hayvanların yakaladıkları avdan yeme-meleri gerekir. Bu onların eğitilmiş olduklarının işaretidir. Hadîs-i şerifte, "(Köpek tuttuğu avdan yerse) bu durumda ondan sen yeme. Çünkü o avı senin için tutmamış, kendisi için tutmuştur" bu-yurulmaktadir (Buhârî, "Zebâ'üı", 2; Müslim, "Şayd", 2, 3). Avcı kuşlara gelince, onlar avladıklarından yeseler de bir mahzuru yoktur. Mâlikîier'deki hâkim görüşe göre ise av köpeği avından yese de yemese de avladığı yenir. 6. Avda kullanılan silâhların kesici, delici cinsten olması lâzımdır. Sopa ve taş gibi darbeyle hayvanı öldüren, yara açmayan silâhlarla av yapılmaz.
Bu şartlar, avın avcı hayvan tarafından öldürülmesi durumunda aranmaktadır. Avcının ava ölmeden önce yetişmesi ve onu usulüne uygun olarak kesmesi halinde ise bu gibi şartlar aranmaz.
Av Hayvanı ile İlgili Şartlar. 1. Avın eti yenen bir hayvan olması gerekir. Hane-fîler'e göre, köpek dişiyle avını parçalayan vahşi hayvanları, tırnaklı ve pençeli yırtıcı kuşları, yaratılıştan iğrenç bulunan fare, yılan, kurbağa cinsinden hayvanları ve haşereleri, balık dışındaki deniz hayvanlarını yemek haramdır. Ancak başka bir şekilde bunlardan istifade söz konusu ise bu durumda avlanmalarında bir mahzur yoktur. Mâlikîler'e göre bütün deniz hayvanlarının, Şafiî ve Hanbelîler'e göre İse kurbağa dışındaki deniz hayvanlarının etleri yenebilir (bk. hayvan). 2. Av hayvanının evcil bir hayvan olmaması gerekir. Evcil hayvanlar için avlanmak söz konusu değildir, onlar dinî esaslara uygun olaraK kesilir. Yalnız yukarıda belirtildiği gibi evcil bir hayvan kaçar da bütün gayretlere rağmen yakalanamazsa veya bir kuyuya düşer ve çıkarılamaz-sa silâhla öldürülebilir. Çünkü bu durumda ihtiyarî boğazlama imkânsız hale gelmiş demektir. Buna karşılık geyik vb. hayvanlar da ehlîleştiriimişlerse artık av yoluyla öldürülemezler. 3. Yaralanan av hayvanının kesilmeden önce ölmesi durumunda ölümünün sebebi aldığı yara olmalıdır. Bu yüzden değil de başka sebeple ölürse eti yenmez. Yaralandıktan sonra suya düşerek boğulan veya bir yamaçtan yuvarlanarak ölen hayvanın durumu da aynıdır. Vurulan hayvan doğrudan yere düşer de bu sadme sebebiyle ölürse bu durumda eti yenir, zira bundan sakınmak mümkün değildir. 4. Av hayvanı yaraiı olarak ele
geçirilir ve kesme imkânı da olursa usulüne uygun olarak kesilmelidir. Bu imkân varken avcının kusuru yüzünden ke-silmezse eti yenmez. Sağ olarak ele geçirilmekle birlikte bu sırada can çekişmekte ise ayrıca kesilmesi gerekmez. Hanefîler, almış olduğu yara ile yarım gün veya daha fazla yaşayacak durumda olan hayvanın kesilmesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü bu durumda ihtiyarî boğazlarrfa imkânı vardır. Iztırarî boğazlama ise ancak ihtiyarî boğazlamanın mümkün olmadığı durumlarda geçerlidir.
BİBLİYOGRAFYA:
Buhârî, "Zebâ'ih", 2, 4. 7, 10; MüSİİm, "Şayd", 1, 2, 3, 4, 5, 8; CessâS. Ahk&mü'i-Knr'ân, II, 315; SerarıSÎ, el-Mebsût, XI, 220-224, 236, 240, 241, 243, 244, 253; İbrı Rüşd, Bidâyetü'l-müc-tehid, Kahire, ts. (el-Mektebetü't-Ticâriyyetü'l-kübrâ), I, 389 vd.; İbn Kudâme. el-Muğnî, Ri-yad 1401/1981, 111, 506, 507; VIII, 540, 546-552, 554, 556, 558, 562, 575, 576, 596; Mev-sılî", ei-İhliyâr, V, 4, 5, 9, 10; İbn KesTr, Tefsir, III, 317; Sirbînî, Muğni'i-muhtâc, Kahire 1958 — Dımaşk, ts. (Dâru'1-Fikr), IV, 272; İbnü'l-Hü-mâm. Fethu'l-kadîr, Kahire 1389/1970, X, 110 vd.; Buhûtî. Keşşâfü'l-kınâ\ VI, 213 vd.
m Mehmet Şener
AVAÜ
Âlî isnadla rivayet edilen hadisleri toplayan kitap türü.
I
Avâlî, âliye kelimesinin çoğulu olup "bir şeyin üst tarafı, mızrağın yandan yukarı kısmı" anlamına gelmektedir. Medine'nin doğusunda bulunan 2-3 mil uzaklıktaki köylere de âliye denmektedir (bk. Ebû Dâvüd, "Şalât", 5).
Hadislerin en eski rivayetlerine (âlî is-nad) sahip olma arzusu daha sahabe döneminde başlamıştır (Hatîb, II, 223). Muhaddislerin büyük ilgisini çeken âlî isnadlı hadisleri, konularını dikkate almaksızın müstakil kitaplarda toplamayı hedef alan avâlî kitapları erken bir devirde telif edilmeye başlanmıştır. Hişâm b. Urve'nin kaleme aldığı el-'Avâlî min hadîsi Hişâm b. cÖmer (Zâhiriyye Ktp., nr. 61), bilindiği kadarıyla bu nevin ilk mahsulüdür. Avâlîlerin telif tarzları ve hedefleri arasında bazı farklılıklar mevcuttur. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: l. Bir hadisi esas alıp o hadisin âlî isnadlı rivayetlerini toplayanlar. Hişâm b. Urve'nin adı geçen el-cAvâlî's\ bunun bir örneğini teşkil eder. 2. Bir hadis imamının âlî isnadlı hadislerini toplayanlar.
Eyyûb b. Abdullah el-Firebrî'nin, Buhâ-rî'nin âlî isnadlı hadislerini topladığı el-cAvâli'ş-şıhâh'\ (Zâhiriyye Ktp., nr. 70/ 4) ile İbn Hacer el-Askalânî'nin "Avâlî İmâm Müslim'i (nşr. Muhammed el-Mec-zûb, Tunus 1973; Kemal Yûsuf el-Hut, Beyrut 1985) bu türün örneklerindendir. 3. Herhangi bir hadis imamını esas almaksızın âlî isnadlı hadisleri toplayanlar. Ebû Zekeriyyâ eî-Müzekkî'nin el'CAvâlî's\ (Zâhiriyye Ktp., nr. 40/8) bu türdendir. 4. Hadis râvilerinden belii bir tabakanın âlî isnadlı hadislerini toplayanlar. Ebü Mûsâ el - Medînf'nin cAvâli'i- tâbi cîn'i böyledir. 5. Kırk hadisten meydana gelen avâlîler. İbrahim b. Hasan el-Kürdî'nin Cenâhu'n-necâh bi'l-'avâli'ş-şıhâh'ı (Köprülü Ktp., nr. 297/1) bu türe örnek teşkil eder.
Adları avâlî olmamakla beraber sened-lerindeki râvi sayısına göre sünâiyyât, sü-lasiyyât, rubâiyyât..., uşâriyyât gibi isimler alan eserler de âlî isnadlı hadisleri toplamak maksadıyla kaleme alınmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Kamus Tercümesi, "'aly" md.; Wensinck. Muccem, "caly", "cavl" md.leri; Ebû Dâvûd, "Şalât", 5; Hatfb, el-Câmf ti-ahlâkı'r-râuî ue âdâbi's-sâmC\ Riyad 1402/1982, II, 223; Keş-fuz-zunûn, I, 1178-1179; Serkîs, Mu'cem, I, 153; Kettânî, er-Risâtetü'l-müstelrafe, s. 164-165; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâris, II, 869; Tecrid Tercemesi, I, 191; Sezgin, GAS, I, 89, 126, 227; a.mlf., Buhârtnin Kaynaklan, İstanbul 1956, s. 306; Kehhâle, Mu.'cemû'1-mü* el-lifin, XI, 76; Şâkir Mahmûd Abdülmün'im, İbn Hacer el-Askalânt, Bağdad 1978, I, 389-390; Münecdd, Mu'cem, IV, 18. r—ı
lifti Ahmet Yücel
AVÂÜM
(bk. ALEM).
AVAM
İnanç ue ibadetleri
genellikle taklide dayanan,
dinin şekil ve merasimlerinin
ötesine geçemeyenler İçin kullanılan
bir tasavvuf terimi.
Sözlükte "halk, sıradan insanlar" anlamına gelen avam âlim, filozof ve mutasavvıf, hatta idareci gibi zümrelerin kendilerinden olmayan çoğunluk için kullandıkları bir terim olmuştur. Karşıtı havas* tır.
Avam-havas ayırımına en çok yer veren mutasavvıflara göre avam, genellikle
105
amelî ve nazarî bakımdan şeriatın zahirine, ibadetlerin şeklî erkân ve merasimlerine önem verir. Bundan dolayı mutasavvıflar, "rüsum ulemâsı" diye adlandırdıkları şeriat âlimlerini de çoğunlukla avamdan saymışlardır. Onlara göre avamın dinî faaliyetlerinde temel motif, ruhî yücelme yerine cennet ümidi ve cehennem korkusu gibi hissî talep ve kaygılardır. Avam her ne kadar şeriatın zahirî hükümlerine ve temel fıkıh kaidelerine riayet ederse de ruhî yücelme ve Allah'a yakınlaşma gibi yüksek hedeflerden ziyade dünya ve âhiret nimetlerinden faydalanma eğilimindedir. Bu sebeple sûfîler avamın tevekkülü ile hav-vassın tevekkülü arasında kesin bir fark görürler (Serrâc, s. 78-79; Gazzâlî, İhya3, IV, 247, 261). Eşyanın hakikatini dış tezahürlerde arayan avamın, gerek Kur'ân-ı Kerîm'İn gerekse tabiat kitabının dış ifade ve görünüşlerinin arkasındaki sırları müşahede* ve mükâşefe* gibi bir kaygısı yoktur. Havassın nefis tasfiyesini, hallerini ve makamlarını yaşamadığı için derunî tecrübe, sezgi gücü ve zevk yoluyla ulaşılan yüksek hakikatleri keşfetmekten âcizdir. Esasen Gazzâlî ve daha birçok mutasavvıflara, hatta filozoflara göre avam fıtrî yapısı itibariyle de havassın zekâ ve sezgisinden mahrumdur. Bundan dolayı Sünnî çizgiyi takip eden sûfîlerle bu çizgiden az veya çok ayrılan sûfîler, havassın özelliklerinde farklı düşünmekle birlikte, avamın en iyilerine bile havassa göre ikinci derecede kıymet vermişlerdir. Hatta mutedil mutasavvıflar bile aşktan, derunî zevkten habersiz, ahlakî arınma ve yücelme ceh-di göstermeyen fakih ve kelâmcıları da avamdan saymışlardır. Cüneyd-i Bağdadî, Gazzâlî, İbnü'l-Arabî gibi ünlü muta-vassıflara göre kelâm şerefli bir ilimdir, fakat insanların pek azının bu ilme ihtiyacı vardır. Gazzâlî, her beldede sadece kelâm ilmiyle meşgul olacak birinin bulunmasını gerekli görür {İhya3, 1, 99). Ke-lâmcılar, istidlal ve burhana dayanan metotlarıyla ancak "avamın tevhidi"ne, başka bir tabirle "itikad tevhidi"ne ulaşabilirler. Ariflerin ulaştığı tevhid ise "havassın tevhidi" yani "şühûd tevhidPdir (Serrâc, s. 409]. Gazzâlî avamın tevhidini "lâ ilahe illallah", havassın tevhidini de "lâ ilahe illâ hû" sözleriyle ifade eder {Mişkâtül-enoâr, s. 60-62). Birinci tevhid-de Allah'ın varlığı karşısında "şey'lere de gerçek varlık tanıyan avamın, sathî bilgisi, ikinci tevhidde ise "şey"lere gerçek ve müstakil varlık tanımayan, onla-
106
n tek hakikat olan "nurların nurıfndan tecellîler sayan havassın bilgisi ifade edilmiştir.
Şer'î hükümler genele ait hükümler olup peygamberler de dahil herkes bunlara uymak zorundadır. Ancak mutasavvıflara göre Hz. Peygamber'İn genel tavrı yanında bir de özel halleri vardır. 0 birinci durumu itibariyle avama, ikinci durumu itibariyle havassa örnektir. Sûfîler onun bu özel hallerinin genel hallerinden üstün olduğuna inanırlar. Böylece sûfîler ilk dönemlerden itibaren müs-[ümanları avam ve havas diye ikiye, ba-zan da avam, havas ve havâssü'l -havas şeklinde üçe ayırmışlardır (Gazzâlî, Miş-kâtü'l-enuâr, s. 41, 92). Bu tabakaların en aşağısında bulunan avam, dinî hükümleri caiz olup olmaması açısından değerlendirir ve te'vil yoluyla ruhsat* imkânı arar. Havas (veya evâsıt), ruhsattan çok azîmet*e ağırlık verir. Havâssü'l-havâs (arifler) ise dinî hükümleri ötekilerin se-zemediği bütün incelikleriyle en iyi şekilde anlar ve uygular. Avamın dinî bilgileriyle havassın bilgileri arasında daima fark vardır; hatta bazan zıddiyet bulunur. Rivayete göre Zünnün el-Mısrî üç defa manevî sefer yapmış ve her seferinde üç ayrı ilimle, dönmüş; ilkini (avamın bilgisi) herkes kabul etmiş, ikincisini (havassın bilgisi) avam reddetmiş, üçüncüsünü ise (havâssü'l-havâssın bilgisi) iki zümre de reddetmiştir. Süfîlere göre Cüneyd-i Bağdâdî'nin tasavvufu kilitli kapılar ardında anlatması, "ene'l-Hak" diyen Hallâc'in idam edilmesi, avamın havassa ait bilgileri kavrayamamasından İleri gelmiştir.
İbadette şekilden ziyade niyet ve ih-lâsa önem vermek, nefis tezkiyesini ve ahlâkî kemali hedef edinmek, az çok farklı metotlarla da olsa mutlak hakikati arama ve bulma aşkına sahip olmak noktalarında mutasavvıflarla İslâm filozofları arasında göze çarpan yakınlık, avam-havas ayırımında da kendini gösterir. İslâm felsefesinde, dinin itikad, amel ve diğer sahalarıyla ilgili talimatını taklit yoluyla benimseyen, naslarla bildirilen malumatı akıl süzgecinden geçirmeden kabul eden müslümanlara avam, bilgi ve inanç konularını aklî delillere dayandıranlara da havas denilmiştir. İbn Miskeveyh'e göre havassı avamdan ayıran şey felsefe sevgisidir {Tehzîbü'l-ah-lâk, s. 83). Fârâbî'nin "zayıf ruhlar" dediği avam, yaratılışları itibariyle bütün müsbet faaliyetleri bir arada ve eksiksiz yürütme kapasitesinden yoksundur.
Bu sebeple İbn Sînâ avamı "yeteneksiz (ebleh) nefisler" şeklinde vasıflandırır. Kendi aslî cevherlerine uygun saadete iştiyak duymayan bu nefisler, feyiz ve ilham mertebesine yükselen, ulvî âlem veya faal akıl ile ittisal* kuran "kutsîve temiz nefis!er"den daha aşağı bir mertebededir. Dolayısıyla avam ile havassın saadeti de bedbahtlığı da (şekavet) birbirinden farklıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Resâ'ilü İhuâni'ş-şafâ\ Beyrut 1376-77/ 1957, ili, 511-512; Serrâc, ei-Lüma\ s. 78-79, 409; Sülemî, TabakâL, s. 71, 263; İbn Mİske-veyh, TehzTbü'l-ahlâk, [baskı yeri yok) 1328, s. 83; İbn Sînâ. eş-Şifâ', II, 427-432; Hücvîrî, Keş-fü'l-mahcûb (nşr. İ. Abdülhâdî Kındîl), Kahire 1974-75, 1, 226, 245; II, 541, 569; Gazzâlî, İhya, 1, 99; IV, 247, 261; a.mlf.. Mişkâtul-en-uâr{nşr. Ebü'1-Alâ Affîfî), Kahire 1964, s. 4], 60-62, 92; İbnü'l-Arabî. el-Fütûhât, I, 148, 154-156, 161; ibrahim Medkûr, Fil-Felsefeti'l-İslâmiyye, Kahire 1983, I, 37-38; II, 72, 84.
Kİ Süleyman Uludağ
AVÂMİL
(bk. el-AVÂMİLÜ'l-MİE).
el-AVAMİLÜ'1-MİE
Arapça'da
kelimelerin İrabına tesir eden
âmillerin özeti mahiyetindeki
kitaplara verilen genel ad.
Avâmil âmil kelimesinin çoğulu olup Arapça'da "terkip ve cümle içerisindeki kelimelerin i'rabına tesir eden unsurlar" demektir. "100 âmil" anlamına gelen el-avâmilü'l-mie ifadesi, zamanla, nahiv konularını âmii-mâmul esasına göre tasnif ederek kısaca inceleyen kitap türünün adı olmuştur. Nahiv ilminin özünü oluşturan âmil-mamul münasebeti üzerine, Emevîler devrinden itibaren, ei-cAvâmil, el-'Avâmilü'l-mi''e, Mi'etü 'âmil 'Avâmilü'1-i crâb, eİ-Muhtaşar (fi'n-nahu). el-Mukaddime {fi'n-nahu) adlarıyla küçük çapta birçok kitap yazılmıştır. Nahiv muhtasarları serisinin ilk eseri olan eI-cAvâmil {fi'n-nahu), Halil b. Ahmed'e (ö. 170/786) nisbet edilmiştir. Yine Kisâî'nin Râ^iyye diye bilinen aynı addaki manzum risalesi, Ebû Ali el-Fâ-risî'nin el-cAvâmil(ü.'!-mi*e) veya M.ah-taşaru cAvâmiiri-icrâb adlı eseri {GAS, IX, 107) bu türün ilk mahsullerinden sayılır. Bunlardan sonra ise Abdülkâhir el-Cürcânî'nin büyük bir şöhrete sahip olan
el-'Avâmilül-mi'e's\ gelir. Ayrıca Ali el-Kayrevânî, Feyz-i Kâşânî, Sirâceddin Muhammed b. Yûsuf el-Herevî ve Muhsin el-Kazvînî'ye de el-cAvâmil (fi'n-nahv) adlı eserler nisbet edilmektedir. Osmanlı medreselerinde asırlarca okutulan Bir-givfnin eI-cAvâmil"ı ile Cürcânf'nin aynı adlı eseri bu türün en yaygın iki kitabı olduğundan, Cürcânî'nin eserine el-eAvâmilül'Catîkı Birgivî'ninkine de el-'Avâmilü'l-cedîd denilegelmiştir. Ancak bu iki ünlü muhtasar arasında âmillerin sayısı ve ele alınış tarzları bakımından esaslı farklar bulunmaktadır.
CürcânT e/-cAvâmii'İnde, "el-'Avâmi-lü'1-miV' veya "Mi'etü câmil" adına sâdık kalarak 100 âmilden söz etmiş olmakla beraber, gerek bu sayıyı bulmak gerekse âmilleri bu rakamda dondurmak hususunda zorlandığı görülmektedir. Eserde âmiller lâfzı ve manevî olmak üzere iki ana gruba bölündükten sonra lâfzî âmiller kıyasî ve semaî diye ikiye ayrılmış; semaîler (on uç nevi halinde) doksan bir, kiyasîler yedi, manevîler iki olmak üzere toplam 100 âmil sayılmıştır. Birgivf ise bu taksimi altmış âmil, otuz mamul, on amel (i'rab, alâmet) şeklinde yaparak sayıyı 100'e tamamlamıştır. Her ne kadar eserin adı el-^Avâ-mil ise de ihtiva ettiği konular sadece âmillerden ibaret olmayıp mamuller ve i'rab alâmetleri de ayrı ayrı başlıklar halinde ele alınıp incelenmiştir. Bu iki ünlü eserin en belirgin Özellikleri, Cürcânî'nin telif ettiği ei-cAvdmii'in son derece veciz ve ihatalı, Birgivfnin eserinin ise daha pratik, tasnifi daha mantıklı ve sade olmasıdır.
Cürcânî'nin el-QAvâmü"\ Anadolu'nun doğu ve güneydoğusunda, Arap âleminde, İran'da, Hindistan ve Pakistan'da, Birgivf'ninki ise Anadolu'nun diğer yörelerinde ve Balkanlar'da asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş-tur. Her iki eser nahiv klasikleri arasında haklı bir şöhrete sahip olmuştur. Bir-givî'nin el- cAvâmH"\, aynı müellifin İzhâr (u'l-esrar) 'ı ve İbnü'l-Hâcib'in eî-Kâ-/iye'si, "Nahiv Cümlesi" veya "Nahiv Mecmuası" adıyla bir arada basılarak yüz yıllarca medreselerde okutulmuştur. Bir-givî'nin e}-cAvâmil"\, Jziıdradlı eserinin bir özeti mahiyetinde olup konular aynı ana başlıklar altında ve aynı metotla ele alınmıştır.
Bu iki eser üzerine Türk, Hintli ve İranlı birçok gramer âlimi tarafından şerh, haşiye ve ta'lik nevinden eserler yazılmış, kolay ezberlenmeleri için manzum
hale getirilmiş, i'rabları incelenmiş, Türkçe'ye ve Farsça'ya tercüme edilerek yayımlanmıştır. Cürcânî'nin kaleme aldığı el-cAvâmiI"m Süleymaniye Kütüphanesi'nin muhtelif bölümlerinde 125 yazma nüshasının bulunması, Türkiye'de esere verilen önemi göstermektedir. Ayrıca eser, sadece metin veya bir şerhiyle birlikte İstanbul, Hindistan, Mısır (Kahire, Bulak), Mekke ve İran'da defalarca basılmıştır. Aynı şekilde Birgivî'nin e!-QAvâmü'\ de sadece metin veya el-Kâ-fiye ve İzhâr ile beraber, yahut bir şerhi ya da hâşiyesiyle birlikte, en çok İstanbul'da olmak üzere Kahire, Bulak, Dı-maşk ve Hindistan'da birçok defa basılmış, ayrıca bazı Osmanlı âlimleri tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin de çoğu basılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Abdülkâhir el-Cürcânî, ei-'AuâmÜü'l-mi'e, Bulak 1247; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 246; Bir-givî, ci-'Auâmü, İstanbul 1325; Keşfü'z-zunûn, II, 1179; Tehânevî. Keşşaf, II, 1045-1046; Osmanlı Müellifleri, I, 216, 241, 255, 384, 405; Serkîs, Mu^cem, I, 611, 681; Brockelmann, GAL, I, 341-342; 11, 585-586; SuppL, I, 503; II, 585, 921, 924; Sezgin, GAS, IX, 1, 2, 48, 107; Ahmet Turan Aslan, imam Birgiuî ue Arapça Tedrisatındaki Veri (doktora tezi, 1981], MÜ ilahiyat Fak., s. 213-230; Bahâeddin Abdülveh-hâb Abdurrahman. el-'Avâmilü'l-mi'e... tah-kiku'l-Bedrâvî Zehrân, tahkik em tahrif ve telfîk?", 'Âlemü'l-külüb, VII/4, Riyad 1986, s. 474-478. rn
ffil İsmail Durmuş
AVÂNE b. HAKEM
Ebü'l-Hakem Avâne b. Hakem
b. Avâne el-Kelbîel-Kûfî
(ö. 147/764 [?])
Ensâb âlîmi ve Emevî devri tarihçisi.
109 (727) yılında bir süre Horasan valiliğine vekâlet eden ve daha sonra da Sind valisi olan Hakem b. Avâne'nin oğludur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Muhtemelen 90 (709) yılından önce Kûfe'de doğmuştur. Kelb kabilesine mensup olduğuna dair rivayetler yanında bunun sonradan uydurulduğunu ileri sürenler de vardır. Doğuştan âmâ olan Avâne'nin hayatı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. İbnü'n-Nedîm'e göre 147 (764), Medâinî'ye göre ise 158 (775) yılında vefat etmiştir.
Arap şiiri ve ensâb*ıy!a Emevfier'in ilk dönemi hakkında geniş bilgiye sahip olan Avâne İslâmî devirde kitabına "tarih" adını veren ilk müelliftir.
Avâne b. Hakem'in kaynaklarda zikredilen, ancak günümüze ulaşmayan iki eseri vardır. 1. Kitâbü't-Tûrîh. Hicrî î. yüzyılda meydana gelen olaylara ayrılan eser, yapılan nakiller dikkate alınırsa, dört halife dönemini, irtidad hareketleri, fetihler, Hz. Ali-Muâviye mücadelesi, Hz. Hasan'ın halifelikten feragat etmesi ve Abdülmelik b. Mervân devri sonuna kadar Irak ve Suriye'de vuku bulan olayları ihtiva etmektedir. 2. Sîre-tü Müdaviye ve Benî Ümeyye. İslâm dünyasında bir halife ve hanedan hakkında kaleme alınmış ilk kitap olması bakımından ayrı bir önemi vardır. Müellif bu eserinde kronolojik sırayı takip ederek Emevî halifelerine dair bilgi verir. Her iki eser de şiirden ve hikâye üslûbundan arınmamış olmakla beraber İslâm tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli bir merhale teşkil eder. Aynı zamanda bu iki eser İbnü'l-Kelbî, Asmaf, Heysem b. Adî, Ziyâd b. Abdullah ei-Bekkâî, Me-dâinî, Belâzürî ve Taberî gibi tarihçilere kaynak olmuştur.
Emevîler hakkında verdiği bilgilerde, Kelb kabilesi mensuplarıyla, olayları bizzat görmüş kişilerden veya onların yakınlarından duyduğu rivayetlere istinat etmiş olması eserlerine ayrı bir değer kazandırmaktadır. Ancak olayları anlatırken çok defa Emevîler lehindeki Suriye kaynaklı rivayetlere ağırlık verdiği görülmektedir. Bu yüzden Emevî taraftan olmak ve onların lehinde haber uydurmakla itham edilmiştir. Bununla beraber ondan yapılan nakillerde zaman zaman Emevî aleyhtarı Irak ve Medine menşeli rivayetlere de rastlanmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Belâzürî, Ensâb, İV/1, bk. İndeks; a.mlf., Fü-tüh IMüneccidl bk. İndeks; Taberî, Târîh (de Goeje), I-ll, bk. indeks; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire 1348, s. 140; Yâküt, Mu^cemil'l-üdebâ', XVI, 134-139; [bnü'l-Kiftî, İnbâhü'r-niüâl, II, 361-363; Zehebî, Aclâ.mü'n-nübel&\ VII, 201; Safedr, Nektü'l-himyân fî nüketi'l-'umyân (nşr. Ahmed Zeki), Kahire 1329/1911, s. 222-223; İbn Hacer. Lisânü'l-MîzSn, Beyrut 1971, IV, 386; İbnîn-İmâd, Şezerât, I, 243; Hediyyetü'l-câriftn, I, 804; Hüseyin Nassâr, Ne$ielü'l-led-uîni't-târihî'İnde'i-'Arab, Kahire, ts. (Mektebe-tü'n-Nehdati'l-Mısriyye], s. 60-63; F. Rosenthal, A History of Müslim Historiography, Leiden 1968, s. 73, 89, 104; Abdülazîz ed-Dûrî, Bah şün fî neş'eti 'ilmİ'L-târîh 'inde'l-'Arab, Beyrut 1960, s. 36-37, 50, 121, 122, 133; Zirİklı. el-Acl&m, V, 272; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'el-lifîn, VIII, 14; Sezgin, GAS (Ar.), 1/2, s. 127; Şâ-kir Mustafa, et-Târthu'l^Arabî ve'l-mü'erri-hûn, Beyrut 1983, I, 128, 179-180; Saleh el-Ali, "cAwâna b. al-Hakam al-Kalbi", El2 (Fr.},
[, 782-783. İTİ
\M
Mustafa Fayda
107
AVARIZ
Ehliyeti ortadan kaldıran
veya daraltan sebepler mânasına
bir fıkıh terimi.
Ânz ve arızanın çoğulu olan avarız, sözlükte "sonradan olan, sonradan ortaya çıkan şey" demektir. Fıkıh usulü açısından avarız, ehliyet* i ortadan kaldıran veya daraltan sebepleri ifade eder. Bu sebepler normal olarak kişide bulunmayan, ancak sonradan ortaya çıkan birtakım durumlardır. Bunlara ehliyet arızaları (avârız-ı ehliyyet) veya ehliyet âfetleri denir (bk. Afet). Oruç bozmayı veya tutmamayı mubah kılan özürlere de avârız-ı mübîha denilir (bk. ORUÇ).
Ehliyet arızaları esas itibariyle akıl hastalığı [cünûn). bunama (ateh), uyku, baygınlık, ölümle sonuçlanan hastalık (ma-raz-ı mevt), sarhoşluk, sefeh, borçluluk, iflâs ve kölelikten ibarettir. Fıkıh usulü kitaplarında bunlara yolculuk, çocukluk, hayız ve nifas hali, cehalet, unutma, hata, zor altında bırakılma (ikrah) ve şaka (hez!) eklenirse de bunlar gerçekte ehliyet arızaları değildir. Çocukluk sadece bazı kimselerde bulunan veya kişiye sonradan ânz olan bir hal değil, herkesin geçirdiği tabii bir durumdur. Ehliyeti daraltıcı veya ortadan kaldırıcı bir tesiri söz konusu ise de bir ehliyet arızası değildir; tabii bir ehliyetsizlik veya eksik ehliyet halidir. Unutma, hayız ve nifas, yoi-culuk, cehalet, hata, ikrah ve hezle gelince, bunlar da esasen bir ehliyet arızası değildir. Sadece belirli hallerde di-nî-hukukî hükümlerin kişiler veya hukukî tasarruflar üzerine terettüp etmemesi için birer özür teşkil ederler. Bunun için de her birinin kendisine has şartları vardır.
Ehliyet arızaları semavî ve müktesep olmak üzere iki kısma ayrılır. Semavi olanlar meydana gelişlerinde kişilerin rolü bulunmayan arızalardır: akıl hastalığı, bunama, unutma, uyku, bayılma, kölelik ve Ölümle sonuçlanan hastalık gibi. Müktesep arızaların meydana gelişlerinde ise kişilerin belirli bir rolü vardır: sarhoşluk, sefeh, borçluluk ve iflâs gibi.
Ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran arızalar, netice itibariyle edâ (fiil) ehliyetine ait arızalardır. Çünkü bunlar kişinin ya satım, kira, hibe, vakıf gibi hukukî işlemlerine belirli sınırlamalar ge-
108
tirirler veya onu namaz, oruç, hac gibi dinî mükellefiyetlerden muaf kılarlar. Fakat kişinin leh ve aleyhinde birtakım hak ve sorumlulukların doğmasına engel olmazlar. Dolayısıyla bu arızaları sebebiyle ehliyetsiz veya eksik ehliyetli sayılanlar (akıl hastaları, matuh, sefih vb.) mirasçı olabilirler, kendilerine vasiyet yapılabilir, lehlerine vakıf kurulabilir, kendileri için satın alınan malların mülkiyetini kazanırlar. Aynı şekilde aleyhlerinde birtakım borçlar da sabit olur. Kanunî temsilcileri olan velî veya vasilerinin onlar adına yapabildikleri satış vb. hukukî muamelelerden doğan borçlar, ayrıca nafaka nevinden olan borçlar haklarında sabit olur. Haksız fiilleriyle bir kimsenin maiına zarar verirlerse tazmin etmek zorundadırlar. Zira kölelik bir tarafa bırakılacak olursa bu ehliyet arızalarını taşıyanlar tam bir vücûb (hak) ehliyetine sahiptirler. Şu halde bu arızaların etkisi sadece edâ (fiil) ehliyetiyle ilgilidir.
Ehliyet arızalarının bir kısmı var oluşlarıyla kişiyi kısıtlı (mahcur) kılarlar; ayrıca mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. Akıl hastalığı, bunama {Mecelle, md. 957] ve ölümle sonuçlanan hastalık böyledir. Bir kısmı ise kendiliğinden kısıtlamaz, bunun için mahkeme kararına ihtiyaç vardır: sefeh ve borçlu olmak gibi {Mecelle, md. 958-959).
Ehliyet arızaları ve doğurdukları hukukî neticeler için {bk. ateh; baygınlık;
CÜNÛN; İFLÂS; KÖLE; MARAZ-ı MEVT; SARHOŞLUK; SEFEH; UYKU). BİBLİYOGRAFYA:
Dostları ilə paylaş: |