Rak kabul edilen ve Mezopotamya'nın "Aslan avcıları" kabartması ile yakın benzerliği bulunan "Avcılar paletfnde, avcılar grubu



Yüklə 1,07 Mb.
səhifə3/25
tarix03.01.2019
ölçüsü1,07 Mb.
#88916
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

Lisânü'i-'Arab, "'arz" md.; et-Te'rîfât, "earz" md.; M. Ebû Zehre, Uşûlü'l-fıkh, Kahire, ts., s. 268-289; Zerkâ. el-Fıkhü'l-İslâmî, II, 799-803: M. Hiidarî Bey, Uşülul-fıkh, Kahire 1969, s. 94-110; Mecelle, md. 957,' 958-959; Abdülke-rîm Zeydan. el-Medhal, Bağdad 1976, s. 316-334; Ali Himmet [Berki], "Ânz", "Arıza", İTA,

1,521-528. rn

IHI M. Akif Aydın

AVARIZ


Osmanlı maliyesinde bir vergi terimi.

Sözlükte "sonradan meydana gelen, aslî ve sabit olanın zıddı" gibi mânaları bulunan avarızın Osmanlı maliyesinde, vergi ve bütçe terimi olarak birbirine bağlı anlamlan vardır. Osmanlılar'da ver­gi ve nüfus tesbitleri aile (hane) sayımı­na dayanır, sayımlarda da vergi verebi­lecek durumda olan nüfus esas kabul

edilirdi. Bu sebeple sadece aile reisleri ve ailelerin kazanç sağlayabilecek du­rumda olan erkek fertleri sayılır, bu so­nuncular mücerred (bekâr) olarak göste­rilirdi. Osmanlı tahrir defterlerinde nü­fus, "avarız hanesi" ve "hâne-i gayr ez-avânz" olarak ikiye ayrılırdı. Avarız ha­neleri, vergilendirilebilir yahut fiilen ver­gilendirilmiş olan haneleri gösterirdi. Di­ğeri ise derbencTcilik, tuzculuk, maden­cilik, celeplik, şahincilik gibi belirli bir hizmetle yükümlü olanları; kadı, nâib, sipahi, muhassıl, müderris gibi resmî gö­revlileri; imam. hatip, müezzin, zâviye-dar, şeyh. seyyid gibi din adamlarını; kör­lük, delilik, düşkünlük gibi bedenî sakat­lıkları olan kimseleri içine almakta olup vergilerin tamamından veya bir kısmın­dan muafiyeti ifade ederdi. Muafiyet se­bebi olan hizmetlerin çoğu avârız-ı dî-vâniyye ve tekâlif*-i örfiyyeden sayılan yükümlülüklerdendi. Belirli bir hizmetle mükellef olana ayrıca başka bir hizmet yüklenemezdi. Meselâ tuzcuya tersane­de dülgerlik, devlete ait inşaatlarda us­talık mecburiyeti konmazdı. Saraya şa­hin, atmaca gibi avcı kuşları yetiştirip getirenler, bunların yuvalarını bekleyen­ler, öşür. cizye gibi şer'î vergiler yanın­da ispençe, koyun resmi, gerdek resmi, gümrük resmi gibi örfî vergiler, angar­ya hizmetler, tekâlîf-i şâkka ile devlete arpa, buğday, kereste vermek gibi avâ-nz mahiyetindeki vergilerden muaf tu­tulurlardı. Fâtih Sultan Mehmed tarafın­dan Balyabadra şehir halkına, şehrin et­rafındaki suriarı yapmak ve onarmak karşılığında muafnâme verilmişti. Bun­lar bu muafnâme ile avârız-ı dîvâniyye ve tekâlîf-i örfiyyeden, oğullarının yeniçe­ri olarak alınmasından, sürgün edilmek­ten, subaşı ve muhtesibin müdahalele­rinden, beyleri ve sipahileri ağırlamak­tan, kadıların kendilerine başvurmaksı­zın miraslarını taksim etmesinden, ekin­lerine ve bağlarına hayvan salınmasın­dan korunmuşlardı. Ayrıca diğer vergi­leri de indirilmişti. Avarız hanelerinden 70 akçe alınırken muaf olanları sadece 30 akçe avarız vergisi vermekteydi. Ka­zaya tâbi köylerin halkı avarız bedelini 300 akçe olarak Ödemekte idi.

Vergi terimi olarak ise, yerine ve vergi­sine göre, sayım birimi olan gerçek ava­rız hanesinin dört ilâ elli hanesi bir ava­rız hanesini oluşturuyordu. Donanma için kürekçi istendiği zaman elli hâne başı­na bir kürekçi çıkarılıyordu. Diğer hane­ler de çıkardıkları kürekçinin harçlığını

verirlerdi. Kürekçi ihtiyacı karşılandık­tan sonra kürekçi yerine bedel olarak para istenebilirdi. Avarız adı altında top­lanan vergide ise dört beş gerçek hâne bir avarız hanesi sayılırdı. Bunlar avarız hanelerine dağıtılan vergiyi kendi arala­rında paylaşırlar ve öderlerdi. Ayrıca be-del-i mükârî, bedel-i timâr, nüzul, sür-sat asıl avarız yahut avarız tipi vergi çe-şitlerindendi.

Osmanlı bütçelerinde ise avarız düzen­li olmayan gelirlerin (vâridât-i gayr-ı mu­karrere) başlıcalarını teşkil etmekteydi. Bu tip vergilerin çoğu "avarız" adı altın­da tahsil edilir ve bazı tahsi! fermanla­rında "bedel-i avarız" olarak da geçerdi. Avarız nakit olarak alınır, nüzul ve sür-sat ise buğday, un, yağ şeklinde aynî olarak tahsil edilirdi. Avarız vergisi fev­kalâde vergilerdendi ve genellikle savaş zamanlarında ihtiyaç duyulduğu takdir­de toplanırdı. Fakat ardarda yapılan sa­vaşlar bu vergiyi de normal vergiler ha­line getirmiştir. 828 milyon akçelik 1692 yılı bütçesinde avarız vergisinin payı 188 milyon akçe idi. Milyarı aşan 1715 büt­çesinde ise bunun payı 134 milyona ka­dar düştü. Bu sırada tahsil edilen "im-dâd-ı seferiyye" vergisi bu payın düşme­sinde rol oynamış olmalıdır. Avarız ver­gisi Tanzimat'la birlikte kaldırılmıştır.

Bazı hayır sahipleri tarafından kendi mahalleleri halkını bu vergi yükünden kurtarmak için avarız vakıfları kurulmuş­tur. Vakıf gelirleri avarıza tahsis edilir, gelir yetmediği zaman verginin geri ka­lan kısmını mahalle haîkı kendi araların­da paylaşarak öderlerdi. Vergi konma­dığı zamanlar ise vakfın geliri kamu ya­rarına kullanılırdı. Avarız vergisinin kal­dırılması ile vakfın geliri mahalle ihti­yaçları için kullanılmaya devam etmiş, nihayet 1930'da bu da belediyelere dev­redilmiştir (daha geniş bilgi için bk. avA-

RIZ VAKFI)

BİBLİYOGRAFYA:

Balyabadra Kadı Sicili, Bibliotheque Nationa-le, Suppl., Turc, nr. 69; Lutfı Paşa, Âsafnâme, İstanbul 1326, s. 24; Mustafa Nuri Paşa, NetS.-yicü 'l-vuküât, İstanbul 1327, I, 66; II, 101; Ab-durrahman Vefik, Tekâlif Kauâidi, İstanbul 1328-30, s. 69-99, 182, 295; Osman Nuri Ergin, Tür­kiye'de Şehirciliğin Tarihi İnkişâfı, İstanbul 1936, s. 27, 108; B. Mc. Gowan. "Osmanlı Avâ-nz-Nüzul Teşekkülü, 1600-1830", TTK Bildi­riler, VIII (1981), il, 1327-1391; Ahmet Taba-koğlu. Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Mâliyesi, istanbul 1985, s. 153-161; Nejat Gö-yünç, "Hâne Deyimi Hakkında", TD, sy. 32 (1979), s. 331-348; Ömer Lûtfi Barkan, "Ava­rız", /A, II, 13-T9. rn

İsli Halîı, Sahillioğlu

AVARIZ VAKFI

Bir köy veya mahalle halkının ödemekte güçlük çektikleri avarız, kürekçi bedeli ve diğer ihtiyaçlarına

sarfedilmek üzere kurulmuş olan ■ akar ve para vakfı. ı

Oşmanlılar'da örfî vergiler (tekâlif* i örfîyye), başlangıçta nadiren ve çok cüzi miktarlarda toplanırken giderek ihtiyaç­ların artması ve devlet hazinesinin bun­ları karşılayamaz hale gelmesi üzerine daha sık aralıklarla ve artan miktarlarda toplanır olmuştu. Bu vergileri ödemekte güçlük çeken fakir halka akar veya para olarak tahsis edilen vakıflardan yardım edilirdi. Akarların yıllık gelirinden, para­ların ise işletilmesiyle elde edilen kârın­dan yardım yapılır, böylece ana kayna­ğa dokunulmamış olurdu.

Bu nevi vakıflar başlangıçta doğrudan doğruya avarız* vergisi ve örfî tekâlifin karşılanmasına tahsis edilmekteydi. An­cak adı geçen vergilerin halktan toplan­ması uygulamasının eski önemini kay­betmesi üzerine, bu maksatla kurulmuş olan vakıfların gelirlerinin de köy veya mahalle heyetleri kararıyla uygun yerle­re sarfedilmesi usulü getirilmiştir. Nite­kim bu şekilde elde edilen gelir halkın karşılaştığı yangın, deprem, su baskını, salgın hastalık gibi âfetlerle fakir, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarına, kimsesiz kızla­rın evlendirilmesine, sahipsiz cenazelerin masraflarının karşılanmasına ve iş haya­tına atılanların sermaye ihtiyacına sarfe-dildiği gibi ayrıca su yolu, kaldırım, sıb-yan mektebi tamiri gibi amme hizmetleri için de kullanılmaktaydı. Böylece zaman­la değişik bir mahiyet kazanan avarız vakfı daha sonra "avarız akçesi" ve "avâ-nz sandığı" olarak da adlandırılmıştır.

Müslim ve gayri müslimlerin karışık olarak oturdukları mahalle veya köyler­de avarız vakfı her iki zümrenin de ihti­yaçlarına sarfedilir, vakfı yapanın müs-lüman veya gayri müslim olması buna tesir etmezdi (Ö. Hilmi Efendi, md. 181).

Avarız vakfı şeklinde bazı müessese­ler gayri müslimler arasında da kurul­muş ve ortak ihtiyaçları için kullanılmış­tır. Nitekim bu konuda dikkate değer bir örneğe XVII. yüzyılda rastlanmakta­dır. III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan tarafından XVI. yüzyılın sonlarında inşa­sına başlanan Eminönü Yenicami'nin in­şaatı III. Mehmed'in ölümü üzerine ya­rım yüzyıldan fazla bir süre öylece kal­mış, daha sonra 1660 yangını bu semti harabeye çevirmişti. IV. Mehmed'in an-

nesi Hatice Turhan Sultan'ın bir cami yaptırmak istediğini öğrenen yetkililer, yarım kalan caminin ve semtin imarını Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'ya ar-zetmiş, Köprülü, teklifi Valide Sultan'a bildirince Turhan Sultan razı olmuştu. Şehrin en işlek ticaret merkezindeki ev­lerinin istimlâk edileceğini öğrenen ya-hudiler, kendi avarız vakıflarından külli­yetli bir miktar parayı Köprülü'ye tak­dim edip onu bu fikirden vazgeçirmeye çalışmışlardı. Sadrazam bu teklifi şiddet­le reddederek tekrarı halinde ön ayak olanları idam ettireceğini bildirmişti.

XIX ve XX. yüzyıllarda, bu tür vakıfla­rın bünyesinde birikmiş olan paralarla bunların idaresinin, devlet tarafından alınan bir kararla kamu hizmeti gören kurumlara tahsis edildiği görülmekte­dir. Nitekim 1292'de (1875) Maarif Ne-zâreti'nin çıkardığı talimatnamede bu paraların sıbyan ve ibtidâî mektepleri­nin ihtiyaçlarına sarfed il meşine karar verilmişti. Aynı şekilde değişik tarihler­de bu vakıflardan Hilâliahmer gibi resmî hayır kurumlarına da para tahsis edil­diği görülmektedir. Cumhuriyet döne­minde ise 1930 tarihli belediye kanunu­nun 110. maddesi gereğince avarız va­kıfları belediyelere intikal ettirilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Düstur, Üçüncü tertib, İstanbul 1931, V, 336; Ömer Hilmi Efendi, İthâfü'l-ahlâf fî ahkâmi'l-eukaf, İstanbul 1307, s. 10, 84 (md. 36, 181); Osman Nuri Ergin. Türkiye'de Şehirciliğin Tari­hi İnkişafı, İstanbul 1936, s. 27, 28, 108; Tür­kiye Maarif Tarihi, 111, 896-897; Bilmen, Ka­mus, IV, 294; Hüseyin Hatemî, Medenî Hukuk Tüzelkişileri, İstanbul 1979, I, 384, 740-741; Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açı­sından Vakıflar, Ankara 1983, s. 85-87; Ah­met Akgündüz, islâm Hukukunda ue Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s. 215-218; Osman Turan, "Selçuk Devri Vak­fiyeleri I: Şemseddin Altım-Aba, Vakfiyyesi ve Hayatı", TTK Belleten, X[/42 (1947), s. 208-209; Ömer Lûtfi Barkan, "Avarız", İA, II, 18-19; R. Ekrem Koçu. "Avarız Sandıklan", İst A, III, 1343-1344. ı—ı

lifti Mehmet İpşirli

AVÂRİFÜ'l-MAÂRİF

Sünnî sofîliğin tanınmış temsilcilerinden Şehâbeddin es-Sühreverdî'nin

(ö. 632/1234)

tasavvufa dair eseri.

L J


Eserinin önsözünde Allah'ın zihnine ih­san ettiği her şeyi O'nun armağanı ola­rak gördüğünü söyleyen Sühreverdî, en büyük ilâhî lutfun "avârifü'l-maârif" ya-

109


ni marifet lutufları olduğunu ifade eder. Sühreverdî eserini, aslında şeriata uy­gun olan sûfüiğin esaslarını açık bir şe­kilde ortaya koymak ve bunları savun­mak gayesiyle yazdığını söyleyerek o de­virde gerçek sofilerin azaldığını, sahte sûfîlerin her tarafı istilâ ettiğini, bu yüz­den sûfîiiğin mahiyetini bilmeyenlerde tasavvufa ve mutasavvıflara karşı olum­suz bir kanaat hasıi olduğunu, birçok kimsenin onları beğenmediğini ve tu­tumlarını reddettiğini belirtir. Bu şekil­de hareket edenler sûffligi birtakım me­rasim ve şekillerden (âdâb ve erkân) iba­ret sanmaktadır. Sûfîler hakkındaki bu yanlış kanaati ortadan kaldırmak için on­ları gerçek mahiyetleriyle tanıtmak ge­rektiğini düşünen ve böylece eserinin ya­zılış gayesini açıklayan Sühreverdî. bu bakımdan kendisinden evvel aynı şeyle­ri söylemiş olan Serrâc, Kuşeyrî ve Hüc-vîri'ye benzemektedir.

cAvârifü'l-macârif altmış üç bölüm­den meydana gelir. Bu bölümlerde yer alan bilgilerin çoğu daha önce aynı ko­nuda yazılan eserlerden bazan genişle­tilerek, bazan da kısaltılarak aktarılmak­la birlikte esere orijinallik kazandıran hu­suslar da bulunmaktadır; bunlar eserin tasavvuf tarihinde önemli bir yer tutma­sını sağlamıştır. Vl-lX. bölümlerde sûff-İer, Melâmetîler, Kalenderîler ve bunlara özenenler hakkında verilen bilgiler, da­ha sonra başta Câmî olmak üzere belli başlı mutasavvıf yazarlar tarafından ay­nen tekrarlanmıştır. Tekke hayatını dü­zenleyen esaslar daha önce Ebû Saîd-i Ebü'1-Hayr (ö. 440/1049) tarafından or­taya konulmakla birlikte belli bir düzen içinde ilk olarak 'Avârifül-ma'ârif'te açıklanmıştır. Eserin bu özelliği, tekke (ribât) müessesesinin gelişmesi ve çalış­ma tarzının belli esaslara bağlanması ba­kımından büyük Önem taşır.

İhyâ'ü culûmi'd-dîn"m kenarında (Ka­hire 1289) ve ekinde (Beyrut 1983) birkaç defa basılan 'Avârifü'l-ma'ârif müsta­kil olarak da yayımlanmıştır (Beyrut 1966, 1973). Eserin ilk yarısı Abdüihalim Mah-mûd ve Mahmûd eş-Şerif tarafından tah-kikli olarak neşredilmiştir (Kahire 1971). cAvânfü'İ-macârif Ali b. Ahmed el-Me-hâimî tarafından cAvâriîü'l-l

110


likat* yazılan cAvâriF\ Muhibbüddin Ah­med b. Abdullah kısaltmıştır.

cAvârifü'i-macârif birkaç defa Fars­ça'ya tercüme edilmiştir. Ahmed Nezîr, Bahâeddin Zekeriyyâ Mültânî'nin mürid-lerinden Kasım Dâvûd tarafından yapı­lan tercümenin cAvârif"m en eski tercü­mesi olduğunu, bu tercümenin müelli­fin vefatından on sene sonra (takriben I244) yapıldığını söyler. 665'te (1267) İsmail b. Abdülmü'min Ebû Mansür M5-şede'nin yaptığı tercüme neşredilmiştir (nşr. Kasım Ensârî, Tahran 1985). İzzed-din Muhammed b. Ali Kâşânî'nin Mişbâ-hu'1-hidâye ve miftâhııl-kifâye adlı tercümesi ise iki defa basılmıştır (nşr. Celâl Hümâî, Haydarâbâd 1291; Tahran 1325 hş.). Zahîrüddin Abdurrahman b. Ali Buzgûş da cAvârif i Farsça'ya tercü­me etmiştir. Sadreddin Cüneyd b. Fazlul-lah-ı Şîrâzfnin tercümesi Zeylü'1-ma'â-rif îî tercemeti'l-'Avârif adını taşır. Ab­dullah b. Sa'deddin el-Medenî ile Zey-nüddin el-Hafi" 'Avârife haşiye yazmış­lardır. Kasım b. Kutluboğa cAvânl'tek\ hadisleri tahrîc* etmiştir. Eser İran ve Hindistan'daki Sühreverdiyye tarikatı mensupları tarafından defalarca şerh ve tercüme edilmişse de bunların hiçbiri tam tercüme değildir.

Zeyniyye tarikatı şeyhlerinden Bigalı Hacı Ahmed b. Seydî'nin Türkçe tercü­mesi 1458'de tamamlanmıştır. cAvâri~ fiil-macârif\ aynen ve üslûbunu koru­yarak tercüme ettiğini, metinde geçen âyetleri Tetsîr-i Kebîr, Keşşaf, Teysîr, Hakâ* îku't-tefsir, Te\îlât-ı Necrniyye, el-Mezâlim ve'l-cuyûn gibi tefsirlere dayanarak açıkladığını söyleyen müter­cim, hadisleri izah ederken de Meşârik ve Meşöbih ile Buharı ve Müslim şerh­lerine başvurduğunu ifade eder. Metin­de geçen şiirler Farsça'ya ve Türkçe'ye tercüme edilmiş, eserin Farsça tercü­mesinden da faydalanılarak metin ge­nişletilmiştir. Bu tercümenin Bursa Es­ki Yazrna ve Basma Eserler Kütüphane-si'ndeki (Genel, nr. 1443) nüshası 918'de (1512) istinsah edilmiş olup büyük boy 515 varak tutmaktadır. 'Avârifü'l-ma'â-rifln Arapça metninin okunmasına Süh­reverdiyye'nin Anadolu'daki bir kolu olan Zeynîler ayrı bir önem vermişlerdir. Bu husus Zeynüddin el-HâfT'nin Merzifonlu Şeyh Abdürrahîm-i Rûmî'ye verdiği ica­zetnamede de ifade edilmektedir. Kay­naklarda ayrıca. Ârifî adlı bir kişi ile Kâ-nl'-i Rûmî diye anılan Ahmed b. Abdul­lah Bursevî'nin (ö. 1643) Şerefül-mülûk adlı Türkçe bir tercümesi olduğu kayde-

dilmektedir. Eser son olarak H. Kâmil Yılmaz ve İrfan Gündüz tarafından Ta­savvufun Esasları adıyla tercüme edil­miştir (İstanbul 1989). H. VVilberforce Clar-ke cAvârifül-macârif"] Farsça'sını esas alarak İngilizce'ye tercüme etmiş (Lon-don 1891; NewYork 1970), eser R. Gram-lich tarafından Almanca'ya da çevrilmiş­tir (Wiesbaden 1978).

BİBLİYOGRAFYA:

Sühreverdî, 'Avârifü'l-ma^ârif, Beyrut 1966; a.e. (nşr. Kasım Ensârî, trc, Mâşâde), Tahran 1985, Mukaddime, s. 33-66; Lâmiî, NefehSt Tercümesi, s. 529; Keşfü'?-zLinûn, II, Î177; HediyyeLüVârifîn, I, 158, 730, 755-756; îiâ-hu'l-meknûn, II, 129; Brockelmann, GAL, I, 569; SuppL, I, 788-789; II, 310; Abdülhay el-Hasenî, eş-ŞekâfeLu'l-İslâmiyye fi'l-Hind, Di-mask 1403/1933, s. 188-189; Abdüllıafîz F. el-Karenî, "'Avânfü'l-ma'ârif", Meceileiü'i-Ezher, LVI/2, Kahire 1403/1983, s. 307-312.

İSİ Süleyman Uludağ

i— —i


AVARİAR

Dağıstan ve Azerbaycan'da yaşayan müslüman bir kavim.

J

Sovyetler Birliği'nin ittifak cumhuri­yetlerinden Rus Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti'ne dahil Dağıstan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin dağlık yöresinde (Sulak nehrinin kolları olan Koysu Andi, Koysu Avar ve Kara Koysu havzalarında) ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhu­riyeti1 nin kuzey kısmında yaşamaktadır­lar. Şafiî mezhebine mensup olan Avar-lar'ın 1979'da nüfusları 483.000 idi. Bu Avar zümresi, tarihte önemli bir rol oy­namış olan Avar Hakanlığfnı (558-8051 kuranların torunları kabul edilmektedir.



Avarlar, Hunzah platosunun kuzeyin­deki Maarulal ve güneydeki aşiretlerin birleşmesinden meydana gelen Bagau-lal olmak üzere iki ana grupta toplan­maktadır. Doğuda Kazi - Kumuklar, ba­tıda ise Çeçenler'le komşudurlar. İslâmi­yet'in Hunzah'a Emîr Ebû Müslim tara­fından yayıldığına dair bir rivayet mev­cut ise de gerçekte Ebû Müslim Dağıs­tan'a gitmemiştir. Buna karşılık Şeyh Ebü Mesleme'nin XI. yüzyılda burada bir süre faaliyette bulunduğu tahmin edil­mektedir. Ülkenin tamamen İslâmlaşma­sı. 1558-1606 yılları arasındaki kısa Os­manlı hâkimiyeti dönemine rastlar. Avar Hanlığı da bu devirden sonra teşekkül etmiştir. Avaristan'da izlerine bugün de rastlanan Nakşibendi tarikatı XVIII. yüzyılın ilk yansından itibaren yayılma­ya başlamıştır. Ağustos 1917'de Andi'-de (Avaristan) toplanan Dağıstanlı âlimler

ve din adamları Nakşibendî şeyhi Hotso-lu Necmeddin'i imam seçmişlerdir. Böy­lece 1859'da üçüncü imam Şeyh Şâmilin uzun yıllar mücadele ettikten sonra Rus-lar'a teslim olmasıyla ortadan kalkan bu makam yeniden canlandırılmiştır. 1913'-te bölgede 2060 cami ve 800 medrese mevcutken bugün ancak yirmi yedi cami iig 300 kadar din adamı bulunmaktadır. Buna rağmen Avaristan'da Ahulgo (1839'-da Şeyh Şâmil'in 100 müridinin şehid ol­duğu yer), Gimri (1832'de Ruslar tarafın­dan öldürülen ilk Nakşibendî imamı Gazi Muhammed'in mezarının bulunduğu mev­ki] ve Kuzey Azerbaycan'da Kıpçak (Ha­cı Murad'ın mezarının bulunduğu yer) gi­bi köyler kutsal sayılmakta ve halk akın akın buraları ziyaret etmektedir.

XVII-XVII1. yüzyıllarda Yukarı Dağıs­tan'da Avar Hanlığı'nın hâkimiyetini ku­ran Ümmü Han'ın (ö. 3 634) halefleri, Gür­cü Krallığı. Şirvan, Seki ve Derbent han­lıklarını haraca bağlamışlar, kültürel ve siyasî hâkimiyetlerini yerleştirmişler, ancak bütün Avaristan'ı birleştirmeye muvaffak olamamışlardır. Avar Hanlığı ilk olarak 1727'de, daha sonra 1802 ve 1803'te Rus hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Fakat 1821 "de Sultan Ah-med Han Rus hâkimiyetine baş kaldı­rınca Avaristan Ruslar tarafından işgal edildi. Bununla beraber hâkimiyeti tam olarak ellerine almayan Ruslar, Avar han­larına Rus askerî danışmanları bulun­durmaları şartını kabul ettirdiler.

XIX. yüzyılda Nakşibendî tarikatının Önemli bir merkezi haline gelen Avar ül­kesinde Ruslar'a karşı direniş arttı ve 1830'da "kâfirlerle ve Ruslar'la iş birli­ği yapan hanlığa karşı güçlü bir müca­dele başladı. 1834'te İmam Hamza Beg Avar Hanlığını yıktı ve Ruslar'ı da ülke­den kovdu. 25 Ağustos 1859'da İmam Şâmil'in teslim olmasından sonra Rus­lar Avar Hanlığı'nı tekrar kurarak başı­na Mehtulinli İbrahim Han'ı getirdiler. Fakat 22 Şubat 1863'te İbrahim Han tev­kif edilerek sürgüne gönderildi ve 2 Ni­san 1864'te Avar Hanlığı tamamen or­tadan kaldırılarak burası Rus Devleti'nin bir vilâyeti (okrug) haline getirildi.

1917'de Rusya'da ihtilâlin patlak ver­mesi üzerine Avarlar da direnişe geçti­ler ve Hotsolu İmam Necmeddin, Uzun Hacı, Said Şâmil gibi liderler 1925'e ka­dar burada Bolşevik (Rus) hâkimiyeti­nin yerleşmesine karşı mücadele etti­ler. Ancak bu mücadele sonunda Ruslar, Avar ülkesini Rus Sovyet Federe Sosya­list Cumhuriyeti'ne bağlı Dağıstan Muh­tar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin bir parçası haline getirdiler.

Avar dil kolları hakkında henüz son söz söylenememiştir. Avarca XVI. yüzyıldan itibaren edebî bir hüviyet kazandığından komşu diller içinde "beynelmilel dil" gö­revini ifa etmiş, 1917 ihtilâline kadar değişik şivelerde konuşan halkın anlaş­ma dili olmuştur. Bugün de edebî dil olarak. XVI. yüzyıldan beri kabileler ara­sındaki münasebetleri düzenleyen Bol-mats (ordu dili) şivesi esas alınmıştır. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren Avarca, bu dildeki farklı sesleri karşılamak gaye­siyle birçok işaretler de eklenerek Arap harfleriyle yazılmaya başlanmış ve Hun-zah kadısı Dibir (ö. 1827) bu harflere son şekli vererek mükemmelleştirmiştir (bu­na "Eski Acem" de denir). Avar edebiya­tı ise aynı devirlerde Arapça yazan Ku-datlı Muhammed b. Mûsâ ve Kelile ve Dimne'y] Avarca'ya tercüme eden Kadı Dibir'le doğmuştur. XIX. yüzyılda Avar edebiyatı dinî ve didaktik, Şeyh Şâmil devrinde satirik ve lirik eserlerle zengin­leşmiştir. Bunlar arasında özellikle Kaf-kasya-Rusya muharebelerini tasvir eden eserler çoğunluktadır. Bu eserlerde en önemli mevkii Şeyh Şâmil işgal eder. Bu donemin en meşhur ve mühim temsil­cisi ise şair Mahmud Betl-Kahab'dır (o. 1919). Son devrin en ünlü temsilcisi de Hamzat Tsada'dır (ö. 1951). 1920'deArap harflerinin esas alındığı alfabe basitleşti­rilerek otuz sekiz harfe indirilmiştir (bu­na "Yeni Acem" dendi]; 1928'de Latin ve 1938'den itibaren ise Kiril (Rus) alfa­besi kullanılmaya başlandı. Avarca, bu­gün Dağıstan Cumhuriyeti'nde neşriyatı olan altı dilden (Avar, Darga, Lak, Lezgi, Ta-basaran ve Kumuk) biridir. Avar dili kendi yazı dilleri olmayan Andi ve Dido halkları tarafından da kullanılmakta ve bu halk­lar Avarlar'ın kültürü içinde erimekte­dirler. İslâmiyet'i Avarlar vasıtasıyla ka­bul etmiş bulunan bu iki küçük toplu­luktan Andiler Koysu Andi havzasında, Didolar da merkezî Dağıstan'ın Gürcistan sınırlarına yakın en yüksek bölgelerinde yaşamaktadırlar. Bunun dışında Avarca Yukarı Dağıstan'daki bazı halkların da (Darga, Lak) ikinci dili olmuştur; fakat her şeye rağmen Rusça idarî dil olmaya de­vam etmektedir. Azerbaycan'daki Avarlar ise Avarca'yı unutarak Acar Türkçesi'ni kullanmaktadırlar. Zaten Avarca'nın hâ­kim olduğu bölgelerde bile Türkçe her zaman kuvvetli bir mevki işgal etmiştir. 1860'ta Kaluga'da sürgün hayatı yaşa­makta olan Şeyh Şâmil'i ziyaret eden Ruslar'dan İ. Zahar hatıratında, Şeyh Şâ­mil ile Avarlar'dan oluşan yakın adam­larının Azeri Türkçesi'yle konuştuklarını

ve Rus ordusundaki Kazan Türkleri'yle bu dille anlaştıklarını ifade etmektedir. Dağıstan'ın az geçit veren dağlık böl­gesinde (Avaristan) yerleşmiş olan Avar­lar, konar göçer koyun besiciliği ve vadi­lerde de ufak çapta tarımla meşgul ol­maktadırlar. Geleneksel el sanatları çok gelişmiş olup dokumacılık, halıcılık, ba­kır işçiliği, dericilik, altın işçiliği, tahta oymacılığı ve demircilik yapılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Serafeddin Erel, Dağıstan ue Dağıstanlılar, İstanbul 1961; Itogi Vsesoyuznoy perepisi nase-leniya 1970 goda, Moscow 1973, IV; Îİaselenle SSSR, Po dannım Vsesoyıtznoy perepisi nase-ieniya 1979 goda, Moscow 1980; İbrahim Kafe-soğlu. Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984, s. 151 -156; S. A. Tokarev, Entnograflya Narodou SSSR, Moscow 1985; A. Agaev, "Dagestansı: Narod, natsiya ili druyaga obşçosl?", Souetskiy Dages-tan, sy. 2, Moscow 1985, s. 8-14; BSE, "Avars-kaya Yazıka", "Avaıskoe Hanslva", "Avartsi", "Dagestanskaya Avtonomnaya Sovetskaya Respublika (Literatura]", md.leri; Mirza Bala. "Dağıstan", İA, III, 447-451; Fikret Işıltan, "Şeyh Şâmil", İA, XI, 468-474; H. Carröre d'Encausse -A. Bennigsen, "Avars", E\? (İng.|, I, 755-756.

L4I Nadir Devlet AVÂSIM

İslâm devletleriyle

Bizans İmparatorluğu arasındaki

müstahkem sınır bölgelerine verilen ad.

Avâsım sözlükte "korumak, engel ol­mak; sığınmak" anlamındaki asm ( p** ) kökünden türeyen âsımenin çoğulu olup "koruyanlar, müstahkem mevkiler" de­mektir. Bu müstahkem mevkiler, İslâm ordularının cihad maksadıyla sınırdan uzaklaştıkları zaman veya gazadan dö­nerken ülkeye girmeden önce düşman saldırılarına karşı sığınıp korundukları bölgeler olduğu için bu adla anılmıştır.

Hz. Ömer zamanında Suriye ve ei-Ce-zTre'nin fethinden sonra İslâm devleti­nin sınırları Torosiar'a dayanmıştı. Bizans İmparatoru Herakleios, sınır bölgelerin­de yaşayan halkı İslâm ordularının teh­dit ve saldırılarından korumak gayesiy­le iç kısımlara çekerek geniş bir sahayı boş bıraktı. Müslümanların "ed-davâhî" (ıy-lr^' = dış kısımlar, dış arazi.) adını verdikleri bu saha Emevîler zamanında iskân edilmeye ve müstahkem mahaller kurulmaya başlandı. Askerî düşünceler­le özel olarak tahkim edilmiş olan bu bölgeye Sugür (tekili sagr "yarık; sınır") deniliyordu. Sugürü'ş-Şâmiyye ve Sugü-rü'!-Cezîriyye olmak üzere ikiye ayrılan bu saha Tarsus'tan başlayarak Adana-


Yüklə 1,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin