Rak kabul edilen ve Mezopotamya'nın "Aslan avcıları" kabartması ile yakın benzerliği bulunan "Avcılar paletfnde, avcılar grubu



Yüklə 1,07 Mb.
səhifə9/25
tarix03.01.2019
ölçüsü1,07 Mb.
#88916
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   25

IV ve V. yüzyıldan itibaren kuzeyli bar­bar kavimler güneye doğru akarak geniş bir göç hareketinin sebebi oldular. Bar­bar istilâlarının meydana getirdiği nü­fusun yer değiştirmesi olayına paralel biçimde Hıristiyanlık da her yanda ya­yılmaya başladı ve istilâcıların da kabu­lü ile iyice popüler hale geldi. Ancak kı­sa bir süre için de olsa barbar kavimler kilisenin reddettiği Ariusçu doktrini be­nimsediler. Hıristiyanlığın bütün Avru­pa'da yayılması, V. yüzyıl ile XIII. yüzyıl arasındaki geniş bir süreç içerisinde ta­mamlanmıştır. IV. yüzyıla kadar Orta ve Güney Avrupa'da gelişen Hıristiyanlık.

430 civarında irlanda'da faaliyet göste­ren St. Patrick ile Britanya adalarına gir­di. 550-800 yılları arasında İrlanda hızlı bir şekilde hıristiyan oldu. İngilizler ara­sında dini yayanlar da İrlandalı misyo­nerlerdir. 768 yılında Frank tahtına ge­çen Charlemagne Hıristiyanlık ile devle­ti birleştirdi ve böylece VIII. yüzyıldan İti­baren kilise ve devlet iç içe iki kurum oldu. 772-804 yılları arasında Charle-magne'ın Elbe ve Ems arasındaki Sak-sonlar'a dini zorla kabul ettirmesi üze­rine Hıristiyanlık kuzey sınırlarına dayan­dı. Yine Charlemagne 801 "de Moravyalı Slav Çekleri'ni hıristiyan dinine girmeye zorladı. Bohemya'da IX. yüzyıldan itiba­ren Bizanslı Kril ve Methodius kardeş­ler faaliyet gösterdiler. 865'ten itibaren kuzey ülkelerinde Hıristiyanlık köklü bir şekilde yerleşti. Balkan Bulgarları Hıris­tiyanlığı 845-865 yılları civarında Patrik Photius'un vasıtasıyla İstanbul'dan alır­larken Polonyalılar 967'den itibaren yö­netici sınıflar arasından başlamak üze­re Roma formundaki Hıristiyanlığı kabul ettiler. Prusya putperestleri arasında ilk misyon faaliyetleri Prag'ın ikinci piskopo­su Adelbert tarafından X. yüzyılda baş­latıldı. Yine bu tarihte Macarlar da Hı­ristiyanlığı kabul ettiler. Rusya, 954'te Kief Prensesi Ûlga'nın Hıristiyanlığı ka­bul etmesiyle yeni dine girmiş oldu. Böy­lece X. yüzyılın sonuna doğru Avrupa'nın tamamına yakın bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etti ve bu dinin sınırlan Akdeniz'­den Baltık kıyılarına kadar uzandı. Mis­yonerlik faaliyeti, biri köylerde sürdürü­len St. Benedict, St Pachomius ve St. Basil'in kurduğu manastırlar etrafında kümeleşen keşiş hareketi ve diğeri doğ­rudan papalığın resmî makamlarınca şe­hirlerde ve aydınlar arasında yürütülen ruhban (clergy) hareketi olmak üzere iki ayrı koldan yürütüldü. Bu süreç içeri­sinde özellikle kuzeyli putperest unsur­lar Hıristiyanlığa girdi.

Hıristiyanlığın otoritesi, tarihi Konstan-tin'in imparatorluk merkezini İstanbul'a taşıyışına kadar giden ve IX. yüzyılda Slavlar'ın hıristiyanlaştırılması işlemini İstanbul kilisesinin üstlenmesiyle zirve­sine varan din kisvesi altındaki bir dizi politik çekişme sonucu ikiye ayrıldı ve Avrupa kilisesi Doğu kilisesinden koptu (1054). Bu tarihten çok kısa bir süre son­ra kuzeyden gelen bazı savaşçı kavimie-ri kilise belli bir hedef etrafında toplaya­rak XI. yüzyılın başlarında Pierre l'Ermi-te'in çabalarıyla Kudüs'ü müslümanlar-dan kurtarmak üzere sefere çağırdı. So-

133


nuçları Avrupa için acı olsa da Haçlı se­ferleri Hıristiyanlığın birleştirici bir rol oynamasına yol açtı. XII. yüzyılın ortala­rında Bolonyalı keşiş Gratianus'un Ro­ma hukukunu örnek alarak "Decretum" denilen bir külliyat meydana getirmesi üzerine kiliseyle ilgili bütün prensipler bir yerde toplanmış oldu. XIV. yüzyıldan itibaren mistik bir akım bütün Avrupa'yı sardı. Özellikle Hollanda ve Almanya gi­bi ülkeler bu akıma kaynaklık etti. Bu­nun sonucunda Oxford Üniversitesi ho­calarından VVycliff, St. Paul'un yazıların­dan hareketle papaların ve ruhbanların yetkisine ilk darbeyi vuracak şekilde, in­sanın başkasının aracılığı olmadan ken­di kurtuluşunu sağlayabileceği görüşünü ileri sürdü. Akademik çevrelerden ruh­ban sınıfının otoritesine karşı geliştiri­len sessiz direnişler XVI. yüzyıldan iti­baren Protestanlığın bayrağı altında top­lanmış ve papanın sarsılmaz yetkisine karşı ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Feodalite devri müddetince (IX. yüzyıl­dan itibaren) gerek İslâm gerek Bizans ve gerekse kendi iç dünyasından kaynak­lanan sebeplerle Hıristiyanlık o kadar bü­yük bir değişmeye uğradı ki bu tarihten itibaren Hıristiyanlığa değişik bir göz­le bakmak mümkündür. Erken Ortaçağ müddetince Hıristiyanlığa karamsarlık hâkimdi; insanın tabiatı serdi ve o do­ğuştan günahkârdı. XIII. yüzyıi ile birlik­te bu kavramlar değişmeye başladı. Bu dünyadaki hayat önem kazandı; insanın bütünüyle kötü olmadığına inanıldı. Kilise teologları da Tann'nın olağan üstü bü­yüklüğü (zat-ı kibriyâsı) yerine ilâhî adalet ve inayet fikrine önem vermeye başladı­lar. Aquinolu Thomas (XIII. yüzyıl) Augus-tine'nin takipçisi olarak sosyal bir felse­fe geliştirdi. Yine bu tarihlerde teorik çekişmelerin dışında teması sevgi ve in­ziva olan çeşitli tarikatlar kuruldu. Bun­ların en önemlilerinden biri Assisli St. Françis'inkidir (1182-1226). XI. yüzyılda Cluny zâhidleri, Carthusian tarikatı, daha önce IV. yüzyılda ortaya çıkan ilk mün-

zevi hayat tarzını ilerleterek hümanist bir fikir sistemi ürettiler.

XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa'da ge­rek ekonomik gerekse politik açıdan ba­zı önemli ilerlemeler olmuş, orta sınıf ti­caretin ve refahın göstergesi olarak kal­kınmıştır. Bu refaha paralel olarak kili­se de zenginleşmiştir. Papalık artan re­fah karşısında kilisenin gelirlerini tek elde toplamaya teşebbüs etmiş ve bun­da kısmen muvaffak olmuştur. Papalık vergi toplama işini bankalara bırakmış ve zamanla kiliselerden para toplama işini üstlenen özel bankalar doğmuştur. Bankaların bu işe el atması ile din ve para işlemi aynı anlama gelmeye başla­mıştır. Kilisede doktrinel çekişmelerin dışında yozlaşmanın temel kaynağını bu alışveriş ilişkisi oluşturur. Bu yozlaşma­lar, reformlara kadar gidecek bir süreç içerisinde artarak devam etmiştir.

Reform hareketlerinin (1517-1600) ilk önce Almanya'da başlamasının sebeple­ri arasında, bu bölgenin diğer Avrupa ülkelerine göre daha geri kalmış olması ve Rönesans olayı ile daha az temasta bulunması gösterilebilir. Ortaçağ Alman­ya'da bütün kurumlarıyla kökleşmişti. Kapitalizme geçişin zorluğu, ticaret yol­larının bu ülkeye pek uğramamasının yarattığı bir sonuç oluyordu. XV!. yüzyı­lın şafağı ile birlikte Almanya dinî bir ye­nilenme için elverişli hale gelmiş bulu­nuyordu. Gerekli olan bu hareketi baş­latacak bir liderdi ki bu da Martin Lut-her'in (ö. 15461 şahsında gerçekleşti.

Luther, bir hıristiyanın kendi iyi fiilleri ve ibadetleri sayesinde değil Tanrı'nın inayeti ve rahmetiyle temize çıkacağını yani ebedî selâmete erişeceğini, bunun ise ancak Hz. İsa'nın şefaatiyle kurtula­cağına iman eden itikad sahibi kimsele­re bahşedileceğini öne sürdü. Buradan Luther "sadece iman ile mümin olma" akîdesini çıkardı. Papanın otoritesini red­detti ve vaftizle kominyon hariç hiçbir takdis âyinini kabul etmedi. Luther tara­fından geliştirilen özel Protestanlık for-

mu, resmî din olduğu Almanya, Danimar­ka, Norveç ve İsveç dışında kalan ülkeler­deki diğer reform hareketlerini doktri­nel yönden ziyade sosyal bir hareket ola­rak etkilemiştir.

İsviçre'de Protestan ihtilâlinin babası Ulrich Zwingli'dir (ö, 1531). Togqenburg'-da Wildhaus'da doğan Zwingli, Viyana ve Basel'de eğitim gördü. Luther gibi o da insanın tanrıyla doğrudan, aracısız iliş­kisine ve dinî törenlerin sadeliğine önem vermiştir. Zvuingli'nin teorisi oldukça so­yuttur; ona göre kurtuluş âyinlerin ve diğer dinî törenlerin hiçbir payı olmayan bir nefis mücahedesinin sonundadır.

Jean Calvin (ö. 1564) İsviçre'nin tari­hinde Önemli bir rol oynamakla birlikte aslen Fransız'dır. Orleans'ta hukuk öğre­nimi yaptıktan sonra 1534'te hüküme­tin farklı görüşlere mensup kişilere kar­şı başlattığı saldırı dolayısıyla İsviçre'­ye kaçmıştır. Calvin, teolojisinin temel­lerini Christianae Religionis însütutio, 1536 (Hıristiyan Dininin Kurumları) adlı ese­rinde atmıştır. Onun dini Luther'inkin-den pek çok açıdan farklıdır. Her şeyden önce hukuk ve disipline daha çok yer ve­rir. Luther vicdana önem verdiği halde Calvin hukukun üstünlüğüne önem ver­miştir. Calvin'in dini Musevîliğin Eski Ahid'ine oldukça yakındır. Musevîliğin ti­caret prensibini geliştirdiği de söylene­bilir. Calvinciliğin halk arasında yayılma­sı isviçre ile sınırlı kalmadı. Ticarî ve ma­lî konuların önem kazandığı her Batı Av­rupa ülkesinde benimsendi. Fransa'nın Huquenotlan. İngiltere'nin Püritenleri, İs-koçya'nın Presbiteryenleri. Hoilanda'da-ki Reform kilisesinin taraftarları Calvin-ci'dirler; bu mezhep Özellikle burjuva ke­siminin dini olmuştur.

İngiltere'de Protestan reformunu 1570 yılından itibaren resmî kilise kabul edi­len Anglikan Kilisesi temsil eder. İskoç-ya'da John Knox'un (ö. 1572) kurduğu Presbiteryen Kilisesi de Anglikan Kilise-si'nin bir devamıdır. 1560'tan itibaren resmî İskoç kilisesi olarak kabul edildi.

Protestan kiliselerinin kurulması kar­şısında Katolik kiliseler de reform ihti-

yacını hissettiler. İtalya ve İspanya'daki bazı tarikatların ön ayak olduğu bu re­form sonucu Cizvit teşkilâtı kuruldu. Bir nevi münzeviler grubu olan bu teşkilât kısa zamanda büyük bir güç elde etti ve Avrupa'da yönetilen misyon hareketle­rin ana unsuru olma sıfatını kazandı.

XVI. yüzyılın ortasında toplanan Tren-te Ruhanî Meclisi bir dizi tedbir alarak bazı esaslar kabul etti ve papalık büyük bir yetkiye kavuştu. Bu konsey sonucu Katolik kilisesi güney devletlerini, Fran­sa, İrlanda, Avusturya ve Polonya'yı mu­hafaza etti; Almanya ve Hollanda'yı da Protestan kiliseleriyle paylaştı.

Reformlardan doğan önemli bir mez­hep de Anabaptist hareketidir. İsviçre'­de doğup gelişen bu hareket reformları yeterli bulmamış ve onları bazı konular­da eleştirmiştir. Devlete vergi ödeme­yen, askerliğe ve resmî görevlerde ça­lışmaya karşı çıkan Anabaptistler kilise­lerin uzun zaman zulmüne mâruz kal­mış ve Avrupa kıtasından silinmişlerdir. Bugün kısmen Amerika ve Avrupa'daki bazı Protestan kiliselerine bağımlı ola­rak küçük gruplar halinde yaşamakta­dırlar. Bu büyük reform hiziplerinin ya­nında XVII ve XVIII. yüzyıllarda ortaya çıkan Kuveykırlar, Metodistler, Asompsi-yonistler gibi pek çok Protestan kökenli mezhep de Avrupa'da yayılma imkânı bulmuştur.

XVI ve XVII. yüzyıllarda akılcı felsefe ile Hıristiyanlık dünyasında teslis* e kar­şı çıkan ve Hz. îsâ'nın tanrılığını redde­den görüş, kilisenin Ariusçu sapıklık ola­rak nitelendirdiği Unitarian hareketini ortaya çıkardı. Unitarian hareketinin kö­keni, VIII. yüzyılın sonunda İspanya'da Urgelli Felix'in (ö. 818) İslâm'ın etkisin­de kalarak teslisi reddetmesine kadar çıkar. Bu hareket XVI ve XVII. yüzyılda

Polonya ve Macaristan'da gelişmiş ve re­vizyona uğramış görünür. Daha sonrala­rı İngiltere ve Amerika'da tutunmuştur. Michael Servetus (ö. 1553), Girgio Bland-rata (ö. 1563), Francis David (ö. 1579), Fausto Sozzini (ö. 1604), John Biddle (ö. 1662) ve Joseph Priestley (ö. 1800) önde gelen Unitarianlar'dır. 1789 Fransız İh-tilali'nden sonra Avrupa'da din, bilimin ve teknolojinin getirdiği yeniliklerle ve bunların sosyal alana yansımasıyla özel­likle orta sınıf arasında güç kazandı. Ge­nel olarak dinin akîde yönünden ziyade ahlâk yönüne ağırlık verildi. Misyonerlik faaliyetleriyle politika da bu tarihten iti­baren iç içe girmiş ve din devletin, gün­lük hayatın ihtiyaçları için kullandığı bir araç haline gelmiştir.

XIX. yüzyılda kilisede birtakım modern­leştirme hareketleri başlatılmışsa da Pa­pa X. Pius'un kargı çıkmasıyla revizyon ihtimali ortadan kalkmıştır. XIX. yüzyı­lın başlarından itibaren sosyalist fikir­lerin gelişmesiyle Avrupa'da din ikinci plana düşmüş ve ancak inanç düzeyinde halk kitleleri arasında varlığını sürdür­müştür. Milliyetçiliğin gelişmesiyle bir­likte Hıristiyanlık'tan doğan antisemitik hareket, ırk ve dini kitleler arasında bir­leştirici bir konuma sokmuştur. Sosyalist ülkelerin ortaya çıkışı ile birlikte din Sov­yetler Birliği gibi katı merkeziyetçi sis­temlerde Önemini kaybetmişse de son yıllarda önce Polonya'da ve daha sonra diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yönetim­lere karşı gelişen hürriyetçi halk hare­ketlerinde çok önemli rol oynamıştır. Bu ülkelerde kiliseler halk hareketlerini des­teklemenin ötesinde halkı harekete ge­çirmiş ve ayaklanmaları yönlendirmişler­dir. Özellikle 1989'da otoriter komünist yönetimlerin iş başından uzaklaştırılma­larından sonra oluşan yeni siyasî yap: içerisinde, din hürriyeti konusunda daha
olumlu bir yol takip edilerek kapalı mâ-bedlerin açılmasına izin veriimiştir. Sov­yetler Birliği'nde de 1985'ten bu yana uygulanan "glasnost" ve "perestroika" çerçevesinde halka bazı yeni haklar sağ­lanmaya başlandığı gözlenmektedir.

XX. yüzyılda kuzey ülkelerinin Protes­tanlığı ve güneyin Katolikliği sabit ol­makla beraber bu ayırım net bir farklı­lık ortaya koymamaktadır; ancak daha tutucu bir Katoliklik'ten bahsedilebilir. Bu haliyle Katoliklik Protestanlığa göre daha merkeziyetçidir; Protestanlık ise daha açık bir tavırla Avrupa'nın misyon faaliyetini elinde tutmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

C. Clemen, Religions of the Wortd, London 1931, s. 176, 177, 179, 183, 188, 189, 190, 217, 218. 220, 227, 228, 243, 252; E. McNalI Burns, Western Ciuilizations, New York 1958, 1, 147, 148, 215, 434, 457, 465, 467, 468; C. Seignobos, Aurupa Milletlerinin Mukayeseli Ta­rihi (trc. Semih Tiryakioğlu), İstanbul 1960, s. 79, 93, 99, 177, 178, 179; G. R. Elton. Refor-mation Europe, London 1963, s. 210, 211; J. Michell, Astron Archaeology, London 1977, s. 12, 13, 14; Günay Tümer - Abdurrahman Kü­çük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 174-175; H. O. Evenneft, The Reformation, London, ts., s. 8, 9, 15, 16, 26, 27; J. Lebreton, Gnosüctsm, Marcionism and Manicheism, London, ts., s. 19, 20, 25, 26; P. Hughes, The Church in the Christian Roman Empire, London, ts., s. 2, 3, 7, 8; "Europe", EJtL, VI, 974-976; Edv. Leh-mann, "Cristmas Customs", ERE, III, 608-610; A. H. Keane, "Europe", a.e., V, 593; H. J. Rose. "Festivals and Fasts (Greek)", a.e., V, 857-863. m

ffil Kürşat Demirci

II. TARİH

Avrupa Kavramı. Coğrafî tanımlaması dışında "Avrupa", tarihî ve felsefî anla­mı itibariyle çok geniş ve zamanla ar­tan bir çağrışım zenginliği içinde günü­müze erişmiş bir kavramdır. İlkçağ'lar-da değişik anlamlar kazanmış olan bu kelime milâttan sonra 400'lerde Akde­niz havzasının yazılı kaynaklarında. Ro­ma İmparatorluğu'nun Akdeniz bölgesi­nin kuzey kısımları için kullanılırken Ro­ma dünyası dışında daha farklı tanım­lamalarda anlam bulmaktaydı. Avrupa kavramı VI. yüzyılda genel olarak Galya-Kuzey Alpler havzasını tanımlamaktay­dı. Kelime genelde pek kullanılmamakla beraber ihtiva ettiği anlam pek yabancı gelmemekteydi. Geç-Antike boyunca Av­rupa kavramı zihinlerde "Roma dünyası" (Orbis Romanus) ve "imparatorluk" (im-perium) kavramlarından pek uzak olma­yan bir yer işgal etmiştir. Roma İmpa­ratorluğu bünyesinde "Orient" (Şark) ve "Occident" (Garb) ayırımı bilinen bir şey-

135


di. Ancak bu iki kelime VI11. yüzyılın or­talarına kadar yekpare bir dünyanın iki­ye ayrılmışlığından çok bunun bir ve ay­nı bütüne aidiyeti ve bir bütün içinde or­taklaşa yer aldığını ifade etmekteydi. Za­manla kilise siyasetinin geliştirdiği şart­lardan kaynaklanan bu iki kavram ara­sındaki uzaklaşma, VIII. yüzyıldan sonra birbirine anlamca zıt iki kavramın oluş­masına yol açtı. Şuur altında zaten mev­cut olan Roma ve Grek zıddiyeti kilise­nin parçalanmasına paralel olarak ge­lişti.

Genellikle "barbar" adı ile anılan ka­vimlerin göçü, Got ve Hun akınları ve is­tilâları, sadece Roma coğrafyasında yer edinen hiristiyan dünyasının kuzey kı­sımlarını değil bu kuzey kısmının kıta­daki kuzey sınırlarını da Avrupa telakki­si içine almıştır. Roma-hıristiyan dünya­sını tehdit eden barbarlara karşı göste­rilen direnişler Avrupa kavramının ge­lişmesinde etkili olmuştur. Böylece bir VIII. yüzyıl kroniği, Kari Martel'in [714-741) Arapiar'a karşı verdiği mücadele münasebetiyle, bir daha birkaç yüzyıl boyunca kullanılmayacak olsa bile Avru­pa tabirini açık olarak ve hıristiyan-Ro­ma karakteri içinde ilk defa belirtmek­teydi. Avrupa kelimesi, ihtiva ettiği kav­ramın tarihî gelişimi içinde sadece ve belki de ilk defa, Büyük Kari (Karolus Magnus, 768-814) zamanında üstün bir rol oynamıştır. Karolenjler devrinde Ro­ma İmparatorluğu'ndan büyük farklı­lıklar gösteren Franklar'in bütün Frank boylarını çok aşan hükümranlık sahala­rını kapsayabilecek yeni bir terminoloji­ye ihtiyaç duyulduğunda Avrupa tabiri uzun bir zaman için isabetli bir tanımla-

ma getirmiş ve hatta zaman zaman Bü­yük Kari İmparatorluğu'nun adlandırıl­masında kullanılır gibi olmuştur. Bu im­paratorluğun yıkılmasıyla beraber, özel­likle Roma'nın faaliyetleri neticesinde, Karolenjler'le benzerlik kazanan ve Karl-man İmparatorluğu çağrışımı yapan bu Avrupa tabirinden uzaklaşıldı ve Avrupa siyasî bir terim olarak yerini bu anlam­da "imperium"a bırakıp ikinci planda kaldı ve unutuldu. Kelimenin Ortaçağ'lar boyunca zaman zaman hatırlanması ise ancak Karolenj geleneğinin söz konusu edilmesi vesilesiyle oldu. Geç-Ortaçağ'-lardaki [XIII. yüzyıl) Latin-hiristiyan dün­yasının hıristiyan olmayanlarca (Türk-Ta-tar/Moğol) tehdit edilmesi, ortak dire­niş mefhumu olarak Avrupa kavramını tekrar ortaya çıkardı. Özellikle XV. yüz­yıldan itibaren baş gösteren Osmanlı -Türk tehlikesi, Avrupa tabirinin günü­müze kadar yaygın olarak kullanılması­nı sağladı ve "popülarize" etti.

"Manevî ve felsefî" anlamdaki Avru­pa'nın sınırları ise, 1. Grek-Latin dünya­sına ve medeniyetine mensup olup, bu dünyanın dili, felsefesi, edebiyatı, mito­lojisi ile yoğurulmuş bulunmak, 2. Katolik hıristiyan olmak, 3. Rönesans'ı, Reform'u ve karşı-reformu yaşamış olmak şeklin­de çizilebilir. Coğrafî Avrupa bu üç kıs­tasa göre değerlendirilirse bunun, "Garp âlemi" de (Abendland) denilen günümüz Batı Avrupa ülkelerini içine aldığı ve Yu­nanistan hariç bugünkü Avrupa Toplu­luğu devletleriyle denk düştüğü görü­lür. Bunun dışında kalan Yunanistan da­hil bütün Balkanlar ve Rusya, dolayısıy­la bütün Ortodoks dünyası (Doğu Avru­pa), bu kültür bütünlüğünün dışında ka­lan ve bu dünyaya yabancı (barbar) olan bölgeler kabul edilmekteydi.

Bu anlamda Avrupa, Roma İmparator­luğu'nun enkazı üzerine kurulan Kato­lik hıristiyan dininin ruh verdiği, kuzey­den gelen ve Akdeniz kültürüne giren çeşitli kavimlerin karışımıyla oluşan bir küçük devletler dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Ancak 800'lerde Büyük Kari zamanında bile Hıristiyanlık henüz coğ­rafî Avrupa'nın çok küçük bir kısmına yayılabilmiş ve zaman zaman tamamen ortadan kalkabileceğine dair çoK ciddi endişeler de duyulmuştur. Nitekim İs­panya bir asırdan beri müslümanların elindeydi. İtalya, Fransa, bugünkü Al­manya'nın bir kısmı, İngiltere ve İrlan­da'nın bir bölümü ve nihayet Balkan-lar'ın özellikle sahil şeritleri Hıristiyan­lığın yayıldığı yerlerdir. Böylece Hıristi-

yanlığın yaygınlaştırılması basta gelen faaliyetlerden biri olmuştur. Hıristiyan­lığın yayılmasında gezici, kolonize edici rahip ve azizler önemli roller üstlenmiş­lerdir. Özellikle Aziz Benedik (ö. 543] ve tarikatı bu alanda en kaiıcı hizmeti ver­di. Hıristiyanlık, Bavyera ve Yukarı İtal­ya'dan başlayan Katolik misyonerliği ve aynı zamanda Bizans tarafından sür­dürülen faaliyetlerle birlikte yayılmasını devam ettirdi, 865'te Bulgarlar artık Hı­ristiyanlığı kabul etmişlerdi. Böylece Bal­kan yarımadasında Hıristiyanlık önemli bir gelişme kaydetmeye başladı. Hıristi-yanlaştırma ile Slav devletçikleri de ya­vaş yavaş ortaya çıktı. İlk kurulan Slav devleti olarak Hırvatistan, daha sonra IX, yüzyıl ortalarında Büyük Morayya Dev­leti teşekkül etti. Hıristiyan misyoner­leri coğrafî Avrupa'nın fethine, özellikle Avarlar'ın bir tehdit unsuru ve engel ol­maktan çıkartılmaları ile (798) daha bü­yük bir hızla devam ettiler. Papalık ileri noktalarda ilk piskoposluklarını kurma­ya (Ölmütz / Bohemya, Gnesen / Polonya, Gran/Macaristan). İlk hıristiyan krallarını "aziz", taçlarını ise "kutsal" ilân etmeye başladı. Macar Kralı Aziz Stephan (997-1038) ve Macarlar'ın kutsal Stephan tacı, Moskova Knezi Aziz Vlademir (979-1015), Bohemya Kralı Aziz Wenzel (ö. 929) ola­rak adlandırıldılar. Hıristiyanlık yavaş ya­vaş politik ve kültürel bir zaruret, siyasî yönden ayakta kalabilmenin vazgeçilmez bir şartı haline geldi. Doğu Roma, Kut­sal Roma Germen İmparatorluğu ve pa­palık tarafından desteklenmenin ilk ve son şartı hıristiyan olmaktı ve misyo­nerlik X. yüzyıla kadar süren bu ilk bü­yük kolonizasyon ile beraber yürüyerek gelişti ve yayıldı.

Ortaçağ Avrupası. Fransa, Almanya ve İtalya'nın büyük bir kısmını idaresi altı­na alan, Bohemya ve Orta Tuna bölge­lerine kadar hükümranlığını genişleten Büyük Kari, Pannonya'da (Macaristan) ku­rulmuş olan Avar Devleti'ne son verdi (795-796). Slavlar'a karşı kazandığı bü­yük başarıları ve büyük hükümdarlık va­sıflan yüzünden Karl'ın ismi (Slavca JIKo-rol"), bütün Slav dillerine "hükümdar" karşılığı olan kral kelimesini kazandırdı. Bununla beraber Avar tehlikesinin orta­dan kalkmasıyla başlayan ve bir asır ka­dar devam eden Tuna havzasının kolo-nizasyonu ve dolayısıyla hıristiyanlaştı-nlma faaliyetleri Macarlar'ın ortaya çık­malarıyla sonuçsuz kaldı (895). Macar tehlikesi ancak Alman Kralı I. Otto'nun (936-973, 962'den beri Kutsal Roma Ger­men imparatoru) Augsburg'u muhasara

eden Macarlar'ı ağır bir hezimete uğ­rattığı Lechfeld Zaferi ile kesin bir şe­kilde yok edilebildi (955). Bu büyük he­zimet Macarlar'ın sonraki yıllarında Or­ta Tuna havzasını yurt edinerek yerleş­melerine, kısa bir zaman sonra da Hı­ristiyanlığı kabul etmelerine yol açtı.

1000 senesi Avrupa'da yalnızca kro­nolojik olarak bir dönüm noktası olma­dı, aynı zamanda hıristiyanları kıyamet vaktinin geldiği beklentisi içine sürük­ledi. Bu korkulu bekleyiş ve Hz. îsâ'nın yeryüzüne inerek "1000 yıl sürecek Tan­rı devleti"ni kuracağı inancı, Avrupa'nın henüz Hıristiyanlığın yayılmadığı geniş bölgelerine doğru büyük bir misyoner­lik faaliyetine sebebiyet verdi. Wareger ülkesine (Kiev / Rusya). Dinyeper'in öte yakalarına kadar uzanan bu misyoner­lik faaliyetleri Hıristiyanlığın yayılmasını sağlarken kıyamet beklentileri derin ve koyu bir dindarlığı ortaya çıkardı. Avru­pa'nın pek çok yerinde büyük katedral­ler, bu korkulu bekleyişin mutlu sonuna bir şükran nişanesi olarak yükselmeye başladı. 1000 yılı bütün Avrupa'da, tari­hin Hz. îsâ'nın doğumu (milât) ile başla­tılmasının da yaygınlık kazandığı bir yıl oldu. Böylece Hıristiyanlığın zaferi neti­cesinde eski barbar kavimleri, yerlerini yavaş yavaş örneklerini Bizans'tan, Bul­gar, Rus veya Alman Krallığı'ndan alan, Hırvat, Çek, Macar, Polonya gibi büyük ve yeni hıristiyan devletlerine bıraktı.

Roma'nın diğer piskoposluklardan da­ha üstün bir mevkiye sahip olması ve Şark'taki kadim piskoposluklar üzerinde üstünlük iddiaları IV. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş ortaya atılmaya ve giderek açıkça tartışılmaya başlandı ve Avrupa'­nın siyasî gündeminde papalığın önem­li bir yer işgal etmesine yol açtı. Roma başpiskoposunun üstünlüğü 1. Leo'nun papalığı zamanında (440-461) kuvvet bul­du. Ancak papanın, Hz. îsâ'nın halefi ve havari Petrus'un vekili olduğu ve yanıl­mazlığı gibi iddiaları, Hz. îsâ'nın şahsi­yeti üzerinde yoğunlaşacak tartışmalar, sadece Katolik kilisesinin teşkilâtlanma süresinde değil Doğu ve Batı kiliselerinin bu konulara dair görüş farklılıklarından ve "cihanşümullük" iddialarından ötürü, birbirlerinden kesin bir şekilde uzaklaş­malarında da önemli bir rol oynadı (1054, "Büyük î'tizal"). Papanın otoritesinin dünyevî güçler üzerinde olması gerekti­ği inanışı, piskoposların dünyevî otorite-lerce tayinlerine karşı verilen mücadele ile doruk noktasına çıktı. Papalar yalnız kralları değil, başlarına taç geçirdikleri-

ni de Kutsal Roma'nın takdis ettiği "im­parator" olarak yüceltip kutsamaktay­dı. Kilisenin genel telakkisi İçinde, kili­se ve ilâhi kanunlara dayanmayan dün­yevî hükümdarlıkların hiçbir değeri ola­mayacağı inancına geçerlilik kazandırıl­mak istenmekteydi. Bu durumda papa­lar ve hükümdarlar arasında piskoposla­rın dünyevî güçlerce tayin edilemeyece­ği meselesinden doğan çatışma. Papa VII. Gregor'un Kaiser ve Alman Kralı IV. Heinrich'i afaroz etmesiyle had safhası­na ulaşan büyük bir mücadeleye yol aç­tı (1075-10771. Ruhanî ve cismanî önder­lik iddialarına kuvvet kazandıran papa­lık, Haçlı seferlerinin 11096-1270) oluştu­rulmasında birinci derecede mesul idi. Ancak hükümdarlıkların da "mukaddes yerler"in kurtarılması bahanesiyle, olay­dan iktisadî ve şahsî güç politikalarını geliştirmek amacıyla İstifade etmeye ça­lışmaları ve hedefini saptırmaları, Haç­lı zihniyetinin görünüşteki saf dinî ka­rakterine gölge düşürdü. XIV. yüzyılda uzun bir müddet (1309-1377) Roma ye­rine Avignon'da oturmak zorunda bıra­kılan papalar bu zaman zarfında Fran­sa krallarının politikalarına hizmet eder bir hale düştüler. İngiltere ile "Yüzyıl sa­vaşları" (1339-1453) olarak bilinen mü­cadelelerden sonra feodal güçlerin de zayıflamış olmasından faydalanarak mil­lî birliği kurma imkânını bulan Fransa kralları yeni bürokratik kadroları, dü­zenli maliyeleri ve sürekli ordularıyla ön plana çıkacak merkezî bir idarenin te­mellerini atmaya muvaffak oldular. Böy­lece Fransa'ya benzer tarzda İngiltere, İspanya, İsveç, Danimarka, Norveç gibi millî bünyeli devletler yükselmeye baş­larken asıl unsuru Almanlar'a dayanan ve Habsburg hânedanınca temsil edilen


Yüklə 1,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin