Lisânü'i-'Arab, "'arz" md.; et-Te'rîfât, "earz" md.; M. Ebû Zehre, Uşûlü'l-fıkh, Kahire, ts., s. 268-289; Zerkâ. el-Fıkhü'l-İslâmî, II, 799-803: M. Hiidarî Bey, Uşülul-fıkh, Kahire 1969, s. 94-110; Mecelle, md. 957,' 958-959; Abdülke-rîm Zeydan. el-Medhal, Bağdad 1976, s. 316-334; Ali Himmet [Berki], "Ânz", "Arıza", İTA,
1,521-528. rn
IHI M. Akif Aydın
AVARIZ
Osmanlı maliyesinde bir vergi terimi.
Sözlükte "sonradan meydana gelen, aslî ve sabit olanın zıddı" gibi mânaları bulunan avarızın Osmanlı maliyesinde, vergi ve bütçe terimi olarak birbirine bağlı anlamlan vardır. Osmanlılar'da vergi ve nüfus tesbitleri aile (hane) sayımına dayanır, sayımlarda da vergi verebilecek durumda olan nüfus esas kabul
edilirdi. Bu sebeple sadece aile reisleri ve ailelerin kazanç sağlayabilecek durumda olan erkek fertleri sayılır, bu sonuncular mücerred (bekâr) olarak gösterilirdi. Osmanlı tahrir defterlerinde nüfus, "avarız hanesi" ve "hâne-i gayr ez-avânz" olarak ikiye ayrılırdı. Avarız haneleri, vergilendirilebilir yahut fiilen vergilendirilmiş olan haneleri gösterirdi. Diğeri ise derbencTcilik, tuzculuk, madencilik, celeplik, şahincilik gibi belirli bir hizmetle yükümlü olanları; kadı, nâib, sipahi, muhassıl, müderris gibi resmî görevlileri; imam. hatip, müezzin, zâviye-dar, şeyh. seyyid gibi din adamlarını; körlük, delilik, düşkünlük gibi bedenî sakatlıkları olan kimseleri içine almakta olup vergilerin tamamından veya bir kısmından muafiyeti ifade ederdi. Muafiyet sebebi olan hizmetlerin çoğu avârız-ı dî-vâniyye ve tekâlif*-i örfiyyeden sayılan yükümlülüklerdendi. Belirli bir hizmetle mükellef olana ayrıca başka bir hizmet yüklenemezdi. Meselâ tuzcuya tersanede dülgerlik, devlete ait inşaatlarda ustalık mecburiyeti konmazdı. Saraya şahin, atmaca gibi avcı kuşları yetiştirip getirenler, bunların yuvalarını bekleyenler, öşür. cizye gibi şer'î vergiler yanında ispençe, koyun resmi, gerdek resmi, gümrük resmi gibi örfî vergiler, angarya hizmetler, tekâlîf-i şâkka ile devlete arpa, buğday, kereste vermek gibi avâ-nz mahiyetindeki vergilerden muaf tutulurlardı. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Balyabadra şehir halkına, şehrin etrafındaki suriarı yapmak ve onarmak karşılığında muafnâme verilmişti. Bunlar bu muafnâme ile avârız-ı dîvâniyye ve tekâlîf-i örfiyyeden, oğullarının yeniçeri olarak alınmasından, sürgün edilmekten, subaşı ve muhtesibin müdahalelerinden, beyleri ve sipahileri ağırlamaktan, kadıların kendilerine başvurmaksızın miraslarını taksim etmesinden, ekinlerine ve bağlarına hayvan salınmasından korunmuşlardı. Ayrıca diğer vergileri de indirilmişti. Avarız hanelerinden 70 akçe alınırken muaf olanları sadece 30 akçe avarız vergisi vermekteydi. Kazaya tâbi köylerin halkı avarız bedelini 300 akçe olarak Ödemekte idi.
Vergi terimi olarak ise, yerine ve vergisine göre, sayım birimi olan gerçek avarız hanesinin dört ilâ elli hanesi bir avarız hanesini oluşturuyordu. Donanma için kürekçi istendiği zaman elli hâne başına bir kürekçi çıkarılıyordu. Diğer haneler de çıkardıkları kürekçinin harçlığını
verirlerdi. Kürekçi ihtiyacı karşılandıktan sonra kürekçi yerine bedel olarak para istenebilirdi. Avarız adı altında toplanan vergide ise dört beş gerçek hâne bir avarız hanesi sayılırdı. Bunlar avarız hanelerine dağıtılan vergiyi kendi aralarında paylaşırlar ve öderlerdi. Ayrıca be-del-i mükârî, bedel-i timâr, nüzul, sür-sat asıl avarız yahut avarız tipi vergi çe-şitlerindendi.
Osmanlı bütçelerinde ise avarız düzenli olmayan gelirlerin (vâridât-i gayr-ı mukarrere) başlıcalarını teşkil etmekteydi. Bu tip vergilerin çoğu "avarız" adı altında tahsil edilir ve bazı tahsi! fermanlarında "bedel-i avarız" olarak da geçerdi. Avarız nakit olarak alınır, nüzul ve sür-sat ise buğday, un, yağ şeklinde aynî olarak tahsil edilirdi. Avarız vergisi fevkalâde vergilerdendi ve genellikle savaş zamanlarında ihtiyaç duyulduğu takdirde toplanırdı. Fakat ardarda yapılan savaşlar bu vergiyi de normal vergiler haline getirmiştir. 828 milyon akçelik 1692 yılı bütçesinde avarız vergisinin payı 188 milyon akçe idi. Milyarı aşan 1715 bütçesinde ise bunun payı 134 milyona kadar düştü. Bu sırada tahsil edilen "im-dâd-ı seferiyye" vergisi bu payın düşmesinde rol oynamış olmalıdır. Avarız vergisi Tanzimat'la birlikte kaldırılmıştır.
Bazı hayır sahipleri tarafından kendi mahalleleri halkını bu vergi yükünden kurtarmak için avarız vakıfları kurulmuştur. Vakıf gelirleri avarıza tahsis edilir, gelir yetmediği zaman verginin geri kalan kısmını mahalle haîkı kendi aralarında paylaşarak öderlerdi. Vergi konmadığı zamanlar ise vakfın geliri kamu yararına kullanılırdı. Avarız vergisinin kaldırılması ile vakfın geliri mahalle ihtiyaçları için kullanılmaya devam etmiş, nihayet 1930'da bu da belediyelere devredilmiştir (daha geniş bilgi için bk. avA-
RIZ VAKFI)
BİBLİYOGRAFYA:
Balyabadra Kadı Sicili, Bibliotheque Nationa-le, Suppl., Turc, nr. 69; Lutfı Paşa, Âsafnâme, İstanbul 1326, s. 24; Mustafa Nuri Paşa, NetS.-yicü 'l-vuküât, İstanbul 1327, I, 66; II, 101; Ab-durrahman Vefik, Tekâlif Kauâidi, İstanbul 1328-30, s. 69-99, 182, 295; Osman Nuri Ergin, Türkiye'de Şehirciliğin Tarihi İnkişâfı, İstanbul 1936, s. 27, 108; B. Mc. Gowan. "Osmanlı Avâ-nz-Nüzul Teşekkülü, 1600-1830", TTK Bildiriler, VIII (1981), il, 1327-1391; Ahmet Taba-koğlu. Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Mâliyesi, istanbul 1985, s. 153-161; Nejat Gö-yünç, "Hâne Deyimi Hakkında", TD, sy. 32 (1979), s. 331-348; Ömer Lûtfi Barkan, "Avarız", /A, II, 13-T9. rn
İsli Halîı, Sahillioğlu
AVARIZ VAKFI
Bir köy veya mahalle halkının ödemekte güçlük çektikleri avarız, kürekçi bedeli ve diğer ihtiyaçlarına
sarfedilmek üzere kurulmuş olan ■ akar ve para vakfı. ı
Oşmanlılar'da örfî vergiler (tekâlif* i örfîyye), başlangıçta nadiren ve çok cüzi miktarlarda toplanırken giderek ihtiyaçların artması ve devlet hazinesinin bunları karşılayamaz hale gelmesi üzerine daha sık aralıklarla ve artan miktarlarda toplanır olmuştu. Bu vergileri ödemekte güçlük çeken fakir halka akar veya para olarak tahsis edilen vakıflardan yardım edilirdi. Akarların yıllık gelirinden, paraların ise işletilmesiyle elde edilen kârından yardım yapılır, böylece ana kaynağa dokunulmamış olurdu.
Bu nevi vakıflar başlangıçta doğrudan doğruya avarız* vergisi ve örfî tekâlifin karşılanmasına tahsis edilmekteydi. Ancak adı geçen vergilerin halktan toplanması uygulamasının eski önemini kaybetmesi üzerine, bu maksatla kurulmuş olan vakıfların gelirlerinin de köy veya mahalle heyetleri kararıyla uygun yerlere sarfedilmesi usulü getirilmiştir. Nitekim bu şekilde elde edilen gelir halkın karşılaştığı yangın, deprem, su baskını, salgın hastalık gibi âfetlerle fakir, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarına, kimsesiz kızların evlendirilmesine, sahipsiz cenazelerin masraflarının karşılanmasına ve iş hayatına atılanların sermaye ihtiyacına sarfe-dildiği gibi ayrıca su yolu, kaldırım, sıb-yan mektebi tamiri gibi amme hizmetleri için de kullanılmaktaydı. Böylece zamanla değişik bir mahiyet kazanan avarız vakfı daha sonra "avarız akçesi" ve "avâ-nz sandığı" olarak da adlandırılmıştır.
Müslim ve gayri müslimlerin karışık olarak oturdukları mahalle veya köylerde avarız vakfı her iki zümrenin de ihtiyaçlarına sarfedilir, vakfı yapanın müs-lüman veya gayri müslim olması buna tesir etmezdi (Ö. Hilmi Efendi, md. 181).
Avarız vakfı şeklinde bazı müesseseler gayri müslimler arasında da kurulmuş ve ortak ihtiyaçları için kullanılmıştır. Nitekim bu konuda dikkate değer bir örneğe XVII. yüzyılda rastlanmaktadır. III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan tarafından XVI. yüzyılın sonlarında inşasına başlanan Eminönü Yenicami'nin inşaatı III. Mehmed'in ölümü üzerine yarım yüzyıldan fazla bir süre öylece kalmış, daha sonra 1660 yangını bu semti harabeye çevirmişti. IV. Mehmed'in an-
nesi Hatice Turhan Sultan'ın bir cami yaptırmak istediğini öğrenen yetkililer, yarım kalan caminin ve semtin imarını Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'ya ar-zetmiş, Köprülü, teklifi Valide Sultan'a bildirince Turhan Sultan razı olmuştu. Şehrin en işlek ticaret merkezindeki evlerinin istimlâk edileceğini öğrenen ya-hudiler, kendi avarız vakıflarından külliyetli bir miktar parayı Köprülü'ye takdim edip onu bu fikirden vazgeçirmeye çalışmışlardı. Sadrazam bu teklifi şiddetle reddederek tekrarı halinde ön ayak olanları idam ettireceğini bildirmişti.
XIX ve XX. yüzyıllarda, bu tür vakıfların bünyesinde birikmiş olan paralarla bunların idaresinin, devlet tarafından alınan bir kararla kamu hizmeti gören kurumlara tahsis edildiği görülmektedir. Nitekim 1292'de (1875) Maarif Ne-zâreti'nin çıkardığı talimatnamede bu paraların sıbyan ve ibtidâî mekteplerinin ihtiyaçlarına sarfed il meşine karar verilmişti. Aynı şekilde değişik tarihlerde bu vakıflardan Hilâliahmer gibi resmî hayır kurumlarına da para tahsis edildiği görülmektedir. Cumhuriyet döneminde ise 1930 tarihli belediye kanununun 110. maddesi gereğince avarız vakıfları belediyelere intikal ettirilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Düstur, Üçüncü tertib, İstanbul 1931, V, 336; Ömer Hilmi Efendi, İthâfü'l-ahlâf fî ahkâmi'l-eukaf, İstanbul 1307, s. 10, 84 (md. 36, 181); Osman Nuri Ergin. Türkiye'de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul 1936, s. 27, 28, 108; Türkiye Maarif Tarihi, 111, 896-897; Bilmen, Kamus, IV, 294; Hüseyin Hatemî, Medenî Hukuk Tüzelkişileri, İstanbul 1979, I, 384, 740-741; Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983, s. 85-87; Ahmet Akgündüz, islâm Hukukunda ue Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s. 215-218; Osman Turan, "Selçuk Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Altım-Aba, Vakfiyyesi ve Hayatı", TTK Belleten, X[/42 (1947), s. 208-209; Ömer Lûtfi Barkan, "Avarız", İA, II, 18-19; R. Ekrem Koçu. "Avarız Sandıklan", İst A, III, 1343-1344. ı—ı
lifti Mehmet İpşirli
AVÂRİFÜ'l-MAÂRİF
Sünnî sofîliğin tanınmış temsilcilerinden Şehâbeddin es-Sühreverdî'nin
(ö. 632/1234)
tasavvufa dair eseri.
L J
Eserinin önsözünde Allah'ın zihnine ihsan ettiği her şeyi O'nun armağanı olarak gördüğünü söyleyen Sühreverdî, en büyük ilâhî lutfun "avârifü'l-maârif" ya-
109
ni marifet lutufları olduğunu ifade eder. Sühreverdî eserini, aslında şeriata uygun olan sûfüiğin esaslarını açık bir şekilde ortaya koymak ve bunları savunmak gayesiyle yazdığını söyleyerek o devirde gerçek sofilerin azaldığını, sahte sûfîlerin her tarafı istilâ ettiğini, bu yüzden sûfîiiğin mahiyetini bilmeyenlerde tasavvufa ve mutasavvıflara karşı olumsuz bir kanaat hasıi olduğunu, birçok kimsenin onları beğenmediğini ve tutumlarını reddettiğini belirtir. Bu şekilde hareket edenler sûffligi birtakım merasim ve şekillerden (âdâb ve erkân) ibaret sanmaktadır. Sûfîler hakkındaki bu yanlış kanaati ortadan kaldırmak için onları gerçek mahiyetleriyle tanıtmak gerektiğini düşünen ve böylece eserinin yazılış gayesini açıklayan Sühreverdî. bu bakımdan kendisinden evvel aynı şeyleri söylemiş olan Serrâc, Kuşeyrî ve Hüc-vîri'ye benzemektedir.
cAvârifü'l-macârif altmış üç bölümden meydana gelir. Bu bölümlerde yer alan bilgilerin çoğu daha önce aynı konuda yazılan eserlerden bazan genişletilerek, bazan da kısaltılarak aktarılmakla birlikte esere orijinallik kazandıran hususlar da bulunmaktadır; bunlar eserin tasavvuf tarihinde önemli bir yer tutmasını sağlamıştır. Vl-lX. bölümlerde sûff-İer, Melâmetîler, Kalenderîler ve bunlara özenenler hakkında verilen bilgiler, daha sonra başta Câmî olmak üzere belli başlı mutasavvıf yazarlar tarafından aynen tekrarlanmıştır. Tekke hayatını düzenleyen esaslar daha önce Ebû Saîd-i Ebü'1-Hayr (ö. 440/1049) tarafından ortaya konulmakla birlikte belli bir düzen içinde ilk olarak 'Avârifül-ma'ârif'te açıklanmıştır. Eserin bu özelliği, tekke (ribât) müessesesinin gelişmesi ve çalışma tarzının belli esaslara bağlanması bakımından büyük Önem taşır.
İhyâ'ü culûmi'd-dîn"m kenarında (Kahire 1289) ve ekinde (Beyrut 1983) birkaç defa basılan 'Avârifü'l-ma'ârif müstakil olarak da yayımlanmıştır (Beyrut 1966, 1973). Eserin ilk yarısı Abdüihalim Mah-mûd ve Mahmûd eş-Şerif tarafından tah-kikli olarak neşredilmiştir (Kahire 1971). cAvânfü'İ-macârif Ali b. Ahmed el-Me-hâimî tarafından cAvâriîü'l-l
110
likat* yazılan cAvâriF\ Muhibbüddin Ahmed b. Abdullah kısaltmıştır.
cAvârifü'i-macârif birkaç defa Farsça'ya tercüme edilmiştir. Ahmed Nezîr, Bahâeddin Zekeriyyâ Mültânî'nin mürid-lerinden Kasım Dâvûd tarafından yapılan tercümenin cAvârif"m en eski tercümesi olduğunu, bu tercümenin müellifin vefatından on sene sonra (takriben I244) yapıldığını söyler. 665'te (1267) İsmail b. Abdülmü'min Ebû Mansür M5-şede'nin yaptığı tercüme neşredilmiştir (nşr. Kasım Ensârî, Tahran 1985). İzzed-din Muhammed b. Ali Kâşânî'nin Mişbâ-hu'1-hidâye ve miftâhııl-kifâye adlı tercümesi ise iki defa basılmıştır (nşr. Celâl Hümâî, Haydarâbâd 1291; Tahran 1325 hş.). Zahîrüddin Abdurrahman b. Ali Buzgûş da cAvârif i Farsça'ya tercüme etmiştir. Sadreddin Cüneyd b. Fazlul-lah-ı Şîrâzfnin tercümesi Zeylü'1-ma'â-rif îî tercemeti'l-'Avârif adını taşır. Abdullah b. Sa'deddin el-Medenî ile Zey-nüddin el-Hafi" 'Avârife haşiye yazmışlardır. Kasım b. Kutluboğa cAvânl'tek\ hadisleri tahrîc* etmiştir. Eser İran ve Hindistan'daki Sühreverdiyye tarikatı mensupları tarafından defalarca şerh ve tercüme edilmişse de bunların hiçbiri tam tercüme değildir.
Zeyniyye tarikatı şeyhlerinden Bigalı Hacı Ahmed b. Seydî'nin Türkçe tercümesi 1458'de tamamlanmıştır. cAvâri~ fiil-macârif\ aynen ve üslûbunu koruyarak tercüme ettiğini, metinde geçen âyetleri Tetsîr-i Kebîr, Keşşaf, Teysîr, Hakâ* îku't-tefsir, Te\îlât-ı Necrniyye, el-Mezâlim ve'l-cuyûn gibi tefsirlere dayanarak açıkladığını söyleyen mütercim, hadisleri izah ederken de Meşârik ve Meşöbih ile Buharı ve Müslim şerhlerine başvurduğunu ifade eder. Metinde geçen şiirler Farsça'ya ve Türkçe'ye tercüme edilmiş, eserin Farsça tercümesinden da faydalanılarak metin genişletilmiştir. Bu tercümenin Bursa Eski Yazrna ve Basma Eserler Kütüphane-si'ndeki (Genel, nr. 1443) nüshası 918'de (1512) istinsah edilmiş olup büyük boy 515 varak tutmaktadır. 'Avârifü'l-ma'â-rifln Arapça metninin okunmasına Sühreverdiyye'nin Anadolu'daki bir kolu olan Zeynîler ayrı bir önem vermişlerdir. Bu husus Zeynüddin el-HâfT'nin Merzifonlu Şeyh Abdürrahîm-i Rûmî'ye verdiği icazetnamede de ifade edilmektedir. Kaynaklarda ayrıca. Ârifî adlı bir kişi ile Kâ-nl'-i Rûmî diye anılan Ahmed b. Abdullah Bursevî'nin (ö. 1643) Şerefül-mülûk adlı Türkçe bir tercümesi olduğu kayde-
dilmektedir. Eser son olarak H. Kâmil Yılmaz ve İrfan Gündüz tarafından Tasavvufun Esasları adıyla tercüme edilmiştir (İstanbul 1989). H. VVilberforce Clar-ke cAvârifül-macârif"] Farsça'sını esas alarak İngilizce'ye tercüme etmiş (Lon-don 1891; NewYork 1970), eser R. Gram-lich tarafından Almanca'ya da çevrilmiştir (Wiesbaden 1978).
BİBLİYOGRAFYA:
Sühreverdî, 'Avârifü'l-ma^ârif, Beyrut 1966; a.e. (nşr. Kasım Ensârî, trc, Mâşâde), Tahran 1985, Mukaddime, s. 33-66; Lâmiî, NefehSt Tercümesi, s. 529; Keşfü'?-zLinûn, II, Î177; HediyyeLüVârifîn, I, 158, 730, 755-756; îiâ-hu'l-meknûn, II, 129; Brockelmann, GAL, I, 569; SuppL, I, 788-789; II, 310; Abdülhay el-Hasenî, eş-ŞekâfeLu'l-İslâmiyye fi'l-Hind, Di-mask 1403/1933, s. 188-189; Abdüllıafîz F. el-Karenî, "'Avânfü'l-ma'ârif", Meceileiü'i-Ezher, LVI/2, Kahire 1403/1983, s. 307-312.
İSİ Süleyman Uludağ
i— —i
AVARİAR
Dağıstan ve Azerbaycan'da yaşayan müslüman bir kavim.
J
Sovyetler Birliği'nin ittifak cumhuriyetlerinden Rus Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti'ne dahil Dağıstan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin dağlık yöresinde (Sulak nehrinin kolları olan Koysu Andi, Koysu Avar ve Kara Koysu havzalarında) ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti1 nin kuzey kısmında yaşamaktadırlar. Şafiî mezhebine mensup olan Avar-lar'ın 1979'da nüfusları 483.000 idi. Bu Avar zümresi, tarihte önemli bir rol oynamış olan Avar Hakanlığfnı (558-8051 kuranların torunları kabul edilmektedir.
Avarlar, Hunzah platosunun kuzeyindeki Maarulal ve güneydeki aşiretlerin birleşmesinden meydana gelen Bagau-lal olmak üzere iki ana grupta toplanmaktadır. Doğuda Kazi - Kumuklar, batıda ise Çeçenler'le komşudurlar. İslâmiyet'in Hunzah'a Emîr Ebû Müslim tarafından yayıldığına dair bir rivayet mevcut ise de gerçekte Ebû Müslim Dağıstan'a gitmemiştir. Buna karşılık Şeyh Ebü Mesleme'nin XI. yüzyılda burada bir süre faaliyette bulunduğu tahmin edilmektedir. Ülkenin tamamen İslâmlaşması. 1558-1606 yılları arasındaki kısa Osmanlı hâkimiyeti dönemine rastlar. Avar Hanlığı da bu devirden sonra teşekkül etmiştir. Avaristan'da izlerine bugün de rastlanan Nakşibendi tarikatı XVIII. yüzyılın ilk yansından itibaren yayılmaya başlamıştır. Ağustos 1917'de Andi'-de (Avaristan) toplanan Dağıstanlı âlimler
ve din adamları Nakşibendî şeyhi Hotso-lu Necmeddin'i imam seçmişlerdir. Böylece 1859'da üçüncü imam Şeyh Şâmilin uzun yıllar mücadele ettikten sonra Rus-lar'a teslim olmasıyla ortadan kalkan bu makam yeniden canlandırılmiştır. 1913'-te bölgede 2060 cami ve 800 medrese mevcutken bugün ancak yirmi yedi cami iig 300 kadar din adamı bulunmaktadır. Buna rağmen Avaristan'da Ahulgo (1839'-da Şeyh Şâmil'in 100 müridinin şehid olduğu yer), Gimri (1832'de Ruslar tarafından öldürülen ilk Nakşibendî imamı Gazi Muhammed'in mezarının bulunduğu mevki] ve Kuzey Azerbaycan'da Kıpçak (Hacı Murad'ın mezarının bulunduğu yer) gibi köyler kutsal sayılmakta ve halk akın akın buraları ziyaret etmektedir.
XVII-XVII1. yüzyıllarda Yukarı Dağıstan'da Avar Hanlığı'nın hâkimiyetini kuran Ümmü Han'ın (ö. 3 634) halefleri, Gürcü Krallığı. Şirvan, Seki ve Derbent hanlıklarını haraca bağlamışlar, kültürel ve siyasî hâkimiyetlerini yerleştirmişler, ancak bütün Avaristan'ı birleştirmeye muvaffak olamamışlardır. Avar Hanlığı ilk olarak 1727'de, daha sonra 1802 ve 1803'te Rus hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Fakat 1821 "de Sultan Ah-med Han Rus hâkimiyetine baş kaldırınca Avaristan Ruslar tarafından işgal edildi. Bununla beraber hâkimiyeti tam olarak ellerine almayan Ruslar, Avar hanlarına Rus askerî danışmanları bulundurmaları şartını kabul ettirdiler.
XIX. yüzyılda Nakşibendî tarikatının Önemli bir merkezi haline gelen Avar ülkesinde Ruslar'a karşı direniş arttı ve 1830'da "kâfirlerle ve Ruslar'la iş birliği yapan hanlığa karşı güçlü bir mücadele başladı. 1834'te İmam Hamza Beg Avar Hanlığını yıktı ve Ruslar'ı da ülkeden kovdu. 25 Ağustos 1859'da İmam Şâmil'in teslim olmasından sonra Ruslar Avar Hanlığı'nı tekrar kurarak başına Mehtulinli İbrahim Han'ı getirdiler. Fakat 22 Şubat 1863'te İbrahim Han tevkif edilerek sürgüne gönderildi ve 2 Nisan 1864'te Avar Hanlığı tamamen ortadan kaldırılarak burası Rus Devleti'nin bir vilâyeti (okrug) haline getirildi.
1917'de Rusya'da ihtilâlin patlak vermesi üzerine Avarlar da direnişe geçtiler ve Hotsolu İmam Necmeddin, Uzun Hacı, Said Şâmil gibi liderler 1925'e kadar burada Bolşevik (Rus) hâkimiyetinin yerleşmesine karşı mücadele ettiler. Ancak bu mücadele sonunda Ruslar, Avar ülkesini Rus Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Dağıstan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin bir parçası haline getirdiler.
Avar dil kolları hakkında henüz son söz söylenememiştir. Avarca XVI. yüzyıldan itibaren edebî bir hüviyet kazandığından komşu diller içinde "beynelmilel dil" görevini ifa etmiş, 1917 ihtilâline kadar değişik şivelerde konuşan halkın anlaşma dili olmuştur. Bugün de edebî dil olarak. XVI. yüzyıldan beri kabileler arasındaki münasebetleri düzenleyen Bol-mats (ordu dili) şivesi esas alınmıştır. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren Avarca, bu dildeki farklı sesleri karşılamak gayesiyle birçok işaretler de eklenerek Arap harfleriyle yazılmaya başlanmış ve Hun-zah kadısı Dibir (ö. 1827) bu harflere son şekli vererek mükemmelleştirmiştir (buna "Eski Acem" de denir). Avar edebiyatı ise aynı devirlerde Arapça yazan Ku-datlı Muhammed b. Mûsâ ve Kelile ve Dimne'y] Avarca'ya tercüme eden Kadı Dibir'le doğmuştur. XIX. yüzyılda Avar edebiyatı dinî ve didaktik, Şeyh Şâmil devrinde satirik ve lirik eserlerle zenginleşmiştir. Bunlar arasında özellikle Kaf-kasya-Rusya muharebelerini tasvir eden eserler çoğunluktadır. Bu eserlerde en önemli mevkii Şeyh Şâmil işgal eder. Bu donemin en meşhur ve mühim temsilcisi ise şair Mahmud Betl-Kahab'dır (o. 1919). Son devrin en ünlü temsilcisi de Hamzat Tsada'dır (ö. 1951). 1920'deArap harflerinin esas alındığı alfabe basitleştirilerek otuz sekiz harfe indirilmiştir (buna "Yeni Acem" dendi]; 1928'de Latin ve 1938'den itibaren ise Kiril (Rus) alfabesi kullanılmaya başlandı. Avarca, bugün Dağıstan Cumhuriyeti'nde neşriyatı olan altı dilden (Avar, Darga, Lak, Lezgi, Ta-basaran ve Kumuk) biridir. Avar dili kendi yazı dilleri olmayan Andi ve Dido halkları tarafından da kullanılmakta ve bu halklar Avarlar'ın kültürü içinde erimektedirler. İslâmiyet'i Avarlar vasıtasıyla kabul etmiş bulunan bu iki küçük topluluktan Andiler Koysu Andi havzasında, Didolar da merkezî Dağıstan'ın Gürcistan sınırlarına yakın en yüksek bölgelerinde yaşamaktadırlar. Bunun dışında Avarca Yukarı Dağıstan'daki bazı halkların da (Darga, Lak) ikinci dili olmuştur; fakat her şeye rağmen Rusça idarî dil olmaya devam etmektedir. Azerbaycan'daki Avarlar ise Avarca'yı unutarak Acar Türkçesi'ni kullanmaktadırlar. Zaten Avarca'nın hâkim olduğu bölgelerde bile Türkçe her zaman kuvvetli bir mevki işgal etmiştir. 1860'ta Kaluga'da sürgün hayatı yaşamakta olan Şeyh Şâmil'i ziyaret eden Ruslar'dan İ. Zahar hatıratında, Şeyh Şâmil ile Avarlar'dan oluşan yakın adamlarının Azeri Türkçesi'yle konuştuklarını
ve Rus ordusundaki Kazan Türkleri'yle bu dille anlaştıklarını ifade etmektedir. Dağıstan'ın az geçit veren dağlık bölgesinde (Avaristan) yerleşmiş olan Avarlar, konar göçer koyun besiciliği ve vadilerde de ufak çapta tarımla meşgul olmaktadırlar. Geleneksel el sanatları çok gelişmiş olup dokumacılık, halıcılık, bakır işçiliği, dericilik, altın işçiliği, tahta oymacılığı ve demircilik yapılmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Serafeddin Erel, Dağıstan ue Dağıstanlılar, İstanbul 1961; Itogi Vsesoyuznoy perepisi nase-leniya 1970 goda, Moscow 1973, IV; Îİaselenle SSSR, Po dannım Vsesoyıtznoy perepisi nase-ieniya 1979 goda, Moscow 1980; İbrahim Kafe-soğlu. Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984, s. 151 -156; S. A. Tokarev, Entnograflya Narodou SSSR, Moscow 1985; A. Agaev, "Dagestansı: Narod, natsiya ili druyaga obşçosl?", Souetskiy Dages-tan, sy. 2, Moscow 1985, s. 8-14; BSE, "Avars-kaya Yazıka", "Avaıskoe Hanslva", "Avartsi", "Dagestanskaya Avtonomnaya Sovetskaya Respublika (Literatura]", md.leri; Mirza Bala. "Dağıstan", İA, III, 447-451; Fikret Işıltan, "Şeyh Şâmil", İA, XI, 468-474; H. Carröre d'Encausse -A. Bennigsen, "Avars", E\? (İng.|, I, 755-756.
L4I Nadir Devlet AVÂSIM
İslâm devletleriyle
Bizans İmparatorluğu arasındaki
müstahkem sınır bölgelerine verilen ad.
Avâsım sözlükte "korumak, engel olmak; sığınmak" anlamındaki asm ( p** ) kökünden türeyen âsımenin çoğulu olup "koruyanlar, müstahkem mevkiler" demektir. Bu müstahkem mevkiler, İslâm ordularının cihad maksadıyla sınırdan uzaklaştıkları zaman veya gazadan dönerken ülkeye girmeden önce düşman saldırılarına karşı sığınıp korundukları bölgeler olduğu için bu adla anılmıştır.
Hz. Ömer zamanında Suriye ve ei-Ce-zTre'nin fethinden sonra İslâm devletinin sınırları Torosiar'a dayanmıştı. Bizans İmparatoru Herakleios, sınır bölgelerinde yaşayan halkı İslâm ordularının tehdit ve saldırılarından korumak gayesiyle iç kısımlara çekerek geniş bir sahayı boş bıraktı. Müslümanların "ed-davâhî" (ıy-lr^' = dış kısımlar, dış arazi.) adını verdikleri bu saha Emevîler zamanında iskân edilmeye ve müstahkem mahaller kurulmaya başlandı. Askerî düşüncelerle özel olarak tahkim edilmiş olan bu bölgeye Sugür (tekili sagr "yarık; sınır") deniliyordu. Sugürü'ş-Şâmiyye ve Sugü-rü'!-Cezîriyye olmak üzere ikiye ayrılan bu saha Tarsus'tan başlayarak Adana-
Dostları ilə paylaş: |