions change Paul Eluard’s and Nâzım Hikmet’s visions are also change.
Key Words: Dialectics, poetry, Nâzım Hikmet, Paul Eluard.
“Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içerü”
Yunus Emre
“Şair, şiirlerini öfkesinden çıkarır yazar”
S. Kunitz
Bu çalışmanın amacı, Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te “ben” ve “biz” kavramlarının, tarihsel ve toplumsal koşullara göre izlediği diyalektik değişimi, erek metinlerden hareketle karşılaştırmalı bir yöntemle ortaya koymaktır. Çünkü her iki şairde de “ben” ve “biz” kavramları bu dış koşulların değişimiyle anlam kazanır ve tanımlanır; zira bu koşullar değiştikçe onların bakış açısı da değişmiştir. Kişisel olumsuzluklar olduğunda “içe dönüklük, hüzün” ve “ben” öne çıkmış; olumluya dönüldüğünde evrensel olana açılım gerçekleşmiştir. Aynı zamanda toplumsal olumsuzluklarda da “ben”, “biz”e dönüşmüştür. Paul Eluard’da bu çizgi daha sistematik ve kronolojik olduğu halde, Nâzım Hikmet’te durum biraz daha karmaşık ve iç içedir. Çünkü onu, ideolojisinden ayrı düşünmek ve yazınsal yaşamını ondan soyutlamak hemen hemen imkânsızdır. Her ikisi de birbirini besler ve birbirini doğurur. “Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini/ biliriz öylece yaşamasını ölmesini/ hepimiz-birimiz için/ birimiz-hepimiz için!” diyen Nâzım Hikmet’i, Paul Eluard’ın şu dizeleri ne güzel tamamlar “Bir insan artı bir insan bir halk artı bir halk/ İşte insanlık.”
Nâzım Hikmet, May Edebiyat Dergisinde çıkan bir yazıda Paul Eluard için şöyle der: “Tuhaf şey doğrusu, onun şiirlerini okuduğum zaman, sanki aynı şeyler için düşünmüş; aynı şeyleri yazmak istemişim kanısına varıyorum” (Ehrenburg, 1967, S. 12). Duyarlılıkları ve dünya görüşleri benzer iki şairin, ne kadar çok ortak yönleri olduğunun bizzat birinci ağızdan kanıtıdır bu sözler. Ancak, yine de bir şairi herkesten, diğer şairlerden ayıran şey onun dilinin kendine özgülüğü, tekliğidir. Şairlerin kullandıkları dil, söylem biçimlerinin değil, sanatlarının, yaşam biçimlerinin özünü oluşturur. Kendilerini ifade etme biçimleri ne olursa olsun, kullanmayı tercih ettikleri yöntemlerde bile yeniliklerini ve özgünlüklerini yasallaştırdıkları önce kendileridir. Böylece, her yazın ustasının beslendiği ve ona göre kendi “ben”ini, özel ve yazınsal yaşamını şekillendirdiği ontolojik bir kaynak da vardır kuşkusuz. Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te bu kaynak, yaşamın ve varlığın her türlü müdahale dışında esenlik, kendilik, doğallık ve uyum içindeki akışını izlemesi anlamına gelen “doğal akış”a, yani yaşamın kendisine ve insana olan sarsılmaz güven, aşk ve inançtır. Bu yüzden işler yolunda gitmediğinde “öfke” ve “hüzün” vardır dizelerinde. Her ikisi de Heraklit’te olduğu gibi “sonsuz değişime” inanmışlar ve tüm yaşamlarındaki tek amaçları “yaşamı değiştirmek ve dünyayı dönüştürmek” olmuştur. “Şair, dünyayı gençleştirmek, yaşamı yenilemek, babalarından ileri çocuklar yaratmak için dünyadadır” (Eluard, Edebiyat ve Eleştiri, S. 41) demektedir Eluard. Nâzım Hikmet de Akşamdaki bir yazısında “Bence büyük sanat kitaplarını, sahicileri sahtelerden ayıran hususiyet şudur: Olanı durgun, taş kesilmiş olarak değil; olanı olduğu gibi, yani doğuş, oluş ve ölüş akışında aksettirmek. Dünü öğrenip, bugünü anlayıp, yarını sezebilmek” gereğinden söz eder (Akt. Bezirci, 2002, S. 127). Bu her iki görüş de onların gerçeğe diyalektik bir pencereden baktıklarının ve şiirlerini de bu görüşü temel alarak yazdıklarının bir göstergesidir; “Bizim kuvvetimizdeki hız/ ne bir din adamının dumanlı vaadinden/ ne de bir hayalin gönlü yas kışındandır./ O yalnız/ tarihin o durdurulamaz akışındandır./ Bize karşı koyanlar/karşı koymuş demektir: maddede hareketin,/ yürüyen cemiyetin/ ezeli kanunlarına./ Sükûn yok, hareket var/bugün yarına çıkar,/ yarın bugünü yıkar/ ve bu durmadan akar akar akar” (Aynı, S. 125) diyen Nâzım Hikmet’in tarihsel diyalektik bakışını, Paul Eluard şu dizelerde doğrular: “İnsan oldum taş oldum/ İnsanda taş oldum taşta insan/ Havada kuş oldum kuşta hava/ Ayazda çiçek güneşte ırmak/ Parıltı çiğ tanesinde/ Kardeşçe yalnız kardeşçe hür” (Eluard, 1968, S. 34). Her şeyin birbirine dönüştüğünü ve sonsuz bir varoluş içinde olduğunu, buna da aşkın, kardeşliğin, paylaşımın en olumlu anlamı katacağını ne güzel dile getirir Eluard bu dizelerinde.
Tüm bu olumlu yaşam felsefelerine karşın, bu inanç, zaman zaman çeşitli dış koşullar nedeniyle sekteye uğramış ancak uzun sürmemiştir. Her ikisinin de şiiri, bir bütünlük, ortak bir sesin dile gelişidir ve şiirleri sürekli artan ve karmaşıklaşan insani bir deneyimin sonucu çıkar ortaya, serpilir ve gelişmeye devam eder. Şairin düşüncesi tek olduğu için, kendi evrenini ortaya koyduğu zaman özgündür ve tektir. Ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın "Uluslar büyük oğullarıyla, kızlarıyla soluk alır" dediği gibi, Paul Eluard ve Nâzım Hikmet de kendi uluslarına soluk aldıran bu büyük oğullarından yalnızca ikisidir. “Hiçbir şey ne basit ne de tekil” (Edebiyat Eleştiri, S. 39) dir onlar için ve insanın evrenselliği düşüncesi sürekli vurgulanır şiirlerinde.
Jung, “ortaklaşa (kolektif) bilinçdışının taşıyıcıları olarak sanatçıyı insanlık tarihinde üstün özelliklerle ayrı bir yere koyar. Jung, kişisel bilinçdışının ortaklaşa bilinçdışının bir parçası olduğunu belirtmiştir. Burası insan ve hayvan geçmişinden “arketipler” içerir. Sanat yeteneği olan insanlar da bu arketiplerin bilinçdışı canlanması olur ve sanat ürünleri ortaya çıkarırlar. Bir anlamda sanatçılar, insanlığın ortak bilinçdışı deneyim ve kültürel özelliklerini çağa, güne taşıyan kişiler olmakta ve evrensel bir işlev görmektedirler. Ortaklaşa bilinçdışı kişisel değil evrenseldir, evrenin bireyde yansıyan bölümüdür… Her yaratıcı kişi çelişken yatkınlıklarının bir sentezi ya da bir ikiliğidir. Bir yandan, kişisel hayatı olan bir insan bireyidir, öte yandan kişi-dışı, yaratıcı bir süreçtir.” ( Akt. Alper, S. 52–53)
Bu ortak bilinçdışının taşıyıcılarından biri olarak Eluard ve Hikmet de, barışa, özgürlüğe, eşitliğe, toplu kurtuluşa ve paylaşıma adanmış sıcacık şiirler yazarlar. Zaten paylaştıkları ortak dünya görüşü ve yer aldıkları ve uğruna savaştıkları idealleri de bunun en büyük göstergesidir. Her ne kadar içinde yer aldıkları yazınsal akımlar birbirlerinden ayrı gibi görünseler de ulaşmak istedikleri ve sonunda ulaştıkları hedef aynıdır. Özellikle söz konusu vatan ve insan olunca. “Başkalarının yaşamına, ortak yaşama” katılmak için “tek insanın ufkundan herkesin ufkuna” kurulmuş bir köprüdür. Bu aynı zamanda sanatçı duyarlılığının, “ben”inin dile gelişidir. Hanna Segal, “Artistik dürtü özellikle Kleincı depresif konum ile bağlantılıdır ve iç dünyamızdaki hasarın onarımı veya kaybedilmiş nesneleri yeniden bulma gereksinimindendir” demektedir. Tabii insanlık tarihi açısından kaybedilmiş nesnelerin en büyüğünün “kaybedilmiş cennet” olabileceği anımsanmalıdır. Onun için milyonlarca insan o cenneti yeniden bulmak için çaba harcamaktadır. Bazı sanatçılar da kendi biçimleri ve yetenekleriyle böyle bir yol bulmuş olabilirler. Melanie Klein’a göre, sevme ve yıkma itkilerinin çatışması depresif konumun merkezi özelliğidir. Baskın kaygı depresif kaygıdır, ölüm içgüdüsünün güç kaynağıdır ve sevilen anneyi tahrip edecektir. Hasar görmüş nesnelerin onarımı bebeğin sevme kapasitesine olan inancını arttırır, suçluluğunu azaltır, kayıpla ilgili kaygısını daha aşağı indirir ve iyi iç nesnelerin temellerini atar ki bu da sağlıklı gelişme ve yaratıcılığı sağlayacaktır. Onarım girişimi Kleincılar tarafından yaratıcı dürtünün önemli bir belirleyicisi olarak görülür. Bu bakışla sanat yaratma eyleminin tümüyle kişinin kendisini onarma çabası olarak yorumlandığı söylenebilir. Giderek tüm insanlığı onarma çabası ve kaybedilmiş cennete (nesnelere) bir ağıt olduğu sonucuna varılabilir. Tüm sanatçılar için olmasa bile en azından bazı sanatçılar için böyle olduğu kabul edilebilir. (Aynı, S. 48–49).
Yazınsal “ben”, yapıtın bizzat kendisi üzerine kendisiyle ve yaratıcısıyla kurduğu kurgusal bir sırdaşlıktır. Dünyayı değiştirip dönüştürme çabasıdır. En azından Paul Eluard ve Nâzım Hikmet için böyledir. Şairler bunu, farkında olarak ya da olmayarak yapıtlarında kullandıkları saplantılı bir takım sembollerle ve imgelerle dile getirirler. Bunlar onların iç dünyalarının bir yansısıdır. Kendilerine has olan, kendi özlerinden beslenen tek ve evrensel düşüncelerini başkalarına iletmek ve paylaşmaktır ve böylece kendilerini var etmek ve varlıklarını anlamlı kılmaktır tek dertleri. Örneğin, Nâzım Hikmet’in şiirlerinde “gerçekten de çoğunlukla halk, memleket, dünya, insan ve yaşama sevgisi, yarın ve devrim inancı, özgürlük ve İstanbul özlemi, kavgadan uzak kalmanın acısı, savaşın verdiği üzüntüler, köylülerin yaşayışı ve sevgiliden ayrılış, doğadaki ve toplumdaki hareket ve oluşum temleri üzerinde durulur, yurt sevgisi vurgulanır: Memleketimi seviyorum:/ Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım./ Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı/memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.” (Bezirci, 2002, S. 162). Yani o kendi “eyleyen ben”i aracılığıyla herkese ulaşmaya çalışır, herkes adına düşünür, herkesin sorununu kendi sorunu bilir. Aynı şekil de Eluard da kendi ufkundan herkesin ufkuna yelken açar.
Sen +Ben =Biz olur her iki şairimizde de. Özellikle Eluard da “sen”, “ben”in varolma nedeni ve kimlik kazanma nedenidir. Birbirini doğuran ve birbirini anlamlandıran şeydir. Biri olmadığında diğerinin de bir önemi ve anlamı yoktur. Ona değer biçecek, varlığı bakışıyla onaylayacak bir başkasının varlığı çok önemlidir. Eluard’ın olmazsa olmazlarındandır. “Eluard’ın sesinden daha tekil, daha içten bir ses yoktur. Öyleyken, hiçbir ses bize onunki kadar derinden dokunmamıştır. “Ben” sözüne hemen hemen her şiirinde, her mısraında rastlarız; gelgelelim, -Pierre Emmanuel’in de haklı olarak belirttiği gibi- bu sözde hiçbir bencillik, hiçbir kısır soyutlama görmeyiz. Kendi adına konuşurken, kendi doğrularını bildirirken dahi şair sanki hepimiz adına, herkes adına konuşmaktadır. Gençliğinde birliktecilik (unanimisme) akımının etkisinde kalmıştır, onda kendi gerçeğini bulmuştur. Ama bu, Jules Romains ile çömezleri için bir kafa gerçeği olduğu halde, onun için bir yürek gerçeği olmuştur. Aşk Şiir’i çok daha sonra yazması da bundan olsa gerektir. O, ilk gençlik yıllarından itibaren şunu anlamıştır: İçinde oluşan her hareket, varlığını bütün varlıklara ve onları kucaklayan dünyaya doğru götürmektedir. Fakat yalnızlık ve umutsuzluk bu yönelişi önlerler; hatta bazen büsbütün ortadan kaldırırlar. Bunun için türlü kılıklara girerler. Örneğin, yüreğe olduğu kadar bedene de kolayca kayıveren ölümün maskesini takarlar yahut yoksulluğa, baskıya ve kıyıma uğramış bir halka değin uzanırlar. Aşk Şiir sevgidir, dünyanın türküsüdür. Ne var ki, sevgi de, dünya da ancak aşkın ve kadının türküsü arasından yükselebilir.” (Eluard, 1968, S. 20–21) Aynı Eluard, “Bir şey istemedim seni sevmekten başka/ Fırtınalar doldurdu vadiyi/ Balıklar kıyıları… Yalnızlığımdan bir kovuk ördüm sana/Bütün dünya saklansın diye içine/Geceler gündüzlerle uzlaşsın diye… Göreyim diye gözlerinde/Yalnız seni düşündüğümü/Ve senin hayalinle donanmış dünyayı… Yalnızlığımdan bir kovuk ördüm sana/Görmeyeyim diye geceyi gündüzü/Gözlerin onları düzene sokmamışsa” (Aynı, S. 28) diyerek, bize bir başkasının varlığını ne kadar kutsadığını gösterir.
Her iki şairimizde de “ben” “eyleyen ben”dir. Durağan değildir, her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen, müthiş bir yaşama sevinci ve yaşam direnci vardır. Hiç durmayan ve sonsuz değişen dönüşen dünyada hep “değişmek” ve “değiştirmek” için uğraşan “ben”. Kendini anlamlandırırken başkalarını da var etme çabası içinde olan “ben”. Dünyayı daha yaşanılır kılmak için tutuşturduğu alevden ayrılmaz olan, arı ve saf eylemdir “ben”. Varolmaktır yaşamın içinde yaşama rağmen. Nazım Hikmet bunu ne güzel dile getirir şu dizelerinde: “Ve insanlar ellerini/ korkmadan/ düşünmeden/ birbirlerinin ellerine bırakarak/ yıldızlara bakarak:/ “Yaşamak ne güzel şey!”/ diyecekler;/ bir insan gözü gibi derin/ bir salkım üzüm gibi serin/ bir ferah/ bir rahat/ bir işitilmemiş şarkı söyliyecekler.” (Bezirci, 2002, S. 138)
“Ben” ve “sen”in toplamı olan “biz”, “ben”in tersi gibi görünse de, aslında diyalektiği kanıtlayan bir kavramdır, teklik-çokluk gibi. Ancak varlık nedenleri birbirine bağlı, birbirleri olmadan hiçbir anlam ifade etmeyen, var olamayan bir bütünün parçaları. Nasıl ağacın kendini doğuracak tohumunun yine kendinde varolması söz konusuysa, nasıl yaşam sonunda ölümü, ölüm sonunda bir başka yaşamı getiriyorsa, nasıl karanlık aydınlığa aydınlık karanlığa gebeyse, birbirlerini doğuruyorlarsa ve birbirleri olmadan hiçbir anlamları yoksa ben ve biz de bir zıtlık gibi algılansa da birbirlerinin varlık nedenleridir. Zaten varoluşun ve sonsuz değişimin ve dönüşümün, ilerlemenin ve anlamın temelinde olan diyalektik (zıtların birlikteliği) değil midir? Kendi küllerinden doğan Anka kuşu misali. “İnsan isteseydi, güzellikten başka bir şey olmazdı dünyada” diyen Eluard her insanı Promete’nin kardeşi sayar aynı zamanda. “1936 ‘da Eluard Şiirsel Açıklık başlıklı yazısında şairlerin hak ve görevlerini şöyle açıklar: “Vakit geldi, artık bütün şairlerin hak ve görevi, öbür insanların hayatına, ortak hayata katılmaktır.” “Evet ekmek şiirden daha yaralıdır, ama sözcüğün bütüncül ve insancıl anlamıyla aşk, sevmek tutkusu şiirden daha yararlı değildir”. Eluard daha sonra hayatın şiirsel birliğini çok iyi formüllendiren şu görüşü savunur; “İnsan zekâsının kavrayıp yaratabildiği her şey, aynı damardan gelir; eti, kanı ve kendisini çevreleyen dünya ile aynı maddeden çıkar” (Eluard, 1968, S. 29–30).
“Duygulu bir dili birlikte konuşacağız” diyen Eluard’ın Nâzım Hikmet’le duyarlılıklarının ne kadar örtüştüğünü tüm bu dizelerle görmek olasıdır. Yine Nâzım Hikmet, arkadaşı Ekber Babayef’in şairin kendi fikirlerinden derlediği ve kendi şiirini anlattığı bir yazısında şöyle der: “Ben hem yalnız kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insan, hem milyonlara seslenen şiirler. Hem bir tek elmadan, hem sürülen topraktan, hem zindandan dönen insanın ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşımından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden söz eden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan bahseden şiirler yazmak istiyorum. Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, haklı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın, acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telâkkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni, en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.” (Babayef, 1976, S. 23).
Paul Eluard da Hürriyet ve İnsanlık adlı yapıtının bölümünde, Şiirin Amacı adlı şiirinde tam da Nâzım Hikmet’in görüşleriyle birebir örtüşen düşüncelerini şöyle dizeleştirmiştir: “Size desem güneş ormanda/ Benzer yatağa yayılmış bir karına/ Bana inanır yaparsınız ne istesem… Ama size sokağımızın şarkısını bir söylesem/ Sonsuz bir yol gibi anlatsam size yurdumu/ Kulak asmaz boş verir gidersiniz… Ülküsüz yürürsünüz bilmezsiniz ki/Açıklamak ve değiştirmek için dünyayı/Birlik umut kavga gerek insanlara… Kurtulmanızı istiyorum sizin birleşmenizi/ Yarını dokuyanlarla el ele vermenizi/ Yosunlarla sazların sarmaş dolaş olması gibi şafakta” (Eluard, 1968, S. 41–42).
Her iki şair de toplumsal olaylar ve savaşlar karşısında duyarsız kalamamış, seslerini herkesin adına yükseltmişlerdir. Eluard’ı, makalesinde “Direnişçinin türküsü” olarak adlandıran Özmen, “Fransız Direniş Hareketinin soylu adlarından Paul Eluard’daki “direniş” ruhunun kökenlerini tarihsel bir bağlamda incelerken, “direniş”in Elurd’da belli bir “durum”dan kaynaklanan, siyasal içerikli bir “tavır”, bir “karşı koyma” olmaktan çok, temel de bir varlık (“ontologie”), bir varoluş sorunsalı olduğunu” söyler. (Özmen, 1997, S. 100). Bu var oluşsal sorun Nâzım Hikmet içinde geçerlidir. Aşağı yukarı aynı dönemlerde, aynı kanlı savaşları yaşamış, bizzat bu savaşlarda bir biçimde yer almış iki duyarlı yürek İspanya’da Guernica’da, Fransa’da Paris’de, Almanya’,da, İtalya’da, Türkiye’de, Rusya’da birlikte atmış ve insanlığın özgürlüğü ve kurtuluşu için birlikte savaşmıştır. “Bir tek sözün şevkiyle/Dönüyorum hayata/Senin için doğmuşum/Seni haykırmaya/Özgürlük” (Maden, S. 256) diyen Eluard, “Yaşamak” adlı şiirinde yine insanı yüceltir, bireyselden toplumsala, ulusaldan evrensele ulaşmayı başarır: “Birbirimize verecek ellerimiz var/ Uzaklara götüreyim sizi tutun elimden… Bunca yaşadım yüzüm değişti durdu/ Aştığım her eşikte tuttuğum her elde/ Baktım kardeş bahar daha canlı daha taze/ Kendine ayırdı o iğreti bozgun ölümü/ Yumulup açılan beş parmaktaki geleceği bana… Yaşadım gördüm anladım her şeyi/ Başkalarıydı beni yaşatan insanlardı/ Aktı yüreğimde bir başka yüreğin kanı… Birbirimize verecek ellerimiz var/ Daha güzel değil hiçbir şey/ Birbirimize bir orman gibi bağlanmaktan/ Yerleri göklere kavuşturmaktan gökleri geceye/ O bitmez günü doğuracak geceye” (Eluard, 1968, S. 96–97).
Her ikisi de insan için, bu dünya için, evrendeki tüm canlılar için bir idealin peşindedir. Bu yüzden öncelikle kendilerinin peşine düşmüş, ulaştıkları nokta herkes olmuştur. Çünkü kendi kendini yok eden bir insanlığın ve dünyanın saçmalığında, yıkıntıların, ölümlerin ve sefaletin arasında tutsaklık rahatsız etmiştir “ben”lerini. “Dünyada herkesle birlikte varolmanın sevinci”dir onları özgür ve mutlu kılan. “Teker teker değil/İkişer ikişer varacağız oraya/İkişer ikişer insanlar tanış olacağız/Dostluklar kuracağız dostluklar/Beton gibi sımsıkı sağlam… Gülecek bizim çocuklar gülecek/Karanlık masallarda ağlayan/Bir başına kalmış o insancığa… Gülecek bizim çocuklar katıla katıla” (Aynı, S. 81).
Sonuç olarak, görüldüğü üzere, bu tek yüreğin herkes için çarpma çabasıdır. Ama beraberinde hep umut vardır insana ve yaşama dair, nerede olursa olsun paylaşıma davet vardır. “Suyu ışık, düşü gerçek, düşmanı kardeş yapan” insana davet. Bu davetin kapıları kötülüğe, esarete, tutsaklığa kapalıdır. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim… Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benziyen toprak,/ bu cehennem, bu cennet bizim… Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,/ yok edin insanın insana kulluğunu,/ bu davet bizim… Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine./ bu hasret bizim…” (Çapan, 2003, S. 52). Tüm olumsuzluklara rağmen “güneşin türküsünü” söylemeyi bilmiş şairlerimizi her zaman saygıyla anmak gerekir ve Eluard’ın bir şiiriyle yazıyı tamamlamak yerinde olur: “Korkunç bir duvar gerisinde doğdum/ Yedim içtim güldüm utandım düş kurdum/ Bir gölge gibi yaşadım ama/ Güneşin türküsünü söyledim durdum/ Göğüslerde çarpan güneşin türküsünü/ Doğruluk iyilik damlasının türküsünü/ Ağlayan gözlerde pırıl pırıl… Ateşe veriyoruz çalı çırpısını karanlıkların/ Kırıyoruz haksızlığın paslı kilitlerini/ İnsanlar geliyor insanlar birbirinden korkmayan/ Birbirine güvenen birbirine sarılan/ Yeryüzünden siliniyor insan kılıklı düşman” (Eluard, 1968, S. 60).
KAYNAKÇA
Babayef E. (1976). Nâzım Hikmet Bütün Eserleri. Sofya.
Bezirci A. (2002). Nâzım Hikmet, Yaşamı, Şairliği, Eserleri, Sanatı. İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Çapan C. (2003). Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni Nâzım Hikmet. İstanbul: Adam Şiir Klasikleri.
Edebiyat Ve Eleştiri, Paul Eluard Özel Bölümü. Sayı:22, Kasım-Aralık 1995, Ankara.
Ehrenburg. İ. (1967). Nâzım Hikmet. May Edebiyat Dergisi, Sayı:1, İstanbul.
Eluard P. (1968). Seçme Şiirler. (Haz. A. Kadir, A. Bezirci). İstanbul: Akşam Kitap Kulübü.
Eluard P. Şiirler. (Çev: Sait Maden). İstanbul: Cem Yayınevi.
Emmanuel, P. (1967). Le Je Universel Dans L’oeuvre D’eluard, De L’académie Française, Le Monde Est İntérieur, Editions Du Seuil. Paris.
Özmen K. (1997) Eluard’ın Bir Şiiri Üzerine, Frankofoni, Ortak Kitap No:9, Ankara, S. 101–106.
Timuçin A. (1996). Nâzım Hikmet’in Şiiri. İstanbul: İnsancıl Yayınları.
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi
Dostları ilə paylaş: |