Ordusu üe İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa, 28 Temmuz 1808'de IV. Mustafa'nın yerine II. Mahmud'u tahta çıkardı. Genç padişah yerinden emin olmak için, kendini tahta çıkaran ve kuvvetleriyle İstanbul'a hâkim olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa tayin etti. Böylece Osmanlı tarihinde ilk ve son defa bir ayan sadârete kadar yükseldi. Alemdar Mustafa Paşa, memleketin iç ve dış meselelerine çare bulunabilmesi için hükümet ile ayan güçlerinin karşılıklı güven içinde birle-
şerek hareket etmeleri gerektiğine inandığından, taşra ayan ve valileri ile başşehir ricalini İstanbul'da yapılacak bir toplantıya davet etti. Az sayıdaki ayanın katıldığı toplantı sonunda Sened-i İttifak adlı belge imzalandı (Ekim 1808], Sadrazam, söz konusu belge ile ayanın durumuna hukukî bir nitelik kazandırmak istediyse de başarılı olamadı. Çünkü ayanın çoğu senedi imzalamamıştı. İmzalayan az sayıdaki ayan ise Sened-i İtti-fak'a sahip çıkmanın kendilerine sağlayacağı imkânları değerlendirme ve zümre menfaatlerini koruma şuurundan mahrumdu.
Sened-i İttifak'ın imzalanmasından sonra ayan kuvvetlerinin önemli bir kısmı İstanbul'dan ayrılınca yeniçeriler bir isyan çıkardılar. 16 Kasım 1808'de çıkan bu ayaklanmada Alemdar Mustafa Paşa hayatını kaybetti. Böylece II. Mah-mud, yakınındaki en güçlü ayandan kurtulduğu gibi İstanbul'daki ayan hâkimiyeti de son buldu. Bunların yanında Sened-i İttifak da hükümsüz kaldı.
II. Mahmud, ayanların, saltanatına gölge düşüren Sened-i İttifak'ın hazırlanmasındaki rollerini bildiği gibi Nizâm-ı Cedîd'e son verilmesindeki faaliyetlerini de unutmamıştı. Bu bakımdan o hem Sened-i İttifak niteliğinde ve özelliğindeki belgelerle bir daha karşılaşmamak, hem de yenileşme hareketleri karşısında muhalif bir güç olarak gördüğü ayanı her bakımdan kendisine bağlamak ve onların taşradaki üstünlüklerine son vermek üzere merkeziyetçilik siyasetine yöneldi. Padişahı bu siyasetinde saray, ulemâ ve Babıâli bürokrasisi de destekledi. Çünkü bu siyasetin başarısı, merkezin vilâyetlere hâkim olması ve adı geçen zümre mensuplarının nüfuzlarının taşrada artarak geçerli olması demekti. II. Mahmud, âsi ayan üzerine ordu göndermek ve bazan da onları birbirine düşürmek suretiyle merkezî otoriteyi hâkim kılmayı başardı. Padişah itaatkâr ve güçlü olan ayana karşı ise kuvvet kullanmadı, onların ölümlerini bekledi ve sonra yerlerine vârislerini değil de Babıâli'nin temsilcilerini tayin ederek taşradaki etkilerini azalttı. Âsi ayanın çoğunu idam ve malları ile emlâkini müsadere ettirdi. Memleketin bazı bölgelerinde âyanlığın yerine sandık eminliği ve mahalle muhtarlıkları kuruldu. Uygulanan merkezîleştirme siyaseti sonunda, ayanlar idarî ve askerî güçlerini kaybetmiş olmakla beraber taşradaki sosyal ve iktisadî nüfuzlarını devam ettir-
197
me imkânını ellerinden bırakmadılar. Bu bakımdan pek çok ayan iltizam işlerini yine sürdürdü. 11. Mahmud 1834 yılında ihdas edilen redif askerî teşkilâtının kurulup yaygınlaşmasında kendilerinden faydalandı.
Tanzimat döneminde ayanın görevleri yeni kurulan müesseselere ve elemanlarına verilmeye başlandı. Öte yandan Babıâli, ölen ayanın yerine yenisini tayin etmeyerek resmî âyanlık müessesesine son verdi. Âyanlık ortadan kaldırılmakla beraber ayan, eşraf vb. olarak bilinen kimseler varlıklarını ve nüfuzlarını sürdürdüler. Bunlar arasında halka zulmedenlere karşı Babıâli kuvvet kullanarak Doğu Anadolu'da ve yine aynı biçimde Fırka-i Islâhiyye ile Çukurova'da merkezî idareyi hâkim kılmaya çalıştı.
Abdülmecid, Tanzimat yeniliklerine halkın katılmasını sağlayabilmek için onların temsilcileri olarak gördüğü ayanlarla 1845 yılında İstanbul'da bir toplantı yaptı. Ancak ayanın bu toplantıda gösterdiği şaşkınlık ve suskunluk sonunda umulan fayda sağlanamadı. Bununla birlikte ayan, kuruluş ve çalışma biçimleri merkezî hükümetle taşra ileri gelenlerinin bütünleşmesine yönelik olan vilâyet, liva ve kaza idare meclislerine mahallî temsilci olarak katıldı. Öte yandan iktidara hâkim olan Babıâli bürokrasisi, hukuk ve siyaset sahasında yaptığı yenileşme hareketlerine rağmen, taşrada ayanın idareye ve toprağa hâkim olmasını önleyemedi. Çünkü üyesi bulunduğu taşradaki idare meclisleri ve görev aldığı mahkemelerle bazı ihtisas komisyonları vasıtasıyla nüfuzunu devam ettiren ayan, katıldığı idarede görev yapan memurlarla anlaşmayı ve uyum sağlamayı başarmıştı. Nitekim 1847 tarihli Tapu Nizâmnâmesi ile 1858 tarihli Arazi Kanunnâmesi, ayanın tasarruf ettiği toprağın sahibi olmasına imkân vermişti. Kısacası, Tanzimat'tan sonra uğradığı ad değişikliklerine rağmen ayan, Cumhuriyet dönemi de dahil olmak üzere yakın zamana kadar İstanbul'da Meclis-i Meb'ûsan'a, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve taşrada belediye meclislerine temsilciler göndererek, değişik siyasî partilerin özellikle mahallî yönetimlerinde görev alarak ziraat, ticaret ve sanayi cemiyet ve odalarının idaresinde etkili olmuşlar, Türk siyasî, sosyal ve iktisadî hayatındaki rollerini ve önemlerini devam ettirmeyi başarmışlardır.
198
BİBLİYOGRAFYA:
Cevdet, Târih, IX, 7, 278; Lutfl, Târih, VIII, 363, 367 vd.; İ. Hakkı Uzunçarşıiı, Meşhur Rumeli Ayanlarından Tirsinikli İsmail, Yılık Oğlu Süleyman Ağalar üe Alemdar Mustafa Paşa, istanbul 1942; ilber Ortaylı, Tanzimat'tan Sonra Mahallî İdareler (1840-1878), Ankara 1974; a.mlf., Türkiye idare Tarihi, Ankara 1979; Y. Nagata, Muhsinzade Mehmed Paşa ue Ayan-lık Müessesesi, Tokyo 1976; Yücel Özkaya. Osmanlı imparatorluğunda Âyanlık, Ankara 1977; a.mlf., "XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânbklan Ele Geçirişleri ve Büyük Hanedanlıkların Kuruluşu", TTK Belleten, XLII/168 (1978], s. 667-723; Halil inalcık, "Centralization and Decentralization in Ot-toman Administration", Studles in Eîghteenth Century Isiamic History (ed. T. Naff - R. Owen), London 1977, s. 27-52; a.mlf.. "Osmanlı İmparatorluğunda Kültür ve Teşkilât", Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 974-990; a.mlf., "Tanzimat'ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri", TTKBelleten, XXVIII/112 (1964), s. 623-690; Özcan Mert, XVIII. üe XIX. Yüzyıllarda Ça-panoğullan, Ankara 1980 s. 1-16; a.mlf., "II. Mahmut Devrinde Anadolu ve Rumeli'nin Sosyal ve Ekonomik Durumu (1808-1839)", TDA, sy. 18 (1982), s. 33-73; a.mlf., "Folklorumuzda Çapanoğullan", //. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildiriler, Ankara 1982, I, 217-233; Mücteba İlgürel, "Balıkesir'de Âyanlık Mücadelesi", TED, sy. 3 (1973), s. 63-73; V. P. Mutafçieva, "XVIII. Yüzyılın Son On Yılında Âyanlık Müessesesi" (trc. Bayram Kodaman), TD, sy. 31 (1978), s. 163-182; Deena R. Sadat, "Ayan and Ağa: The Transformation of the Bektashi Corps in the eighfeenth Century", MW, UCIII/3 (1973), s. 206-219; Özer Ergenç. "Osmanlı Klasik Dönemindeki «Eşraf ve A'yan» Üzerine Bazı Bilgiler", Osm.Ar., sy. 3 (1982), s. 105-118; Mustafa Akdağ, "Osmanlı Tarihinde Âyanlık Düzeni Devri, 1730-1839", TAD, XlV/23 (1975), s. 51-61; Musa Çadırcı, "Anadolu'da Redif Askeri Teşkilatının Kuruluşu", a.e., s. 63-75; M. Fuad Köprülü - İsmail Hakkı Uzunçarşıiı. "Âyân", İA, II, 40-42; H. Bowen. JIAcyân", El2 (İng.), I, 778.
H Öz.canMert
Ayan meclisi
(bk.MECLİS-iA'YAN).
L J
A'YÂN-ı SABİTE
Eşyanın görünür hale gelmeden önce
Allah'ın ilminde bilgi olarak
mevcudiyeti, zahir olan varlıkların
Allah'ın İlmindeki mahiyetleri,
gizli hakikatleri.
Ayn-ı sabite (çoğulu a'yân-ı sabite) "hakikat, mahiyet ve zat" mânasına gelir ve varlık (vücûd) kavramından farklı bir mâna ifade eder. Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır. A'yân-ı sabite, dış âlemde var olan eşyanın Allah'ın il-
mindeki hakikatleri olup hariçte mevcut değildir; daha doğrusu bunlar Allah'ın ilminde sabit olan "yoklar"dır fma'-dûmât). A'yân-ı sabitenin dış âleme nazaran varlığı yoktur. Onun için "yok" olarak kabui edilir. Bu mânada ona "müm-kin" de denir. Zira İbnü'l-Arabfye göre mümkin de ma'dûmdur.
A'yân-ı sabite terimi tasavvuf tarihine İbnü'l-ArabT ile girmiş, daha sonra mutasavvıflar Allah, âlem ve insan ilişkileri konusundaki kanaatlerini ve varlık görüşlerini büyük Ölçüde bu kavrama dayanarak açıklamışlardır. İbnü'l-Arabfye göre yaratıkların ve eşyanın (mükevvenât, mümkinât) üç safhası vardır. İlk safhada eşya birbirinden ayırt edilmeksizin ve aralarında bir farklılaşma söz konusu olmaksızın (bilâ-temeyyüz ve mücme!) Allah'ın ilminde küllî bir bilgi olarak vardır. Buna "şüûn-ı sabite" veya "taayyün-i evvel" (vahdetteki ilk belirme) denir. Eşya ikinci safhada a'yân-ı sabite halindedir; birbirinden ayrılmış ve farklılaşmış bir vaziyette (bi't-temeyyüz ve'1-mufassal) Allah'ın ilminde vardır. Bu safhada varlıklar müşahhas şeyler halindedir. Buna da "taayyün-i sâni" adı verilir. Üçüncü safhada eşya "a'yân-i hâriciyye" halinde vardır. Eşyanın bu şekilde dış âlemde zuhur ve tecellî etmesine "taayyün-i haricî" adı verilir; yaratma (halk) bundan ibarettir. A'yân-ı sabite, Hakk'ın hüviyetiyle duyulur âlem arasında yer alan bir varlık alanıdır. Vahdet-i vücûd nazariyesine göre varlık bir tanedir; o da Allah'ın varlığıdır. A'yân-ı sabitenin âlemdeki tecellîsi olan dış varlıklar, hakikatte Hakk'ın oluş vasfıyla zuhur etmesinden, yani varlığının dışa taşmasından (feyezan) ibaret olduğundan aslında "yok" hükmündedir. Kendilerine aitmiş gibi görünen varlıkları aslında Hakkın zuhur etmiş varlığıdır; gerçek değil gölge varlıktır,
A'yân-ı sabitenin açıklanması aynı zamanda yaratma ve dış âlemin de açıklanması mânasına gelir. Dış âlemde mevcut ve zahir olan eşyanın esas itibariyle kendine has müstakil bir varlığı yoktur. Bu yönüyle bu şeylerin "yok" (ma'dûm) olduğuna inanılır. Bunların görünen varlıkları gerçekte Allah'ın varlığının değişik suretlerde tecellîlerinden ibarettir. Zira tek ve biricik varlık (vahdet-i vücûd) O'nun varlığı olduğundan diğer şeylerin varlıkları mecazidir, görünürdedir. Eşyanın birbirinden farklı oluşu, ayrı ayrı varlıklara sahip oluşundan değil, a'yân-ı sabitelerinin farklı oluşundandır. Varlıkta birlik mevcuttur, farklılık ve çokluk a'yân-ı sabiteden ileri gelmektedir.
Tasavvufta birlik-çokluk (vahdet-kesret) meselesi çeşitli misallerle açıklanmıştır. A'yân-ı sabite varlıkların modelleri (me-câlî) ve kalıplandır (mezâhir). Belli bir şeyin şekli, çeşitli ve değişik aynalara aynı anda farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana getirdiği gibi, bir ayna durumundaki a'yân-ı sabiteye akseden Hakk'ın varlığı da böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk vehim ve hayal olarak vardır; birlik gerçek olarak mevcuttur. Belli bir top kumaştan farklı elbiseler vücuda getirilebilir. Bu elbiselerin hepsi varlık olarak bir ve aynıdır, çünkü aynı kumaştan yapılmıştır. Farklılık şekillerden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, modelleri ve kalıpları yani ayn-ı sabiteleridir. Kalıplar, hiçbir zaman elbiselerde var olmadıkları halde onlara şekil verirler. Bunun gibi, dış âlemdeki bütün varlıkları farklı şekillere sokup çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan a'yân-ı sabite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz. Onun için a'yân-ı sabiteye "ma'dûmât" ve "umûr-ı ademiyye" yani "yoklar" adı da verilmiştir. Dış âlemde görünen a'yân-ı sabite değil onun şekilleri, halleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri ve eserleridir. A'yân-ı sabitenin kendisi bâtın, sureti zahirdir. İbnü'l-Arabî, "a'yân-ı sabite asla varlık kokusunu koklamamıştır" yani hiçbir zaman var olmamıştır derken bunu anlatmak istemektedir.
A'yân-ı sabitenin ilâhî isimlerin suretleri ve dış âlemdeki varlıkların hakikatleri olmak üzere iki yönü vardır. Birinci yönüyle edilgendir (münfail); ruh için beden gibidir. İkinci yönüyle etkendir (fail); beden için ruh gibidir. Hakk'ın zâtında-ki varlıkları itibariyle ilâhî isimlerde birlik, tezahürleri itibariyle çokluk vardır. Çok oluşları itibariyle "ilâhî hazreften feyiz alır; zâtlarının bir oluşu itibariyle a'yân-ı sabiteye feyiz verirler. İlâhî zâtın, bütün mümkinlerin ve şeylerin suretinde kendine tecelli etmesine "feyz-i ak-des" dendiği gibi a'yân-ı sabite de denir. "Birin, çokluk halindeki varlıkların suretinde tecelli etmesine, diğer bir ifade ile a'yân-ı sabitenin aklî âlemden his-sî âleme aksetmesine "feyz-i mukaddes" denir. Bu kuvve halinde olanın fiil suretinde, ezelde sabit olan şeyin olduğu gibi hariçte zuhur etmesinden ibarettir. A'yân-ı sabite bir yönüyle Hakk'ın Hak için zuhurudur; "feyz-i akdes"tir. Diğer yönüyle Hakk'ın zuhur (açıklık) mer-tebesidir, Hakk'ın dış varlıklarda tecellî-sidir; "feyz-i mukaddes"tir. A'yân-ı sa-
bite kendine göre "yok", feyz-i akdese göre "sabit", feyz-i mukaddese göre "dış âlemde zahir ve mevcuftur.
A'yân-i sabite daima sabit olup her zaman kendi kendinin aynı olarak kalır, hiç değişmez. Bir şeyin dış âlemde var olması onun ayn-ı sabitesinde herhangi bir değişiklik meydana getirmez; ayn-ı sabitesi, var olmadan önce nasılsa var olduktan sonra da aynen öyledir. A'yân-ı sabitenin değişmesi esastan imkânsız (bizâtihT müstahil) olduğundan onları değiştirmeye Allah'ın iradesi de taalluk etmez. A'yân-ı sabite ezelî, ebedî, değişmez ve değiştirilemez mutlak bir nizam ifade eder. İbnü'l-Arabfye göre Allah'ın ilmi maluma tâbidir. Fakat bu Allah için bir kusur değildir-, çünkü hakikatte bilen de bilinen de O'dur. O, bir şeyi, o şey nasılsa öyle bilir ve aynen bildiği gibi var eder. Bir şeyin nasıl olacağı ise o şeyin ayn-ı sabitesine bağlıdır. Ayn-ı sabite ise ezelîdir ve yaratılmış değildir. İrade hürriyetini tamamıyla silip süpüren bu düşünce şiddetli bir cebirciliği ve kaderciliği hâkim kılar (bk. cebriyye). Onun için ayn-ı sabiteye inanan mutasavvıflar hep kaderci ve cebirci olmuşlardır.
Eşya ve hadiselerin ayn-ı sabitelerini Allah'tan başka kimse bilmez. Bu özelliği itibariyle İbnü'l-Arabî ona "mefâtîhu'l-üvel" (ilk anahtarlar), "mefâtîhu'1-gayb" (gaybın anahtarları) adını verir, "kaderin sırrı" der. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Bunun için Allah a'yân-ı sabite sahasını insanlara kapatmış, onun bilgisini sadece kendisine tahsis etmiştir. Çok nâdir hallerde nebî ve velîlerin bir kısmına bazı ayn-ı sabitelerin gösterilmesi mümkündür.
A'yân-ı sabite nazariyesi çeşitli felsefî görüşlerin harmanlanmasından ortaya çıkmıştır. Meşşâfler'e göre "mümkinlerin varlıkları başka, zâtları [mahiyetleri) başkadır, "vâcip"te ise varlık ile zât aynıdır. Bu fikre karşı çıkan kelâm âlimlerinin çoğu, "vâcip"te varlık ile zâtın aynı olmadığını savunmuşlardır. İbnü'l-Arabî vücûdla zâtı aynı sayarken Meşşâîler'e, Mu'tezile'ye ve bazı kelâmcılara yaklaşmaktadır. Öte yandan a'yân-ı sabite nazariyesi Eflâtun'un "ide"lerine ve Ploti-nus'un "Allah ve düşünceleri" nazariyesine de benzemektedir. Ancak İbnü'l-Ara-bfnin a'yân-ı sabitesi küliî-cüz'î bütün varlıkları kapsayan Allah'ın bilgileri (ma'-lûmât-ı ilâhiyye) demek olduğundan Eflâtun'un idelerinden farklıdır. Çünkü ideler sadece eşyanın genel suretleri için
söz konusudur ve müstakildir, yani Allah'a bağlı değildir. A'yân-ı sabite, Yeni Eflâtuncu Plotinus'un "bir ve ilk düşünce" (vâhid ve akl-ı evvel) görüşüne-çok yakındır, hatta onun biraz değişik şeklidir de denilebilir.
İbnü'l-Arabî a'yân-ı sabite nazariyesini ortaya atarken Mu'tezile'nin "yok"u (ma'dûm) "şey" sayan görüşünden de istifade etmiştir. Ebû Ali Çübbâî'nin hocası Ebû Osman Şahhâm, "ma'dûm var değil, fakat büsbütün yok da değil, var olmaya hazır ve elverişli bir 'şey', bir 'sabit' ve bir 'hal'dir" diyordu. İşte bu "ma'dûm şeydir", görüşü a'yân-ı sabite fikrinin kaynaklarından birini teşkil etmiştir.
Tasavvuf tarihinde son derece tesirli olan a'yân-ı sabite telakkisine kelâm âlimleri ve Selefiyye mezhebi mensupları sürekli olarak itiraz etmişler ve bu görüşü şiddetle reddetmişlerdir. Çünkü a'yân-ı sabite görüşünün kabul edilmesi halinde eşyanın yaratılması ve Allah'ın yaratıcılık sıfatı söz konusu olmamakta, yaratmanın yerini sudur* ve zuhur* görüşü almakta, diğer taraftan âlemin kadîm oluşu görüşü değişik bir biçimde kabu! edilmektedir. Esasen İbnü'l-Arabî de âleme "kadîm-i hadis" (ezelî yaratık) demek suretiyle bu konudaki fikirlerini açıkça ortaya koymuştur. Diğer taraftan cebirciliğin, ibadet hayatının ve ahlâk esaslarının temeli olan irade hürriyetini ortadan kaldırdığı ileri sürülmüştür. Bu yüzden İbn Teymiyye, İbnü'1-Ara-brnin bu tür kanaatlerinin küfür olduğunu söyler. Şeyhülislâm Mustafa Sabri de Mevkıfül-Cakl adlı eserinde İbnü'l-Arabî'nin varlık hakkındaki görüşlerini geniş bir tenkide tâbi tutmuş ve reddetmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Fahreddin er-Razf, ei-Muhaşşal (nşr. Tâhâ Abdurraûf Sa'd), Kahire 1323,"s. 37; Kâşânî, iştUâh&td'ş-şûftyye, s. 31; İbnü'l-Arabî. Fuşûş, s. 101, 274; a.mlf., Fütuhat, I, 302; III, 47, 193; İbn Teymiyye. Mecmü'u fetâuâ, II, 160, 210; Abdülkerîm el-Cîlî, eiİnsânü'ikâmil, Kahire 1310, s. 32; İmâm-i Rabbânî, et-Mektûbât, İstanbul 1963, I, 211; Abdullah Bosnevî, Şerhu FuşOşfl-hikem, İstanbul 1290, s. 27; Mustafa Sabrı,' Meuktfü't-'akt, Kahire 1950, III, 464; İzmirli. Yeni llm-i Kelâm, 11, 187; Ebü'İ-Ala Af-fîfî, Muhyİddîn İbnu'l-Arabfnin Tasauuuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s.1 56-60; a.mlf., el-A'yânü's-sâbite fî mezhebi İbni'l-"Arabi ue'l-ma'dûmât fî mezhebi'İ-Mu^teziie, Kahire 1969; el-Mu'cemü'ş-şüfî, s. 831-838; Ahmed Avni Konuk, Fusüsu'l-hikem Tercümesi ue Şerhi (haz. Mustafa Tahralı — Selçuk Eray-dın), İstanbul 1987, I, 17 vd.
İSİ Süleyman Uludağ 199
A'YÂNÜ'ş-ŞÎA
Şîa âlimlerinden Muhsin el-Emîn'in
(ö. 1952)
İsnâaşeriyye imam, âlim ve
ileri gelenlerine dair
biyografik eseri.
13.000 civarında biyografi ihtiva eden ve başlangıçtan itibaren XX. yüzyıia kadar (yaşayanlar hariç) Şiî imam, âlim ve ileri gelenlerini alfabetik sıra ile ele alan eser elli iki bölüme (cüz) ayrılmıştır. Birinci bölüm, siyer ve tabakat kitaplarının genel bir değerlendirmesinden ve eserin yazılış sebebini anlatan bir başlangıçtan (hutbetü'l-kitâb) sonra üç kısımdan meydana gelmiştir. Birinci kısımda eserin tertibi ve alfabetik sistemi hakkındaki bilgiler yer alır. İkinci kısımda sırasıyla Şîa, İmâmiyye, Mütâvile, Kızılbaş, Râfiza, Ca'feriyye, Hâssa tabirleri ele alınarak bunların sözlük ve terim mânaları üzerinde durulur. Müellifin belirttiğine göre Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra onun taraftarları Osmâ-niyye, Ali taraftarları da Aleviyye olarak anılmıştır. Yine müellifin iddiasına göre Abbasîler devrinde bu iki ismin yerine geçen Ehl-i sünnet ve Şîa tabirleri günümüze kadar intikal etmiştir. Buna göre Şîa, genel olarak Ali b. Ebû Tâlib'in ta-raftariarı, ilk Şiîler de Ammâr b. Yâsir, Ebü Zer el-Gıfârî ve Mikdâd b. Esved gibi kimselerdir. Şîa mezhebi, imameti dinin rüknü sayması ve imam için belli özellikler kabul etmesi sebebiyle İmâmiyye, on iki imam görüşünü benimsemesi sebebiyle İsnâaşeriyye, fıkıhta Ca'fer es-Sâdık'a bağlı olduğu için de Ca'feriyye adını almıştır. Müellif, Ali taraftarlığının Hz. Peygamber zamanında başladığını, Ali'nin hayatı boyunca da güçlenerek devam ettiğini, fakat daha sonra devlete hâkim olan Emevîler ve Abbasîler devrinde Ehl-i beyt ve taraftarlarının sayısız zulüm ve baskılarla karşılaştığını belirtir. Bu arada Şîa konusundaki ithamlarından dolayı İbn Kuteybe, İbn Hazm ve çağdaş müelliflerden Ahmed Emîn, Lothrop Stoddard, Mustafa Sâdık er-Râfiî ve Muhammed Sabit gibi yazarların düşüncelerini çeşitli yönlerden tenkide tâbi tutar. Ardından da Şîa'nın yayılış sebeplerini inceler. Başta Ali b. Ebû Tâlib olmak üzere Ali evlâdının İslâmî ilimlere yaptığı hizmetleri ve diğer ilimlerin gelişmesindeki paylarını belirtir. Daha sonra Şîa akaidini hulâsa eder. Bu
200
-kısımda Allah'ın varlığı, bazı sıfatları ve Hz. Peygamber'in nübüvvetine temas edilir. Hz. Ali'nin ve on bir evlâdının Peygam-ber'den sonra yaratılmışların en üstünü, bu sebeple de imamete en lâyık kimseler oldukları, Hz. Fatma'nın bütün kadınların en faziletlisi olduğu belirtilir. Dinî hükümlerin tesbiti konusunda sadece imamların veya din bilgilerine tam manasıyla vâkıf güvenilir müctehidlerin yetkili olduğu savunulur. Diğer iman ve ibadet konularının önemi üzerinde durularak Şîa'nın her türlü aşırılıktan uzak olduğu ifade edilir. Müellif ashap hakkındaki görüşlerini ortaya koyarken Hz. Peygamber'! sevdikleri için ashabını da sevdiklerini, onların masum olmadıklarını, Peygamber'i mümin olarak görüp mümin olarak ölmenin adi* sayılmak için yeterli bulunmadığını belirterek rivayetlerinin tenkide tâbi tutulması gerektiğini ileri sürer. Buna göre adalet* i sabit olan sahâbîye hürmet duyulur ve rivayeti kabul edilir. Bu durumda olmayan Mervân b. Hakem, Mugîre b. Şu'be, Velîd b. Ukbe ve Büsr b. Ertât gibi kimselerin rivayetleri ise muteber sayılmaz. Bu arada İmâmiyye'nin Kur'an konusundaki düşüncesini açıklayan müellif, Kur'-an'ın değiştirildiğinin söylenemeyeceğini, böyle bir iddiayı ileri sürenin yalancı ve iftiracı olduğunu, noksan ve fazlalık iddia edenlerin kendilerince de tekfir edildiğini belirtir. Daha sonra başlangıçtan itibaren son devirlere kadar dinî ve pozitif ilimler sahasında eser yazan Şiî âlimlerden örnekler vererek Kütüb-i Er-baca diye bilinen el-Kâfî, Men lâ yah-duruhü'l-fakih, Tehzîbü']-ahkâm ve ei-İsübşâr adlı eserleri özellikle zikreder; bu kitaplarda yer alan 44.244 hadisin bile İmâmiyye'nin İslâmî ilimlere karşı ifa ettiği hizmetin kuvvetli bir delili olduğunu söyler. İslâm devletlerinde önemli görevler almış Şiî vezir, emîr, kadı ve diğer şahsiyetlerden bahsettikten sonra Şîa'nın günümüzde yayılmış olduğu beldeleri alfabetik sıraya göre tanıtır. Birinci bölümün üçüncü kısmında Acyâ-nü'ş-Şîca'r)\n telifi sırasında başvurulan 393 eser yine alfabetik sıra ile kaydedilir.
İkinci bölümde Hz. Peygamber'in hayatı ile Hz. Fâtıma'nın hayatı anlatılmakta, üçüncü bölümde Hz. Ali'nin hayatı ayrıntılı bir şekilde incelenmekte, bu arada Şerif er-Radî tarafından toplanan, hutbe, vaaz, hikmetli sözler ve bazı risalelerinden oluşan Nehcü'1-helâ-ğa'nm muhtevasının Hz. Ali'ye ait olma-
dığı konusundaki iddialar reddedilmektedir. Dördüncü bölümde Hz. Hasan'dan başlanarak on bir imamın hayatı anlatılır. On ikinci imam Muhammed b. Ha-san'ın doğumu, fazileti ve özellikleri işlendikten sonra onun ölmeyip ortadan kaybolduğu inancına geçilir. Buna göre Muhammed b. Hasan gerek Hz. Peygam-ber'den gerekse imamlardan intikal eden haberlerde belirtilen vasıfları kendinde toplayan, dünyanın bir günlük ömrü bile kalsa mutlaka ortaya çıkarak zulmü bertaraf edip her yeri adalet ve iyiliklerle dolduracak olan şahsiyettir. Âhir zaman çıkacağı beklenen mehdî* odur. Onun 260 (873) yılında kaybolması, 328 (940) yılında "büyük gaybefe geçmesi ve tekrar döneceği, Şîa'da bir inanç esasıdır. Eserde, "Sâhibü'z-zamân" adı da verilen bu imamın zuhur edeceğini belirten delillerin mütevâtir olduğu ısrarla belirtilmekte ve muhaliflere cevaplar verilmektedir. Bu arada mehdînin ilk gaybeti esnasında Şîa'yı yönettiği kabul edilen ve süferâ-yi erbaa (bk. gaybet) diye anılan dört sefir hakkında da bilgi verilmekte ve mehdînin zuhurunun belli alâmetlerin ortaya çıkmasından sonra gerçekleşeceği ifade edilmektedir.
-4cyQjm'Ş-,ŞJ'Vnın dokuz cilt tutan daha sonraki bölümlerinde İsnâaşeriyye âlimleri ve önde gelen şahsiyetlerin biyografileri ele aiınarak incelenmektedir. Biyografilerde önce biliniyorsa doğum ve ölüm tarihi, nisbesi, eserleri, diğer âlimlerin bu kişi hakkındaki görüşleri, Şiîlik'-teki yeri ve tesirleri anlatılmakta, şiir ve nesirleri aktarılmaktadır. Özellikle de yayımlanmamış şiirleri varsa bunların tamamı nakledilmektedir. Eserin son bölümü, müellifin, oğlu Hasan el-Emîn'in katkılarıyla yazdığı kendi biyografisini ihtiva etmektedir. Burada doğumu, ailesi, öğrenimi, yetişmesi, diğer âlimlerle münasebetleri, seyahat ve hizmetleri anlatılmış ; ayrıca hakkında yazılan makalelere, faziletlerini belirten şiirlere ve ölümünden sonra yazılan mersiyelere de yer verilmiştir.
A'yânü'Ş'Şî'a, gerek hacmi ve ele aldığı şahsiyetler bakımından gerekse faydalandığı kaynaklar açısından uzun bir çalışmanın ürünüdür. Şîa kültürü, özellikle Şîa ricali konusunda önemli bir kaynaktır. Ancak Şîa inancında yerleşmiş bazı telakkilerin (İmamların manevî vasıflan ve masum oluşları, devlet reisliği anlayışı, beklenen mehdî vb.) savunulması sırasında ilmî sınırların dışına çıkıldığı, taassuba düşüldüğü, mezhep tarafgirliğinden uzak kalınamadığı dikkati çekmektedir.
Dostları ilə paylaş: |