… bir kelimenin iki millete ettiğin
Baskın Oran
Biri Türkiyeli Türk, diğeri Fransalı Ermeni. İkisi de aynı yaş kuşağından. Aynı sosyal sınıftan. Biri, Serezli ailesi her şeyini geride bırakıp Yunanistan’dan kaçmak zorunda kaldığı için; diğeri, Erzurumlu ailesi Tehcir’in kötülüklerini yaşadığı için acılı. İkisi de acıyı oturup sakin sakin konuşabilecek türde. İkisi de solcu. İkisi de rafine, hatta sofistike Fransız kültürü emmiş, entelektüelin kaymağı. İkisi de üniversite hocası ve yazar. İkisi de 1915’te ne rezaletler yaşandığında tamamen hemfikir.
Sadece, biri yaşananlara “soykırım” adını vermiyor, öbürü, bütün kimliğini buna endekslemecesine, “SOYKIRIM!” diyor.
Ve bu yüzden, sırf bu tek kelime yüzünden; kitap boyu süren o verimli söyleşi, her an ortak bir çözüme ulaşacakmış diye bizi kendini okutan söyleşi, hiçbir somut yere ulaşamadan, yalnızca bir diyalog inşası düzeyinde kalakalıyor. Sanki kitabın son bölümü ciltten kopup düşmüş.
Ve insanı düşündürüyor; bir de bu iki insan kadar rafine, sakin, soğukkanlı, iyi eğitim almış, benzeşir ve saire olmayan Türk ve Ermeniler karşı karşıya gelseler ne olurdu, oluyor diye kara kara düşündürüyor…
Özür Kampanyası üzerine tanışıyorlar
Buluşmayı sağlayıp kitaplaştıran Fransız gazeteci Ariane Bonzon giriş yazısında diyor ki, 1996’da İstanbul’da muhabirlik yapmaya başlayınca hemen anladım ki bu konu Türkiye’de büyük tabu. Devam ediyor: Ama başka bir tabunun varlığını anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekti. Bu ikincisi, Ermenilerin tarafındaydı. Türklerin kendilerine önerdikleri diyalogu, maruz kaldıkları çok büyük haksızlığın önemini azaltmaya yönelik yeni bir taktik olarak görüyorlardı.
Birinci tabuyu en tutarlı biçimde sarstığı için katledilen Hrant, kimi ülkelerde (mesela, Almanya’da) aşağılamaya varan tatsızlıklarla karşılaşma pahasına diasporayı dolaşıp ikincisini de çatlatmıştı. Bu mirasın üzerine, Aralık 2008’de yayınlanan “Ermenilerden Özür” biniyor; dört kişiden biri de Ahmet İnsel. Metni okuyup etkilenen, bir ay sonra da Liberation gazetesinde “Türkiye yurttaşlarına teşekkür ederiz” diye yanıtsız bırakmayanlar arasında Michel Marian da var (Her iki metin de kitabın ekinde).
Bonzon ikisini buluşturacak. Ama randevuya İnsel ve Marian yalnız gelmiyorlar. Yanlarında bir sürü ölmüş insanla geliyorlar. Konuşma (ve kitap) onların hikayesiyle başlıyor. İkisi de sırayla ailelerini, kökenlerini anlatıyorlar. Önce Marian başlıyor. Büyük ninesi Hripsime’nin nasıl İstanbul’da okuyan oğullarını özleyip, kocasına baskı yaparak tatilde Erzurum’a getirttiğini, o sırada patlayan Tehcir’e ikisini de nasıl gözlerinin önünde kurban verdiğini, nasıl hayatının sonuna kadar kendi affetmediğini… Yolda, at nallarının oyuklarından su içerek yaşadıklarını…
İnsel alıyor, anne tarafının Serez macerasından sonra, Taşkent yöresi kökenli baba tarafından dedesinin millicilere erzak yardımı toplamaktan (yani, bugünkü tabirle, “terör örgütüne yardım ve yataklık”tan) Yunan ordusu tarafından Girit’e sürüldüğünü…
Niye çocuklarına anlatmadılar?
Arkasından sıra çocukluklarına geliyor. “Öteki” hakkında nasıl davranan ortamlarda yetiştiklerini anlatıyorlar. Tabii, Fransa’da doğmuş büyümüş olan Marian ayrımcılığı hiç tanımamış. Büyükleri de Tehcir’den çocukların yanında hiç bahsetmezmiş. Bunu, ilkel Hıristiyanlıkla çok yakından ilgili bir Ermeni püritenliğine bağlıyor Marian. (Ama sonra, Şubat 2010’da Fransa’da bu kitabın Fransızcası üzerine yapılan bir mülakatta (http://www.raison-publique.fr/Un-dialogue-enfin-possible.html) İnsel’in “Kendi acılarından bahsetmemek bir Anadolu geleneğidir. Bir haysiyet meselesi addedilir. Kan tükürürsün, kızılcık şerbeti içtim dersin” demesi üzerine şöyle diyecek: “Bu atasözünü bilmiyordum. Demek ki bu durum, bir de, bin yıllık Anadolu geleneğinden kaynaklanıyormuş.”)
İnsel ise, benim 10 yaşımda İzmir’de (o gece evimize sayısız komşumuzun sığınması ve onlar sığındı diye eve girmeye kalkan nâşerif gürühunun, yaşlı babamın kapıya fırlayıp “Burası Türk evi”! Defolun!” demesi üzerine önlenmesi nedeniyle) fevkalade canlı yaşadığım 6-7 Eylül rezaletinin olduğu yıl doğmuş. Benim Rum ve Levanten dolu Alsancak’ım (eski adı Punta) gibi, eski adı Tatavla olan ve Cumhuriyet’ten sonra Kurtuluş’a çevrilen semtte doğup büyümüş. Her yan gayrimüslim komşu. Ermeni diye bir “öteki” yok, ama Kıbrıs sorunu yüzünden azan bir Rum düşmanlığı ortamı “Vatandaş Türkçe konuş!”larla bütün gayrimüslimlere bulaşmakta. Akbaba başta, gazete ve dergilerde kanca burunlu, sahtekar Yahudi karikatürleri. Ama aile (yine aynen benimki gibi) tam LAHASÜMÜT, alabildiğine Kemalist bir aile. Laiklik çok önemli olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk. Karşılıklı bayramlarda teati edilen kurban etleri, Paskalya yumurtaları. Bize de gelirdi, biz de yollardık…
Bunlar, kitapta “Suskunluk Zamanı” diye yazılan 1950-60 yılları. Çocuklukları. Sonra, “Söylentiler ve Öfkeler” diye tesmiye edilen 70 ve 80’ler geliyor. Paris’te, tabii ki birbirlerini tanımadan, tanıdıkları kişiler. Mesela Quartier Latin’in orta yerindeki Huchette Sokağı’nda “Tembelliğe Övgü”yü satarak geçinen yaşlı komünist Kürkçüyan. “Sorbonne’un aşağısında” küçük bir lokanta işleten Ermeni’de yedikleri köfte, dolma, pilav…
ASALA…
Ama söz gelip ASALA’ya dönecektir, çünkü 1973’tür tarih. Bu ASALA olayını yurt dışında diasporayla konuştuğum zaman ya kaçış gördüm, yahut “ulusal kurtuluş savaşçıları” sayış. Marian’ın farkı burada belirgin: “Mayamda solculuk vardı. Haklı gerekçelere bile dayansa şiddete karşı tepki duyuyordum. ASALA’ya ne katıldım ne de onları destekledim. Ama gösterilere gittim; örneğin 24 Nisan gösterileri zorunlu bir randevu gibiydi.” İnsel de paralel şeyler söylüyor: “Bizim sol hareketlerimizde şiddet unsuru vardır. Ama ASALA sadece intikam için kurulmuş, siyasal olmayan bir örgüttü. Belli bir devrimci şiddet biçiminin kabul edilebileceği fikrine sahiptik, ama bu kadarı olmazdı. Zaten Aldo Moro Kızıl Tugaylar tarafından öldürüldüğünde bir eylemin yörüngesinden nasıl sapabileceğini gördüm.” Marian lafa giriyor: “Benim için de siyasal şiddetle kopuş anı budur.”
Rahmetli Hasan Esat Işık’ı tanıdım; hatta ölüm döşeğinde son görenlerden biriyim galiba. Çok saygıdeğer ve çok sert bir kişiliği vardı. Bir gün Ankara’da B.Trakya derneğinde konferans veriyorum; Türkiye’nin haklı olduğu hususların yanı sıra, ileri sürmemesi gereken hukuki iddialar olduğunu da söylüyorum, en ön sırada oturuyor, sertçe müdahale ediyor: “Beyefendi, bırakın da bunları Yunanlı diplomatlar bulup söylesin!” Eh, ben de az ukala olmadığım için karşı çıkıyorum: “Üstadım, sağlam olmadığımız hukuksal durumlar, sağlam olduklarımızı sakatlıyor”. Neyse, Allah rahmet eylesin, demem o ki, dönem Büyükelçi H. E. Işık’ın tası tarağı toplayıp Ankara’ya döndüğü dönem, Marsilya’daki kilisenin bahçesinde açılan Ermeni anıtı nedeniyle. (Bir parantez daha açabilir miyim, bugüne ilişkin? Ankara Üniversitesi eposta grubuna geçenlerde bir ileti geldi: “Ermeni soykırım iftirası MSNBC’de oylamaya açılmıştır. ‘No’ (Hayır) oylarınızla bu yalanı yüzlerine çarpalım ki bu tür rezilliklere prim verilmemesi gerektiğini anlasınlar”. Bende zaman mebzul ya, yazdım: “Doksan yıldır yapılanlara hiç değiştirmeden devam!”. İmlasını düzelttiğim elcevap: “Sayın hocam, 90 yıldır ne uğraşıyoruz ki; bazıları gibi kolayı tercih edelim, kabul edelim gitsin, kına fiyatlarına bizim de katkımız olsun”.)
Türk diplomasisinin karşı atağı başlıyor artık. Ama, aynı zamanda, diasporanın karşı-karşı atağını da. Marian aşamaları özetliyor: “1) O sıralarda ‘insanlık suçu’ diye anılan soykırımın tarihini anlatan eserler yeniden yayınlandı. 2) Yayınlanmamış belgeler yayınlandı. 3) 70’lerin sonundan itibaren Türk devleti İttihatçılarla dayanışmaya girince, Ermeniler ezeli bir Türk devletiyle karşı karşıya oldukları izlenimine kapıldılar. ‘Adalet yerine gelmedikçe bellek oluşturulamaz’ demeye başladılar. Soykırım sanki bu sefer örneğin metruk Ermeni kiliselerine karşı yeniden başlıyordu”. Bilemem. Ama Bodrum’un ta orta yerindeki o güzelim (ve taş gibi) Rum kilisesinin dinamitle yıkılış yılının 1969 olduğuna biliyorum ve Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi’nde de yazdım.
Arkasından geliyor, Türkiye’nin AB’ye girmesi döneminde bunu engelleme çabalarına. 1999 sonrası. “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını tanıdığını açıkça ilan eder” diye bir metin kabul ediyor Fransız meclisi. Katılım görüşmelerinin başlayacağı 2005’te belli olunca, 2006’da bir de ceza yasası girişimi. Marian buna karşı çıkıyor: “Demokrasilerde hakikat, zorunlu bir söyleme dönüştürülmek istendiğinde inandırıcılığını yitirir”.
Arkasından, Hrant’ın cenazesinin yarattığı büyük farklılık…
Zurnanın zırt dediği
Nihayet varıyoruz, varıyorlar, kutsal kelimeye: Soykırım.
Marian diyor ki: 1915 olaylarının değerlendirilmesinde pek çok noktada buluşuyoruz. O halde soykırım sözcüğü hakkında bu kadar tartışma niye? 1915’in, Nürnberg’de kabul edilen ve sonra 1948 BM Sözleşmesinde kalıcılaştırılan ölçütler açısından soykırım olduğunda hiç kuşku yok.
İnsel diyor ki: Ben bu terimi uygun bulmuyorum. Bir kere, bir halkın bilinçli, sistemli ve titiz yok edilmesi olan Yahudi soykırımıyla özdeşleşiyor. Ermeni tehcirinin ayrıntılarını bilmediğim dönemde, olayı Alevilerin kuyulara doldurulmasından farksız görüyordum. Benim devletimin doğasında şiddet vardı. Sonra, Osmanlı için uyruklarını tehcir etmenin bir gelenek olduğunu anladım. Cezalandırma amaçlı, bazıları. İsmail Beşikçi’nin kitabıyla ‘34’deki İskan Yasası’nı keşfettim. Diğer yandan, düşünüyorum, 1915’te harpteydik ve Ermeniler Ruslarla birleşip bizi arkadan vurmuşlardı ama, Trakya’dan bile tehcir edilmişti bu insanlar; Ruslarla ne ilgisi var? Ama yine de Alman sistematiğiyle Türk sistematiği arasında fark var. Almanlar Yahudileri Almanya’nın dışında da yok etmeye çalışmışlar. Oysa Tehcir sırasında Müslüman Türkler Ermeni kadınları alıp evlenmişler, çocukları evlat edinip Müslüman yapmışlar. Senin ailenin başına da gelmiş zaten. Bu da “bir ırkın kökünü kazımak”tan söz etmeyi zorlaştırıyor. Ben, daha çok, bir grubun bir halkı imparatorluktan sürme isteğini görüyorum. Rumlar Yunanistan’a, Bulgarlar Bulgaristan’a kovalanıyor, Ermenilerin gidecek vatanı yok…
Burada Marian giriyor: “O zaman, onlar da çöle kovalanıyor. Yok edilmeye”. İnsel devam ediyor: “Evet, Tehcir çöle yapılıyor. Etnik açıdan homojen bir ulus-devleti her ne pahasına olursa olsun kurmak istiyorlar. Bu çok ağır bir insanlık suçundan Osmanlı’nın tamamen sorumlu; ama soykırım denebilmesi için bir halkın diğer bir halkın kökünün kazınmasına iştiraki gerekiyor, burada evlenmeler ve evlat edinmeler var ve ayrıca Tehcir emrine karşı gelen görevliler var. Seninle aynı fikirdeyim Michel. Lemkin’in tanımı kabul edilirse bu bir soykırımdır. Ama bu tanım kabul edilirse insanlığa karşı işlenmiş bütün suçların soykırım sayılması gerekmeyecek mi? Srebrenika bir soykırım mıydı?” Marian diyecek: “Bence de Srebrenica bir soykırım değil. Ama bizim tartıştığımız konuda hiçbir kuşkum yok. Çünkü, birincisi, 1948 BM tanımına göre soykırım, ikincisi, Tehcir’i kırıma dönüştürmek için Teşkilat-ı Mahsusa seferber edilmişti”.
Kördüğüm değilse bile, düğüm. Konuşmanın/kitabın bundan sonrası da galiba düğümü biraz gevşetme yolunda ortak çabalar. Ve “Öğrendiklerimiz” başlıklı son bölümde zurnanın zırt dediği yere dönüş: “Ayrıldığımız nokta, olayın kendisinden çok, Yahudi soykırımıyla ortak bir kelime kullanılmasıdır.”
Ben de bir atasözüyle bitireyim: “Akrep etmez akrebe, bir kelimenin iki millete ettiğin”.
Dostları ilə paylaş: |